Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Büyükşehir Belediyesi Başkent Tiyatroları’nın düzenlediği etkinlikte geleneksel ve modern tiyatro sanatları halkla buluştu.

Ankara– Ulus’taki Atatürk Anıtı’nın önünde düzenlenen etkinlik, İstiklal Marşı’nın okunması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile tiyatro sanatının yaşama veda eden ustalarının anısına gerçekleştirilen saygı duruşuyla başladı.

Etkinlikte, Başkent Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Mehmet Tahir İkiler, Dame Judi Dench tarafından kaleme alınan ve Bilgesu Ataman tarafından Türkçeleştirilen Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’ni okudu. Bildiride, Dünya Tiyatro Günü’nün tiyatroyu teatral biçimde kutlamak için bir fırsat olduğu belirtilerek, ”Tiyatro, bir eğlence ve ilham kaynağıdır. Dünyanın dört bir yanında, var olan değişik kültürleri ve insanları birleştirebilecek gücü vardır” denildi.

Tiyatronun aynı zamanda eğitme ve bilgilendirme olanağı sağladığının da ifade edildiği bildiride, tiyatronun ekip çalışmasıyla var olduğu, oyuncuların göz önünde bulunduğu tiyatro sanatının görünmeyen, şaşılacak sayıdaki insanın emeğiyle ortaya çıktığı belirtildi.
İkiler, yaptığı konuşmada da hayatın en güzel yönlerinin bir tebessümle ortaya çıktığını ancak nedense hemen herkesin çamur sıçratan arabaya, özür dilemeden çekip giden insanlara, geciken otobüslere kızarak yaşamın güzel yönlerini gözden kaçırdığını söyledi. Tiyatronun yaşamın olumsuzluklarını bir oyun süresince unutturan çok önemli bir sanat dalı olduğunu vurgulayan İkiler, ”Tiyatro, insana insanca davranan bir sanat dalı olması nedeniyle asıl kahramanın siz olduğunu fark edersiniz” dedi.
Daha sonra, Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul ile Atatürk arasında, ”Akın” adlı oyunla ilgili bir anıyı da aktardı.
 

Muhsin Ertuğrul’dan Gazanfer Özcan’a

Kutlamaya, Başkent Tiyatroları sanatçıları, ellerinde Muhsin Ertuğrul, Savaş Dinçel, Hadi Çaman, Adile Naşit, Mümtaz Sevinç, İsmet Aç, Lale Oraloğlu, Cüneyt Gökçer, Gazanfer Özcan gibi ustaların fotoğraflarıyla katıldı.

Tüm sanatçıların Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul’un maskelerini taktığı etkinlik halk tarafından da ilgiyle izlendi. Şenliğe katılan vatandaşlar, uzun sopalar üzerinde durarak etkinliğe renk katan palyaçolarla fotoğraf çektirdi.

Etkinlikte geleneksel Türk tiyatrosunun bel kemiği olan orta oyunundan bir bölüm ile modern tiyatro örneği olarak da pandomim sunuldu.

Şenlik, İkiler’in tüm katılımcılara, ”alkışlar susmasın, perde hiç inmesin” çağrısının ardından alkışlarla sona erdi.

 

Bu ülkede onuruyla hizmet vermeye çalışan 110.000 hekim adına Türk Tabipleri Birliği olarak bizler; 14 Mart 1827’den 183 yıl sonra, 2010 yılının 14 Mart’ında sadece talep etmekte kalmıyor, haklı taleplerimizde ısrar ediyoruz. Ve “Padişah fermanıyla” verilmeyeceğini bildiğimiz bu taleplerimizi, mesleğimizden aldığımız güç, ekip arkadaşlarımızla olan dayanışmamız ve hizmet sunduğumuz halkın sağlık hakkı mücadelesiyle birlikte kazanılacağına dair inancımızı koruyoruz.

HEKİMLERİN 2010 14 MART BİLDİRGESİ

 
 
Biz hekimler;
Ekip arkadaşlarımız sağlık çalışanları ile birlikte yılın her günü, geceyi gündüze katarak ürettiğimiz hizmetin, katkı katılım payı alınmadan, kısıtlamalara tabi tutulmadan tüm yurttaşlarımıza ulaşmasını istiyoruz.

Ahlaki ve sosyal değerler esas alındığında verdiğimiz sağlık hizmetinin, verildiği mekan, sahibinin kim olduğu, adının ne konduğuna bakılmaksızın; “kamusal”, yani toplum odaklı olması gerektiğini, kar ve performans esasına dayalı bir sağlık piyasasında hekimlik yapmak istemediğimizi duyuruyoruz.

Aldığımız eğitimin, harcadığımız emeğin ve hepsinden önemlisi toplumumuzun sağlığına yaptığımız katkıların karşılığında emeğimizin hakkını istiyoruz. Ücretlerimizin performansa dayalı, prim esaslı ve sonucunda ciddi sağlık mağduriyetleri doğurabilecek yarıştırmacı, güvencesiz modellere endekslenmesini kabullenemiyoruz. Kamuda ve özelde hekimlere ve hizmeti birlikte ürettiğimiz ekip arkadaşlarımıza insanca yaşanabilecek, emekliliğe yansıyan hakkaniyetli gelir istiyoruz.
Hekim reçetesinden, keyfi fiyatlandırmaya kadar sağlık hizmetinin her aşamasında yaratılmaya çalışılan “Sosyal Güvenlik Kurumu protokollerine dayalı hekimliği” reddediyoruz.
Ucuz hekim işgücü yaratabilmek için sürekli tıp fakültesi ve eğitim hastanesi açmaya son verilmesini, ihtiyacımız olmayan sayıda hekim yetiştirmek yerine nitelikli eğitim ve nitelikli hekimlik için önlem alınmasını istiyoruz.
Birinci basamakta çalışan ve koruyucu hekimliği en yetkin olarak ekibiyle birlikte yapacak hekimlerin her anlamda değerinin bilinmesini, ekibiyle bütünlüklü hizmet verecek ortamın tesisini ve desteklenmesini talep ediyoruz.

Hekimler üzerinden ucuz politik şov ve yargısız infaz girişimlerine son verilmesini, sağlık çalışanlarına yönelik şiddet konusunda başta Başbakan ve Sağlık Bakanı olmak üzere tüm yetkililerin hekimleri hedef yapan ve şiddete yönlendiren sorumsuz üslup ve açıklamalarından vazgeçmelerini istiyoruz.

Hekimlerin de bir aile yaşamı olabileceği dikkate alınarak mecburi hizmet, eş tayini yapılmaması gibi mağduriyetlerin bir istihdam politikası olarak sürdürülmesinden vazgeçilmesini, diplomalarımızın kazanılmış bir hak olarak bize ait olduğunun bilinmesini ve mesleki uygulamamızda diploma üzerindeki ipoteklerin kaldırılması gerektiğini söylüyoruz.

İş kazalarının ulaştığı utanç verici durumun artık fark edilmesini, iş değil işçi sağlığı ve işçi güvenliğini önceleyen bir anlayışla işyeri hekimliğine gereken önemin verilmesini ve niteliksiz eğitimi körükleyen piyasalaştırma ve taşeronlaştırmadan vazgeçilmesini istiyoruz.

Adli raporlar başta olmak üzere her türlü hekim rapor sürecinde hekimlerin özerkliğini sağlayacak, yüklenilen sorumlulukla orantılı güvence ve yetkilerin arttırılmasını istiyoruz.

Sağlık hizmetlerini ticarileştiren ve güvencesiz çalışmayı olağanlaştıran; aile hekimliği sistemi, tam gün yasası ve kamu hastane birlikleri yasa tasarısının durdurulmasını, geri çekilmesini istiyoruz.

Yukarıdaki taleplerimizin gerçekleşebilmesiyle doğrudan ilişkili olan insan haklarına, çalışanlara, hukuka saygılı; bağımsız, özgür, eşitlikçi, adil, barış içerisinde laik, demokratik bir Cumhuriyet’te, mutlu ve huzurlu bir Türkiye’de yaşamak istediğimizin bilinmesini istiyoruz.

Ve bu taleplerimizi her zaman her yerde dile getireceğimizi ve elde edene kadar mücadele edeceğimizi ilan ediyoruz:

Çünkü yaşadığımız ülkede “Sağlık güvencesi olmayan hiçbir vatandaş kalmayacak…Prim ödeyemeyenin primini devlet ödeyecek..Tüm sağlık hizmetleri kapsamda olacak…Herkes hiçbir ek külfet olmadan istediği hastanede, istediği zaman, istediği doktora tedavi olacak, Sigortalılara mevcut olanların dışında ek bir yük getirilmeyecek…Hekimler ve sağlık çalışanlarına çok yüksek maaşlar verilecek…” gibi yaldızlı lafların üzerinden daha birkaç yıl geçmedi….

Ve daha bu birkaç yıl geçmeden, önce katkı katılım payları, ardından ilaç kısıtlamaları, özel hastane fark ücretleri, peşi sıra kapsam içi sunulan hizmetlerde sınırlamalar geldi. Maaşlardan yapılan kesintiler kabardı, emekliler başta olmak üzere tüm çalışanları zorlayan sağlık katkı giderleri olağanlaştı. Tüm gelir ve birikimlerinin asgari ücretin 1/3’ünden az olduğunu ispatlamadan asgari sağlık hizmetine dahi ulaşamayan milyonlarca işsiz ve ailesine yeni milyonlar katıldı.

Hekimlere ise düşük aylıkların devamı, yoksulluk sınırında emekli maaşları, her geçen gün azalan ve daha da azalması beklenen döner sermaye ödemeleri, özelde ödenmeyen rakamlar düştü. Hızlandırılmış, niteliği önemsenmeyen tıp ve uzmanlık eğitimleri ile hekim enflasyonu yaratmaya kendini odaklamış sağlık idarecilerine tahammül etmeleri istendi.

Bundan 183 yıl önce 14 Mart 1827’de II. Mahmut Topkapı Sarayı’nda Mektebi-Tıbbiyeye Şahaneyi: “..burada bakayı sıhhat-i beşeriyeye hizmeti azizesine muvazebet olunacağından bu mektebi, sair mekteplere tercih ve takdim eyledim, talep sizden, vermek bendendir” diyerek açmış.

Bu ülkede onuruyla hizmet vermeye çalışan 110.000 hekim adına Türk Tabipleri Birliği olarak bizler; 14 Mart 1827’den 183 yıl sonra, 2010 yılının 14 Mart’ında sadece talep etmekte kalmıyor, haklı taleplerimizde ısrar ediyoruz. Ve “Padişah fermanıyla” verilmeyeceğini bildiğimiz bu taleplerimizi, mesleğimizden aldığımız güç, ekip arkadaşlarımızla olan dayanışmamız ve hizmet sunduğumuz halkın sağlık hakkı mücadelesiyle birlikte kazanılacağına dair inancımızı koruyoruz.

 
Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi
14 Mart 2010

Tıp Bayramı, ilk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor.

TIP BAYRAMI (14 Mart)
“Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor.

14 Mart 2005 — Tıp Bayramı, ilk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor.

Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus’un gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000’ lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün grekçe “Askalabos” sözcüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios’a değil de bu yılana sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.

KİŞİLER DEĞİL DE OLAYLAR YÖN VERMİŞ

Ülkemiz tarihine baktığımızda, bütün dünyanın kabul ettiği ve bu kadar eskilere dayanan tıp büyüklerimizin olmadığını görmekteyiz. Türk Doktorunun Bayramı’nda yer eden kişiler değil de olaylar olmuştur.
Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Almanca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç giriş ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmişler ve bu bilgileri de katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememiş.
19. yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan Şanizade Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar.
III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.
Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padişah da onaylamış.

14 MART 1827’DE TIP OKULU AÇILDI

Bizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tesbit edilerek sınava alını ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış.

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş.

Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.
Yüce önder Atatürk: Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!

İLK KUTLAMA 1919’DA

İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış.
1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiş…

Atatürk: Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!


 

 

 
Bayburt sağlıkta sınıfta kaldı.

 
 
 
 
   
 
 

Türk Sağlık-Sen’in araştırmasına göre;Türkiye’de en çok doktor İstanbul’da,en az doktor ise Bayburt’ta çalışıyor.

Türk Sağlık-Sen’in “Türkiye’nin Doktor Haritası” araştırmasına göre, “Türkiye’de en çok doktor İstanbul‘da, en az doktor ise Bayburt’ta çalışıyor.

Türk Sağlık-Sen’den yapılan yazılı açıklamada, sendikanın Türkiye’nin doktor haritasını çıkarmak için bir araştırma yaptığı, araştırmada Türkiye’deki doktor sayıları, doktorların en az ve en çok bulunduğu illerle ilgili bilgilere yer verildiği kaydedildi.

Araştırmaya göre, Türkiye’de yaklaşık 111 bin doktor görev yapıyor. Bu doktorlardan 54 bini uzman ve pratisyen ve 8 bini asistan doktor olmak üzere 62 bini Sağlık Bakanlığında, 25 bini üniversitelerde ve 24 bini ise özel sektörde çalışıyor.

Araştırmada, Sağlık Bakanlığında görev yapan uzman ve pratisyen doktorların illere göre dağılımı ile ilgili bilgilere de yer veriliyor. Buna göre, Türkiye’de 74 doktorla en az doktorun görev yaptığı il Bayburt. Bayburt’u 86 doktorla Tunceli, 97 doktorla Ardahan, 108 doktorla Kilis, 142 doktorla Gümüşhane izliyor.

En fazla doktor çalışan il sıralamasında ise 7 bin 456 doktor ile İstanbul ilk sırada yer alıyor. İstanbul‘un ardından 4 bin 943 doktorla Ankara, 3 bin 927 doktorla İzmir, bin 868 doktorla Bursa ve bin 543 doktorla Konya geliyor.

Türkiye’deki toplam 54 bin uzman ve pratisyenin 16 bin 326’sı Ankara, İstanbul ve İzmir‘de görev yapıyor.
Araştırmada, son bir yılda İstanbul‘da doktor sayısının 417 arttığı, en az doktorun olduğu Bayburt’ta ise sayının 77’ten 74’e düştüğü belirtildi.

Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu Türkiye’nin şimdiye katıldığı ve kimisi efsaneleşen Eurovision şarkılarının yer aldığı önemli bir konsere ev sahipliği yapacak. Sunuculuğunu ve danışmanlığını Bülent Özveren’in yapacağı “Dünden Bugüne Eurovision” başlıklı konser 16 Mart Salı akşamı saat 20.00’de gerçekleşecek.

ANKA

İstanbulSemiha Yankı‘dan “Seninle Bir Dakika”, Sertab Erener’den “Everyway That I Can“, Ajda Pekkan’dan “Petrol”, Hadise’den “Düm Tek Tek”, MFÖ’den “Diday Diday Day” ve “Sufi”, Şebnem Paker ve Grup Etnik’ten “Dinle“, konserde seslendirilecek Eurovision şarkıları arasında yer alıyor.

Üstüner Büyükgönenç‘in yönetimindeki orkestra Eurovision şarkılarını solist olarak Bülent Tekakpınar, Oya Şar, Sinem Yalçınkaya ve Dünya Kızılçay yorumlayacaklar.

Eurovision Şarkı Yarışması TRT’nin 1973 yılında yarışmayı naklen yayınlamasıyla Türkiye’nin gündemine girdi. Semiha Yankı‘nın “Seninle Bir Dakika” isimli parçası Türkiye’nin Eurovision’daki ilk şarkısı olarak tarihe geçti. Türkiye bugüne kadar Eurovision’da 31 şarkı ile temsil edildi. Türkiye Eurovision yolculuğuna bu yıl Manga ve “We could be the same” (Aynı Olabiliriz) ile devam edecek.

12 ve 11 TL olan konser biletleri CRR Konser Salonu Gişesi ve Biletix’te.

Güngör Mengi
 
 İnkâr çağına veda özlemiVeda filmi övgüyü hak ediyor. Başta Livaneli emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Bu gecikmiş bir film kritiği değil, bir sitem bir isyan yazısıdır.

Veda bir Atatürk filmi. Atatürk’e aklının ve kalbinin gözüyle bakabilen seçkin bir sanatçının saygılı, dengeli ve gerçekçi çabası baştan sona kendini gösteriyor.

Atatürk’e saldırma heveslerinin teşvik gördüğü bir inkâr devrinde yaşıyoruz maalesef ve bu çirkinlik çok uzadı.

Zülfü Livaneli’nin filmi, inkâra ve inkârcılara sanatın soylu diliyle verilmiş doğru bir cevaptır. Mutlaka görün..

Atatürk’ün abartılı övgülere ihtiyacı yok. Kadir, kıymet bilen bir ruh, sanatın ve teknolojinin böyle yapıtlar için talep ettiği özveriyi cevaplasın, bu yeter!

Veda yalnız güzel bir senaryoya dayanmıyor, son teknolojiyi kullanarak bu alanda çağdaş kaliteyi de yakalıyor.

Oscar ödüllerinin dağıtıldığı gece Veda ekibinde çalışan Aldo Signoretti ve Vittorio Sodano yönetimindeki makyaj ekibinin “İl Divo”daki performansları ile Oscar’a aday gösterildiğini bilmem kaç kişi fark etti?

Dikkat ettiyseniz filmi kötüleyenler, yapıtın teknik kalitesindeki üstünlüğü bile kabul edemediler. Çünkü etkilediklerini düşündükleri insanların filmi merak etmelerine fırsat vermemek gibi bir misyon taşıdıklarına inanıyorlar.

Dağ eteğindeki fareler

Livaneli Atatürk’te olmayan kusurları üretse, bazı insani zaaflarını büyütse kuşkusuz yaklaşımları farklı olacaktı.

Kır fareleri, borçlu oldukları dağların yüceliğinden şikâyet edebilirler. Ama insanlar bağımsız bir devletin onurlu vatandaşları olma imtiyazını borçlu oldukları atalarına fareler gibi bakabilir mi? Bakabiliyor.

İşte Veda yüzünden bu inkârcı ve kindar zavallıların kendilerinden geçtiklerini izliyoruz.

Atatürk’e sevgiyle bağlı bir ülkede yaşadıklarını unutuyorlar, ifade özgürlüğünü iftira atma ve halkın değerlerine küfür etme özgürlüğü sanıyorlar.

Dine dayalı bir rejim özlemi içinde olanların Atatürk düşmanlığını anlamak mümkündür. Türkiye’ye zarar vermek istiyorsanız Atatürk’e saldıracaksınız.

Nitekim ırkçılığa dayalı bölücülük yapanlar da aynı yolun yolcusudurlar.

Bunların hiçbir ahlâkî gerekçeleri olamaz.

Hele kendilerini demokrat ve solcu liberal diye tarif eden insanların hiç olamaz.

Düşmanlık kör etmiş

Bunlardan biri geçen gün “Zülfü beyin yaptığı, çağını kapatmış, yalan ve efsaneyle örülmüş bir hikâyeyi canlandırma çabası” demiş.

O nasıl çağını kapatmış yalan bir hikâyenin kahramanıdır ki yüzüncü doğum yıldönümünü UNESCO dünyada Atatürk Yılı kabul etmiş ve tarihi kararında onu şu nitelikleriyle değerlendirmiştir:

“Uluslararası barış ve anlayış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi; Olağanüstü bir devrimci; Sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder; İnsan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.”

Atatürk çağını kapatmış değil çağını aşan bir liderdir.

ABD Başkanı Obama Türkiye’ye geldiğinde onun ufuk açıcı liderliğinin bugün bile insanlığı aydınlattığını söyledi.

Rusya’ya, Almanya’ya, İtalya’ya gitse parlamentolarında Stalin, Hitler, Mussolini için söyleyebilir mi aynı şeyi?

Atatürk inkârcılığı üreten hastalığa ve inkâr çağına veda edeceğimiz günlere özlemle…

Prof.Dr.Türkan Saylan’a Mektuplar Yarışmasında dereceye girenler
 
Birinci Olan Mektup
13.11.2009
Merhaba Türkan Saylan Hanım,
Lütfen beni affedin. Ben size nasıl hitap etmem gerektiğini bilmiyorum. Türkan Öğretmen mi? Türkan Teyze mi? Türkan Abla mı? Ya da Türkan Hanımefendi mi? Ama samimi olarak içimden geçeni isterseniz eğer, ben size çok daha içten, çok daha yakın bir şekilde seslenmek istiyorum.
Ben size belki de bütün lisanlardaki en güzel kelimeyle hitap etmek istiyorum. Sizi bir anne olarak isimlendirmek istiyorum. Umarım kabul edersiniz, umarım siz de beni kendinize böyle yakın hissedersiniz.
Onun kadar doğurgan ve onun kadar cömert olduğun için sana,
TOPRAK ANNE demek istiyorum.
Tüm karanlıkları aydınlatıp, bana yol gösterdiğin için sana,
IŞIK ANNE demek istiyorum.
Her üşüdüğümde bedenimi ve hatta içimi ısıttığın için sana,
GÜNEŞ ANNE demek istiyorum.
Onun kadar engin ve onun kadar büyük olduğun için sana,
DENİZ ANNE demek istiyorum.
Her akşam dualarımda mutlaka yer aldığın için sana,
MELEK ANNE demek istiyorum.
Onlar kadar güzel koktuğun ve onlar kadar zarif olduğun için sana,
ÇİÇEK ANNE demek istiyorum.
Yüzlerce hastayı iyileştirdiğin onlara adeta can verdiğin için sana,
CAN ANNE demek istiyorum.
Onun kadar berrak, onun kadar duru olduğun için sana,
SU ANNE demek istiyorum.
Onun kadar uçsuz bucaksız, onun kadar görkemli olduğun için sana,
GÖKYÜZÜ ANNE demek istiyorum.
Yeri geldiğinde onun kadar sert ve dayanıklı olduğun için sana,
ÇELİK ANNE demek istiyorum.
Yeri geldiğinde ise onun kadar yumuşak ve tatlı olduğun için sana,
PAMUK ANNE demek istiyorum.
Her zaman, çağdaşlığın örneği olduğun, Hep Atatürk’ü izlediğin için sana,
ÇAĞDAŞ ANNE demek istiyorum.
Ya da bunların hepsini bir yana bırakıp,
Seni onun kadar sevdiğim için başka hiçbir şey eklemeye gerek görmeden sana,
ANNE DEMEK İSTİYORUM
SENİ ÇOK ÖZLEDİM ANNE DEMEK İSTİYORUM.
BEDENİN BELKİ ARAMIZDA DEĞİL AMA, DÜŞÜNCELERİN VE ÖĞRETİLERİN HEP YANIMIZDA, YANIBAŞIMIZDA DEMEK İSTİYORUM.
SEN RAHAT UYU ANNE DEMEK İSTİYORUM.

Sevgilerimle,
Oğlun
Asrın Andaç
 
İkinci Olan Mektup

DENİZLİ, 12.10.2009

Sevgili Türkan Saylan,

Sizi, ilk kez televizyonda mavi-beyaz bandananızla, çiçeklerle bezenmiş bir pencereden mola işareti yaparken gördüm. Sonradan öğrendim ki; başarılı bir yaşama haksız eller uzanmış, sizinle o gün tanıştım.
Ben yanan ışıklarımı gölgelendirecek kadar karanlığı olanlara karşı, kelebek misali bir günlük hürriyet için, binlerce kez kanat çırpmayı göze almak isterim. Don Kişot kadar şövalye ruhlu, küçük gölgeli büyük adam olmak idealimdir. Bunun için; yeni görüşler ve yeni fikirlerin doğamı ve benliğimi aydınlatan ateş böcekleri olduğunu düşünürüm. Sizi tanıyınca; karanlığımdaki ateş böceklerime bir yenisi daha eklendi.
Hayatta iniş çıkışlar olabilir. İnsan denize benzer. Derin yerleri de vardır; sığ yerleri de. Başarmak için bir şeylerden vazgeçmek gerekir. Ancak vazgeçeceğimiz şey asla hayat olmamalıdır. Hayat sizin için gerçekten değerliydi bana göre. Her anını bir yürek gülümsetmek için harcadınız. Kim bilir o yumruğumuz büyüklüğündeki cevahire kaç gülücük sığdırdınız? Hayat size tokat atsa da kaç defa yeniden başladınız inatla, hırsla, çabayla….
Ayrıcalık herkesin fark edebileceği bir şey değildir. Cüzam hastalarının sizin güneşli ufkunuz olacağını hiç düşünmüş müydünüz? Herkese gıpta edilecek bir cesaret gösterdiniz. Hayata beyaz tarafından bakabilmek bir erdemdir bence. Siz sunu başardınız. İnsanlara yaşama sevinci aşılarken, bunun bir denizci düğümü kadar sağlam; ancak bir saç teli kadar ince olan sevgi bağından ibaret olduğunu kanıtladınız.
Kurduğumuz hayallerin; gerçekleşmesi zordur ama imkansız değildir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile yüzlerce “Kardelen”in solup gitmesine engel oldunuz. Gerçekten büyük bir projeyle senelerdir unutulmuş en kuytu köşelere bile ulaştınız. Sizin sayenizde Türkiye binlerce kalem tutan ele kavuştu.
Benim kahramanım Mustafa Kemal Atatürk’tür. Şu ana kadar hiçbir gözde ben; o kadar derin ve bir o kadar da zengin bir deniz görmedim. Sizin kahramanınız da Atatürk’tü. Hep kendinizi iki şekilde tanıtırdınız : Kemalist ve feminist. Atamızın en büyük ideali ülkemizi çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmaktı. Gençlere vasiyetlerinden biri buydu. Bunu bilmek yeterli değil, gerçekleştirmeye çalışmak önemlidir. İşte siz bunun bilincinde olan bir Atatürk kadınıydınız.
İç güzelliğin her şeyden önemli olduğunu çok küçük yaşlarda fark ettiniz. Hiç aynaya bakmadığınızı biliyorum ve belki de aynanın karşısında bile iki yüzlü olmaya tahammül edemediniz.
İnanın ki; insanlık okulu açılsaydı, siz gerçek bir eğitim savaşçısı olarak bölümü birincilikle bitirirdiniz.
Gerçek mutluluk; yaz yağmuruna benzemez. Umulmadık anda birden bire boşalmaz insanın üstüne. Gerçek mutluluk insanın hayata ve çevresine karşı davranışlarıyla azar azar, birike birike oluşur. Bence siz mutluydunuz. Umudu ve mutluluğu yeşertip çoğaltarak yaşadınız, yaşayacaksınız. Sizde Nazım Hikmet’in şu dizelerini gördüm:
“yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine!”
Sevgilerimi sunuyor, öpüyorum.
Hürriyet İlköğretim Okulu / DENİZLİ  
İlayda FİDAN
 

Üçüncü Olan Mektup

Sayın Türkan Saylan.                                                                                          Van / 23 Ağustos 2009
Sevgili Türkan teyzem. Sana teyzem dedim diye bana kırılma, sen benim değil bütün çocukların teyzesi, ablası, annesi, hatta babaları bile oldun. Hiç kimse senin yaptığın gibi eğitime bu kadar önem veremez, hatta hiç kimse bizleri bu kadar sevemez.
Türkan teyze…Televizyonu açtığımda direk sana yönelik suçlamalar, sorgulamalar, evini aramalar vb. gibi olaylar yüzünden seni televizyon, internet, radyo, yanlış tanıtsa da ben seni eğitim sevdalımız ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Türkan Saylan olarak tanıdım.O hiç bitmeyen enerjisiyle, sevgisiyle, arkadaşlığıyla, dostluğuyla, yardımlaşma coşkusuyla, kanserle savaşmanla hayatı her ne sebep olursa olsun gülen benim kızıl saçlı Türkan Teyzem olarak kalbime gömdüm.
Her sabah aynanın karşısına geçip kendi kendime bir gün ben de Türkan Saylan olacağım dediğim bile oluyordu.Küçük Kardelenler için açtığın yurt, okul, kreş, burs, Anasınıfı açtın. Kadınların sosyal ve kültürel alanda yanlarında oldun.
“ Ben en çok saate bakarım, aynaya hiç bakmam” sözüne her zaman hayran kaldım. Bu sözün bile senin nasıl biri olduğunu anlatıyor.
Şimdi sana bir arkadaşımın bana anlattığı olayı anlatmak istiyorum. Bir akşam babam çok hastaydı. Bu hastalık onu son görüşüm, belki de ona son kez baba diyecek tim.Uzun uzun bana baktı. Her bakışında sanki bana bir şeyler demek istiyordu.
Yavaş yavaş kendini topladı ve bir haykırışta “oku oğlum sen büyük adam ol” dedi. Bu babamın son sözleri. Benim hayatta ayaklarımı sert basmama sebep oldu, böylelikle eğitimin öğretimin ne olduğunu öğrendim, hatta Türkan Saylan teyzemi tanıdım. İşte Türkan Teyzem benim gibi başka bir kardelen daha. Şimdi kendi kendime soruyorum. Seni unutmak kolay mı?
Şimdi sonsuz bir yolculuktasın. Bizlerin yanında olmasan bile bizler senin ve ulu önder  Atatürk’ün yolundan hiçbir zaman ayrılmayacağız. Sen bu toplumun, ailenin, arkadaşlığın, yediden yetmişe herkesin içinde bir Türkan Saylan bıraktın. Saygılarımla.
Talip Kavak

ABD’de yapılan bir araştırmada, sağlıklı erkeğin cinsel yaşam süresinin daha uzun olduğu ortaya çıktı.

Chicago Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, sağlık durumu iyi veya mükemmel 55 yaşındaki erkeklerin, sağlıkları kötü veya vasat düzeydeki erkeklerle mukayese edildiğinde ortalama 5 ila 7 yıl daha uzun cinsel yaşamlarının olduğu belirlendi. Araştırmada, sağlık durumu iyi ya da mükemmel kadınların, sağlıkları kötü veya vasat olanlarla karşılaştırıldığındı 3 ila 6 yıl daha uzun cinsel yaşamlarının bulunduğu kaydedildi.

Sağlık durumları çok iyi veya mükemmel durumda bulunan erkek ve kadınlar, sağlık durumları kötü veya vasat erkek ve kadınlarla karşılaştırılırken, sağlığı iyi olan erkeklerin kötü olanlara göre 1,5 ve kadınların da 1,8 kat cinsellikle daha ilgili olduğu görüldü.

25 ila 85 yaşlarındaki 6 binden fazla Amerikalıya ait verilerin incelendiği ve British Medical Journal’da yayımlanan araştırmada, orta ve ileri yaşlarda cinsel faaliyet, cinsel yaşamın kalitesi ve cinselliğe ilginin sağlık durumuyla doğrudan bağlantılı olduğu tespit edildi.

Araştırmacılar Doçent Stacy Tessler Lindau ve asistanı Natalia Gavrilova, erkeklerde faal cinsel yaşam beklentisinin kadınlardan daha uzun olduğunu, ancak sağlığı kötü erkeklerin faal cinsel yaşamlarının kadınlara göre kısa olduğunun altını çizdi.

Araştırmada ayrıca, daha sık cinsel ilişkide bulunan insanların daha sağlıklı olduğu tespit edilirken, cinsel açıdan aktif insanlar arasında, sağlık durumu iyi olmanın, erkeklerde daha sık cinsel ilişkiyle (haftada bir veya daha fazla) bağlantılı olduğu tespit edildi.

Araştırmacılar makalelerinde, “cinsel aktivite, yüksek kaliteli cinsel yaşam ve cinselliğe ilginin yaş ilerledikçe erkeklerde kadınlardan daha fazla olduğunu” kaydetti.

“Veda, bir direniş filmi”

Veda filminin yönetmeni Zülfü Livaneli, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde direniş şarkıları yazdığını, bugün Atatürk’le ilgili bir film yapmasının da bir direniş olduğunu söyledi. Zülfü Livaneli, “Onun adını karalamak, küçük düşürmek isteyenlere karşı bir direniş” dedi.

Celal Üster

Cumhuriyet– “Veda”, Zülfü Livaneli’nin “Yer Demir Gök Bakır”, “Sis” ve “Şahmaran”dan sonra yönettiği dördüncü film. Livaneli, bugüne kadar yalnızca yaptığı müzikler, yazdığı romanlarla değil, filmleriyle de pek çok ödüle değer görüldü. Atatürk’ün başyaveri ve Atatürk öldüğünde canına kıymaya kalkışacak kadar yakın dostu olan Salih Bozok’un anılarından yola çıkarak senaryosunu yazdığı, müziğini yaptığı ve yönettiği “Veda” şu sıralar gösterimde.

“Bir Atatürk filmi değil, bir dostluk filmi” diye tanımladığı “Veda”da, Mustafa Kemal’i bir klişe, bir tabu olarak değil, insan olarak anlatmaya çalıştığını vurgulayan Livaneli, filme yöneltilen kimi eleştirileri yanıtlarken, “Veda”yı nasıl bir yaklaşımla gerçekleştirdiğini ayrıntılarıyla anlattı.

– Sevgili Zülfü, “Veda”yı Atatürk’ün yakın dostu ve yaveri Salih Bozok’un anılarından yola çıkarak kaleme aldığın senaryodan çektin. Bu anılarda sana çekici gelen, seni etkileyen neydi?

– Hikâyeyi, sinemada epey kullanılan yansıtma tekniğiyle anlatmak istedim. Milos Forman’ın “Amadeus” filminde Mozart’ı anlatmak için Salieri’nin anılarından yola çıkması gibi. Zaten filmin uyarlandığı tiyatro oyunu da aynı tekniği kullanıyordu. Böylece, kahramanı anlatıcının gözünden aktarma olanağı buluyorsunuz. Yani öznel bir bakış. Arkadaşının ölümünde intihar etmeyi planlayan bir dostun öznel bakışı. Sevgi, saygı ve hayranlıkla dolu bir bakış. Açıkçası bu duygular benim de Atatürk anlayışımla bağdaştığı için bu anlatım yolunu seçtim. 

-“Veda”yı nasıl tanımlarsın: Bir Atatürk filmi mi, yoksa Salih Bozok’un anılarından hareketle çekilmiş bir film mi?

-“Veda” bir Atatürk filmi değil, bir dostluk filmidir. Dünyanın her bölgesinde anlatılabilecek evrensel bir hikâyedir, ama bu dostlardan birisinin adı Mustafa Kemal, ötekinin adı Salih Bozok olunca, bu hikâye bambaşka bir boyut kazanıyor. İster istemez savaşlar, ayrılıklar, göçler, mücadeleler giriyor içine.

-“Veda”nın gerçekleştirilmesinin büyük çaplı bir “örgütlenmeye” dayandığı görülüyor. İç ve dış mekânların belirlenmesinden makyajlara, çok sayıda figüranın yer aldığı kalabalık sahnelerden oyuncuların kullanımına vb. baştan sona geniş bir “örgütlemeyi” gerektiren bir film. Böyle bir filmin çekiminde en büyük zorluğu nerede yaşadın?

– Savaş sahneleri çok zorladı diyebilirim. Çünkü birçok büyük patlama oluyor. Yaralanmalar oluyor. Gerçekten zordu. Yüzlerce yardımcı oyuncuya 20 gün eğitim veren askerlik danışmanlarımıza ve ekiplerimize teşekkür ederim.


– Filmde Atatürk’e yaklaşımı nasıl tanımlamak istersin?

– Bu filmde Atatürk’ü bir klişe, bir tabu değil insan olarak anlatmaya çalıştım. Ama mükemmel, hayranlık uyandırıcı, karizmatik, olağanüstü bir insan o. Dünyanın önünde hayranlıkla eğildiği, Nâzım’ın en büyük övgü şiirini yazdığı bir büyük insanda ille de kusur mu arayacaktım.

– Yaşadığımız günlerde bir “Atatürk filmi” değilse de, “Atatürk’le ilgili bir film” yapmanın özel bir anlam kazandığı söylenebilir mi?

– 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin en ağır günlerinde direniş şarkıları yazdım. Kurulu düzene kafa tuttum, hapse girdim. İlk albümüm hâlâ yasaktır. Nâzım’ın tabu olduğu yıllarda “Nâzım Türküsü” albümünü yayımladım. Hayatım hep rüzgâra karşı yürümekle, yasaklanmakla, saldırıya uğramakla geçti. Bugün Atatürk’le ilgili bir film yapmam da bir direniştir. Onun adını karalamak, küçük düşürmek isteyenlere karşı bir direniş. Atatürk’e neredeyse hakaret etmenin moda olduğu bir dönemde, bu direniş filmini başaran sinema emekçilerine, yapımcılara, oyunculara ve filmi her seansta alkışlayan duyarlı, aydınlık insanlara teşekkür ederim. Büyük Atatürk ve dostunun hikâyesini bir nebze anlatabildiysek ne mutlu bize.

Sağlık Bakanlığı’nın dört yıldır pilot uygulamayla devam eden aile hekimliği sistemi, yıl sonuna kadar tüm Türkiye’yi kapsamış olacak.

Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun, Ocak ayında aile hekimliğine geçilen il sayısının 40’a ulaştığını belirterek, planlanan takvime göre, yıl içinde uygulamanın 41 ilde daha başlamasıyla 2011 yılına girerken aile hekimliğinin tüm Türkiye’de yerleşmiş ve 4 yıllık tecrübelerin getirisiyle sistemin oturmuş olacağını söyledi.

İllerde eğitimler tamamlandıktan sonra yerleştirmelerin yapıldığını, bu sürecin ardından ise uygulamanın başladığını anlatan Tosun, ”Her ilde merkezi laboratuvarların kurulması tamamlandı. Bunlar taşımalı sistemle çalışıyor. Toplum sağlığı merkezlerindeki laboratuvarlardan toplanan numuneler burada analiz ediliyor ve sonuçlar direkt olarak aile hekiminin bilgisayarına gönderiliyor. Bu laboratuvarlardan her ilde kuruldu” diye konuştu.
 

‘Sevk zinciri şu anda düşünülmüyor’

Geçmişte pilot uygulamalarda yurttaşların sevk zinciri konusunda sıkıntı yaşadığı görüldüğü için bu aşamada bunun başlatılmasının düşünülmediğini açıklayan Tosun, ”Hekim sayısı yetersiz olduğu için sevk zincirine geçmeyi henüz planlamıyoruz” dedi.
Aile hekimlerinin 2. aşama eğitimlerinin başladığını da bildiren Tosun, bir yıl boyunca uzaktan internet yoluyla yapılacak eğitimden sonra, hekimlerin sınava tabi tutulacaklarını belirtti. Sağlık Bakanlığının yönergesine göre toplum sağlığı merkezleri, kendi bölgelerinde sağlık hizmetlerini yürütecek, sağlık kuruluşları ile koordinasyonu sağlayacak, gerektiğinde diğer kuruluşlarla işbirliği yaparak toplumun ve bireylerin sağlığını korumak ve sağlık düzeylerini yükseltmekten sorumlu olacak.

Söz konusu sağlık kurumları bunun için şu hizmetleri sunacak veya sunulmasını sağlayacak:

-İdari ve mali işler,

-Kayıt ve istatistik,

-Plan ve program yapma,

-Üniversitelerle işbirliği,

-İzleme ve değerlendirme,

-Bulaşıcı hastalıkların kontrolü,

-Bulaşıcı olmayan hastalıkların kontrolü,

-Üreme sağlığı hizmetleri,

-Ulusal programlar,

-Adli tıp hizmetleri,

-Acil sağlık hizmetleri,

-Kaza ve yaralanmalardan korunma hizmetleri,

-Görüntüleme ve laboratuvar hizmetleri,

-Çevre sağlığı hizmetleri,

-İş sağlığı ve güvenliği hizmetleri,

-Afet hizmetleri,

-Sağlığın geliştirilmesi ve teşviki,

-Sağlık eğitimi hizmetleri,

-Toplu yaşam alanları ve okul sağlığı hizmetleri,

-Sosyal hizmet çalışmaları.

Her aile hekimi için kayıtlı hasta sayısı en az bin, en çok 4 bin olabilecek. Her il ve ilçede, sorumluluk bölgesi mülki sınırlar olan birer toplum sağlığı merkezi kurulacak. Büyükşehir Kanununa tabi illerde büyükşehir belediyesine bağlı her ilçede, nüfusu 100 binden fazla olan il merkezlerinde ise her 100 bin kişiye bir toplum sağlığı merkezi kurulacak. Toplum sağlığı merkezleri nüfusa göre; 20 bin nüfusa kadar ”D” tipi, 20 bin-50 bin nüfusa kadar ”C” tipi, 50 bin-100 bin nüfusa kadar ”B” tipi ve 100 bin nüfusun üzerinde ”A” tipi olarak sınıflandırılıyor.

Aynı ilçede birden fazla toplum sağlığı merkezi kurulabiliyor. İlçede birden fazla toplum sağlığı merkezi varsa, o ilçenin mülki idare sınırları içinde kalmak kaydıyla sorumluluk bölgeleri il sağlık müdürlüğünce belirleniyor. Kolay ulaşılabilecek merkezi yerlerde, uygun büyüklükteki bina veya binalarda hizmet sunabilen toplum sağlığı merkezleri, belirli şartlarda valiliğin teklifi ve Bakanlığın onayı ile hizmete açılıp kapatılabiliyor.
 

Hangi illerde ne zaman başlayacak

Sağlık Bakanlığının planlamasına göre; aile hekimliği Kilis ve Iğdır’da Nisanda, Niğde’de Mayısta, Kırklareli, Giresun ve Konya’da Haziran’da, Bingöl, Yozgat, Çanakkale, Malatya, Ankara ve Aksaray’da Temmuzda, Tokat, Ardahan, Batman, Tekirdağ ve Kars’ta Ağustosta, Mersin, Ordu, Siirt, Bitlis, Zonguldak, Muş, Hakkari ve Sıvas’ta Eylül’de, Ağrı, Afyonkarahisar, Balıkesir, Van ve İstanbul’da Ekimde, Mardin, Diyarbakır ve Kocaeli’de Kasım’da, Şırnak, Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Aydın, Muğla ve Antalya’da Aralık’ta başlayacak.