Tarihteki pek çok büyük devlet adamlarına ve liderlere baktığımızda onların başarılarında önemli rol oynamış bir bilge-edebiyatçı yanlarının bulunduğunu görürüz. Atatürk de bunlardan biridir.
Gazi Mustafa Kemal’i çağdaşı olan diğer ünlü Osmanlı subaylarından farklı kılan ve onu sonunda Atatürk yapan tek özellik, gerçekten salt onlardan daha başarılı bir komutan ve devlet adamı oluşumudur acaba? Yazar ve edebiyatçı Demirtaş Ceyhun “Edebiyatımı Geri İstiyorum” adlı deneme eserinde bunun böyle olmadığını usta bir yazar olarak ortaya koymaktadır.
Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki, Sakarya’daki, Dumlupınar’daki tarihe mal olmuş üstün komutanlık başarılarının yanı sıra 19 Mayıs 1919’dan sonraki siyasal yaşamına ve gerçekleştirdiklerine bakılırsa, Atatürk’ün bilge kişiliğinin en az komutanlığı kadar, hatta daha da önemli olduğu açıkça görülür. Sivas ve Erzurum kongrelerinin ardından Ocak 1920’de zar zor toplanabilmiş ve iki ay sonra 16 Mart 1920’de İngilizlerce dağıtılmış Osmanlı Meclisi-Mebusan’ı otuz sekiz gün gibi kısa bir süre içinde kaçan milletvekilleri ile Ankara’da bu kez ‘Büyük Millet Meclisi’ gibi hiçbir özel anlamı bulunmayan, tanıyanı da olmayan bir adla yeniden açmasına, hele hele neredeyse tamamı şeriat ve hilafet yanlısı olan bu milletvekilleriyle savaşı kazanarak laik bir cumhuriyet kurmasına, sonra da başta Türkçe ile eğitim olmak üzere gerçekleştirdiği onca devrimlere bakıldığında Atatürk’ün bilge yönünün ne kadar üstün olduğunu yadsıyabilmek olanaksızdır.
Kısacası Mustafa Kemal’i, yaşıtı Osmanlı ünlü paşalarından ayıran temel özelliği, hiç kuşku yok ki, kendisini toplumumuzun yetiştirdiği gerçek anlamdaki birkaç aydından biri yapan bu bilge kimliği, kesinlikle onlarla kıyaslanmayacak kadar yüce bir düşünce adamı oluşudur.
Bilindiği gibi bütün tarih boyunca kişinin bilge ve edebi kimliği, yani insanlığın ideolojik evrimini sağlayan bilgi üretimi ve birikimi de, öncelikle şiirle, türküyle, oyunla, söylenceyle, masalla, öyküyle, mizahla, kısacası edebiyatla oluşturulmuştur. Eski yunan düşüncesini oluşturan, Sokrates’ler, Platon’lar, Aristotales’ler hiç kuşku yok ki Homeros’un, Aisopos’un, Sophokles’in, Aristophanes’in, Pindaros’un şiirlerinin, oyunlarının, öykülerinin eserleridirler. Roma düşüncesinin temelinde Lucretius, Catullus, Vergilius, Horatius, Ovidius gibi büyük ozanlar yatmaktadır. Rönasans, Dante ile Boccaccio ile başlamıştır. Çağdaş Fransız düşüncesi Villon’ların, Ronsard’ların, Montaigne’lerin, Moliere’lerin, Corneille’lerin, Racine’lerin; çağdaş İngiliz düşüncesi de gene hiç kuşku yok ki Spencer’lerin, Bacon’ların John Lyly’lerin, Swift’lerin, Daniel Defoe’lerin, Shakespeare’lerin, Marlow’ların şiirleri, öyküleri, masalları, romanları, denemeleri, oyunları üzerine kurulmuştur.
Bu nedenle Mustafa Kemal de, kendini asker arkadaşlarından farklı kılan bu aydın bilge kişiliğini, daha ortaokul-lise sıralarındayken başlamış edebiyata olan ilgisinden, okumaya olan düşkünlüğünden kazansa gerek.
Nitekim kendisi de 10 Ocak 1922 günlü Vakit gazetesinde çıkan bir söyleşisinde “Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşımın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrenmiş oldum. İlgilenmeye başladım. Şiir bana cazip göründü fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat, ‘Bu tarzı iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ diyerek beni şiirle uğraşmaktan men etti. Şiir yazmak hakkında idadi hocasının koyduğu yasağı unutmuyordum fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bende hep sürdü” diyerek daha manastır askeri idadisinde öğrenciyken şiir ve edebiyatla ilgilendiğini, şiir yazmasa bile edebiyata olan ilgisinin daha sonraki yıllarda da sürdüğünü belirtmektedir.
Sınıf arkadaşı Asım Gündüz’ün anılarında yazdığına göre de, Harbiye’de “Namık Kemal’in şiirlerini bir defterde toplamış” ve bu şiirlerin birçoğunu ezberlemiştir. Harp Akademisi öğrenciliği yıllarında da “Dünkü vilayetlerimiz olan Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın, Sırpların milli şairleri, ülkelerinin hürriyeti için, birlik ve beraberlikleri için şiir yazarken nerde bizim şairlerimiz?” diye hayıflanırmış.
Salih Bozok’a Sofya’dan gönderdiği bir mektupta da bir Fransız şairinden şiirler çevirdiğini yazmaktadır. Yani, edebiyata olan ilgisi subaylığı sırasında da sürmüştür.
Agop Dilaçar da bir yazısında, “Fransızcayı çok iyi biliyordu. Fransız romanlarını, şiirlerini Fransızca olarak asıllarından okumuş. Asker arkadaşlarından birinin dul hanımı Madam Corinne’e yazdığı mektuplarda bu romanlardan söz etmiştir. Türk edebiyatını, divan döneminden yeni akımlara dek iyi bilir, hele Tevfik Fikret’i çok severdi” demektedir.
Melda Özverim’in “Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü” adlı kitabında verilen bilgilere göre de, “İstanbul’da bulunduğu sürece Corinne’nin salonunda cumartesi günleri düzenlenen müzik ve şiir toplantılarına düzenli olarak katılmış” ve şiir okumayı yaşamı boyunca sürdürmüştür.
Ruşen Eşref Ünaydın da ‘odasındaki kitaplıkta’ bulunan kitaplara bakıp “Mustafa Kemal Paşa’nın savaşın durgun dakikalarının boşluklarını bile edebiyatla doldurduğu kanısına vardığını” yazmaktadır. Nitekim Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabını okuyanlar da Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşının hazırlıklarının sürdüğü o yoğun günlerde dahi vakit bularak kitaplar okuduğunu, özellikle Reşat Nuri’nin “Çalı Kuşu” romanından çok etkilendiğini ve İsmet Paşa’ya da okuması için verdiğini göreceklerdir.
Atatürk’ün yaşamını kaleme alan farklı yazarların ortak hayranlıklarından biri, O’nun kitaplara olan dostluğudur. Çanakkale savaşının en şiddetli dönemlerinden birinde Mustafa Kemal’le görüşmek için cepheye giden gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ün odasını şöyle tarif eder: “Yazıhanesi üzerinde bir Çerkez kamasının yanı başında Balzac’ın Colonel Chabert’i, Manpassant’ın Boule de Suif’i, Lavendan’ın Servir’i duruyordu…” Atatürk Fransız yazarların eserlerinin çoğunu aslından okudu…
Anıtkabir Derneği’nin yaptığı saptamalara göre Atatürk’ün okuduğu bilinen kitap sayısı 3997 ‘dir. Bu kitapların 1741’i Çankaya Köşkü’nde, 2151’i Anıtkabir’de, 102’si İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde, üçü Samsun Gazi İl Halk Kütüphanesinde bulunmaktadır. Dernek güzel bir çalışma yaparak, Atatürk’ün okuduğu kitaplarda altını çizdiği, yanına işaret koyduğu paragrafları ve Ata’nın kendi el yazısıyla düştüğü notları özenle birleştirerek “Atatürk’ün okuduğu kitaplar” başlığı altında 500 sayfalık 24 ciltlik bir seri halinde yayımladı.
Sami Özderdim’in özenle hazırladığı “Atatürk Devrimi Kronolojisi”ni okurken her insanın mutlaka başı dönüyor olmalıdır. Şam’dan Bingazi’ye, Çanakkale’den Afyonkarahisar’a savaşlarla, Kurtuluş Savaşıyla yoğrulmuş bir ömür… Saltanatın kaldırılmasından eğitimin birliğine, laiklikten harf devrimine kadar devrimlere adanmış bir yaşam boyunca en çok ne yaptı diye sorarsak, galiba kitap okudu demek gerekir.
Ne dersiniz; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü böylesine büyük bir düşünür, eşsiz devlet adamı ve yüce bilge bir kişi yapan unsurların başında “O’nun okumaya olan düşkünlüğü ve sahip olduğu yüksek idealler gelmektedir” dersek bir gerçeği ifade etmiş olmuyor muyuz? Büyük adam olmanın öyle pek kolay olmadığını insan Atatürk’ü tanıdıkça daha iyi anlıyor.
Okuduğu kitapların sadece altını çizdiği bölümler bile 12 bin sayfa tutuyor. 24 yaşında eğitimini tamamladığında tüm ders kitaplarını toplayıp iki ciltlik kitap haline getirdiğini ve sonraki yıllarda yeri geldikçe onlardan yararlandığını görüyoruz. Okul bitti, ders bitti diyen öğrencilerden biri olmadı!…
Atatürk gibi bir dahi yetiştirmiş ulusumuzun bugün içine düşürüldüğü durum yürekler acısıdır. Ne yazık ki eldeki istatistikler halkın okumadığını gösterdiği gibi aydın geçinenlerin de yeterince okumadığını ortaya koymaktadır. Bilgisizlikleri konuşmalarından ve yazdıklarından olayları analiz edilişlerinden ortaya çıkmaktadır. Okumayan halk televole kültürü ile yetişmekte, böylece bilimden ve çağdaş gelişmelerden kopmaktadır. Belki istenilen de budur! Gerçeklerden koparılmış, yoksul bırakılmış bir halkı güdülemek ve dini telkinlerle istendiği gibi yönlendirmek daha kolay olmaktadır. Son yıllarda neden büyük adam çıkaramıyoruz diye soranlara “Okumayan bir toplumdan daha ne bekliyorsunuz” diye sormak gerekir.
İşin daha da acı yönü, böylesine okuma özürlü bir toplumda yetişen günümüz kuşağı gelecek için daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Çünkü onlar geleceğimizi teslim edeceğimiz emanetçilerimizdir. Onlara okuma alışkanlığı kazandırmak ve Atatürk’ü doğru bir biçimde öğretmek zorundayız. Aslında, hepimizin hâlâ Atatürk’ten öğreneceği o kadar çok şey var ki!…
Atatürk’ün büyük eseri Söylev’i okuyan herkes onun ne büyük usta bir yazar ve bilge bir edebiyatçı, eşsiz bir düşün adamı olduğunu takdir etmekten kendisini alamamaktadır. Atatürk’ün yolu, kitap dolu…
Ne mutlu kitap okuyorum diyene! O’nun yolunda yürüyene…
Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR
Ümit Zileli – Düz Çizgi
“Fazla geldiyse size hürriyet, cumhuriyet…/ Özlemini çekiyorsanız/ Saltanatın, sultanın…/ Hâlâ önemini anlamadıysanız/ Millet olmanın…/ Kul olun, ümmet kalın/ Fetvasını bekleyin şeyhülislamın/ Unutun tüm dediklerimi/ Rahat bırakın beni…” (*)
Şiirin son dizelerine bir kez daha hüzünle göz gezdirdikten sonra, su içercesine okuduğum kitabın kapağını kapattım… Sonra yazarını düşündüm… 80. yılına erişmiş onurlu, cesur bir yaşam… Cumhuriyeti adım adım yaşayarak izlemiş, yaşadıklarını halkına anlatmak için kıyasıya çabalamış bir aydın… Kalemini eğip bükmeden, egemenler karşısında asla eğilmeden 61 yılı geride bırakmış bir gazeteci… Her biri bu yaşamdan süzülmüş, derslerle dolu 30’u aşkın kitap…
– O gazetecinin adı Cüneyt Arcayürek…
– Gazetecinin son kitabının adı: “Atatürk’ten Sonra Bugünlere Nasıl Geldik?”
***
Arcayürek, kitabında, o müthiş devrim sürecinden sonra 1940’lardan başlayarak bugünlere, karanlığın en koyusunun eşiğine nasıl geldiğimizi son derece yalın bir dille anlatıyor…
Cumhuriyetin ilan edildiği tarihten yalnızca beş yaş küçük gazetecinin şu sözleri bence kitabın ruhunu olanca netliğiyle ortaya koyuyor:
– Bu kitap, Atatürk’ten bu yana bugünleri hazırlayanlara ve olaylara topluca bakan… Ülkemizin Atatürk’ün bin bir emekle kurduğu laik Cumhuriyet’ten, onun aydınlık çağından ve reformlarından koparılışını izleyen bir gazetecinin geçmişten bugüne uzanan ufuk turudur… Atatürk’le doğan, Atatürk’le yaşayan, bugünleri içi kan ağlayarak izleyen bir gazetecinin anı defteri de diyebilirsiniz…
Kitap, Arcayürek’in tanıklık ettiği, bire bir yaşadığı, izlediği, yazdığı olaylarla, karşıdevrimin başlangıcından bugünlere nasıl ulaştığımızı bölümler halinde önümüze koyuyor.. Büyük devrimciden verdiği örneklerle nereden nereye devrildiğimizi de gözümüze sokuyor doğal olarak:
“1924 yılının ilkbahar aylarıydı. Yani Cumhuriyet’in ilanının üzerinden henüz 6 ay geçmişti. Pasinler’de deprem olmuş, birçok ev yıkılmıştı. Mustafa Kemal, durumu yerinde görmek için Pasinler’e gelmişti… Halkın içinden bir köylüyü çağırdı: ‘Depremden çok zarar gördün mü baba?’ diye sordu… İhtiyar şaşırdı. Kollarını göğsüne bağladı, boynunu büktü, bir şeyler söylemek istedi. Gazi Paşa, ihtiyarın durakladığını görünce tekrar sordu: ‘Hükümet sana kaç para verse zararını karşılayabilirsin?’ İhtiyar Kürt şivesiyle: ‘Valle Padişeh bilir’ dedi. Gazi Paşa gülümsedi.. Yumuşak bir sesle: ‘Baba, padişah yok! Onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?’ İhtiyar yineledi sözünü: ‘Padişeh bilir.’ Bu yanıt karşısında Gazi Paşa’nın yüz çizgileri aniden değişti. Kaşlarını çattı ve kaymakama döndü. ‘Siz daha devrimi yaymamışsınız’ dedi… Kaymakam dondu kaldı… Genç tahrirat kâtibi öne atıldı ve ‘Köylere tamim ettik (genelge gönderdik)’ dedi. Gazi Paşa’nın yüzü daha ziyade karıştı. Kaşlarını yukarı kaldırdı: ‘Oğlum’ dedi, ‘Tamimle devrim olmaz!’…”(**)
Yalnız başına bu örnek bile büyük devrimciyle ölümünden sonra iktidara gelenleri büyük bir uçurumla birbirinden ayırmıyor mu?..
***
Üzerine ölü toprağı serpilmiş toplumlar bazen hiç umulmadık şekilde içine düştükleri tutsaklık ve haysiyetsizlik kâbusundan silkinerek şahlanırlar…
Toplumların bu şahlanışında öncü konumundaki namuslu aydınların ve onların eserlerinin payı azımsanmayacak öneme sahiptir. Cüneyt Arcayürek bu kitabıyla işte bu görevi yerine getiriyor. Sıra artık bu ülkenin çağdaş, aydınlık yığınlarında… Cumhuriyeti koruma, kollama vaktidir!..
– Bu toplum, o dizelere layık olmamalıdır!..
(*) Süleyman Aydın’ın “Yıkın Heykellerimi” şiirinden.
(**) Cüneyt Arcayürek, Atatürk’ten Sonra Bugünlere Nasıl Geldik, Cumhuriyet Kitapları.
Ankara Alata Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsü’nde gerçekleştirilen ”Hibrit Domates Geliştirme Projesi” kapsamında kanseri önlemede 3 kat daha etkili domates üretilebileceği bildirildi.
Ankara Alata Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsü Müdür Yardımcısı ve projenin yürütücüsü Dr. Davut Keleş, yaptığı açıklamada, İl Özel İdaresi’nin desteğiyle yaklaşık 4 yıl süren çalışma sonucunda, domateste yeni bir tür geliştirdiklerini söyledi.
Yeni türü geliştirirken gerek yurtiçi, gerekse yurtdışından getirdikleri çeşitli materyaller üzerinde çalıştıklarını ifade eden Dr. Keleş, ”Çalışmalar sonrasında elde ettiğimiz ürün çeşitleri üzerinde yaptığımız incelemede, gerek C vitamini, gerekse antioksidan madde açısından değerleri 3 kat yüksek olan genotipler tespit ettik” dedi.
Dr. Davut Keleş, bu genotipleri ticari olabilecek çeşitlere aktarma aşamasına geldiklerini belirterek, şunları kaydetti:
”Daha önce elimizde böyle bir genotip yoktu. Yaptığımız çalışma ile yeni üretilecek domates için deyim yerindeyse binanın temelini attık ve kaba inşaatını tamamladık. Bundan sonraki aşamada ise iç rötuşlar ve dekorasyon var. Bu doğrultuda elde ettiğimiz antioksidan madde ve C vitamini değeri açısından yüksek olan genotipleri, geliştirdiğimiz yeni ürüne değişik ıslah yöntemlerini kullanıp, pazar değeri olan ürüne aktararak kansere karşı daha etkili domates üretmeyi hedefliyoruz.”
Üretmeyi hedefledikleri domatesle ilgili bilimsel çalışmanın 3 yıl, üreticinin kullanacağı duruma getirmelerinin ise 2 yıl süreceğini anlatan Dr. Keleş, gerekli desteği bulmaları halinde 5 yıl sonunda kanseri önlemede daha etkili domatesleri piyasaya sürebileceklerini vurguladı.
Domatesin kanseri önlemedeki etkisi
Domates ile ilgili birçok araştırma ve çalışmanın yapıldığına işaret eden Dr. Davut Keleş, şunları kaydetti:
”Domatese kırmızı rengini veren içindeki likopenin, çeşitli kanser risklerini önlediği ve sağlık sorunlarına karşı vücudun direncini artırdığı biliniyor. Domatesteki likopen, C vitamini ve antioksidan maddeler kansere karşı koruyucu etki gösteriyor. Domatesteki bu maddelerin miktarını artırdığımız zaman, vücudu da kansere karşı daha iyi korumuş olacağız.”
Oysa onlar, her zaman yerli yerinde, nerede olmaları gerekiyorsa, oradadırlar. Bazen başka bir güneşten yansıyan, bazen kendilerinin güneş olup yaktıkları ışık, yıldız ömürleri boyunca deler geçer karanlıkları…
Sonra bir gün, milyarlarca insanın ömrüne eşit bir ömrün sonunda bir gün, onları var eden ateşi besleyen enerji kaynağı biter, yörüngelerinden çıkan yıldızlar, son ışıklarını çakarak kayıp giderler sonsuz boşlukta.
Kimi insanlar, gece yıldızlara bakarken bir yıldız kaydığını görünce, ışığının yansıdığı dünyadan bir can eksildiğine inanırlar.
İnancın tartışması olmaz. Efsane deyip geçebilirsiniz, ama depremlerden önce görülen “yıldız yağmuru”, birbiri ardına kayan yıldızların, depremin alacağı canların habercisi olmadıklarını kim iddia edebilir?
***
Türkan Saylan ölmeden az önce, milyarlarca kilometre uzaklıktan yeryüzüne ışık gönderen bir büyük, bir parlak yıldızın, Türkan hoca son dondurmasını yerken en son kıvılcımlarını çaktığına ve onun son soluğuna yörüngesinden kayarak eşlik ettiğine eminim.
Türkan Saylan, çocukları aydınlatmak için harcadığı ömür ışığının sonunda, ölüme karşı son savaşını verirken, onunla “Allah’ın sopası yok, kanser saçlarını döktü, kafasını örttü,” diye alay eden yecüc mecücler, boşuna sevinmesin!
Evrenin “henüz” sonsuz sayılan boyutlarında, dünyadaki insan nüfusundan çok daha fazla yıldız var ve her saniye, milyonlarcası sönerken milyonlarcası ışıldıyor.
Oysa, kadın kafasını örttürmek için kanseri bile Allah’ın sopası gibi algılayan yecüc mecüclerin, ne onlarla birlikte kayacak, ne de yerlerine doğacak yıldızları var. Onlar, belki Türkan hocanın yaşına varacak, belki varamayacak, ama ömür zilleri son teneffüsü çaldığında, evrenin kara deliklerine karışacaklar.
Merak etmesinler, evrensel sonsuzlukta ışık insanlarına eşlik eden yıldız sayısı kadar, karanlıktan beslenen ve karanlığı besleyenleri yutup öğüten kara delik de var.
Uğurlar olsun Türkan Saylan hocamız, yıldızların ışığına emanet ettiğimiz eserini, aydınlattığın çocuklar ışıtacak ve hatıran, evrenin dengesine güvenirsin sen, çok iyi biliyorsun ki, karanlıkların ömründen daha uzun olacak…
iyi olacak eflatun
her şey iyi
sen sarıya çalmadan
biz geliriz sana
o yelkensiz kayığa, kimsesiz binmiş çocuğu kurtar sen önce
sonra paltosunun astarını tersyüz etmiş kadına bi’el ver
duydun mu sokağa atılan dulu, kocası birden ölünce?
sen yolu bulanla, yolu sapanı önceden bi’ayırıver
iyi olacak eflatun
her şey iyi
Sen güneşi sarmadan
gel gir koluma
az önce öldü o bebe bulunamadı aranılan kan yaşarsa babası hiç sevmeyecekmiş, töreye kurban gidecekmiş az önce döndü kasırga, ayrılığı bol limandan korkuyu, ihaneti öğretmiş, bi daha gelmeyecekmiş
iyi olsun eflatun
her şey iyi
varsa elimizden gelen?
sen anladın eflatun…
sen gördün!
sen bildin!
Nerhan Hepşen / Üç Vakit Ayna, Hermes Yayınları, 2009)
KÖRLÜK / BLINDLESS
|
|||||||||||||||||||||||
Modern bir kentte bir “beyaz körlük” salgını başlar. Oluşturulan körler toplumu kısa sürede dağılır. Suçlular ve fiziksel olarak daha güçlü olanlar hemen zayıfların tepesine biner. Bu kâbusun tek bir tanığı vardır: Körlük salgınından etkilenmeyen bir kadın. Kadın yedi kişinin önderi olur, onları karantinadan kaçırmaya çalışır, medeniyetin yıkılışına tanıklık eder.
|
Henüz 30 yaşındasınız ve 5 dakika önce elinizde olan anahtarı nereye koyduğunuzu hatırlamıyor musunuz? Kendinizi genç hissedebilirsiniz, ama beyniniz çoktan yaşlanmaya başladı bile.
ABD’de Virginia Üniversitesi tarafından yapılan ve sağlıkla ilgili bir internet sitesinde yayımlanan bir araştırmaya göre, en fonksiyonel ve mükemmel haline 22 yaşında ulaşan insan beyni, 27 yaşından itibaren ”düşüşe geçmeye” başlıyor.
Araştırma, yaşları 18 ile 60 arasında değişen iyi eğitimli 2 bin kadın ve erkeğin, 7 yıl boyunca katıldıkları testlerin sonuçlarından oluşuyor.
Araştırma raporunda, katıldıkları testlerde 2 bin denekten her yıl görsel bulmacalar çözmeleri, anlatılan öykülere ilişkin bazı detaylar vermeleri, çeşitli kelime oyunları oynamaları, bazı rakam ve sembolleri hatırlamaları istendiği ve deneklerin herhangi bir sağlık sorunu yaşamadıklarına özellikle dikkat edildiği kaydediliyor.
Sonuçlar değerlendirildiğinde, 12 testten en az 9’unda en başarılı performansların 22 yaşında elde edildiği belirtilirken, görsel olarak neden sonuç ilişkisi kurma, bulmaca çözümü ve hızlı algılama alanlarında 27 yaşından itibaren belirgin gerileme olduğu gözleniyor.
ABD’de ”Nörobiyoloji” dergisinin son sayısında, ”Yaşlanmanın Nörobiyolojisi” başlığıyla yayımlanan araştırmaya göre, sağlıklı bir birey, 37 yaşına kadar hafızasını büyük ölçüde muhafaza ederken, kelime hazinesi ya da genel kültür gibi alanlarda hafızanın ortalama 60 yaşına kadar korunabiliyor.
Araştırma ekibinin başında bulunan Prof. Timothy Salthouse, ”sağlıklı ve eğitimli bazı yetişkinlerde idrake yörelik kayıpların 20’li, 30’lu yaşlarda başladığını” belirterek, ”sağlıklı beyinlerdeki kayıpları anlamanın, Alzheimer gibi ciddi hastalıklarda neyin yanlış gittiğini çözmeye yardımcı olacağını” kaydetti.
Aktif olmak beyni koruyor
Nöroloji Uzmanı Dr. Behiye Mungan, hafızayı korumayı sağlayacak çok belirgin bir formül olmamakla birlikte, kişinin olabildiğince uzun süre aktif kalmasının beyin fonksiyonları açısından da yararlı olduğunu belirtti.
İnsan beyninin aktif kalmasında çevreden aldığı sinyallerin etkili olduğuna işaret eden Dr. Mungan, belli bir yaş grubu üzerindeki kişilerin ya da Alzheimer hastalığının ilk evresinde olanların, ”uzun süre işe yarar kalmalarının” bazı fonksiyonların kaybını geciktirdiğini söyledi.
Dr. Mungan, fazla televizyon izlemenin beyin üzerinde olumsuz etki yapıp yapmadığına yönelik bir soruya ise şu yanıtı verdi: ”Bu, çok göreceli bir durum. Ben bazı kişilere, özellikle kadınlara televizyon dizilerini, oradaki olayların akışını izlemelerini öneriyorum. Televizyon izlemek bazı insanlar için gerileme olabileceği gibi, bazı insanlar için de bulundukları yerden daha ileri bir noktayı temsil eder. Köylerde konuşmayan, fiziksel aktivite dışında hiç bir şey yapmayan kadınlar var. Bir dizideki olay örgüsü, bu kişiler için bir algısal uyarıcı niteliği taşır.”
Dr. Mungan, küçük egzersizler, bulmacalarla beyni her zaman canlı tutmaya çalışmak gerektiğini kaydett
Diyetisyenler, aç kalarak yapılan diyetlerde metabolizma hızının düşmesi nedeniyle kilo vermenin zorlaştığını, bu nedenle az ama sık sık yemek yiyerek ve dengeli beslenerek kilo verilmesi gerektiğini söylediler.
Yazın gelmesiyle birlikte özellikle kadınlar hızlı kilo verebilmek için çeşitli diyet programlarını uygulamaya başladı. Diyetisyenler, aç kalarak yapılan diyetlerin metabolizma hızının düşmesine bağlı kilo vermenin de zorlaştığını, bu nedenle az ama sık yemek yiyerek ve dengeli beslenerek kilo verilebileceğini belirterek “Bilinçsiz yapılan diyetler geri dönüşümü mümkün olmayan sorunlara yol açabilir” uyarısında da bulundular.
Echomar Sağlık Grubu Özel Göztepe Hastanesi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden uzman diyetisyen Yasemin Serintürk, diyetin, bireyin tüm ihtiyaçlarını yeterli ve dengeli bir biçimde karşılanmayı hedefleyen, kişiye, cinsiyete, yaşa, kültürel ve sosyolojik durumlara göre farklılık gösteren ömür boyu uygulanması gereken, tüm besin gruplarının yer aldığı sağlıklı beslenme biçimi olduğunu söyledi.
Diyet yapmanın aç kalmak anlamına gelmediğine dikkat çeken Serintürk, “Aksine acıkmayı beklemeden yemek yemek demektir. Vücuda ihtiyacı kadar enerji alınması, sağlıklı ve doğru gıdaların tercih edilmesi, az az ve sık sık yemek yenilmesi diyet ve doğru beslenme için en anlaşılır tanımdır” dedi.
Aç kalmanın kilo vermeye yardımcı olmayacağına dikkat çeken Serintürk, bireyin aç kalmasına bağlı olarak metabolik hızının düştüğünü ve kilo vermenin de zorlaştığını vurguladı.
“Vücut kilo almaya ve alınan kaloriyi depolamaya daha eğilimli hale gelir. Çok düşük kalorili, aç bırakan diyetler, fazla yağ ağırlığının kaybına değil, su ve kas dokusunun kaybına yol açar ki bu da hiç istenmeyen tehlikeli bir sonuçtur” uyarısında bulunan Serintürk, çeşitli haplar ve yöntemler ile mucize şekilde kilo vermenin de mümkün olmadığını kaydetti.
Doğru kilo verme yöntemleri
• Kilo vermenin en bilinen ve medikal yöntemi, bir beslenme ve diyet uzmanı kontrolünde yanlış beslenme alışkanlıklarının saptanıp doğru olanlar ile değiştirilmesi ve bireyin hayat tarzında kalıcı değişiklikler yapılmasıdır.
• Kilo vermeye yardımcı ve devamlılığı destekleyen takviyeler bulunmakla birlikte hiçbirisi mucize bir etki yaratmaz ve tek başına kullanıldıklarında da kalıcı, sağlıklı bir sonuç vermez.
• Vücutta kilo olarak adlandırdığımız doku, yağ ağırlığının fazla olan kısmıdır. Kişi hangi bölgeden kilo alıyor ise beslenme değişikliği ile ilk olarak yine aynı bölgeden kilo kaybeder.
• Diyet kişiye özeldir. Birey, kilo verme süresince en fazla iki haftada bir, en az haftada bir defa, diyet uzmanı ile bire bir görüşerek interaktif bir şekilde beslenme tedavisinin takibi yapılır.
• Hedeflenen kiloya ulaştıktan sonra ise ayda bir takip ile kilo koruma süreci koordine edilir.
• Sürekli aynı tarz besinlerin tercih edilmesi, diğer besin öğelerinin eksikliğine ve hastalıklara yol açabileceği gibi kişinin sağlıklı kilo vermesini de engelleyecektir.
Sanofi Aventis Grubunun aşı kuruluşu olan Sanofi Pasteur, kısa bir süre önce domuz gribi (A/H1N1) aşısını üretmek için gerekli olan virüs örneğini aldığını açıkladı.
Sanofi Pasteur’ün virüs örneğini almasıyla ”pasajlama” adı verilen üretim sürecine başlanacak, ardından da ürün örneği üretilecek.
”Pasajlama”, virüsün aşı üretim aşamasına en uygun hale getirilmesi süreci anlamına geliyor. Yaklaşık 2 hafta sürecek pasajlama sürecinin ardından kalite kontrol işlemleri yapılacak ve aşı firması endüstriyel bazda üretime başlayabilecek duruma gelecek.
Sanofi Pasteur, grip aşısı üretimini Swiftwater, Pennsylvania ve Fransa Val de Reuil’daki tesislerinde gerçekleştiriyor.
(A/H1N1) virüsünün son günlerde Dünya Sağlık Örgütü bölgesi içinde yer alan en az 2 ülkede insandan insana bulaşması sebebiyle örgüt, pandeminin 5. aşamasına geçildiğini duyurmuştu.
Sanofi Pasteur Yönetim Kurulu Başkanı Wayne Pisano konuya ilişkin yaptığı açıklamada, virüsün aşı üretim ortamında ne kadar verimli kullanılabileceğini tespit edip geniş ölçekli aşı üretimi için gerekli örneği hazırlamak üzere çalışmalara başladıklarını bildirdi.
Sanofi Pasteur, geçen yıl 1.6 milyar dozdan fazla aşı temin ederek dünya çapında 500 milyon dolayında kişinin bağışıklanmasını sağladı. Firma, 20 bulaşıcı hastalığa karşı koruma geliştiren aşı üretiyor.
Hayal kurmanın sanıldığı gibi vakit kaybı olmadığı ortaya çıktı. Kanadalı bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre, hayal kurmak beynin birçok bölümünün işlevini artırıyor ve bu sayede karmaşık sorunların çözülmesini sağlayabiliyor.
Hayal kurmak, beyni harekete geçirerek karmaşık sorunların çözülmesini sağlayabiliyor.
Kanada’daki bilim adamlarının yaptığı araştırma, hayal kurmanın beynin birçok bölümünün işlevini artırdığını ortaya koydu. Ancak araştırmanın en ilginç yanı, bir kişi düşüncelere daldığında, beynin karmaşık sorunların çözülmesini sağlayan bölümlerinin işlevinin yoğun şekilde arttığını göstermesi. Bugüne dek bu bölümlerin karmaşık sorunlar karşısında yavaşladığı sanılıyordu.
Araştırmaya imza atanlardan Profesör Kalina Christoff, hayal kurarken, bir işe olduğu kadar yoğunlaşılmasa da beynin birçok merkezine başvurulduğunu belirtti.
Christoff, araştırmanın birçok kişiyi algılarını gözden geçirmeye itebileceğini ifade ederek, insanların fikir almaya alışkın olduğunu ve hayal kurmanın iyi bir şey olmadığını sandığını ancak durumun bunun tam tersi olduğunu vurguladı.
Bilim adamı, insanların zamanın üçte birini hayal kurarak geçirdiğini belirterek, bilimin, hayatın bu büyük bölümünü gözardı ettiğine dikkati çekti.
Araştırma, Amerikan “Proceedings of the National Academy of Sciences” dergisinde yayımlandı.