Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

  
 
IMDB Puanı:7.3/10
  • Yapım:2009 ~ ABD

  • Tür: Dram

  • Yönetmen:Nick Cassavetes

  • Senaryo (Kitap):Jodi Picoult

  • Görüntü Yönetmeni:Caleb Deschanel

  • Dağıtım:Warner Bros
  • Süre:1 saat 46 dk
  • Gösterim Tarihi:14 Ağustos 2009 (Türkiye)
  •  

  • Filmin Özeti
  • Anna hasta değil; ama on üç yaşına dek sayısız ameliyat, nakil ve operasyon geçirdi, iğneler vuruldu. Hepsi ablası Kate’in çocukluğundan beri yakasını bırakmayan lösemiyle mücadele edebilmesi için. Kate ile tam doku uyumu olması için laboratuar ortamında genleri özel olarak seçilen özel üretim bir çocuk olan Anna, ablasına ilik verebilmesi için dünyaya getirilmişti – bu rolünü ve hayatını hiç sorgulamadı.. bugüne dek.

    Server Tanilli ‘Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?’ adlı kitabında, bugün gelinen noktada laik demokratik Cumhuriyetin has elementi eğitimin ahvalini, neden-sonuç ilişkisine ve arka planlara eğilerek irdeliyor. Server Tanilli ile ‘Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?’ adlı kitabını konuştuk.

     -Sizin 1980’lerin sonlarına doğru yayınlanan ‘Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz?’ adlı eserinizin hemen arkasından ‘Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?’ adlı kitabınızın çıktığını biliyoruz ve o da şimdi Cumhuriyet Kitapları Yayınları’nda. Yine önemli saptamaları var. İlk soruda, ‘Eğitim’ derken ne anlıyorsunuz?

    – Özetleyerek söyleyeceğiz. Eğitimin yaptığı iki şey var: Biyolojik olarak -insana özgü yetilerle- dünyaya gelen insan yavrusunu büyütüp yetiştirerek topluma kazandırmak; yanı sıra, toplumda maddi ve manevi birikimi aktarırken, onu, içinde doğup yetiştiği bir yurdun, giderek bir devletin değer ve idealleri ile donatmak, yani bir yurttaş yaratmak. İnsan ve yurttaş: Eğitimin eseridir bu! Ama eğitim, her şeyden önce ‘ulusal’dır.

    – İşin içine ‘evrensel renkler’ de giriyor elbette…

    – Elbette! Her eğitimin kumaşında -şu ya da bu ölçüde- ‘evrensel’ birkaç renk bulunur; bir eğitimin değeri de, elbette bu renklerin çokluğu oranındadır.

    – İşin bu boyutlarına bakıp, 1923 Devrimi’nin eğitime verdiği önem dahi iyi anlaşılıyor değil mi?

    – Açık! Cumhuriyetin ilan edilmesinin hemen arkasından eğitime eğilip temel ilkeleri saptamanın bir anlamı olsa gerek. Gerçekten, Devrim, eğitime bakarken, Aydınlanma’nın doğrultusunda, ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür’ kuşaklar yetiştirmek isterken, ‘laikliği’ de temellerin harcına katıyordu ve evrensel kültürün en önemli sayfalarına gözleri çeviriyordu. Onun yanı sıra, ‘ulusallık’ derken de kendi ülkesinin gerçeklerine yöneliyordu. İslam dünyasında her ikisi de yeni idiler; ve ‘yeni bir insan’ın doğuşunun haberini veriyordu. O yeni insanlar, yine Müslüman dünyasında, ilk kez gerçekleşen laik bir Cumhuriyetin yurttaşları olacaktı. Cumhuriyet, ‘yurt sevgisi’ üstüne kurulmuştur.

    “Eğitimi peşkeş çektiler”

    – Bunlar, Türkiye’de gerçekleşti, sonra da ihanete uğradı…

    – Hayat öyle! 1950’lerle başlayan bu ihanetin artık gizlisi-saklısı da yoktur: Çağdaş dünyada ‘bağımsız, demokratik ve laik bir toplum’ kurmanın kararlılığı ile çok yollar katetmiş olanların yerine gelenler, ülkemizde, daha ilk günden bu çizgiye ve ideale karşı çıkmışlardır. Toplumda, emperyalizmle işbirliği içine giren tutucu, giderek gerici sınıf ve zümreler iktidarı ele geçirmenin yolunu bulmuş; bağımsızlığın kalelerini emperyalizme teslim ederken, o kalelerden biri olan eğitimi de ona peşkeş çekmişlerdir.

    – Somut örnekleriyle anımsatır mısınız?

    – Geriye doğru atılan adımların ve toplumu bir ‘çözülüş’ içine sokmanın da gizlisi-saklısı yoktur: Halkevlerinin ve Köy Enstitülerinin kapısına kilit vurmanın yanı sıra, okullara yeniden din derslerinin girmesi; ‘aydın din adamı’ safsatasının eseri olan imam hatip okullarının diriltilip -yüzlerce okul halinde- bir ağa dönüşmesi ve giderek, mesleksel niteliğini kaybedip temel eğitimde bir ikinci seçenek olması; İslam Enstitüleri, her üniversiteye bir caminin yanı sıra, bir İlahiyat Fakültesi açılıp sayısının yirmiyi aşması; açık-gizli Kuran kurslarının sayısının binlere varması, gerçekliğin bir yüzüdür. Bir öteki de şudur: Ülkemizde, okul sayısından fazla cami vardır ve Diyanet Başkanlığı’nın yıllık devlet bütçesindeki yeri, Milli Eğitim Bakanlığı’nınkinin kat be kat üstündedir. Gazeteleri ve televizyonları ile, dinciliğin medyada tuttuğu yeri hatırlatmaya gerek bile yoktur. Gerçek şu ki, bir ‘din bataklığı’ içindedir toplum.

    – Bu bataklığı yaratmada 12 Eylül’ün rolü başta geliyor değil mi?

    – Şüphesiz! Demokrat Parti’den başlayarak, hemen hemen hiçbir parti, ya da dönem yoktur ki, ülkeyi bu bataklığa itelemekte çabası olmasın. Ama asıl 12 Eylül rejimidir ki, açtığı çığırla, anayasada, liselere kadar ‘zorunlu’ din dersi koyarken, eğitimden ilerici, demokrat ve devrimci aydınları tasfiye etmiş ve dizginleri, tepeden tırnağa gerici, ‘Türk-İslam sentezi’ yandaşlarının ellerine bırakmıştır. 21. yüzyıla bu kayıplarla gelip girdik.

    “AKP her yönden tehlikelidir”

    – Ve 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra, tablo daha da berraklık kazanır… AKP artık iktidardadır…

    – Gerçekten bu parti, yurdun başka sorunları karşısındaki tavrı bir yana, eğitimde tam bir karşıdevrimci davranış içindedir. Siyasal İslamcı bir parti olarak, üstelik tek başına iktidarda olmanın verdiği cesaretle, dini sömürüp devlette gitgide kadrolaşırken, laik ve ulusal eğitimde de ‘tahribat’ta bulunmuştur. Eğitimde, ileriye doğru bir adım atma bir yana, gelecek için de bir getireceği yoktur. İçinde, eğitimin de yüzdüğü ‘din bataklığı’nın kurutulmasını bu iktidardan beklemek ise hiç mümkün değildir. Her yönünden tehlikelidir bu parti!

    – Eğitimin yollarının ‘din bataklığı’na çıkmasının nasıl bir kuşağın yetişmesini sağladığını, araştırmalar da ortaya döküyor değil mi?

    – Öyle! Lise öğrencileri üstüne bir araştırma yapan ve sonuçlarını bu yıl açıklayan (5 Mayıs 2009, Milliyet) Prof. İsa Eşme’nin ortaya döktüğü gerçekler korkunç: Evrim kuramını 100 öğrenciden neredeyse 40’ı kabul etmiyor. ‘Dünyayı ve evreni anlayabilmek için fen bilimlerinden çok din bilgisi gereklidir’ görüşüne katılmayan öğrenci oranı sadece yüzde 43’tür… Düşünebiliyor musunuz?

    – AKP’nin tehlikeliliği, sadece dinci olmasından değil, neoliberal ideolojiyi sahiplenmesinden de kaynaklanıyor değil mi?

    – Öyle… Şu pek biliniyor: Yeni liberalizm, doğaya ve yaşama ilişkin her şeyi metalaştırıp pazarlarken, belki daha da korkuncu, ‘ortaklaşa olmamız gereken’i yıkıyor, ‘kamusal’la ‘sosyal’i de, piyasanın emrine veriyor; bu arada, okula bir ‘işletme’ diye bakıp, devlet elindeki eğitime de saldırıyor ve üstünde baskı kuruyor.

    Türkiye’de, 1980’li yıllarda uygulanmaya başlanan neoliberal politikaların, sosyal yaşamın tüm alanlarını yıkıp soysuzlaştırırken, eğitimi de bozup ‘çürütmekte’ olduğu ayyuka çıkmıştır. Ülkede, bugünkü haliyle, sağlıklı bir eğitim hizmeti verilemez.

    Neoliberal telkinler

    – ‘Eğitim toplumun geleceğidir’ derken, hangi doğruların yeniden altını çizmeli?

    – Şu doğruların: Eğitim hakkı ‘toplumsal bir hak’tır, eğitim de ‘kamu hizmeti’dir; eğitim hizmeti, tüm yurttaşlara ‘eşitçe’ sağlanmalı ve söz konusu hizmet de, ‘kamusal kaynaklar’a dayanılanarak gerçekleştirilmelidir. ‘Küreselcilik’ ise, eğitimin ‘ulusallığı’nı ortadan kaldırmaktadır.

    AKP, aksi görüştedir ve dolu dizgin yürümüştür. Dış politikada, ABD’nin izinde ve ne koşulla olursa olsun Avrupa Birliği’ne (AB) girmek tutkusuyla çırpınırken, eğitimde de dışarıdan pompalanan neoliberal telkinlere kucak açmıştır. Kimi örnekler, yeterli bir fikir veriyor.

    – Üniversite ve lise giriş sınavlarında sıfır alanların yekûnu, eğitimin ‘sorun’ olmaktan ‘bozgun’ olmaya doğru gittiğini de göstermiyor mu?

    – Açık! Nitekim, üniversite ve lise giriş sınavlarında sıfır alanların sayısının hayli kalabalık olduğu 2004 yılında, Prof. İsa Eşme, eğitim sistemindeki çöküşün nedenlerini sıralarken (Cumhuriyet, 31 Temmuz 2004), eğitime kaynak aktarmada cimriliği, sık sık değişen eğitim politikalarını, çağdaş olmayan öğretim yöntemlerini gösteriyor ve özellikle, ‘yetiştirmeci eğitim’ yerine ‘yarışmacı eğitim’in sistemin omurgası olduğunu belirtiyordu.

    Ona göre, yarışmacı eğitim, ‘sınava odaklı’ eğitimdir. Bu eğitimde eğitim araç, sınav amaçtır. Bu eğitimde heveslendirme yok; nedenlere inme, tartışma ve sorgulama, kendini ifade etme, anlama, yaratıcılık, eleştirici düşünme yok. Ne var? Olabildiğince test, sadece o var! Çocuklarımızı, işte bu teste dayalı sistem okullardan soğutmuş, yaratıcılıklarını, sorgulayıcı güdülerini ve özgüvenlerini köreltmiştir.

    – Sorumlu kimdir?

    – Elbette yalnız AKP hükümeti değil, 1946’dan bu yana yönetime gelen hükümetlerdir. Ufku dar politikacılardır. Eğitimde sorgulayıcı, araştırıcı yurttaş yerine ‘itaatkâr kul yetiştirme’ hedefini benimseyen zihniyettir.

    Yüksek Eğitim raporu

    – Peki, ne yapmalı?

    – Profesör Eşme, ‘Ne yapılmalı’ sorusunu şöyle yanıtlıyordu:

    1. Bir eğitim seferberliği başlatılmalı; 2. Eğitime kaynak aktarılmalı; 3. Öğretmen yetiştirme daha ciddiye alınmalı; 4. Ezberci eğitim terk edilmeli; 5. Bunun sağlanabilmesi için de, eğitimin başına dini eğitim kökenliler değil, çağdaş eğitimi özümlemiş, eğitimde bilim ve aklın önemine inanmış, üretken, yetenekli eğitimciler getirilmeli; 6. Sınava odaklı eğitimin önlenmesi için ortaöğretim yeniden yapılandırılmalı! Prof. Eşme’nin söyledikleriyle, eğitimde reform konusu daha da yerine oturuyordu ve bugün de geçerlidir.

    – Geçenlerde, İstanbul Politikalar Merkezi’nin hazırladığı Yüksek Öğretim Raporu da çok önemli. Bir anımsayalım mı?

    – Gerçekten, söz konusu merkez, eğitim sisteminin en çok tartışılan sorunları üstüne bir dizi öneri sunuyordu raporunda (Bkz. Radikal, 24.05.2009). Şöyle:

    1. ÖSS, hem öğrencilerin gelişimi, hem de eğitimin niteliği açısından sakıncalar doğurduğundan, ÖSS yerine ortaöğretim başarısına dayalı bir sistem getirilmeli; Liselerde 10, 11 ve 12. sınıflarda ‘olgunluk sınavı’ yapılmalı;

    2. Meslek yüksekokulları üniversitelerin bünyesinden çıkarılarak bağımsız kılınmalı;

    3. İmam hatip okullarının sayıları ve öğrenci kontenjanları din adamı ihtiyacıyla sınırlandırılmalı. Bu liseler, diğer meslek liselerinden ayrı bir kategori olarak değerlendirilmeli; Mevcut Kuran kurslarının yaygınlaştırılması çabalarından vazgeçilmeli; imam hatip okullarına kız öğrenci alımına son verilmeli; türban sorununun çözümü geleceğe bırakılmalı.

    4. YÖK’te sanayi ve piyasadan temsilciler de olmalı.

    Yeni insan…

    – Ne olursa olsun, eğitim sorunumuzu temel sorunlarımızdan soyutlamamalıyız değil mi?

    – Elbette. Temel iki sorunumuz var: İktisadi ve sosyal kalkınmamızı gerçekleştirerek çağımızı yakalamak ve onun içinde, saygın bir toplum olarak yer almak; öte yandan, yalnız yasalardan oluşan bir sistem olarak değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak demokrasiyi kurmak, özgürlüğün nimetlerinden yararlanmak. Her ikisi de birbirine bağlıdır bunların ve her ikisini de gerçekleştirmek, ‘yeni bir insan’ yetiştirmemizi gerektiriyor.

    Bu insan, bireysel kurtuluşa değil, toplumsal kurtuluşa inanan; ilerlemeye ve geleceğe yönelmiş, geriye değil ileriye bakan; aklın ve bilimin öncülüğünü kabul etmiş, öyle olduğu için de sistemli düşünen, tartışan ve yaratan; barışa, emeğe, insan haklarına, hoşgörüye, demokratik değerlere baş köşede yer veren insan olacaktır. Çağımızın fethine de bu insanla çıkacağız!

    – Ne var ki, yurdumuzda yürürlükteki düzen, bu idealin karşısında…

    – Bu bir düzen de değil, ahtapottur aslında: Kimi kollarıyla, insanlarımızın boğazını sıkar ve toplumu onlar için bir cehenneme çevirirken; kimi kollarıyla okuldan üniversiteye değin eğitim ve öğretimin bütün ocaklarını da kuşatmış, çocuklarımızın ve gençlerimizin çevresine karanlığın duvarlarını çekmiştir. Gittikçe boğucu hale gelen bu ortamda, genç kuşaklar, aydınlık yarınları yaratmanın bilgi ve becerilerini kazanamadığı gibi, demokrasinin en sağlam güvencelerinden biri olan demokratik bir politik kültürü de özümseyemez durumdadır. Toplum bir cangıla dönmüş, okul anlamını yitirmiştir bir bakıma. Toplumu da okulu da kurtarmak gerekiyor.

    – Ne yapmalı?

    – Türkiye’de eğitimin gelip durduğu noktada, eğitimi, en ilkel bir kapitalizmin cangılında metalaşmaktan kurtarmak, nimetlerini -çerçevesi gitgide daralan- bir azınlık yerine, kitlelere götürmek; bunu yaparken de çağa ve aydınlığa açmak; kısacası, onu Aydınlanma hareketimizin doğrultusunda, yeniden ‘bağımsız, demokratik ve laik bir toplum’ yaratma hedefine yöneltmek ve böylesi bir toplumu yaratacak insanları, ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür’ kuşakları yetiştirmek.

    İşte yapılması gereken! Bunu gerçekleştirecek olanlar da, bu toplumun çağdaş tarihi boyunca hiçbir zaman tükenmemiş ilerici, demokrat ve devrimci güçlerdir…

    gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

    Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz? / Server Tanilli/ Cumhuriyet Kitapları/ 264 s.

    Cep telefonu başta olmak üzere televizyon, telefon, telsiz gibi kaynaklardan gelen zararlı sinyallerin çeşitli sağlık sorunlarına neden olabildiği bildirildi.

    Selçuk Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Savaş Durduran, teknolojinin oldukça hızlı gelişmesinin olumlu yönlerinin yanı sıra yaşam kalitesini bozan unsurlarının da bulunduğunu söyledi.

    Bu nedenle hava ve gürültü kirliliği gibi çevre sorunlarının yanına bir de ”elektromanyetik kirlilik” probleminin ortaya çıktığını ifade eden Durduran, ”Bu kirliliğe neden olan kaynaklardan biri de gündemden hiç düşmeyen GSM baz istasyonlarıdır. Son yıllarda cep telefonlarının kullanımındaki hızlı artış, her yıl çok sayıda yeni baz istasyonunun planlanmasını ve kurulmasını gündeme getirmektedir” dedi.

    Durduran, özellikle büyük kentlerde doğal etkilerin çok üstünde elektromanyetik alan ve dalgaların bulunduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti: ”Bunların, yüksek şiddet veya güç düzeylerinde insan sağlığına zararlı oldukları konusunda kuşku yoktur. İnsan vücudunun dengesini bozan etkenlerden bazıları, kimyasal kirleticiler, haberleşme frekansları, elektrik güç taşımalarından gelen sinyallerdir. Toksin madde, radyasyon gibi kirleticilerden gelen sinyaller, canlının elektromanyetik dengesini bozmaktadır. Cep telefonu başta olmak üzere televizyon, telefon, telsiz, uydu ve baz istasyonları gibi bazı kaynaklardan gelen sinyaller, genel keyifsizlik, boyunda sertlik, göğüs acısı, baş ağrısı gibi rahatsızlıklara neden olabiliyor.”

    Cep telefonu zararları üzerinde bugüne kadar birçok araştırma yapıldığını dile getiren Durduran, bu araştırmalarda, cep telefonunun alzheimer, parkinson gibi sinir hastalıklarının oluşma riskini arttırdığının tespit edildiğini bildirdi.

     

    Daha az radyasyon için öneriler…

    Kulaklık ve mikrofon seti kullananların yüzde 80’inde cep telefonundan kaynaklanan sorunların olmadığının gözlendiğini anlatan Durduran, şöyle devam etti: ”Cep telefonunun zararlarından korunmak için mümkün olduğu kadar sabit telefon tercih edilmeli. Çekim gücü kötüyse konuşmalar kısa tutulmalı. Sinyal tam alınamıyorsa, cihaz maksimum enerji harcayacağı ve daha fazla elektromanyetik dalga yayacağı için konuşulmamalı. Mümkünse kulaklık, araçlarda araç kiti kullanılmalı. Sık sık konuşma yapmak yerine kısa mesaj gönderme tercih edilmeli. Ayrıca başparmağımızı telefon ile kulak arasındaki mesafeyi artırmak için telefon ile kulak arasına yerleştirmeliyiz.”

    Düzenli olarak meyve, sebze, balık ağırlıklı beslenen ve spor yapan yaşlıların Alzheimer’a yakalanma riskinin az olduğu bildirildi.

    New York’ta yaşayan, ortalama 77 yaşındaki 1880 kişinin katıldığı araştırmada, spor yapan ve Akdeniz usulü beslenenlerin Alzheimer’a yakalanma riskinin diğerlerine göre yaklaşık yüzde 60 az olduğu ortaya çıktı.

    Katılımcıların nörolojik ve nöropsikolojik durumlarını belirleyen bilim adamları, bu kişilerin beslenme ve fiziki durumlarını 0 ila 9 arasında puanladı.

    Her katılımcıyı ortalama 5 yıl izleyen bilim adamları, bu kişilerden sadece 282’sinin Alzheimer’a yakalandığını gördü. Yoğun biçimde spor yapanların hastalığa yakalanma riski yüzde 37 ila 50 az, sebze, meyve ve balık ağırlıklı beslenenlerin, diyeti uygulama biçimine göre hastalığa yakalanma riski yüzde 32 ila 40 düşük çıktı.

    Araştırma, Amerikan Tıp Derneği’nin dergisinde ve Fransız Le Point dergisinin internet sitesinde yer alıyor.

    Herkes bikinili ve ateşli…

    Güzel adamlar ve kadınlar geçiyorlar Katalunya Meydanı’ndan. Kalabalık, gürültülü, her daim güneşli. Kulağa ne kadar da hoş geliyor kelimesi bile ‘Barcelona’nın, hani bazı kelimeler vardır ya, sadece kendileri tek başlarına yeterler göz süzmeye.

    Işık Cansu Canayak

    Cumhuriyet/ DergiBarcelona hakkikaten öyle de bir yer işte. Daha önce bir mart ayında gelmiştim buraya, soğuktu, griydi. Limanından meşhur akvaryumuna doğru yürürken şaşırmıştım biraz, sanki bu şehir kış da olsa her daim güneşli, pırıl pırıl olmalıydı… Ama yazın tam havasını bulmuştu Barcelona. Las Ramblas’ın çiçekçileri rengârenk açıyor, Katalanlar ancak turist olduğumuz için bizlerle İspanyolca konuşuyor, fena halde Fransızcayı andıran ama ucundan da olsa İspanyolca kalmış dilleriyle muhabbet ediyorlardı şehrin en eski kafelerinden Bazaar’da. Bir de şiir dinletisi sürüp gidiyordu kafede, onca hengâmenin arasında.

    Katalunya bölgesi, turistik anlamda İspanya’nın birincisi, ekonomik olarak ise en çok sanayileşmiş bölgelerinden. Art Nouveau’nun ve Katalunya’nın en önemli mimarlarından Antonio Gaudi’nın masalsı eli her yerine değmiş Barcelona’nın. Sinemada olsa Fellini olurdu sanki Gaudi, yazar olsa Gabriel Marquez. Büyülü bir gerçekçilikle yapmış belli çünkü Casa Calvet’i, Casa Mila’yı, bitiremeden önce öldüğü ve hâlâ bitmemiş olan Sagrada Familia’yı ama bence en çok da Güell Park’ını… Bütün Barcelona’nın önünüzde uzanıp gittiği, palmiyelerin arasında “Alt tarafı park yahu bu ama bu bu kadar mı özel olur, Alice Harikalar Diyarı’nda mıyım da şimdilik bilmiyorum” düşünceleri arasında Gaudi’nin o tek parça, upuzun bankında oturduğunuz o parktan bahsediyorum…

    Üstelik her yıl 23 Haziran’da, Festival de San Juan’ı, tabir-i caizse yaza merhaba demeyi kutluyorlar Katalunyalılar. Hava kararır kararmaz başlayıp gün ağarana kadar, şehrin her yerinden kesintisiz olarak atılan havai fişekler ile gündüz kadar aydınlık olan şehirde aklınıza gelen herkes sarhoş ve mutlu bir şekilde düşüyor yollara, istikametleri deniz kenarı, en çok da şehrin orta yerindeki plaj Barceloneta… Yaza gelişi kutluyorlar, gökte havai fişekler, yerde kamp ateşleriyle… Herkes bikinili, ateşli, “Akdenizliyim, tutmayın beni” diye haykırıyor neredeyse… Sabah saat 5, hâlâ yüzenler var denizde, kumlarda kurumayı bekleyenler de… Yeni yeni sönüyor kamp ateşleri ve havada hâlâ havai fişeklerin tozu, kokusu…

    İspanya’nın her bölgesi ayrı birer ülke gibi diyoruz, bu doğru elbette ama benim gördüğüm kadarıyla değişmeyen bazı şeyler de var: Bu insanlar mutlular ülkelerinden, bir sorun, günahıyla sevabıyla başka hiçbir yerde yaşamak istemez hiçbir İspanyol… Kendilerine kültürel olarak en yakın olan Portekizliler’de ya da İtalyanlar’da da yoktur hiç gözleri. Onlar bilirler İspanyolluklarını damarlarında gürül gürül akan, bağıra çağıra yaşarlar hayatı, ama Madrid’de ama Barcelona’da…

    Türkiye’nin her karış toprağı, kültürel zenginliği, tarihi dokusu, insanı büyüleyen doğasıyla görülmeye değer. İşte farklı yörelere ait farklı lezzetler…

     

    Deniz ve güneşin yanı sıra inanç, yayla, av ve sağlık turizmi açısından zengin alternatifler sunan bölgelerimiz, tarihi değerleriyle de göz kamaştırmakta. Anadolu’nun verimli topraklarında yetişen çeşitli ürünlerden yapılan yemeklerin yer aldığı ve bölgelere göre farklılık gösteren sofralarımız, her damak zevkine hitap edecek tatları da cömertçe sunmakta.

    Kimi bölgelerimizde baharat ve acı, kimi bölgelerimizde meyve ve sebze, kimilerinde ise bakliyat ağırlıklı yemekler, yöreye özgü kültürle harmanlanarak ikram edilmekte. Günümüzde hazır yiyecekler ağırlıklı olarak tüketilmeye başlansa da yörelerimize özgü yemekler hala sofralarımızın baş köşesinde misafirlere sunulmakta.
     

    Eşsiz güzellikleriyle Akdeniz

    Yeşili ve maviyi buluşturan, tatili, ”deniz, kum ve güneş” olarak tarif edenlerin ilgi odağı Akdeniz Bölgesi, tarihi ve kültürel mirasıyla da farklı alternatifler sunuyor.

    Bölge, ”doğa harikası” olarak olarak tarif edilen güzelliklerinin yanı sıra, yayla turizmi, inanç turizmi ve av turizmine ilgi duyanları da bekliyor. Bölgenin zengin mutfağını da unutmamak gerekir.

    ”Kebabın başkenti” olarak bilinen Adana’da kebap çeşitleri ve buzlu ”bici bici”, Antalya’da, bol cevizli Arap kadayıfı ve tirmis, Mersin’de tantuni ve kerebiç, Isparta’da kabune, Hatay’da ise humus ve künefe, bölgenin tadılması gereken lezzetlerinden sadece birkaçı.

    Side’de gün batımını, antik tiyatroyu, Manavgat’ın Akdeniz ile buluştuğu noktayı, Alanya Kalesi’ni, Kızıl Tersane’yi görmek, tarihi mekanlarda geçmişin hayalini kurmak isteyenler kadar, Kaleiçi’ndeki bir butik otelde konaklayıp şehrin en eski plajı olan Mermerli’den denize girmekle yetinenlerin tercihi Antalya.

    Yaklaşık 9 bin yıllık geçmişe tanıklık eden Mersin, 321 kilometrelik sahil şeridinin yanı sıra adıyla özdeşlesen tantunisi, tatlı olarak da cezerye ve kerebici ile kente gelenlere çeşitli alternatifler sunuyor.


    ”Kokusu çekiyor”

    Adana’yı ziyarete gelenler, hemen kokusunu aldıkları, birbirinden güzel mekanlarda ünlü ustaların ellerinden çıkan kebabın tadına bakmadan kentten ayrılamıyor. Kentte onlarca kebap lokantası bulunsa da, Adana kebabının ”Tarihi Kazancılar Çarşısı”nda, bol yeşillik, pişmiş yeşil biber ve domates, ezme ve çoban salata ile birlikte çarşının nostaljik havasında yenilmesi öneriliyor. Kebabın yanında ise tercihe göre acılı ya da acısız şalgam içilebilir.

    Adana’nın sıcağından bunalanlar ve kebaptan sonra tatlı yemek isteyenler için farklı bir alternatif ise ”bici bici” tatlısı. Genellikle sokak tezgahlarında satılan, nişastadan yapılan ve rendelenmiş buz, gül suyu, pudra şekeri katılarak sunulan bu soğuk tatlı, ferahlatıcı tadıyla güzel bir lezzet.

    Kentin hemen hemen her köşesinde bulunan şırdancılar ile mumbarcılar ise bilinenlerden farklı bir lezzeti sunuyor. Şırdan, koyunun kalın bağırsağının bir kısmı biber salçalı ve pirinçle doldurularak, mumbar ise ince bağırsaktan yine içine pirinç doldurularak hazırlanıyor, bol kimyon ve pul biberle sunuluyor.

    Şehir turuna çıkıldığında ise adeta deniz kenarında olduğunuz hissi uyandıran ve huzur veren, Seyhan Baraj Gölü kıyısındaki Adnan Menderes Bulvarı’na ve çevredeki piknik alanlarına gidilebilir.

    Şehir turunun devamında, kent merkezinden geçen Seyhan Nehri’nin en dar yerinde bulunan ve Evliya Çelebi’nin yazdığına göre, Abbasi halifesi Memnun döneminde üzerinden geçenlerden haraç alınan 1500 yıllık Taşköprü, görülmesi gereken mekanlar arasında. Taş Köprü üzerinden ise bölgenin en büyük camisi konumundaki Sabancı Merkez Camisi’nin siluetinin Seyhan Nehri’ne yansıdığı manzara görülmeye değer.

    Köprünün yanındaki, tarihi Adana evlerinin yoğun olarak bulunduğu Tepebağ Mahallesi, kültür merkezi haline dönüştürülen tarihi Kız Lisesi ve Merkez Sabancı Camisi’nin bitişiğindeki, görsel şölen sunan bahçe düzenlemesine sahip büyük Merkez Park da görülmesi gereken yerler arasında. Ayrıca, Merkez Park’ın bitişiğindeki Arkeoloji Müzesi ile Kuruköprü civarındaki Etnografya Müzesi’nde ise bölgeden çıkan arkeolojik eserler görülebilir.

    Adana’yı geride bırakıp, Ceyhan’ı doğru 20 kilometre gidildiğinde, Misis beldesinde yol boyu sıralanmış sıkmacılar ve gözlemeciler hemen fark ediliyor. ”Ömrü uzattığı” belirtilen ve hatta ”Lokman Hekim’in iksiri” olduğu ileri sürülen bol köpüklü Misis ayranıyla yenilen sıkmalar, ziyaretçilerin damağında güzel bir lezzet bırakıyor.

    Bu arada, beldedeki Hititler’den kalma antik kent Misis ile Misis Köprüsü de mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Yaygın efsaneye göre Lokman Hekim, ölümsüzlüğün ilacını bulmuş, bu amaçla kullanacağı otları ve tarifi köprüden Seyhan Nehri’ne düşürmüştür.

    Misis’ten sonra Ceyhan yönüne gidildiğinde, 12. kilometrede ise Yılan Kalesi’ne ayrılan 3 kilometrelik yola ulaşılıyor. Haçlı ordularının 11-12. yüzyılda yaptığı tahmin edilen kalenin, ”yılanların kralı” anlamına gelen ”Şahmaran Efsanesi”nin de kaynağı olduğu öne sürülüyor.

    Doğa, tarih ve eşsiz lezzetlerin adresi

    Dört mevsim güneşin yüzünü gösterdiği Antalya, sunduğu alternatiflerle, sayıları milyonlarla ifade edilen yerli ve yabancı turiste gönlünce tatil olanağı sunuyor. Sadece Akdeniz’in değil, dünyanın incisi olan kent, 5 yıldızlı otelde her şey dahil sistemi ile sorunsuz bir tatil yapmak isteyenden, Olimpos’taki konaklama yerlerinin birine sırt çantası ile gelip aylarca ayrılamayanlara kadar farklı arayıştaki tatilcilere her türlü olanağı sağlıyor.

    Lüks yatlarıyla yeşil koyları gezen ünlü ve zenginler ile Likya Yolu’nu bir uçtan diğerine yürüyerek kat etmeyi aklına koymuş gezginler, bölgede doğanın tadını aynı keyifle çıkarıyor.

    İlk parlamentonun kurulduğu Patara’yı, kartal yuvası Kalkan’ı, sualtı zenginlikleriyle Kaş’ı, Kekova’yı, Demre’deki Noel Baba Müzesi ve Myra Antik Kenti’ni görme imkanı bulan tatilciler, yeşilin maviyle uyumunu ortaya koyan Adrasan, Olimpos, Çıralı, Phaselis’te de denizin keyfini çıkarıyor.

    Eski uygarlıklara ilgi duyanlar için hazine değeri taşıyan Antalya, Termessos ve Perge antik kentleri, Aspendos Antik Tiyatrosu ve Side Aspendos Tapınağı ile uygarlıkların beşiği olduğunu ziyaret eden binlerce yerli ve yabancı turiste yeniden gösteriyor.

    Side’de gün batımını, antik tiyatroyu, Manavgat’ın Akdeniz ile buluştuğu noktayı, Alanya Kalesi’ni, Kızıl Tersane’yi görmek, tarihi mekanlarda geçmişin hayalini kurmak isteyenler kadar, Kaleiçi’ndeki bir butik otelde konaklayıp şehrin en eski plajı olan Mermerli’den denize girmekle yetinenlerin tercihi de yine Antalya.

    Sadece golf oynamak için Belek’i seçenler ile Akdeniz’in en yeni ve konforlu olanaklarını sunan otellerde profesyonel ekiplerin düzenlediği kongrelere katılanlar da, aynı lüksü paylaşıyor.

    Antalya’ya av turizmi, yayla turizmi için gelenlerin tercihi ise Toroslar’a sırtını dayamış Akseki, İbradı, Korkuteli ve Elmalı oluyor. Bir kere gelmenin, bir kere görmenin bu yeryüzü cennetini keşfetmeye yetmediğini fark edenler için Antalya, yıllarca her tatil fırsatında koşup gelinen ikinci adres olma özelliğini koruyor.

    Bol cevizli Arap kadayıfı ve tirmis

    Antalya, tarihi ve turistik güzelliklerinin yanı sıra her beğeniye ve keseye uygun yiyeceklerin de bulunduğu ve lezzetlerin yarıştığı kentler arasında yer alıyor.

    Her şey dahil konaklanan otellerde Akdeniz’in taze sebze ve meyvesi, deniz ürünleri önce gözleri doyururken, kentin sokaklarındaki restoranlar, kafeler de farklı alternatifler sunuyor.

    Antalya’ya has, başka yerde lezzetine rastlanmayan şiş köfte ile bol tahinli, sirkeli, üzeri yumurta, domates ve soğan dilimleri ile donatılmış, en üstüne de maydanoz serpilmiş Antalya piyazı, kentte hemen her köşe başındaki bir lokantada yeniliyor.

    Antalya’ya özgü lezzetler arasında bulunan ve bir kere tadıldı mı yıllarca unutulmayan hamur tatlısı Arap kadayıfı da tarçınla harmanlanan, bol cevizi ve şerbetiyle Türkiye’de bilinen yassı kadayıftan başka bir lezzet olanağı sunuyor. Hamuru ay şeklinde parmak uçlarıyla basılarak kapatılan ve usulünce kızartıldıktan sonra ılık şerbete atılan Arap kadayıfı, meşhur şiş köfte ve piyazın ardından Antalya sofrasının lezzetini tamamlıyor.

    Antalya lezzetlerinin vazgeçilmezi ”serpme börek” de kentin ara sokaklarındaki eski pasajların içinde, küçük dükkanlarda sade, peynirli ve kıymalı yapılarak sabahın ilk saatlerinde tükeniyor.

    Antalya’ya has yanık dondurma da keçi sütünün hafif yanmasına neden olacak kadar uzun kaynatılması zorunluluğu nedeniyle ortaya çıkan lezzetlerden biri. Eskiden yanık sütle yapılan dondurma günümüzde Antalya’nın kendine özgü, vazgeçilmez, tadılması mutlaka tavsiye edilen en önemli lezzetleri arasında yer alıyor.

    Antalyalı’nın belki yarım asırdan fazladır, tok tuttuğu için özellikle Ramazan aylarında yediği üzeri susam ve yarım badem içleri ile süslenmiş tahinli, hafif şekerli kurabiyesi Bağaça da bilinen önemli lezzetlerden biri.

    Önünden belki defalarca geçilen, vitrini rengarenk cam kavanozlarla dolu dükkan belki çok da göz önündedir ama kavanozlara dikkatle bakmayan biri, içlerinde bergamot, turunç, patlıcan, limon çiçeği, nar, bal kabağı, hurma, yeşil ceviz reçeli olduğunu fark etmeyebilir. Antalya’ya gelen ve bu tadı bilenler bir iki kavanoz reçel almadan dönmüyor.

    Antalya’da sokakta tezgahlarda satılan, sarı renkte, çerez gibi tüketilen baklagil ”tirmis”i, çok az insan tanıyor. İnce kabuğu ağza alındığında kolayca sıyrılan, sarı renkte ve çerez gibi yedikçe insanın bırakamadığı tirmis, Antalya’da pazarlarda veya sokak tezgahlarında satılıyor.

    Antalyalıların çocukluklarından bu yana çerez olarak tükettikleri tirmisin, Antalya dışından gelenler tarafından bilinmediğini belirten satıcılar, zaman zaman mısırla karıştırıldığını ve tirmisin ne olduğuna ilişkin kendilerine çeşitli sorular yöneltildiğini söylüyor.

    ”Hoşgörü kenti”

    Birçok medeniyete ev sahipliği yapan Mersin, zengin tarihi ve kültürel mirası ile doğal güzelliklerinin yanı sıra yöresel yemekleriyle turistlerin damak zevkine hitap ediyor.
    Yaklaşık 9 bin yıllık geçmişe tanıklık eden Mersin, 321 kilometrelik sahil şeridinin yanı sıra adıyla özdeşlesen tantunisi, tatlı olarak da cezerye ve kerebici ile kente gelenlere çeşitli alternatifler sunuyor.

    Cami ve kiliselerin bir arada bulunduğu, farklı dinlerden insanların cenazelerinin yan yana defnedildiği Şehir Mezarlığı ile Mersin ”hoşgörü kenti” unvanını hak ediyor. Bu arada Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin temsillerini sahnelediği Mersin Kültür Merkezi bünyesindeki Mersin Müzesi kentin tarihine ışık tutuyor. Birçok eserin yer sıkıntısı dolayısıyla sergilenemediği müze ile Mezitli ilçesindeki çok sayıda sütunun yüzlerce yıl ayakta kaldığı Soloi Pompeiopolis Antik Kenti, ziyaretçilerin uğrak mekanları arasında yer alıyor.

    Yazın sıcak aylarında yaylaların ilgi gördüğü kentte, merkeze 44 kilometre uzaklıktaki Çağlarca köyü, şelalesi ve alabalık tesisleriyle ilgi çekiyor. Özellikle Arap turistlerin tercih ettiği köye gelenler, bu arada yörede üretimi yaygınlaşan kiviyi de ağacından kopararak tatma imkanı buluyor.

    Mersin’in doğusunda yer alan Tarsus ilçesi de ”inanç turizmi” açısından önemli bir potansiyeli barındırıyor.

    Papa 16. Benediktus tarafından geçen yılın ”Saint Paul Yılı” ilan edilmesi dolayısıyla Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri St. Paul’un yaşadığı yer olan ve Vatikan’ın ”hac” yeri kabul ettiği Tarsus, geçen ay yapılan etkinliklerle dikkatleri üzerine çekti. St. Paul’un evi ve kuyusu ile St. Paul Anıt Müzesi’nin bulunduğu Tarsus, Müslümanlar için de önemli merkezlerden biri olarak kabul ediliyor.

    Danyal Peygamber’in makamının bulunduğu Makamı Şerif Camisi ve Danyal Peygamber Kabri, ilçede görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Rivayete göre, MS 2. yüzyıl başlarında dönemin hükümdarı Dakyanus’un zulmünden kaçan Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Dekarnuş, Sazenuş, Kafetaltayuş ve köpekleri Kıtmir’in sığındıkları ve 309 yıl uyudukları Eshab-ı Kehf Mağarası da Deler köyünde bulunuyor. Halk arasında ”Yedi Uyurlar” olarak bilinen mağara, ziyaret edilecek önemli yerlerden.

    Mersin’in batısında yer alan Erdemli ve Silifke ilçeleri ise günümüze kadar ayakta kalabilen görülmeye değer çok sayıda tarihi eserin yanı sıra denizi ve doğal güzellikleriyle dikkat çekiyor.

    Tarih ve doğa

    Sahil yolu boyunca ve iç kesimlerde görülmeye değer yerlerin başında, Erdemli’ye bağlı beldeye adını veren, deniz içindeki adacık üzerine kurulu Kızkalesi geliyor. Toroslar’da sıkça rastlanan doğal çukurların en büyüklerinden biri olarak nitelenen obruğun yanında kurulan ve ilk çağlardan beri kutsal işlev gördüğü sanılan Kanlıdivane Antik Kenti de görülmesi gereken güzellikte.

    Türk hakimiyetine girdikten sonra Türkmen aşiretlerinin kışlak olarak kullandığı ”Kanlıdivane”nin adının, Türkmen aşiretlerinde zaman zaman toplanıp kararlar aldıkları yerlere divan denildiği ve obruk içindeki kayalık ve harabelerin kan gibi kırmızı renkte olmasıyla ilgili olduğu ileri sürülüyor. Halk arasında ise suçluların obruk içine bırakılıp arslanlara parçalatılmasından dolayı bu adı aldığı söylentisi bulunmakta.

    Erdemli ilçesine bağlı Limonlu beldesine 10 kilometrelik mesafede, sarp yoldan Toroslar’a doğru gidilerek ulaşılan Kayacık Vadisi, sık ağaç yapısı, buz gibi akan çayı ve kuş sesleriyle doğa ile baş başa kalmak isteyenler için adeta ”saklı cennet”… Merkeze yaklaşık 45 kilometre uzaklıktaki vadi, zorlu yol koşullarına karşın ayağını buz gibi suya uzatarak keyif yapmak isteyenlere, gürültüden uzak serin bir ortam sunuyor.

    Erdemli’den Silifke’ye giderken sıcaktan bunalanlar ise çok sayıda halk plajından birinde denize girerek serinleyebilir. Özellikle Akyar denilen kesimde, kayalıklardan denize karışan soğuk su, yüzerken insanlara ayrı bir keyif sunuyor.

    Silifke sınırlarındaki Cehennem ve Cennet de ziyaretçileri bekliyor. Sahile yakın mesafede bulunan ve kayalara oyulmuş yaklaşık 450 basamakla dibine ulaşılan Cennet çukuruna inip çıkmak bir saati buluyor. Burayı görmek için inip-çıkanlar yürüyüş sonunda çevrede bulanan restoranlardan köpüklü ayranını içerek hem susuzluklarını giderebilir hem de yorgunluklarını atabilir.

    Bu obruklara yakın mesafede bulunan ve ”havasının astımlılara iyi geldiğine inanılan” Astım-Dilek Mağarası, özellikle hastalar ve geleceğe yönelik beklenti için dilek dilemek isteyenler tercih ediliyor.

    Silifke’den daha iç bölgelere doğru yolculuğu göze alanlar Uzunburç beldesindeki Uzuncaburç Antik Kenti’ni görebilir. Antalya’daki Side Antik Kenti kadar zengin tarihi dokuya sahip olmasına karşın, tanıtım eksikliği nedeniyle pek bilinmeyen ve Mersin’in ”Side”si olarak nitelendirilen bölge, sütunlu caddesi, tiyatrosu, Helenistik anıt mezarları, tören kapısı, tapınakları ve kulesi ile önemli tarihi mekanlardan biri.

    Silifke’ye kadar gelenler, birçok tesisin yer aldığı Narlıkuyu’da balık yemek de farklı bir alternatif. Temiz suyu ile dikkati çeken koy etrafında denizle iç içe yer alan restoranlar günün her saati müşterilerine taze balık sunuyor.

    Aydıncık ve Bozyazı ilçelerinden geçilerek ulaşılan Anamur’da, Ören beldesindeki birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Anemurium Antik Kenti, geniş bir alana yayılan tarihi kalıntıların yanı sıra denizi ile de ziyaret edilmesi gereken yerlerden. Antik kent, dağlık alana yayılan nekropol, su kemerleri, tiyatro, odeon, hamam ve mozaiklerin bulunduğu tarihi kalıntıların yanı sıra tertemiz denizi ile de ilgi çekiyor.

    Tantuni, kerebiç

    Tantuni, Mersin’e gelenlerin mutlaka tatması gereken bir lezzet. Geçmişi 19. yüzyılda kente çalışmaya gelen Arap işçilere kadar dayanan tantuninin, etinden ekmeğine kadar özenle hazırlanması gerekiyor. İlk zamanlarda yağsız et ile yapılan tantuni, zamanla farklı lezzet sunmak amacıyla normal yağlı etle de yapılmaya başlandı. Tantuniyi yağsız tercih edenler, biftek bölümünden yapılmasını isteyebilir.

    Somun ve açık ekmek arasında servis edilen, özel saclarda kendine özgü yöntemle pişirilen, ete domates, yeşillik, soğan ve baharat da konularak yapılan tantuninin yanında şalgam veya ayran içmeyi de ihmal etmeyin. Tantuninin tadını alabilmek için ise mutlaka açık ekmeği tercih edin.

    Damak tadına düşkünler için farklı bir tatlı alternatifi de, özellikle Ramazan ayında rağbet gören, yöreye özgü kerebiç tatlısı. İrmik, ceviz veya Antep fıstığı ile şeker karışımıyla yapılan tatlıya katılan çöven otundan elde edilen süt görünümlü köpük de bu tatlıya ayrı bir lezzet katıyor.

    Kentteki gezinin ardından memleketlerine hediye götürmek isteyenlere cezerye öneriliyor. Cezerye, havuç, toz şeker, bisküvi, ceviz veya Antep fıstığının yanı sıra Hindistan cevizinin karışımıyla elde ediliyor.

    ”Buradadur, çünkü burası Burdur”

    Burdur İl Özel İdaresinin çatısında, Atatürk Heykeli’ne bakan yüzündeki billboarddaki ”Buradadur, çünkü burası Burdur; Her şeyin en güzeli burada bulunur” yazısını ilk kez görenler bir hayli iddialı bulsa da şehir tarihi, kültürel ve doğal güzellikleriyle keşfedilmeyi bekliyor.

    251 bin nüfuslu, halkının yüzde 70’i tarım ve hayvancılıkla geçinen Burdur’da yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular kentin tarihinin Neolotik Çağ’a kadar dayandığını ortaya koyuyor. Sınırları içinde Sagalassos, Kibyra, Kremna gibi tarihte büyük önemi olan kentlerin kalıntılarını barındıran Burdur’un müzesi de bu nedenle zengin tarihi eserlere sahip.

    Geçen yıl Avrupa’da Yılın Müzesi Yarışması’nda Özel Ödül’e layık görülen Burdur Müzesi’nde 59 bin eser bulunuyor. Tarihe meraklı turistler için bulunmaz bir mekan olan Burdur, kentin merkezinde Dikkuyrukların yuvası Burdur Gölü, Yeşilova ilçesindeki Salda Gölü, başta Söbüce olmak üzere serin yaylaları, el değmemiş bir doğanın ortasındaki Karanlık Kanyon ve Türkiye’nin turizme açılan ilk mağarası unvanını taşıyan İnsuyu ile de doğaseverlere hitap ediyor.

    Burdur, gittiği yörenin lezzetlerini tatmadan dönmek istemeyenler için ise meşhur şiş köftesi, yaprak sarması, katmeri, et böreği, ceviz ezmesi, haşhaş ve kenevir helvası ile ayrı lezzet imkanları sunuyor.

    Göller yöresinin belki de en farklı yapıya sahip gölü olan Salda, Burdur’un Yeşilova ilçesinin 4 kilometre batısında yer alıyor. Türkiye’nin en derin göllerinden biri olan Salda, denizden yüksekliği 1193 metre olan, ormanlarla kaplı Toroslar’ın arasında bir krater gölü olma özelliğini taşıyor.

    Sodalı suya sahip, magnezyum yönünden zengin ve killi olan göl, birinci derecede sit alanı ve turizm merkezi statüsünde bulunuyor. İki yıl önce Antalyalı bir grup dalgıcın yaptığı çalışma sonucunda, göl dibinde tatlı sularda çok ender bulunan sünger yapısına rastlanan, çok iri sazanların yaşadığı gölün kumsalı, sudaki magnezyum nedeniyle beyaz renkte.

    Beyaz kumsal, Mars’tan gelen fotoğraflardaki yeryüzü görüntüsüyle benzerlik gösterdiği için bilim adamlarının ilgisini çekmekte. İskoçya’nın Glasgow Üniversitesinden Prof. Dr. Mike Russel’ın 4 yıl süreyle yaptığı araştırma, 2000 yılında İngiliz yayın kuruluşu BBC’de belgesel olarak işlendi.

    Gölün etrafındaki birçok plajdan en bilinenleri ise Yeşilova Belediyesi Halk Plajı ve Milli Parklara bağlı Orman Plajı. Halk plajına ücretsiz girilebilirken, orman plajına giriş ise ücretli. Her iki plajda da çadır kampına olanak sağlayan altyapı bulunuyor.


    Doğa tutkunları için alternatif

    Isparta, Akdeniz, Ege ve İç Anadolu bölgelerinin arasında geçiş yolu olması nedeniyle hemen herkesin bir şekilde yolunun düştüğü bir kent. Tarih boyunca yerleşim alanı olma özelliğini koruyan ve Pisidia olarak anılan bölgede yer alan Isparta’da ilk yerleşimin Üst Paleolitik ve Mezolitik dönemlerde olduğu biliniyor.

    Pisidia bölgesinde özellikle İmparator Augustus döneminde Roma egemenliğinin simgesi olan, bugünkü Yalvaç’taki Antiokheia, Çamlık’taki Kremna, Ürkütlü’deki Komoma, Belenli’deki Olbasa, Barla’daki Parlais kalıntıları günümüze kadar gelen koloni kentler.
    Şehrin her ilçesinde kalıntıları bulunan bu antik kentlerin yanı sıra Türkiye’nin dördüncü büyük tatlı su gölünün bulunduğu Eğirdir ilçesi, kış aylarında aynı anda kayak yapma olanağı sunan, son yılların gözde kayak merkezleri arasında yer alan Davraz Dağı da Isparta’yı keşfetme isteği uyandırıyor.

    Şehir merkezinde sayıları az olan restore edilmiş Isparta evleri de meraklıların ilgisini çekmekte. İki katlı küçük bir binada karma müze olarak hizmet veren Isparta Müzesi’nde de tarihi evlerden, geçmiş zamanların yörük ve şehir yaşamından, geleneksel gül üreticiliğinden kesitler, bölgedeki Türk egemenliği öncesindeki dönemlerden tarihi eserler örnekler görülebilir.

    Doğa tutkunları için Kızıldağ ve Kovada Gölü Milli Parkları, Gölcük ve Yazılı Kanyon Tabiat Parkları, Eğirdir’in Bayboğan köyü sınırları içerisinde göl manzaralı ve konaklama olanağı da sunan 26 dönümlük Bayboğan Ormaniçi mesire alanı, Köprüçayı ve Yazılı kanyonları ile kent merkezindeki kestane ağaçlarının gölgesindeki Ayazmana görülmeye değer.
    Mutevazı pansiyonları, taze tatlı su ürünlerinin sunulduğu restoranları ile şehirde en çok turist çeken yer olan Eğirdir’i, Hazreti İsa’nın 12 havarisinden St. Paul’ün Hristiyanlığın ilk resmi vaazını verdiği kilise olarak kabul edilen Yalvaç izliyor.

    Kabune’nin hikayesi

    Isparta, ağız tadına düşkünler için de eşsiz lezzetler sunuyor. Konya’nın geleneksel lezzeti olarak bilinen tandır kebabın Isparta’da da aynı oranda ünlü. Ancak Konya’nın tandır kebabının aksine, kuzu etinden ya da oğlak kaburgasından yapılan tandır, çok daha az yağlı. Serin ve tarçın kokulu üzüm hoşafı eşliğinde sunulan tandırı yedikten sonra artık bir lokma daha yiyemeyeceğini düşünenlerin kararlılığı, başka hiçbir yerde bulunamayacak içine tuzsuz peynir, üzerine toz şeker serpilmiş sıcacık pidelerle değişebilir.

    Son yıllarda, asırlardır düğün yemeği olarak sunulan Kabune ile tereyağlı irmik helvası da restoran menülerinde yer alıyor. Nohut, et ve pirinçle yapılan Kabune’yi her gün yenebilecek bir yemeğe dönüştüren Bayram Ali Usta, öyküsünü de şöyle anlatıyor:
    ”Gelin ile kaynanası akşama kadar tarlada çalışmış. Yorgun argın eve döndüklerinde, erkekleri akşam yemeği beklerken bulmuşlar. Kaynanasının artık parmağını bile kıpırdatamayacak kadar yorgun olduğunu gören gelin, ‘Ana, sen otur hele. Dinlen. Ben yemeği hazırlarım’ demiş. Mutfakta, bir gün önceden kalmış biraz nohut, bir parça haşlanmış et bulan gelin, bunları da katıp pirinç pilavı pişirmiş. Gelininin getirdiği, içinden mis gibi kokular yükselen bakır tencerenin kapağını merakla açan kaynanana daha önce görmediği yemeğe bakıp ‘Kı(z) bu ne’ diye sormuş. Kı-bu-ne yıllar içinde Kabune’ye dönüşmüş.”

    Farklı kültürler ve lezzetler

    Farklı dinden insanların hoşgörü ve kardeşlik içerisinde yaşadığı Hatay, kiliseleri ve müzeleri, doğal güzellikleri ve yöreye özgü yemekleriyle turistlere farklı seçenekler sunuyor.

    Birçok medeniyete ev sahipliği yapan kent, ziyaretçilerin kağıt kebabı, künefesi, oruğu, humusu zengin mutfağıyla farklı damak tatlarına hitap ediyor.

    Dünyaca ünlü mozaiklerin bulunduğu ”Arkeoloji Müzesi”ndeki eserlerle ziyaretçilerinin adeta geçmişle yüzleşmesine olanak sağlayan kentte, Kurtuluş Caddesi de Müslüman, Hristiyan, Ermeni ve Yahudi vatandaşların barış ve kardeşlik içinde yaşadığının kanıtlarını sunuyor. Burada, bu birlikteliğin simgesi cami, kilise ve havrayı yan yana görmek mümkün.

    Roma İmparatorluğu döneminde kilise olarak yapılan, daha sonra camiye dönüştürülen Habib-i Neccar, ilk Hristiyanların mezarlarını barındırması nedeniyle dinler arası hoşgörünün bir simgesi olarak kentte görülmeden geçilemeyecek eserler arasında.
    Hristiyanlar tarafından hac yeri olarak ilan edilen ve Hz. İsa’ya inananlara ilk kez ”Hristiyan” adının verildiği Habib-i Neccar Dağı’nın uzantısı olan Haç Dağı eteklerinde yer alan St. Pierre Mağara Kilisesi ise 13 metre uzunluğu, 9,5 metre genişliği ve 7 metre yüksekliğiyle ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.

    Kent merkezine yaklaşık 30 kilometre uzaklıktaki Samandağ ilçesinde bulunan ve MS 1. yüzyılda dağdan gelen suların yarattığı selleri önlemek amacıyla Roma İmparatoru Vespasianus ile Titus’un bin tutsağa 10 yılda yaptırdığı bilinen ”Titus Tüneli” de 130 metre uzunluğu ve 7 metre yüksekliğindeki eşsiz mimari yapısıyla dikkatleri topluyor.
    Amanos Dağları da alternatif tatil imkanları sunuyor. Dörtyol ilçesinden patikalarda yürüyüşü yapmak isteyen ve yaylalarda güzel bir gece geçirmek isteyenler, literatürde ‘Lucanus Cervus’ olarak geçen, Japonların büyük ilgi gösterdiği ve dünyada sadece Amanoslar’da bulunan 6 antenli geyik böceğini de görme şansını yakalayabilir.
    Uzun ve yorucu gezinin ardından kentin önemli tarihi ve doğal güzelliklerini ziyaret edenler, Roma İmparatorluğu döneminde varlıklı ailelerin yaşadığı Harbiye beldesindeki şelalelerin bulunduğu alanda çay içerek dinlenebilir.

    Tarihsel geçmişi, doğal güzellikleri, kültürel zenginlikleri ile Fransız ve Arap mutfağını en iyi şekilde sergileyen ve ”Gastronomi Turizmi”nin öncülüğünü yapan Hatay, damak tadına düşkün yerli ve yabancı turistlere hitap edebilecek sayısız yemek seçeneği sunuyor.
    Kentte yöresel yemeklerin başında gelen, Fransız Yemek Uzmanı Frank Marciano’nun bile ”Antakya izlenimleri” kitabında övgüyle söz ettiği humus, Halepli İbrahim Ketremizgil’in Saray Caddesi’ndeki lokantasında yenilebilir.

    Nohudun haşlanmasının ardından zarının alınması ve tahta dibek ile ezdikten sonra özel tahin, limon, nar ekşisi, çeşitli baharat ve yöreye özgü zeytinyağı döktükten sonra üzerine turşu koyularak servis edilen humus, en lezzetli mezeler arasında.
    Kente gelen turistler, tarihi Uzun Çarşı içerisinde yer alan kasaplarda da yöresel yemekler arasında yer alan tepsi ve kağıt kebabını tatma imkanı bulabilir.

    Dana etinin çok sayıda baharat, maydanoz ve sarımsak ile yoğrulmasıyla yapılan ve taş fırınlarda pişirilerek ikram edilen kebap, çatal kullanılmadan pide ekmeğiyle yeniliyor.
    Yemeğinin ardından güzel bir tatlı yemek isteyenlere ise tescilli ”Antakya künefesi” ikram ediliyor. Kadayıf ve tuzsuz peynir ile yapılan ve fırınlarda kızartılıp üzerine şerbet dökülerek ikram edilen künefe de mutlaka tadılmalı.

    Tarihi ve doğal güzelliklerinin yanı sıra yöresel ürünleriyle de dikkat çeken Hatay’ı ziyaret edenler, dönüşte sevdiklerine Harbiye beldesindeki dokuma atölyelerinde 20-100 lira arasında satışa sunulan saf ipekten yapılmış kravat alarak hediye edebilir.
    Defne yaprağının kaynatılması ve kalıba dökülmesiyle doğal olarak elde edilen, kokusuyla da farklı olan kilosu 5-10 TL arasında değişen ”defne gar sabunu” da yöreye özgü hediyelik ürünler arasında yerini alıyor.

    Dondurma Kahramanmaraş’ta yenir

    Dağlarda açılan çukurlara doldurularak yaza saklanan kar ve yöredeki yaylalarda yetişen meyvelerle hazırlanan ”karsambaç”ın, üç kuşak ehil ellerden geçerek adeta yeniden biçimlenmesi sonucu ortaya çıkan dövme dondurmayı anavatanı Kahramanmaraş’ta yenilmeli.

    ”Kendini Kurtaran Şehir” Kahramanmaraş, yayla sevenlerin, doğa aşıklarının mutlaka gezi programlarına dahil etmeleri gereken bir il aynı zamanda. ”Başkonuş”, ”Tekir” ve ”Yavşan” yaylaları başta olmak üzere ilde onlarca yayla bulunuyor. Çeşit çeşit böceğe, ağaca ve çiçeğe ev sahipliği yapan oksijen deposu yaylalar görülmeye değer. Sarkıtlarıyla izleyenleri büyüleyen Döngel Mağaraları ise mutlaka görülmeli.

    Türkiye’deki hemen her il gibi zengin bir yemek kültürüne sahip Kahramanmaraş’ta ”ekşili alaca çorba” mutlaka tadılmalı. Hem lezzetli, hem sağlıklı hem de doyurucu olan bu çorbanın üzerine ”kuzu tandır”, ”saç kavurma” ya da ”Külbastı” yenilebilir. Kafes balıkçılığında gelişme yolunda olan Kahramanmaraş’ta, havuzdan seçebileceğiniz alabalığın tadına da bakabilirsiniz.

    Kahramanmaraş’tan ayrılırken, dostlarınıza ve yakınlarınıza, ”Şoklanmış dondurma”, ”ceviz oyma mücevher sandığı” ya da ”çerez tarhana” satın almanız önerilebilir.
    Öte yandan, yarın ”Görmeden, yemeden, içmeden, dönmeyin” derlememizin Marmara Bölgesi’yle ilgili bölümü yayımlanacaktır.

    ABD’de yapılan bir araştırma, kronik depresyonun 3 yaşındaki çocuklarda bile görüldüğünü ortaya koydu.

    Washington Üniversitesi’nde psikiyatr doktor Joan Luby ve ekibinin yaptığı araştırma, ilk kez majör depresyonun çok küçük çocuklarda bile kronikleşebileceğini gösterdi.

    Araştırma çerçevesinde, yaşları 3 ila 6 olan 200’den fazla çocuğun 2 yıl süreyle izlendiğini, 4 akıl sağlığı testi yapılan çocuklardan 75’ine majör depresyon teşhisi konulduğu belirtildi.
    Araştırmanın başlangıcında depresyonda olan çocukların yüzde 64’ünde depresyonun 6 ay sonrasında da görüldüğü ve yüzde 40’ının iki yıl sonra da sorunları olduğu gözlendi.

    Çocukların neredeyse yüzde 20’sinin, yapılan tüm testlerde tekrarlayan ya da ısrarcı depresyonu bulunduğunun ortaya çıktığı bildirildi.

    Doktor Joan Luby, insanların, 6 yaşından küçük çocuklarda depresyon göstergesi olan davranış bozukluklarına çok fazla dikkat etmediğini belirterek, “6 yaşından küçük çocuklar, depresyona girmek etmek için duygusal açıdan olgunlaşmamış olduğundan bunun olabileceğini düşünmüyorlar” dedi.

    Depresyonun en sıklıkla anneleri de depresyonda olan ya da başka davranış bozuklukları gösteren çocuklarda görüldüğü, depresyondaki çocuklar arasında, ebeveynlerinden birini kaybedenler, fiziksel ve cinsel tacize uğrayanlar olduğu kaydedildi.

    Çocuklarda depresyonu inceleyen Duke Üniversitesi’nden psikiyatr doktor Helen Egger da, okul öncesi dönemdeki çocuklarda ruhsal durumun çabuk değişmesi ve öfke nöbetlerinin mümkün olduğunu belirtti.

    Egger, sürekli iştahsızlık, uyku problemleri, ısırma, tekme atma ve vurmayı içeren sık öfke nöbetlerinin de, muhtemel depresyonun belirtileri olabileceğini kaydetti.

    Araştırma ekibinin lideri doktor Joan Luby de, çocuklarda depresyon göstergelerinden birinin de suçluluk duygusu olduğunun altını çizerek, örneğin depresyonda olan 3 yaşındaki bir çocuğun, kazara bir bardağı kırdıktan sonra annesine sürekli üzgün olduğunu söyleyebileceğini ve günlerce bu suçluluk duygusundan sıyrılamayabileceğini bildirdi.

    “All the world’s a stage,

    And all the men and women merely players;

    They have their exits and their entrances;

    And one man in his time plays many parts,

    His acts being seven ages.

    At first the infant,

    Mewling and puking in the nurse’s arms;

    And then the whining school-boy, with his satchel

    And shining morning face, creeping like snail

    Unwillingly to school.

    And then the lover,

    Sighing like furnace, with a woeful ballad

    Made to his mistress’ brow.

    Then a soldier,

    Full of strange oaths, and bearded like the pard,

    Jealous in honour, sudden and quick in quarrel,

    Seeking the bubble reputation Even in the cannon’s mouth.

    And then the justice,

    In fair round belly with good capon lin’d,

    With eyes severe and beard of formal cut,

    Full of wise saws and modern instances;

    And so he plays his part.

    The sixth age shifts Into the lean and slipper’d pantaloon,

    With spectacles on nose and pouch on side;

    His youthful hose, well sav’d, a world too wide

    For his shrunk shank; and his big manly voice,

    Turning again toward childish treble, pipes

    And whistles in his sound.

    Last scene of all, That ends this strange eventful history,

    Is second childishness and mere oblivion;

    Sans teeth, sans eyes, sans taste, sans everything.”

    — Jaques (Act II, Scene VII, lines 139-166)

    DoktorDoktora.Org Nedir?

    Tıp alanında güncel bilgiye ve akademik içeriğe kolayca ulaşabileceğiniz,
    Kongre, seminer gibi etkinliklerden haberdar olabileceğiniz,
    Mesleğiniz ile ilgili veya mesleğiniz dışındaki her türlü konuda yazışabileceğiniz,
    Tedavi ettiğiniz vakaları meslektaşlarınızla paylaşabileceğiniz,
    Herhangi bir hastalıkla ilgili konusunda uzmanına kolayca ulaşarak konsülte edebileceğiniz,
    Özgeçmişinizi, yapmış olduğunuz çalışmaları ve mesleki yeterliliklerinizi paylaşabileceğiniz,
    Eski arkadaşlarınızı bulabileceğiniz, yeni arkadaşlıklar edinebileceğiniz,
    Merak uyandıran fısıltıları, efsane olmuş olayları ve kişileri takip edebileceğiniz,
    Doktor ile doktoru bir araya getiren, tüm tıp camiasını aynı çatı altında buluşturan, Hipokrat yeminine sadık, deontolojiye ve etik değerlere bağlı, bir iletişim ortamıdır

    Dünya Kanser Araştırma Fonu (WCRF), bu alanda yaptığı araştırmaya göre, bazı buzlu kahvelerin 561 kaloriye ulaştığını, bazılarının 450 kalori olduğunu, çoğunluğunun ise 200 kaloriyi geçtiğini belirterek, şeker, yağlı süt ve kaymakla hazırlanan bu soğuk içeceklerin verdiği aşırı kaloriye dikkati çekti.

    Bu buzlu içeceklerin bir kadının günlük kalori gereksiniminin dörtte birinden fazlasına karşılık geldiği uyarısında bulunan kanser kuruluşu, buzlu kahvelerin yarım yağlı sütle hazırlananları nın bile yüksek oranda kalori içerdiğine işaret etti.
    WCRF, sigara alışkanlığının terk edilmesinden sonra, “kanserin önlenmesinde sağlıklı kilo muhafazasının, yani kalori alımının” öneminin altını çizerek, bu yıl sadece Birleşik Krallık’ta 19 bin kanser vakasının eğer insanlar normal kilolarını aşmazlarsa önlenebileceği uyarısında bulundu.
    Eğer kahve içilecekse, şekersiz ve yağsız sütle hazırlanmış olanının tercih edilmesi gerektiğini belirten WCRF, sıradan bir küçük kahvenin sadece 4 kalori, buzlu Amerikan kahvesinin 11 kalori, yağsız sütle hazırlanmış buzlu kahvenin de 68 kalori olduğunu kaydetti.