…
Yaşamak güzelliktir,kıymetini bil,
Yaşamak hazinedir ,israf etmemeyi bil,
Yaşamak mücadeledir kabullenmeyi bil,
Oslo’da yapılacak 55. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek Manga ile sahne alacak Güney Afrikalı dansçı Nathalie Marrable ve Kanadalı koreograf Genevieve Cleary, Manga’nın ”dünya grubu” olacağına inandıklarını belirtti.
Oslo– Michael Jackson, Biyonce, Bob Sinclair, Paul Oakenfold, David Guetta gibi ünlü sanatçıların koreografı ve yönetmeni Genevieve Cleary, Manga‘nın seslendireceği ‘‘We Could Be The Same” adlı parçanın koreografisinin dinamik ve modern tarzda hazırlandığını anlattı. Parçayla dünyaya bir mesaj vererek herkesi şaşırtmak istediklerini belirten Cleary, ”Manga, kreatif, genç düşünceli, bizim neslimize uyum sağlayan bir grup. Gruptaki her birimiz değişik ülkelerden olmamıza rağmen, şarkıdaki ”hepimiz aynı olabiliriz” sözleri yaptığımız işi yansıtıyor. Tecrübelerime dayanarak, dünya grubu olması için Manga’nın önünde hiçbir engel olmadığına inanıyorum. En çok dikkatimi çeken ise Türk geleneksel müziği ile modern ve Batı müziğini karıştırarak, başarı elde ediyorlar. Manga’nın dünya grubu olacağına inanıyorum” dedi.
Madonna, Justin Tımberlake, Jayz, Michael Buble, Celine Dion, London Westend ve ABD’de değişik bale gruplarında dans eden Nathalie Marrable da Manga gibi bir grup ile çalışmanın çok güzel olduğunu söyledi. Güney Afrikalı ünlü dansçı, Manga’nın yaptığı müzik türünün çok ilginç olduğunu ancak uyum sağlamakta zorluk çekmediğini belirterek, ”We Could Be The Same” adlı parçanın fikrini çok ilginç ve yerinde bulduğunu dile getirdi. Anı zamanda değişik ünlü moda dergilerine yazan Nathalie Marrable, Eurovision Şarkı Yarışması’nda özellikle bir Türk grubunda yer almaktan mutluluk duyduğunu ifade etti.
Norveç’in başkenti Oslo’da yapılacak 55. Eurovision Şarkı Yarışmasında Türkiye’yi 27 Mayısta 2. yarı finalde ”We Could Be the Same” adlı şarkıyla temsil edecek olan Manga Grubu, ”Eurovision ekibi çok profesyonel” dedi.
Oslo– Oslo’nun simgesi olan Opera binasının çatısında demeç veren Manga grubunun üyeleri, Norveçlilerin çok cana yakın ve sıcak olduğunu söyledi. Grup üyeleri, Norveç’in “dünyanın en pahalı ülkesi olduğunu” belirtti.
Vokalist Ferman, Eurovision şarkı yarışmasındaki organizasyon ile ilgili edindikleri izlemlerin beklediklerinden daha üstün olduğunu dile getirdi ve şöyle devam etti:
”Eurovision ekibi çok profesyonel. Bu güne kadar aldığım en rahat provaydı. İnsanların yaklaşımı, bir dediğimizi iki etmemeleri çok iyi. Artı bizim rock grubu olmamızdan dolayı bize ayrı bir saygı gösteriyorlar ve bu bizim çok hoşumuza gidiyor.”
Gitarist Yağmur, ”Hiçbir konuda sıkıntı çekmiyoruz. Her şey şu ana kadar çok iyi gitti. Biz belki başkalarına sıkıntı çektirmiş olabiliriz beş kişi olduğumuzdan dolayı. Herkes burada profesyonel, çok etkilendik” diye konuştu.
Manga Grubu üyeleri, Oslo’ya gelmeden önce çok heyecan ve stres yaşamaktan korktuklarını, ancak Eurovision’dan önce Anadolu turu yapmalarından dolayı hiçbir stres yaşamadıklarını söylediler.
CHP AŞK EVLİLİĞİNE HAZIRLANIYOR
Nihat Genç – Odatv.com
Türk siyasetinin son elli yılına imza atan Menderes, Demirel, Özal, Türkeş, Erbakan, hepsi tek adam geldi tek adam gitti, hiçbiri ‘ikinci adam’ hazırlayamadı. . Deniz Baykal’ı ‘kutlamak’ lazım, CHP’ye güçlü bir ikinci adamın önünü açtı,(Biraz istemeyerek oldu gibi ya..) bu isim Kemal Kılıçdaroğlu.
Kılıçdaroğlu başka tür bir ‘savaş adamı’…
Yorulmak bilmeyen, öfke bilmeyen, zenginlik bilmeyen, tek bir ‘küstah’ lafı olmayan, özentili sosyetik zerafet değil halk zarifi, aile ve sıradan insan kahramanı, şaşkın ve beceriksiz hiç değil, tartışmanın en koyu yerinde dahi yüzündeki alay ve hüznü dengeleyen ve kaldırımda sokakta dolaşır rahatlığıyla televizyon televizyon gezebilen, ne hayal satan ne delirmiş bağıran, altındaki siyasi atı ne mahmuzlayan ne kırbaçlayan, hepimize siyasetin ‘tırıs’ sanatını öğreten, ne kamburu var ne kini, rakipleriyle boğuştuğu en kızgın anda dahi ‘hor görmeyen’, ne sessiz silik ne de Napolyonluk iddiası var, partisinde genel başkanından daha çok çalıştığı zamanlar dahi komutanvari değil ‘teğmen’ gibi, kimseye emir vermek kimseden emir almak gibi dertleri zevki hiç olmayan, süslü kravatlar lacilerle değil, dik başlılıkla hiç değil, kendini, memleketin acılı insanlarının sorumluluğunu duya duya ‘tımar etmiş’, ülkesinin en belalı anında halkın gözünde ‘umut’ olmuş, soylu dürüstlüğünün müfettişliğiyle dosyaları belgeleri bülbül gibi konuşturup hepimizin sevgilisi olan: Kemal Kılıçdaroğlu..
Hoş geldin Kemal Kılıçdaroğlu..
Kendini kabul ettirdi
Üstünde başında en ufak bir toz yok, memleketin seni bekliyor..
Hırs tutku olmadan sanatçı siyasetçi olunmaz derler, nasıl başardın, tozu dumana katmadan fırtına, elimizi yakmadan ‘ateş’ olmayı nasıl becerdin?
Borular çalındı marşlar okundu tören başlamak üzere, haydi düş yola..
Memleketin şantaj kalleşlik komplo iftira yalanlarıyla delik deşik, yaralı, haydi Kemal Kılıçdaroğlu, halk şaşkın korkulu ve bitkin, haydi geç o büyük masanın başına..
Bu berbat ajanvari ihanet dolu siyaset çorbasına bu toprağın hakiki tertemiz yayla otlarının memleket çiçeklerinin tadını getir..
Bu endişe dolu halk çok çok kucakladı çok çok sarılıp öptü seni, vakit tamam, ayağa kalk Kemal Kılıçdaroğlu..
Kurultaya on gün kadar kısa zaman, CHP’yi seven eleştiren kaygılanan kim varsa tercihini düşüncesini ortaya koymalı, söyleyelim, adayımız şüphesiz: Kemal Kılıçdaroğlu.
Kemal Kılıçdaroğlu’nu şimdiden ‘kutlayalım’, kişiliğini hem medyaya hem parti içine hem geniş kitlelere kabul ettirdi, çaresiz ve panik suratlarımıza neşe getirdi..
CHP için endişe edilecek hiçbir şey yoktur, aksine, tam bir ‘halk adamı’ tam bir ‘halkın sevgilisi’ bir sosyal demokrat partinin başına geliyor,
‘Grup başkanvekilliği’ görevinin her dakikası meclis koltuğunda oturdu ve meclisten son yıllarda çıkan, tartışılan tüm ‘dosyalara’ hakim..
Bu bir meziyet
Meclisteki çatışmaların kavgaların tam ortasında bir figür olmasına rağmen hergün onlarca ayrı tartışma kavga ve gürültünün içinden geçip, ‘üslup’ ve ‘kişiliğiyle’ kendini değil yıpratmak aksine muhaliflerine bile ‘sevdirmek’ üstün bir meziyettir.
Medya, ideolojisi gereği, tarafları karşı karşıya getirmek ister, tartıştırmak, yüzleştirmek ister. Günümüz medyası bunu başaramadığı için programlarını horoz dövüşüyle dolduruyor.. Kemal Kılıçdaroğlu, medyanın dalaşmacı kavgacı ideolojisini tartışma üslubuyla çözmüş ve katıldığı tüm tartışma programlarına ‘seviye’ getirmiş bir siyasetçi..
Üstüne üstlük bir de Allah Kemal Kılıçdaroğlu’nun yüzüne tatlı zeki bir ‘sakinlik’in en güzel lezzetini vermiş..
Eğer olursa Avrupa haritası içinde soğuk savaş sonrasının en sakin ve bambaşka bir tarz’ın ilk siyasi figürü olacak..
Bambaşka bir tohum geliyor
Partisine olan derin saygısı ve bu saygının terbiye ölçüleri içinde ebediyen sürmesi için, kendiyle ilgili tek kelime konuşmayan. Bir siyasetçiyi hem yükseltip uçuran hem düşürüp kepaze eden ‘hırs ve ihtirasla’ iç hesaplaşmasını çoktan halletmiş ya da böyle şeylerle tenezzül edip hiç uğraşmamış.. Türkiye siyasetine bambaşka bir ‘tohum’ geliyor…
CHP’yi kırk yılın binlerce badiresinden geçirip sonunda iktidar arifesine kadar taşıyan Baykal-Sav ekibiyle hiçbir sorunu yok aksine ‘sevgili’ gibiler..
Partili arkadaşlarına ne soğukluk hissettirmiş ne düşmanlık, ne acımasız eleştirmiş, ne etrafı haince tilkice gözlemiş, bu çirkin maskelerin hiç birine bir an dönüp bakmamış..
Kurultay günü yaklaşıyor, ‘mantık evlilikleriyle dolu’ CHP’liler ilk defa bir ‘aşk evliliğine hazırlanıyor’..
Kurultaya bir hafta kaldı, avcılar yollara düşmeden tilkiler köşe başlarını almadan, artık kimsecikler aşkını gizlemesin.
Siyasetin yüksek kayalıklarından ilk defa bu kadar berrak ve duru sular akıyor, ağlayan yüzlerimizi, kurultayı, karmakarışık iftiraları, hukuk skandallarını tertemiz çitilemek yıkamak için CHP’lilerin gönlünden fışkıran kaynak suyu, adı Kemal Kılıçdaroğlu, yola çıkıyor..
Nihat Genç
Oslo’da yapılacak 55. Eurovision Şarkı yarışmasında Türkiye’yi ”We could be the same” adlı parçası ile temsil edecek olan ”Manga” grubu, Telenor Arena’da düzenlenen basın toplantısında uluslararası basının sorularını cevaplandırdı.
Oslo– Manga’nın Üyeleri Yağmur Sarıgül, Özgür Can Öney, Ferman Akgül, Cem Bahtiyar ve Efe Yılmaz, bugünkü provanın iyi ve profesyonel olduğunu dile getirdiler. Kral Tv’den aldıkları ödülden çok mutluluk duyduklarını anlatan 5’li, Manga için bu ödülün önemi büyük olduğunu söylediler. Cem Bahtiyar, ”Bu ödülü insanlar bizi sevdikleri için aldık, herkese teşekkür ediyoruz” dedi.
Vokalist Ferman Akgül’ün Türkiye;de sahnede geçirdiği kalp sorunu ile ilgili soru üzerine Ferman Akgül, ‘‘Çok önemli ve büyütülecek olay değil. Altı gün boyunca hastanede kontrolden geçtim. Doktorlar hiçbir sorunum olmadığını tespit ettiler. Sağlığım yerinde, hiç bir sorunum yok” diye konuştu. Ferman Akgül, Eurovision Şarkı Yarışmasının yalnızca bir yarışma olmadığını, kültürlerin bir araya geldiği, sanatçıların ve insanların düşüncelerini ifade ettiği bir yarışma olarak gördüklerini dile getirdi.
”Eurovision Şarkı yarışması sizin geleceğinizi ne gibi etkiler?” sorusunu Manga üyeleri, “değişik kapıların açılacağına inanıyoruz. Dünyada değişik yerlerde konserler vermek istiyoruz” diye yanıtladılar. Manga grubunun koreografisini yapan Kanadalı sanatçı Genevieve Cleary basın toplantısında, Manga ile çalışmaktan gurur duyduğunu belirtti, kendilerini dünyanın en tatlı insanları olarak nitelendirdi.
Manga’yı hangi grup ile mukayese edebiliriz sorusuna Cem Bayhtiyar, ”bizi dünyada hiçbir grup ile mukayese edemezsiniz. Manga kendine has bir gruptur” karşılığını verdi.
”Eurovision’u ne zamandır izliyorsunuz?” sorusunu Manga üyeleri, ”Küçüklüğümüzden beri siyah beyaz televizyonda komşularımız ile birlikte ellerimizde çekirdekler ile izliyorduk. Türkiye;nin kötü puan aldığı zamanda hepimiz üzülüyorduk” diye yanıtladılar.
Koreografide ”bayan robot” olarak yer alan İngiliz Natalie Marrable de basın toplantısına katıldı.
Yaşamını ülkemizin eğitim ve sağlık sorunlarının çözümüne adayan, idealist eğitimci, özverili hekim, Türkiye’nin aydınlık yüzü, örnek insan Prof. Dr. Türkan Saylan, ölümünün 1. yıldönümünde anıldı.
Geçen 18 Mayıs’ta kaybettiğimiz Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı(ÇYDD) Prof Dr.Türkan Saylan bugün saat 11.00’de Zincirlikuyu’daki mezarı başında saygı, sevgi ve özlemle anıldı. Törende konuşan ÇYDD Başkanı Prof.Dr. Ayse Çelikel;
“Değerli dostlar,
toplumsal sorunlar için çözüm üretirken, insanlara hizmet etmeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olan sevgili yol arkadaşımız Türkan Saylan’ı sevgilerimizle, dualarımızla, yüreğimizde hüzün ile anıyoruz. O, görevini en iyi şekilde tamamlayarak huzur içinde aramızdan ayrıldı.
Yorulmak bilmeyen azmi ve iradesi, mücadele gücü, hayatını vakfettiği lepralı hastaları, eğitimine destek verdiği onbinlerce genç, okullar, öğrenci yurtları, kütüphaneler, anaokulları, demokratık özerk üniversite ve insan hakları mücadelesi, Türkan Saylan’ı unutulmaz kılan özellikler ve eserlerinden bazıları.
Türkan Saylan kendisine yapılan iftiralardan, yalanlardan, kötülüklerden hiç yılmadı. Çünkü uğruna mücadele verdiği Atatürk sevgisi, Cumhuriyetimizin değerleri, çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşma ülküsüne inancı tamdı.
Türkan Saylan, ülkesini, toplumunu, insanları seven, onlara yardımcı olmak için uğraş veren, hoşgörülü, uzlaşmacı af etmesini bilen bir toplum önderidir.
Kaybının birinci yılında, yaşama kazandırdığı gençler, hastaları, herhangi bir dönemde hayatını kolaylaştırdığı insanlar, aileler, ÇYDD yöneticileri, şubeler, gönüllüler, dostları ve bütün Atatürkçüler onu hasretle anıyorlar, dualarını eksik etmiyorlar. Işıklar içinde uyu sevgili Türkan Saylan” sözleriyle bütün Türkiye adına Türkan başkanı selamladı.
Adını taşıyan parkta anıldı
Saylan için Beşiktaş Belediyesi tarafından yaptırılan, öğrencilerle temsil edildiği heykelinin de bulunduğu parkta anma töreni düzenlendi.
Törende konuşan ÇYDD Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel, çocukluğunun Arnavutköye yakın bir yerde geçtiğini belirterek, ”Arnavutköyü Türkan hoca her zaman bizimle paylaşırdı. Onun için biz de Arnavutköylüyüz. Benim çocukluğum da burada geçti. O zamanlar bir gün bu parkın adının ”Prof. Dr. Türkan Saylan Parkı” olacağını hayal edemezdik” dedi.
Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal da Türkan Saylan’ın Atatürkçü olduğunu, hayatını eğitime, hizmete adadığını ve Beşiktaş sakini olarak onun tecrübelerinden yararlandıklarını anlattı.
Ünal, ”Son aylarında hastaneye ziyarete gittiğimiz zaman, ‘Hocam biz bir şey yapmak istiyoruz’ dedim. ‘Bize izin verir misiniz’ dediğimizde ‘İsmimi caddelere, sokaklara verme’ demişti. Ben de ‘Sokaklara vermeyeceğim’ dedim. Biz de onun adını bu parka verdik” diye konuştu.
Törene, tiyatro ve sinema sanatçısı Altan Erkekli’nin yanı sıra, öğrenciler, ÇYDD yöneticileri ile Saylan’ın çok sayıda seveni katıldı.
Törene katılanlar, Beşiktaş Belediye Başkanı Ünal ve Tiyatro sanatçısı Erkekli ile Türkan Saylan’ın küçük öğrencilerle birlikte temsil edildiği heykeli önünde fotoğraf çektirdi.
Fotoğraf: Serkan Yıldız
Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesinin ardından adaylığını açıklayan CHP İstanbul Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun benzetildiği Hindistan’ın efsane lideri Mohandas Karamçand Gandi, İngilizler’e karşı yürüttüğü “sivil itiatsizlik” ile ön plana çıktı.
2 Ekim 1869-30 Ocak 1948 tarihleri arasında yaşayan Gandi, Hindistan ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi ve ruhani lideriydi. Satyagraha felsefesinin öncüsü olan Gandi, bu felsefe ile Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştu. Gandi, Hindistan’da resmi olarak Ulus’un Babası ilan edilerek, doğum günü olan 2 Ekim Gandhi Jayanti adıyla ulusal tatil olarak kutlanmakta ayrıca, 15 Haziran 2007’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oybirliği ile 2 Ekim gününü “Dünya Şiddete Hayır Günü” olarak ilan edildi.
İlk olarak Güney Afrika’da Hint topluluğunun vatandaşlık hakları için barışçı başkaldırı uygulayan Gandi, Afrika’dan Hindistan’a döndükten sonra yoksul çiftçi ve emekçileri baskıcı vergilendirme politikasına ve yaygın ayrımcılığa karşı protesto etmeleri için örgütledi. Hindistan Ulusal Kongresi’nin liderliğini üstlenerek ülke çapında yoksulluğun azaltılması, kadınların serbestisi, farklı din ve etnik gruplar arasında kardeşlik, kast ve dokunulmazlık ayrımcılığına son, ülkenin ekonomik yeterliliğine kavuşması ve en önemlisi olan Swaraj yani Hindistan’ın yabancı hakimiyetinden kurtulması konularında ülke çapında kampanyalar yürüttü. Gandi, Hindistan’da alınan Britanya tuz vergisine karşı 1930’da yaptığı 400 kilometrelik Gandi Tuz Yürüyüşü ile ülkesinin Britanya’ya karşı başkaldırmasına öncülük etti. 1942’de Britanyalılara açık çağrıda bulunarak Hindistan’ı terk etmelerini istedi. Hem Güney Afrika hem de Hindistan’da birçok kere hapsedildi.
Tuz yürüyüşü
Tuz yürüyüşün amacı, 1762 yılında Doğu Hindistan Kumpanyası’nın mirası olan ve yılda 25 milyon pound’luk vergiye kaynaklık eden Tuz Yasası’nı (Britanya’nın tuz tekelini) ihlal etmek için denizden tuz çıkarmaktı. Gandhi, Mart 1930’da yürüyüşe başlamadan önce Britanya Genel Valisi Lord Irwin’e bir mektup yazmış ve yasanın kaldırılmasını, aksi takdirde şiddet içermeyen bir direniş yapacağını bildirmişti. Ardından da halka “kendinizi yeterince güçlü hissediyorsanız hükümetin işlerini terk edip, bu yürüyüşe katılın” çağrısını yapmıştı.
Gujarat Eyaleti’nin başkenti Ahmedabad yakınlarındaki Sabarmati Aşram’dan başlayan yürüyüşe yolda binlerce kişi katıldı. Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi köyüne kadar 388 kilometrelik mesafeyi çıplak ayakla 24 günde kat eden 61 yaşındaki Gandhi, 6 Nisan sabahı İngiliz polislerinin şaşkın bakışları arasında denize yürüdü ve çamura karışmış bir topak tuzu avuçlarına alarak tatlı suda yıkayarak ufaladı. Böylece bir Hindu’nun tuz çıkaramayacağına dair Tuz Yasası’nı ihlal etti. Ardından Gandhi’nin çağrısına uyan binlerce köylü deniz kıyılarına akın ederek tuz çıkarmaya başladılar. Gandhi ve 60 bin eylemci hapse atıldı ancak yasa da işlemez hale getirildi.
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun.
“1919 yılı mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, genel savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir “Ateşkes Anlaşması” imzalanmış. Büyük savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilaf devletleri, Ateşkes Anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana iline Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve memurları ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor. Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çalışıyorlar. Bu açıklamadan sonra genel durumu, daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca, hep birlikte gözden geçirelim: Düşman devletler Osmanlı Devleti’ne ve ülkesine maddesel ve tinsel bakımdan saldırmışlar; yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan kişi, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümeti de aynı durumda. Farkında olmadığ halde başsız kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde, olup bitecekleri bekliyor.
Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve olaylardan etkilenebilme güçlerine göre kurtuluş çaresi saydıkları yollara başvuruyorlar… Ordu, adı var kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, genel savaşın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında kafaları, çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta… Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, padişah ve halifenin hayınlığından haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil… Bu inançla bağdaşmaz görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hayın, istenmez olur. Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı. Bu anlayışta olan yalnız halk değildi; özellikle, seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyordu. Öyleyse, kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin, İtilaf devletlerine karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti; sonra da, padişah ve halifeye canla başla bağlı kalmak temel koşul olacaktı.
Şimdi baylar, izin verirseniz size bir soru sorayım: Bu durum ve koşullar karşısında kurtuluş için, nasıl bir karar düşünülebilirdi? Açıkladığım bilgilere ve gözlem sonuçlarına göre üç türlü karar ortaya atılmıştı: Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek; ikincisi, Amerika’nın güdümünü istemek. Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir. Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarıyla ilgilidir. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Bu üç türlü kararın gerekçesi, yapmış olduğum açıklamalar arasında vardır. Baylar, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi kavramı kalmamış birtakım anlamsız sözlerdi. Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu? O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi? Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kayıtsız, koşulsuz, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak. İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa, Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir. Öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm! İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık. Peki efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu çıkmayacak mıydı? Şu ayrımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve elbette, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusla karşılaştırılınca, dost ve düşman gözündeki yeri çok başka olur. Sonra, Osmanlı soyunu ve devletini sürdürmeye çalışmak, elbette Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü yapmaktı. Çünkü ulus, her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını sağlasa da, padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlık güvenli sayılamazdı. Artık yurtla, ulusla hiçbir vicdan ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulus bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilirdi?”
“…Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum.Gençler!Cesaretimizi arttıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfanla, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.Ey yükselen yeni nesil!.. Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yüceltecek, yaşatacak olan sizsiniz…”
“… Bu konuşmamla, milli hayatı sona ermiş sanılan büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını; ve bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı, milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.Bugün ulaşmış olduğumuz sonuç, yüzyıllardan beri çekilen milli felaketlerden alınan derslerin ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.Bu sonucu, Türk Gençliğine emanet ediyorum…”
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
İnsanlık tarihinde üç büyük devrimci dönüşümden söz edilmektedir. İlki aristokrasiye karşı kazanılan Fransız Devrimi, ikincisi feodalizme ve oligarşiye karşı kazanılan Sovyet Devrimi ve üçüncüsü emperyalizme karşı kazanılmış Türk Devrimidir.
Ali Ulusoy
Baskıya, sömürüye, dogmatizme, eşitsizliğe, Emperyalist işgallere karşı verilen mücadeleler sonucunda meydana gelen devrimler, insanlığın daha özgür ve eşit bir dünyada yaşama isteğinin haklı ve meşru talebiydi. Bizim kurtuluş serüvenimiz hem işgallere karşı bir bağımsızlık ve özgürlük hareketi hem de yeni, çağdaş bir ulus olma amacına dönük çoklu bir karakter taşımaktadır.
Gazi Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında yeni bir dünyaya ilk adımı atmaktaydı. Bu yeni dünyaya ulaşmak her şeyden önce işgale son vermek, bağımsızlığı kazanmak sonrada çağdaş insanlık ailesinin bir parçası olmak için Cumhuriyet idaresini kurmak, demokratik, laik ve hukuka dayalı bir düzene geçişi sağlamakla mümkün olabilirdi.
Mustafa Kemal bütün bu sürecin yol haritasını zihninde oluşturmuş, insanlığın ve ulusumuzun bu büyük yolculuğuna öyle çıkmıştı. Ulusumuzun bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin dünya tarihinde bir eşi bulunmamaktadır. Bu mücadeleyi eşsiz kılan, onun demokratik ve özgürlükçü karakteridir.
Kurtuluş Savaşı öncesinde kongrelerin toplanması ve sonrasında meclisin oluşturularak mücadelenin kolektif, toplumsal, dayanışmacı bir temelde örgütlenmesi örneği olmayan bir kurtuluş serüvenine işaret etmektedir.
Mustafa Kemal’in “Milletin istiklal ve istikbalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözü aslında mücadelenin ruhuna ve metodolojisine ilişkin sağlam ve tutarlı bir siyasetin temel felsefesini ortaya koymaktadır. Mustafa Kemal’in en büyük başarısı milletin azim ve kararlılığını ortaya çıkarmak, onu örgütlemek ve kurtuluş için seferber etmektir. Kendi milletine verdiği inanç bağımsızlığın ve Cumhuriyetin en temel dayanağı ve gücü olmuştur. Sanıldığı gibi bizim en büyük savaşımız düşmana karşı değildir.
Bizim en büyük savaşımız kendimize, yüzyılların verdiği yılgınlığa, açlığa, yokluğa, yoksunluğa ve kimsesizliğe karşı olmuştur. Mustafa Kemal’in büyüklüğü ve eşsiz bir lider oluşu onun kendisini bir yok oluşa terk eden halkı ayağa kaldırması, kimlik ve kişilik kazandırmasıdır.
Bu devrimci atılımın, değişimin ve dönüşümün mimarı olan Mustafa Kemal, yaşamı boyunca halkının iyiliğini ve geleceğini düşünmüş ve bu uğurda büyük bir çaba ortaya koymuştur. 19 Mayısın 91. yılında dünya bildiğimiz dünya. Bu dünyada var olmak, bağımsız ve özgür yaşamak, kendi kendine yetebilmekle orantılı bir durum. Dünya kapitalizminin emperyalist karakteri, 1919’da ve 2010’da da aynı içeriğe ve yönteme sahip. Başka ulusların, halkların ve toplumların sömürüsü üzerine kurulu bu düzen, ülkelerin işgal edilmesi dahil her türlü ekonomik, askeri, siyasal, sosyal ve kültürel aracı kullanarak bir bağımlılaşma yaratmaktadır.
Bugün dünya üzerinde özellikle ülke içi çatışmalar klasik “böl-parçala-yönet” politikası, emperyalist siyasetin vazgeçmediği bir yöntem olarak ülkemizde de uygulanmaktadır. Etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklar emperyalist siyasetler ve devletler tarafından kışkırtılmakta; birlikte yaşama istenci kırılmaya çalışılmaktadır. 19 Mayıs 1919 öncesinde ve sonrasındaki isyan ve ayaklanmalara bakıldığında Anadolu coğrafyasında yüzlerce yıldır bir arada yaşamış halklar birbirlerine karşı kışkırtılmış ve çok büyük acılar yaşanmıştı. Bu gün aynı acıların ve gerilimlerin tekrar yaşanmaması için kardeşlik, barış, dostluk ve dayanışma duygusunu öne çıkarmak, inadına demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri savunmak karanlık güçlerin oyununu bozmanın en önemli anahtarıdır.
Vazgeçilmez bir rehber
Mustafa Kemal’in başlattığı kurtuluş mücadelesi en nihayetinde bir ulus yaratmak ve yurttaşlık bağını esas almak kurgusu üzerine inşa edilmiştir. Bu kurgu bugün hala geçerliliğini koruyan, bir arada yaşamamıza imkân sağlayan devrimci ve ileri bir nitelik taşımaktadır. Cumhuriyet, demokrasi ve yurttaşlık olguları bugün hala aşılamamış, yeni türevleri üretilememiş kategorilerdir.
Bu noktada 19 Mayıs ve bunun sonucunda ortaya çıkan bağımsız ve özgür bir ülke tablosu bu topraklarda yaşayan bütün toplumsal kesimler için vazgeçilmez bir rehberdir. Mustafa Kemal, kurtuluş mücadelesi örgütlerken hiçbir etnik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal ve cinsel ayrım gözetmemiş ve herkesi aynı amaç etrafında birleştirmişse; bugün de birlikte yaşamak konusunda hiçbir ayrım söz konusu olamaz.
Herkes bu ülkede eşit derecede yaşama imkânına sahip olduğunun bilincinde ve kararlılığında olursa ülkemizdeki dostluk ve kardeşlik daha da pekişecek ve ülkede farklı bir iklim yaşanmaya başlayacaktır. 1919; bizlerin birlikte, eşit ve özgür biçimde yaşamamıza imkan sağlayan kurtuluş serüveninin başlangıç tarihidir.
Bu tarihi sürekli akılda tutmak, onun anlam ve öneminin farkında olmak bizlerin ulus olarak büyük acılar yaşamamıza engel olacaktır. Mustafa Kemal’i ve 1919 Mayısla başlayan ve bugünlere kadar süren, bundan sonra da sürecek olan bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine adanmış bütün hayatlara sevgi ve şükranlarımı sunuyorum.
> *Mevlana demiş ki:*
>
> Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
> Işığı gördüm, korktum.
> Ağladım.
>
> Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
> Karanlığı gördüm, korktum.
> Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ..
> Ağladım.
>
> Yaşamayı öğrendim.
> Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
> aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
> öğrendim.
>
> Zamanı öğrendim.
> Yarıştım onunla…
> Zamanla yarışılmayacağını,
> zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…
>
> İnsanı öğrendim.
> Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
> Sonra da her insanin içinde
> iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
>
> Sevmeyi öğrendim.
> Sonra güvenmeyi…
> Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin
> güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
> öğrendim.
>
> İnsan tenini öğrendim.
> Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu.. .
> Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
>
> Evreni öğrendim.
> Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
> Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
> Gerektiğini öğrendim.
>
> Ekmeği öğrendim.
> Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
> Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
> önemli olduğunu öğrendim.
>
> Okumayı öğrendim.
> Kendime yazıyı öğrettim sonra…
> Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…
>
> Gitmeyi öğrendim.
> Sonra dayanamayıp dönmeyi…
> Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…
>
> Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta…
> Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği ! fikrine vardım.
> Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
>
> Düşünmeyi öğrendim.
> Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
> Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
> olduğunu öğrendim.
>
> Namusun önemini öğrendim evde…
> Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
> gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
> sürmemek olduğunu öğrendim.
>
> Gerçeği öğrendim bir gün…
> Ve gerçeğin acı olduğunu…
> Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
> “lezzet” kattığını öğrendim.
>
> Her canlının ölümü tadacağını,
> ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
>
> Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
> Olur ya …
> Kalp durur …
> Akıl unutur …
> Ben dostlarımı ruhumla severim.
> O ne durur, ne de unutur …
İlk soru: İnsanın yaşamının anlamlı olması niçin önemli?
Çünkü anlam insanın en temel gereksinmesi. Victor Frankel Avusturyalı bir Yahudi psikiyatrist ve temerküz kamplarında eşini ve çocuklarını kaybediyor. Kendisi kamplarda en kötü şartlar altında sefil, aç, pislik içinde sürünüyor; bedensel ve psikolojik işkence her gün var. Anılarını ve düşüncelerini “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitapta topladı. Bedenen kuvvetli olan değil, manen kuvvetli olanların hastalıklara dayanabildiğini gözlüyor o kamplarda.
Çocuk büyütmek ne kadar meşakkatli bir iştir. Yaşamın en zor, en sorumluluk isteyen, en yorucu işidir. Ama çocuğu olmayan çok insan nice zahmetlere girerek o meşakkatli işe soyunur, ana baba olmaya çalışır. Niçin? Çünkü anne ve baba olmanın bir anlamı vardır.
Bir arkadaşım, “Annem değişik hastalıklarla mücadele edip duruyordu, sanki ölmeyi bekliyordu, mutsuzdu. Ben çocuk doğurunca torununa bakmaya başladı, o hasta kadın gençleşti, dinçleşti, turp gibi oldu, hiçbir şeyi kalmadı; şimdi çok mutlu,” dedi.
Yaşamını anlamlı bulanlar mutlu oluyor ve mutlu insanlar ortalama olarak daha sağlıklı ve uzun ömürlü oluyorlar. Bu araştırmalarda ortaya çıkmış bir olgu.
İkinci soru: İnsan anlam verme sistemini nasıl inşa eder?
Doğuştan altı saat sonra anlam verme sisteminin inşası başlıyor. İlk duygusal bellek hipokampusta yer alıyor. Çocuk, “Güvende miyim?” “Seviliyor muyum?” sorularına yanıt arıyor. Ve yanıtları buluyor. Bulduğu yanıtlara göre anlam verme sistemini inşa ediyor. Anlam verme sistemi aşağıdaki yetişme ortamlarının birinde gelişir:
1- Umursamaz ortam: Bu ortam çocuğun ve çocuğun gereksinmelerinin farkında bile değildir. Çocuk bir ot gibi tesadüflere bağlı olarak ya ayakta kalır ya da ezilir, çiğnenir. Kafası karışık, etrafta gördüğü en baskın kişilerin anlam verme sistemini taklit ederek büyür.
2- Kalıplayan korku kültürü ortamı: Çocuğu yetiştirenler çocuğa sürekli şu mesajı verirler: “Her şeyin doğrusunu ben bilirim: “Sen kimsin?” “Neye, niçin, nasıl inanmalısın?” “Amaçların ne olmalı, neyi niçin isteyeceksin ve nasıl elde edeceksin? Kısacası, “Nasıl ve niçin yaşayacaksın?” sorularının cevabını sen aramayacaksın, ben sana öğreteceğim. Benden farklı düşünmeyeceksin, sana öğrettiklerimi sorgulamayacaksın. İnanman ve itaat etmen gerekir. Bizim gibi olursan seni severiz ve ödüllendiririz, bizim gibi olmazsan seni sevmeyiz ve şiddetle cezalandırırız. Yalnız ve çaresiz kalırsın.
3- Geliştiren saygı kültürü ortamı: Çocuğu yetiştirenler çocuğa sürekli şu mesajı verirler: Sen muhteşem bir potansiyelsin gözlem yaparak, soru sorarak, deneyerek yaşamı öğrenebilecek ve kendi anlam verme sistemini geliştirebilecek gücün var. Bu gücün var olduğuna inanıyorum; sen de kendine inan. Ben sana sürekli yardımcı olacağım, koçluk yapacağım, soruların olunca birlikte cevaplarını araştıracağız, ama anlam verme sistemini sen inşa edeceksin. Senin için en iyisini ancak sen kendin inşa edebilirsin.
Üçüncü ortamda yetişenler birey olma olanağı ve özgürlüğüne sahip olurlar. Bu üç ortamdan en zararlısı umursamaz ortamdır.
Üçüncü soru: Anlam verme sistemlerinin türleri var mı?
Evet, var. Birçok yönlerden anlam verme sistemleri farklılaşabilir, ama ilişkiler yönünden üç farklı anlam verme sistemi tanımlayacağım.
a- Sen bilinci: Ben bilmem sen bilirsin, ben yokum sen varsın anlayışı. Mazlum kişi.
b- Ben bilinci: Ben bilirim sen bilmezsin; ben varım sen yoksun anlayışı. Zalim kişi.
c- Biz bilinci: Hem ben hem sen biliriz; hem ben hem sen, biz varız. Saygılı kişi.
Yaşamın anlamının oluşması konusunda ayrıntılı irdeleme Korku Kültürü kitabımda mevcut.