Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Sözü bize, hepimize…

İnsan, ömrüne neler sığdırabilir? Bu elbette kendisine bağlı. Dile kolay tam 80 yıldan söz ediyoruz. Karşımızdaki isim Erdal Atabek. Hayatını insanı anlamaya, insanı insana anlatmaya adamış bir emekçi. Hepsinden önemlisi sorumluluğunun bilincinde bir aydın. Dolayısıyla sözünü esirgemiyor; sevgi diyor, insan, emek ve çalışma diyor. İnsanın kirletilmesine, hayatın zedelenmesine; kişinin kendisine, insana, doğaya ile dünyaya yabancılaşması ve yabancılaştırılmasına karşı çıkıyor. ‘Güzel yaşayın’ çağrısında bulunarak herkese, hepimize sesleniyor.

Ali Bulunmaz

Kitap / Cumhuriyet‘Çağın tanıklığıyla sanıklığı iç içedir artık. Sanık olmayı göze almadan tanık olmak olanaksızlaşmıştır.’

‘İnsan olmanın sonu yok. İnsan olmanın sonu olmaması ne güzel. Yazarak insan olmak, okuyarak, dinleyerek, çalışarak ve insanla insan olmak, ne güzel.’

‘Özgürlük bu parmaklıkların dışında mı? Hayır, bin kere hayır. Özgürlük kafalarda, yüreklerde. Nerede olursan ol. Aklın özgürse, yüreğin özgürse, özgürsün. Aklın özgür değilse, yüreğin özgür değilse, tutsaksın. Hepsi bu.’

Erdal Atabek
Felsefeyle az biraz haşır neşir olanların zihninde kalmış olmalı: Sokrates’in en önemli buyruğu ‘kendini bil’dir. ‘Kendini bilmek’, bir yerde ‘haddini bilmek’ demek. Aynı zamanda ne bildiğini, beri yandan da (belki de asıl olarak) ne bilmediğini bilmek. Burası önemli. Çünkü ne bilmediğini bilmek insanın kendini tanımaya başlamasının ilk adımı.

Ne bilmediğini bilmek, başka insanların ne bildiğini veya bilmediğini anlamamak demek öte taraftan. Sonuçta, insan bu buyruğu yanına aldığında, hem kendini hem de başkalarını (kendi dışındakileri) anlamak için yola çıkar.

Kendini ve etrafındakileri anlamak ince bir iş. Gülten Akın, zamanında ne demişti: ‘Ah kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya…’ İnsanı anlamak da aynı incelikte. Peki, ya anlatmak? O da zaman ve emek isteyen bir şey. İnsanı anlamak zor, ama insanı insana anlatmak belki daha zor. Bu zorlu yola giren kaç kişi var çevremizde? Şöyle bir bakın, bir tanesi yıllardır size sizi; daha doğrusu bize bizi hatta bize kendimizi anlatmaya çabalıyor. Kimden mi bahsediyoruz? Erdal Atabek’ten. Yaşamöyküsüne bakmak, eserlerine ve yazılarına göz atmak bile çabalarının anlamını ortaya koyuyor.

Atabek, 1930’da Adapazarı’nda doğar. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdiğinde yıl 1948’dir. Birincilikle bitirilen lisenin ardından İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girer. Ardından tıp doktoru olarak göreve başlar. 1965’te ilk yazısı Milliyet’te yayımlanır. Atabek o yıldan bu yana pek çok görev de üstlenir: Türk Tabipleri Birliği başkanlığı, Sosyal Güvenlik Bakanlığı müsteşarlığı, Müjdat Gezen Sanat Merkezi iletişim danışmanlığı, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sosyal Psikoloji öğretim görevliliği… Tüm bu görevlerinin yanında politik duruşunun ‘ödülünü’ 12 Eylül’de Barış Derneği davası nedeniyle yargılanarak alır ve sonra diğer tüm sanıklarla beraber beraat eder.

1966’da düzenli olarak yazmaya başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını ‘2000’li Yıllarda’ isimli köşesinde sürdürüyor Atabek. Siyasal ve toplumsal konularla birlikte eğitim, gençlik ve kişisel gelişim gibi temalarla bireylere yol göstermeyi amaçlıyor. Değişen toplumsal yapı ve değerler içinde aile, ergen ve genç etkileşimleri alanlarına yoğunlaşan Atabek, yazı, kitap ve konuşmalarıyla değişen birey ile toplumu anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.

Sevgiden ve insandan yana olmak

Dedik ya anlatmak, hele insanı insana anlatmak daha zor diye; söyleyecek sözü bulunan insan olmanın da güçlükleri var. Bu, aynı zamanda bir şeylerden kaygı duymak veya rahatsız olmak demek. Elbette birilerini rahatsız etmek de…

Aslında söyleyecek sözü olmak, biraz da aydın olmanın sorumluluğunu sırtlanmak anlamına geliyor. Sesini kısmaya çalışanlara inat, konuşmak; mücadele etmek, doğru bildiğini söylemekten vazgeçmeyip insanı bağımsız birey (özne) haline getirecek yola iteklemek… Atabek’in yazı ve kitaplarını okuyup konuşmalarını dinleyenler bunlarla ne denmek istediğini hemen kavrayıverir.

Atabek’in Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık adlı kitabındaki ‘bize öğretilen yanlışlara karşı başkaldırmamız gerekiyor, söylenen yalanlara karşı da; duygularımızı korumak, geliştirmek ve açıklamak için daha çok başkaldırı gerekiyor’ deyişi de aynı aydın sorumluluğunun doğal sonucu. Çünkü Atabek’e göre ‘başkaldırı insana özgü’: ‘Başkaldıran insan, teslim olmayan, düşünen, irdeleyen, kuşku duyan, araştıran, karşı koyan insandır.’ Bunun için de ‘insan olma eğitimi’ zorunlu. Bu eğitim, ‘kişiyi düşündüren, ona güç katan ve kendini öğreten; doğayı, toplumları hayatı, dünyayı öğreten eğitimdir.’

Onun çağrısı, birey olmayı kışkırtmak en arı anlatımla. İnsanı insan, bireyi birey yapan bilinci ortaya koymak; onu harekete geçirmek, değerleri kaybetmemek… Kaygısı bu. Hayatımız ve Değerlerimiz başlıklı çalışmasında o nedenle ‘Değerlerimiz sürekli değişir mi?’, ‘Değer değişimi dünyamızı nasıl değiştirir?’, ‘İnsanlığın kalıcı değerleri yok mudur?’ gibi sorulara yoğunlaşıyor.

Sevgi ve sevmek için zar attığından olacak ‘Sevgiyi biliyor muyuz?’ diye sorup ekliyor: ‘Benim olmadığı zaman da sevmeyi biliyor muyuz? Benden olmadığı, benim gibi olmadığı zaman da sevmeyi?’ Sevgiden yana olmak, enikonu insana omuz vermek demek. Atabek’in ‘yaşamın binbir rengini istiyoruz, insan insana yaşamak istiyoruz’ seslenişi de aynı yoldaşlığın ürünü.

Sevgi ve insana yoldaş olmak Atabek’i, yaşam ve dürüstlüğün sularına çekiyor. Dürüstlüğü ‘gerçekleri kabul etmek’ diye tanımlayan Atabek’in buna düştüğü bir de dipnot var: ‘Dürüst olmak en başta cesur olmayı gerektirir.’ Bedeli ağır bu erdemi hayatın merkezine koymak günümüzde ne kadar olası? İnsan önce kendine karşı dürüst olmaktan vazgeçerse sonrasında neler yaşanır? Özsaygı yitimiyle başlayan süreç, yaşamın ayağının kayışına kadar varır.

Bunun çözümünü de sunar Atabek. Parçaları birleştirdiğinizde; yazılanları arka arkaya koyduğunuzda çözüm beliriverir: İnsan yetiştirmek… Dürüstlük Sevgili Çocuğum kitabında insan yetiştirmenin ne menem bir şey olduğunu ince ince anlatır: Yetiştirilecek insan ‘kendisinin, çevresinde olup bitenlerin farkında, kendisinde bu yaşananların sorumluluğunu duyan, yaşama kendi gücünü katabilen insan’dır.

Onun için insan yetiştirme sanatının yegâne amacı, kendini yöneten ve yönlendiren insana ulaşmak. Bu insan, Kendi Yurdunda Sürgünsün kitabına ismini veren yazıda betimlediği ‘para düzeninin sürgünü’ olmayan; hepsinden öte insana insan olduğu için değer veren; onu insan olduğu için seven kişidir.

Buradan bakınca Erdal Atabek’in gençlere neden ayrı bir parantez açtığını anlamak zor değil. Kuşatılmış gençliğe neden yaşama cesareti aşılamaya gayret ettiğini kavramak da kolaylaşır. ‘Daha çok gençsin’ sözü kulaklarda çınlarken, birden daima genç kalamadığını gören insana seslenmiş olur.

Kirlenmeyelim

Başta gençlere ve sonra ulaşabildiği herkese ‘kirlenmeyin’ çağrısı gönderiyor. Sözü, ‘insana duyarsızlaşıp’ kirlenenlere getirip ‘böyle olmayın’ diyor ve gerçeği gösteriveriyor: ‘Evet insan kirleniyor; duyguları, düşünceleri, umutları ve sevinçleri kirleniyor (…) Yaşama sevincimiz çıkarcılıkla kirleniyor; dünya herkesin kendi çıkarının peşinde koştuğu bir yaşama kavgasıyla kirletiliyor (…) Düşüncelerimiz şartlandırma ve baskılarla kirletiliyor; yaşama kavgasına düşürülmüş insan, günlük sorunlardan kurtulup da geniş ufuklara bakamıyor (…) Duygularımız önyargı, baskı ve korkularla kirletiliyor; günümüz insanı ‘duygusal davranmakla’ aşağılanıyor, duygularımızla davranmamamız gerektiği sürekli yineleniyor, duygularımıza yabancılaşıyoruz, bu duyarsızlığın adına da ‘gerçekçi olmak’ deniyor (…) Umutlarımız umutsuzlukla kirletiliyor; umut, boş beklentilerle karıştırılıyor, insanın yazgısını değiştirme gücü azaltılıyor, dünyayı değiştirme azmi kırılıyor (…) Mutluluk, yasak, tabu ve suçlulukla kirletiliyor; mutsuzluk kutsanıyor, insanlara başkalarının mutlu olmasından rahatsız olması gerektiği öğretiliyor (…) İnsan kirletiliyor, çevre kirliliği asıl burada…’

Atabek insan olmanın suçlanışını da tehlikeli buluyor. İnsan gibi yaşamanın ‘büyük bir suç’ gibi algılanışını eşelerken, bir anlamda yine düzen eleştirisine yöneliyor: ‘Ben insanım, insan gibi yaşamak istiyorum. Bu sadelikte bir amaç suçlanabilir mi? Evet suçlanabilir, belki de en bağışlanamaz suç budur. İçinde yaşadığımız düzen bu suçu şöyle tanımlar: Sen insansan ve insan gibi yaşamak istiyorsan, toplumun kurallarına boyun eğeceksin. Seni yaşatan emeğinse, çalışacaksın. Çok çalışacaksın, hep çalışacaksın ve sana verilene şükredeceksin. Daha iyi yaşamak istiyorsan, daha çok çalışacaksın (…) Sıkıntı mı çekiyorsun, kabahatli sensin (…) Aklını kullanamadın (…) İnsanım diyorsun ama insan gibi yaşamayı beceremedin, kabahatli sensin.’

Dile getirdiği bir tehlike daha var. Cehaletin sakıncası ya da ‘Tehlikeli Cehalet’: ‘Düşünmeye alışmamış beyinler oyalanıp gitmektedir, düşünen beyinlerin de bu durumu önlemeye gücü yetmemektedir. Tehlikeli cehalet, farkına varmadan bu tuzağın içine düşüp eğlenmektir. Bunu bilip de bilmezden gelen, görüp de çıkar sağlayanlar sonra da ‘işte özgürlük budur’ diyenlerse toplumun asıl belalarıdır. Bilmemiz gereken budur. Görmemiz, anlamamız gereken budur; mücadelemiz de bu olmalıdır.’

İnsanın hiçbir şeyi yoksa söyleyecek sözü olmalı. Sayfa dolsun, ağız laf yapsın diye değil, lakırdı olsun diye de. Bilgiden damıtılmış fikir burada bahsi geçen. Erdal Atabek yıllardır yazıyor, konuşuyor; bilgi ve fikirlerini paylaşıyor, uymuyor, uyarıyor; karşısındakinde bir görü yaratmak adına çabalıyor. Kısacası birden fazla söyleyecek sözü var. Zaten yıllar önce Sözüm Sanadır diyen de o değil miydi:

‘Gün gelir her şey değişir; gün gelir hapisteki insan çıkar, dışarıdaki hayata karışır (…) Gün gelir suç sayılan erdem, erdem sayılan suç olur. Gün gelir içerideki dışarıda, dışarıdaki içeride olur (…) İnsanlıktan sorumluluk duyduğu, ülkesini düşündüğü için suçlanan insanı gördüm (…) Onları suçlayanların kime hizmet ettiğini gördüm (…) Düşünmen gerekiyor, yalnız kendini değil bütün insanlığı (…) Yalnız bildiğini değil, bütün bilinenleri, seçim senin, karar senin; sen ki insansın, sözüm sanadır.’

Bize düşen, kendimizi bilerek; ne bildiğimizi ve ne bilmediğimizi tartarak Erdal Atabek’in söylediklerini anlamaya çalışmak. Bir de 80. yaşını kutlamak…

Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Hikmet Çetinkaya’nın, gazetenin İmtiyaz Sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile yaptığı son görüşmesi bugünkü Cumhuriyet’te…

Hikmet Çetinkaya

Cumhuriyetİlhan Selçukla demokrasiyi, siyasi partileri, askeri ve sivil vesayeti, Cumhuriyetin yayın çizgisini konuştuk bu hafta…

Sanayileşmemiş bir İslam ülkesinde, Bilimsel Devrimin ürettiği Aydınlanma felsefesine, iktidar-asker ve medya ilişkisine de değindik…

İlhan Ağabey’e sordum:

Cumhuriyetin hem imtiyaz sahibi hem de başyazarı olarak, askeri darbelere ve baskıcı otoriter tek partili rejimlere nasıl bakıyorsunuz?

İlhan Ağabey koltuğunda oturuyordu ve kucağından günlük gazeteler vardı…

İlhan Selçuk:

Artık askeri darbeler dönemi kapandı. Ben bunu yazılarımda da belirtmiştim. Türkiye darbe olacak mı, olmayacak mı tartışmalarını yapmamalı. O dönem kapandı.

Türkiyenin demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirmesi gerekir. AKP, demokratik açılım dedi ama bugüne değin yaptığı bir şey yok. Önce şu Seçim ve Partiler Yasası değiştirilsin.

İlhan Ağabey ardından ekledi:

Temel hak ve özgürlüklerin olmadığı, basının teksesli hale getirilmek istendiği bir ülkede demokrasiden ve özgürlüklerden söz edilemez.

Biz Cumhuriyet gazetesi olarak ne askeri vesayeti ne de sivil vesayeti sahipleniriz. Askeri vesayeti ortadan kaldıralım derken, bir bakarsınız sivil baskıcı bir rejimin vesayeti altına girmişiz. O zaman ne yapacağız? Biz demokrasiden ve özgürlüklerden yana tarafız. Cumhuriyet Vakfı senedinde her şey yazılı. Cumhuriyetin anayasası bu. Laik demokratik Cumhuriyet, üniter devlet yaşayacak.

Cumhuriyet öyle kolay kurulmadı. Aydınlanma Devriminin ışığında yürüyeceğiz. Demokrasimiz ancak öyle gelişebilir.

***

Bu haftaki sohbetimiz çok uzun sürdü. Karşılıklı şakalaştık. Yaşamdan söz ettik, eski anılarımızı anımsadık…

İlhan Ağabey’e sordum:

Erken seçim olursa nasıl bir politika izleyeceğiz?

Selçuk:

Biz tüm partilere eşit uzaklıkta duracağız. AKPli bakanlarla da görüşeceğiz, Başbakan Erdoğanla da, Cumhurbaşkanı Gülle de. CHP lideri Baykalla da ve MHP lideri Bahçeliyle de.. BDPlilerle de…

Biz ne bir siyasi partiyiz, ne de demokratik kitle örgütüyüz. Haberde yayın çizgimiz belli. Temel hak ve özgürlükleri savunuyoruz. AKPye karşı muhalif çizgimizi koruyacağız. Irk ayrımcılığına karşıyız. Daha demokratik ve daha özgür bir Türkiyeden yanayız.

Yunus Nadinin 1924 yılında yayımladığı yazısında değindiği gibi, Cumhuriyet ne hükümet gazetesidir ne de parti gazetesidir. Cumhuriyet yalnız Cumhuriyetin, bilimsel ve yaygın anlatımıyla demokrasinin savunucusudur. Cumhuriyet ve demokrasi fikir ve esaslarını yıkmaya çalışan her kuvvete karşı mücadele edecektir.

İlhan Ağabey, “Bizim yaşamımız demokrasi ve çağdaşma yoludur” dedikten sonra önemli bir noktanın da altını çizdi:

Ülkemizde her anlamıyla gerçek bir demokrasi kurulması için, Cumhuriyet gazetesi tüm varlığıyla

çalışacaktır. Atatürk devrim ve ilkelerinin açtığıaydınlanma’ yolunda, aklın bağnazlıktan, bilimin dinden bağımsızlaşması, laiklik ilkesinin toplumca benimsenmesi için çaba gösterecektir.

İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Bildirgesini, demokrasinin evrensel anayasası olarak benimseyen Cumhuriyet, amaçlarına ancak Atatürkün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığı ve bütünlüğü kapsamında ulaşılacağını temel ilke sayar.

Ayrıca şunu belirteyim: Atatürkçülük ve ulusalcılık adı altında şoven milliyetçilik yapılıyor. Bu yanlış; Atatürkün milliyetçiliği şovenizm değil, kültür milliyetçiliğidir. Bir de sandıkla gelen sandıklagider. Türkiyenin geleceği asker-sivil baskıcı rejimlerde değil, demokrasidedir. Bugün yaşadığımız sorunlara sınıfsal temelde bakmak zorundayız.

***

İlhan Ağabey, Türkiye’de ve dünyadaki tüm olayları yakından izliyor…

Gazeteleri ve dergileri okuyor, köşe yazılarını hiç kaçırmıyor…

Bu arada bir espri patlatıyor:

Yılbaşında televizyonları seyredince Türkiyeye irtica-mirtica gelmez dedim, ortalık ayağa kalktı… Bak Hikmet, kimse asker darbe yapacak diye siyaset yapmasın. Artık Türkiyede askeri darbeler dönemi kapanmıştır.

Ben Türkiyenin zaman yitirmeden demokratikleşmesini istiyorum. Demokrasi ve özgürlükleri kim genişletirse ona gönülden destek veririm.

Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasından, ülkemize barış ve huzur gelmesinden, akan kanın durmasından yanayım.

Türkiye kendisiyle yüzleşmeli. Başta söylediğim gibi, askerin de sivil rejimin de vesayetine giremem, giremeyiz Cumhuriyet olarak.

***

Sohbetimiz uzadıkça uzuyor… İlhan Ağabey her geçen gün iyileşiyor…

Gözleri pırıl pırıl ve aydınlık…

Kız kardeşi Ülfet Ertel kahve sunuyor… Onun da gözlerinde bir mutluluk çiçeğinin açtığını görüyorum…

İlhan Selçuk daha sonra şöyle diyor:

TEKEL işçilerinin haklı direnişlerini alkışlıyorum. Onlara selam gönderiyorum. Örgütlü bir toplum olmalıyız.

Demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur bu. Temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gerekir. Gazeteciler, yazarlar, bilim insanları düşüncelerinden ötürü hapis yatmamalı.

İdeolojileri ne olursa olsun, onlar özgürce yazmalı ve konuşmalı. Bak, az daha unutuyordum, Tayyar Eraslan’a selam söyle, kendine iyi baksın!”

Dışarıya çıkıyorum…

Otomobile binip gazeteye dönerken Fazıl Hüsnü Dağlarcanın bir şiiri geliyor aklıma:

Milyarları saysın çelik dev ne çıkar

Yaşamam tek

Kocaman bir gözüm, kocaman bir ağız

İşte akar düşüncemde gece su

İşte akar yüreğimde su çiçek.

***

Bu hafta İlhan Selçuk’la sohbetimizin bir bölümünü yazdım… Devamı önümüzdeki pazartesi… İlhan Ağabey’in önemli mesajları var…

Alev Coşkun

Atatürk, Cumhuriyet yönetim sisteminden geniş anlamda demokrasiyi anlıyordu. Kendi el yazısıyla şöyle yazmıştır: “Binaenaleyh (bundan dolayı) demokrasi prensibinin en asri (çağdaş) ve mantıki tatbikini (uygulamasını) temin eden (sağlayan) hükümet şekli cumhuriyettir.”

Ege Cansen “Cumhuriyet Bir Demokrasi Projesidir” başlığını taşıyan yazısında şöyle diyor: “İlk defa farkına vardım ki, bilinçli olarak tasarlanmamış olsa bile 87 yıl önce kurulan Cumhuriyet aslında muhteşem bir demokrasi projesidir.” (Hürriyet 2 Ocak 2010)

Hemen ertesi gün Başyazar Oktay Ekşi, Cansen’in bu yazısını ele aldı ve: “…1946’dan beri kâh batarak kâh çıkarak yaşatmakta olduğumuz ‘demokrasi projesinin belki de bilinçsizce’ başlatılmış bir sürecin ürünü gibi gösterilmesine karşıyız” dedi ve “Atatürkçü düşünce’nin Türkiye’yi hep “demokrasiye” yönlendiren ilkelere dayandığını belirtti. (3 Ocak 2010)

Bu düşün alışverişini vesile sayarak, Atatürk’ün “Cumhuriyet projesinin”, aslında bilinçli olarak tasarlanmış bir “demokrasi projesi” olduğunun kanıtlarını ortaya koymakta yarar var. Osmanlı Devleti gerileme döneminde, toparlanmak için kimi önlemler almak zorunda kalmıştır. Pozitif bilime dayalı Tıbbiye, Mülkiye, Harbiye gibi kısıtlı da olsa modern okulların açılması, bu gereksinmeden doğmuştur. Ancak Sanayi Devrimi’ni, Rönesans ve Reformu yapan, Aydınlanma devrimini gerçekleştiren Avrupa’yı birkaç tane çağdaş okul açarak yakalamak olanaksızdı. Jön Türkler, hiçbir zaman “yeni bir devlet”, hele bir “Cumhuriyet” kurma düşüncesini taşımadılar, Cumhuriyet kavramının yanından bile geçmediler. Bütün gayret, nasıl olur da Osmanlı Devleti kurtulabilir üzerine yoğunlaşmıştı. Atatürk’ü Jön Türkler’den ayıran niteliği ondaki “Cumhuriyet” düşüncesidir. Ondaki devrim ve Cumhuriyet düşüncesi, daha Harp Okulu ve Harp Akademisi’ndeki öğrencilik dönemlerinde doğdu. Fransızcayı tam öğrenince Atatürk, Montesqieu ve J.J. Rousseau gibi Aydınlanma düşünürlerini kaynaklarından okuyarak Aydınlanma düşüncesinin ve Fransız Devrimi’nin fikri temellerine ulaşmıştı.

 Ali Fuat Cebesoy “Sınıf Arkadaşım Atatürk” adlı eserinde, Atatürk’ün henüz 21 yaşında, 1902 yılında Harp Akademisi’nin birinci sınıfındayken “Cumhuriyet” fikirleri taşıdığını, 1905’te atandığı ilk görev olan Şam’a gitmeden önce arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda “Asıl dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan önce bir Türk devleti çıkarmaktır” dediğini belirtiyor.

(1) Yeni Türk devleti Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi öncesi günlerinde Mustafa Kemal, yanında yer almış olan Kuvayı Milliyeci Bitlis Valisi Mazhar Müfit Kansu’nun not defterine: “Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır” diye yazdırdı.

 (2) Henüz Erzurum Kongresi bile yapılmamış. Henüz Sıvas Kongresi yok, Meclis kurulmamış, vatan toprakları işgal ediliyor. Kimsenin gelecekten umudu yok… İşte böyle bir ortamda Mustafa Kemal, ileride Cumhuriyetin kurulacağını müjdeliyordu. Erzurum ve Sıvas kongreleri ve Amasya Bildirgesi dikkatle incelenirse, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan ilkelerin ilk kez oralarda ortaya atıldığı anlaşılır. Çünkü gerek Amasya Bildirgesi, gerek Erzurum ve Sıvas kongrelerinin temeli, şu cümle ile özetleniyordu. “Kuvayı Milliye’yi amil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.” (Kuvayı Milliye’yi gerçekleştirmek ve milli iradeyi egemen kılmak esastır.) 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Millet Meclisi, bütün yetkileri kendinde toplayan bir “ihtilal ve milli mücadele meclisi” idi. 1921 Anayasası, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Halkın kendi mukadderatını (yazgısını) kendisinin tayin etmek hakkıdır. Kanun yapmak ve icra etmek salahiyetleri milli camiayı (topluluğu) temsil eden TBMM’de toplanıp tecelli etmiştir” der. Anayasa Profesörü Ali Fuat Başgil’in de belirttiği gibi “1921 Anayasası, reisi cumhursuz bir cumhuriyet kurmuştur.” 9 Eylül 1922 zaferinden sonra ilk adım, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılışıdır. Bundan sonraki adım 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanıdır. Böylece, 1919 Temmuz’unda Erzurum’da Mustafa Kemal’in Mazhar Müfit Kansu’ya not ettirdiği en önemli nokta gerçekleşiyordu. Cumhuriyetin ilanından dört ay sonra 3 Mart 1924’te Halifelik ile Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılışı ve Eğitim Birliği yasalarının kabul edilmesi çok büyük devrimlerdi. Bu yasalar, kurulan cumhuriyetin niteliklerini apaçık belirtiyor, din devleti yerine laik ve çağdaş bir cumhuriyetin kuruluşunu ortaya koyuyordu. Atatürk’e göre “milli egemenlik” bir ulusun kendi yazgısına bizzat egemen olmasıdır. Atatürk’ün bağımsızlıktan ve cumhuriyetten de anladığı budur. Milli Egemenlik Cumhuriyetçilik ise “devlet yönetiminde milli egemenliği, milli iradeyi ve özgür seçimi kabul eden ilkedir.” Atatürk Cumhuriyet yönetiminden geniş olarak “demokrasiyi” anlıyordu. Bu konuda şunları söylüyor: “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk; o, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.” Atatürk’ün cumhuriyetle, demokrasiyi düşünüp anladığını gösteren önemli belge Medeni Bilgiler kitabıdır. Bu kitap ilk kez Prof. Afet İnan tarafından “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adıyla 1930 yılında yayımlandı, ortaokul ve liselerde ders kitabı olarak okutulmaya başlandı. Bu kitabın büyük bir bölümünün bizzat Mustafa Kemal tarafından yazıldığı belgelenmiştir. Afet İnan, Atatürk’ün ölümünün 25. ve daha sonra 30. yılında Atatürk’ün bu konudaki el yazılarını “Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün Bu Konudaki Elyazıları” adıyla yayımlamıştır. Afet İnan şöyle diyor: “Bu kitaplar benim ismimle çıkmış olmasına rağmen, Atatürk’ün fikirlerinden ve telkinlerinden mülhem (esinlenmiş) ve üslubun tamamen kendisine ait olduğunu tarihi hakikatleri (gerçekleri) belirtmek bakımından bana düşen bir ödev telakki ediyorum” der. Mustafa Kemal bu kitapta vurucu olarak şöyle diyor : “Binaenaleyh (bundan dolayı) demokrasi prensibinin en asri (çağdaş) ve mantıki tatbikini (uygulamasını) temin eden hükümet şekli cumhuriyettir.”

(3) Cumhuriyet-Demokrasi Atatürk’ün Cumhuriyet anlayışı hakkında yabancı yazarlar ne diyorlar? Onu da kısaca özetleyelim: Lord Kinros kitabında, 1930 yazı boyunca “Mustafa Kemal Atatürk’ün sofrasında muhalefet partisi düşüncesi tartışılıyordu”, “Mustafa Kemal kendisini Roma Sezar’ı August’a benzetiyordu. O da Roma’nın cumhuriyet olduğu dönemde Senato’dan kendisine tam yetki almış, ancak öldükten sonra Roma’daki cumhuriyet unutulup gitmişti, yerine geçenler imparatorluklarını ilan etmişlerdi. Atatürk Türkiye’de böyle bir şeyin olmasını istemiyordu, ilke olarak diktatörlüğü yermekteydi.” Kinros ilave ediyor: “Asıl dilediği şey, ölümünden sonra ayakta durabilecek ve ülkesinin yararına olacak, Batı biçiminde bir demokrasi gibi gelişecek bir sistem yaratabilmekti.”

(4) Bernard Lewis’e göre; “bu konularda her ne düşünülürse düşünülsün, şu kadarı tartışma götürmez bir gerçektir ki, Kemalist devrim Türk halkına, tarihin en karanlık anında, yeni bir hayat ve umut getirmiş, enerjisini ve özsaygısını yenilemiş ve onları sadece bağımsızlık yolunda değil, çok daha nadir ve çok daha değerli olan özgürlük yolunda sapsağlam yerleşmiştir.”

(5) Dilimize Prof. Ergun Özbudun tarafından kazandırılan “Siyasi Partiler” adlı yapıtında ünlü siyaset Bilimci M. Duverger, Tek Parti ve Demokrasi bölümünde bu konuları irdeliyor. Duverger, “Tek partilerin genellikle totaliter partiler olduğunu, ancak gerek felsefeleri gerek yapıları bakımından bu yargının her ülke için geçerli olmadığını” söylüyor. Demokrasi söylemi Duverger’e göre Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi” almıştır. Bu da, tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir. “Atatürk’ün liderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak liberal demokrasiyi tıkamamıştır. Hatta Mustafa Kemal sahip olduğu güçten rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.” Duverger’e göre “bu olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır”. Hitler Almanyası’nda ya da Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey düşünülemezdi.

(6) Görülüyor ki “Atatürk demok-ratik bir kültür oluşturmak, demokratik kurumları kurmak ve geleceğin sivil toplumunun temellerini atmak için büyük çaba göstermiştir”. Atatürk’ün yazdığı Medeni Bilgiler kitabı çok önemlidir. Tarihte henüz demokrasinin adını bile duymamış, demokrasinin koşullarına sahip olmayan bir topluma; demokrasiyi, özgürlükleri öğretmek ve benimsetmek için kitap yazmış bir diktatör var mıdır?

1) Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Temel Yayınları, 2000, s. 130.

 2) Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne kadar Atatürk’le Beraber, Ankara, TTK. 1986. s. 131.

3) Afet İnan, Medeni Bilgiler, İstanbul, 1931 s. 53-55; ayrıca Medeni Bilgiler, Örgün Yayınevi, 2003. s. 10-11, (Kitaba Atatürk’ün el yazıları konulmuştur.)

4) Lord Kinros, Atatürk, Altın Kitapları 1994 s. 519.

5) B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Son Geliştirilmiş Baskı), Arkadaş Yayınları, 2008 s. 392

6) Maurice Duverger, Siyasi Partiler, Bilgi 1974, s. 360-364

ABD’de yapılan bir araştırma, uyuşturucu, alkol ve sigaraya bağımlılığın ortadan kaldırılması yolunda önemli bir adım atılmasını sağladı.

 Araştırmada, sürekli kokain kullanımının beyindeki genetik yapıyı nasıl değiştirdiği anlaşıldı ve bulgunun, uyuşturucu, alkol ve sigara gibi çeşitli maddelere bağımlılıkların ortadan kaldırılmasını sağlayacak etkili bir tedavi için öncü olabileceği bildirildi.

New York’taki Mount Sinai Tıp Okulundan Ian Maze ve meslektaşlarının fareler üzerinde yaptıkları deneylerle ilgili araştırma sonuçları, Science dergisinde yayımlandı. Deneylerde, kronik kokain kullanımının, belirli bir enzimin beynin zevk alma devrelerinde bulunan genlerin çalışmasını durdurduğu görüldü. Bu durumun da, farenin uyuşturucuyu giderek daha fazla istemesine yol açtığı anlaşıldı.

Çalışmayı fonlayan, ABD Uyuşturucu Alışkanlığı Ulusal Enstitüsü’nden Dr. Nora Volkow, araştırmanın, “kokain kullanımının, beynin yapısını nasıl değiştirdiğinin anlaşılmasına yardım ettiğini” belirtti. Volkow, “bulgular, sürekli uyuşturucu kullanımının, nöronların (beyin hücreleri) çalışma biçimlerinin uzun vadeli biçimde değişimine nasıl yol açtığını anlamamızın kapısını araladı” dedi.

Deneylerde bir grup fareye düzenli olarak kokain verildi, diğer bir grup fareye ise düzenli olarak önce tuz, ardından da bir doz kokain verildi. Böylece, kokainin, beynin ödüllendirme devrelerini körleştirdiği görüldü. Bunun da, genlerin çalışmasını durdurması veya başlatmasında kritik rol oynayan bir enzimi üreten 9A geninin baskılanması yoluyla olduğu gözlendi.

Diğer bazı çalışmalar, kokain kullanımının bazı genlerin çalışmasını durdurup başlatması, böylece kokaine giderek daha fazla istek duyulması üzerinde etkili olduğunu göstermişti ancak bu yeni çalışma, bunun 9A geninin baskılanması yoluyla olduğunun keşfini sağladı. Dolayısıyla çalışma, kokain bağımlılarındaki bu sürecin, 9A geninin faaliyetinin arttırılarak tersine çevrilebileceğini de ortaya koymuş oldu. Volkow, “Bu yapılabilirse, kronik kokain kullanımının ortaya çıkardığı etkiler de tersine çevrilebilecek” diye konuştu.

Volkow, bu mekanizmasının sadece kokain bağımlılığının ortadan kaldırılmasıyla sınırlı kalmayacağını, diğer uyuşturucular ve alkol ile sigara (nikotin) bağımlılığının da ortadan kaldırılmasında yeni bir çığır açacağını kaydetti. Volkow, “Sorularımızdan biri, uyuşturucu kullanımı kesildiği halde, bağımlılığın hala neden sürdüğüydü. Bu mekanizma, muhtemel sorumlulardan biri” dedi.

Sağlık Bakanlığı’ndan, ”domuz gribi”ne karşı Türkiye için 43 milyon doz aşı bağlantısı yapıldığını, ancak yapılan değerlendirme sonucunda ihtiyaca göre alım miktarının azaltıldığını bildirildi.

AA

Ankara– Sağlık Bakanlığı Pandemi Koordinasyon Birimi, Bakanlığın internet sayfasında ”Dünyada ve ülkemizde H1N1 pandemisinin seyri” başlıklı bülten yayımladı.

Salgının şu ana kadarki seyri ve geçmiş salgın tecrübelerine göre, salgın süresince toplumun beşte birinin hastalanmasının beklendiği ifade edilen bültende, ”Hastalık üçte bir oranında belirtisiz geçirilmektedir. Hastalık şiddet açısından halen hafif/orta seyirli olup her 10 bin vakadan yaklaşık birinde ölümle sonuçlanmaktadır. Pandemi süresince toplam nüfusa göre her 100 bin kişiden 2 (1-3) kişinin kaybı söz konusudur” denildi.

Hastalığın, kuzey yarımküredeki birçok ülkede son haftalarda zirve seviyesini tamamladığı belirtilen bültende, şu bilgilere yer verildi:
”Hastalık, kuzey yarım küredeki birçok ülkede son haftalarda zirve seviyesini tamamlamıştır. ABD ve Kanada’da grip aktivitesi, mevsimsel olarak normal seviyeye inmiştir. Orta ve Güney Amerika’da da birkaç ülke dışında benzer durum söz konusudur.

Akdeniz kıyısı boyunca Kuzey Afrika ülkelerinde hastalığın aktivite ve yayılımındaki yoğunluk devam etmektedir. Güneydoğu Asya dışındaki Asya ülkelerinde hastalık genel olarak azalma eğilimindedir. 27 Aralık 2009 tarihi itibariyle uluslararası grip izleme ağı olan DSÖ-FluNet’e 13 Aralık-19 Aralık 2009 döneminde yapılan bildirimlere göre, grip pozitif örneklerin yüzde 87’si pandemik (H1N1)’dir. Bugüne kadar dünya genelinde oseltamivire dirençli 168 pandemik (H1N1) grip virüsü tespit edilmiştir. Tüm bu virüsler aynı mutasyonu göstermektedir ve zanamivire duyarlıdır. Bugüne kadar incelenen tüm pandemik (H1N1) grip virüsleri, mevcut pandemik grip aşısında kullanılan virüs ile antijenik ve genetik bakımdan oldukça benzer bulunduğundan aşı etkinliği devam etmektedir.

Hastalık, Avrupa ülkelerinin çoğunda zirve yaptıktan sonra azalma eğilimine girmiştir. Avrupa’da pandemik gribin en aktif olduğu alanlar Orta ve Doğu Avrupa’dır. Güney ve Doğu Avrupa’da pandemik grip ile birlikte yoğun olarak solunum yolu hastalığı da görülmektedir.”

Pandeminin Türkiye’deki seyri

Türkiye’de pandemi aktivitesinin detaylı olarak işlendiği bültende, pandeminin zirveye ulaşıp yaklaşık 3 hafta plato çizdikten sonra azalma eğilimine girdiği ifade edildi.

Şüpheli grip vakalarından alınan numunelerin 40-52. haftaları arasındaki seyrine yer verilen bültende, 40. haftada gripli vakalardan alınan numunelerin yüzde 5.9’u domuz gribi çıkarken, hastalığın 47. haftaya kadar arttığı ve 47. haftada alınan numunelerin yüzde 60’ında domuz giribi virüsüne rastlandığı belirtildi. Hastalığın bu haftadan 50. haftaya kadar azaldığı, 51. haftada ise ufak bir artış göstererek 52, haftada tekrar düşme eğilimine girdiği bildirildi.

Bültende, Türkiye’de 12 Kasım-30 Aralık tarihleri arasında pandemik grip ön tanısı ile gerek hastanede gerekse yoğun bakımda yatan hasta sayısının yatan hasta sayısının Aralık ayının ilk haftasında zirveye çıktığı belirtildi.

Aynı tarihler arasında 13 bin 111 kişinin hastaneye yattığı, 2 bin 721 kişinin yoğun bakıma alındığı ve bin 161 kişinin de ventilatöre bağlandığı ifade edilen bültende, ”dün itibariyle domuz gribi nedeniyle hayatını kaybeden kişilerin yüzde 59.1’inin altta yatan kronik hastalığı olan, yüzde 34.8’inin önceden sağlıklı olan, yüzde 6.1’inin ise gebe ve lohusalardan oluştuğu” kaydedildi.

Bültende, ölümlerin en sık 23-29 Kasım ile 7-13 Aralık arasında olduğu belirtildi. Nüfusa göre ölüm oranına yer verilen bültende ölümlerin yüzde 14.5 ile en çok 65 yaş üzerindeki hastalarda görüldüğü, bunu yüzde 11.8 ile 0-4 yaş arasıdaki çocukların takip ettiği belirtilen bültende, en az ölüm oranın ise yüzde 4.5 oranı ile 5-24 yaş aralığında görüldüğü bildirildi.

Pandeminin tahmini seyri

Pandeminin tahmini seyrine ilişkin bilgi verilen bültende, pandeminin pik döneminden sonra azalma sürecine girerek dalgalı bir seyir izleyeceği öngörüldü.

Türkiye’de yaklaşık olarak 6.5 milyon kişiye pandemik grip virüsünün bulaştığı tahmin edildiği ifade edilen bültende, ”Dalgalanma, havaların soğuması, kapalı alanlarda geçirilen sürenin uzaması, hastalıkla henüz karşılaşmamış grupların varlığı ile ilişkilidir. Kışın dalgalanmalar dışında mevsimsel grip aktivitesinde seyretmesi beklenen pandemik gribin, yaz döneminde düşük aktiviteli seyir izlemesi, sonbaharla birlikte 2009 yılındakinden daha küçük bir alevlenme yapması beklenmektedir. Salgın azalma eğilimi göstermekle birlikte önümüzdeki aylarda hastalık aktivitesinde artış görülebilir” denildi.

”Yaklaşık 8 milyon doz aşı teslim alındı”

Hastalıktan korunmada aşının en önemli tedbir olduğu ve risk grupları başta olmak üzere aşılanmaya devam edilmesi gerektiği vurgulanan bültende, şunlar kaydedildi:
”Pandemi İzleme Bilim Kurulu’nun önerileri doğrultusunda ülkemizin ihtiyacı olan aşıyı temin etmek, Sağlık Bakanlığı olarak görevimizdi. Aşının temin edilememesi durumunda bir tek insanımızın hayatını kaybetme riski dahi kabul edilmez ve hiçbir ekonomik değerle karşılaştırılamaz.

Bu hassasiyetle ülkemizin ihtiyacı olan 43 milyon doz aşı bağlantısı yapılmıştır. Ancak son durum tekrar değerlendirilmiş ve ihtiyaca göre alım miktarı azaltılmıştır. Ayrıca bağlantı ve siparişe göre değil, teslim alınan aşı miktarı kadar ödeme yapılmaktadır.
Mutasyon riski sebebiyle bir miktar aşının stokta tutulması planlanmaktadır. Yaklaşık 8 milyon doz aşı teslim alınmış olup, bunun yarıya yakını kullanılmıştır. Aşılama devam etmekte ve tüm sağlık kuruluşlarımızda ücretsiz olarak yapılmaktadır.”

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD), kuruluşundan bu yana yaptığı tüm çalışmaları, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Bir Çağdaşlaşma Öyküsü” adlı kitapta toplandı.

“Türkan Saylan’ın Aziz Hatırasına Saygıyla” kitaba bir sunuş yazısı yazan ÇYDD Genel Başkanı Prof. Dr. Aysel Çelikel, “Bizlere ulusal bir miras bırakmış olan kurucu ve yaratıcı Genel Başkan Prof. Dr. Türkan Saylan’ın aziz hatırası önünde saygıyla eğilirken kız çocuklarının ve gençlerinin eğitimlerine katkı yaparak onların yeni bir hayatın kapılarını açmalarını sağladığımızı düşündükçe kutsal bir görevi yerine getirdiğimiz inancı içerisindeyiz” dedi.

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Bir Çağdaşlaşma Öyküsü” adlı kitapta, bir derneğin ülkeye kattığı kazanımlar ile ÇYDD kapsamında eğitim ve öğretimde alınan yol anlatılıyor. Derneğin 20 yılında kurucuların, yönetim kurulu üyelerinin, proje sorumlularının, proje ve derneğe destek vermiş gönüllülerin duygu ve düşüncelerinin anlatıldığı yazılara yer veriliyor. Derneğin kuruluş öyküsünden bugüne dek üstlendiği projelere konu olan kitapta, “İlk, orta ve yükseköğrenim burslarıyla neredeyse 60 bin gence ulaştık. Ana sınıflarımızda, okullarımızda, yurtlarımızda eğitim gören her çocuk ve genç ‘Çağdaş Yaşam’ın anlamını düşünüyor. Hepsinin ötesinde, o ‘tutucu’ diye nitelenen ve ‘Kızlarını okutmaz bunlar’ denilen onbinlerce velinin evlatlarıyla övünmeleri ve yeni yetişen her çocuğun okula gitmelerini sağlamaları çok önemli bir açılım” ifadelerine yer veriliyor.

ÇYDD’nin eğitim sorununun nasıl çözülebileceğini projeleriyle ilgili kurumlara gösteren bir dernek olduğunun vurguladığı kitapta, derneğin 2009-2010 öğretim yılında 1148 ilköğretim ve lise öğrencisine 4 yıllık burs verdiği anlatılarak özetle şöyle deniliyor: “Böylece bu yıl geçen yıl verdiğimiz burslarla birlikte 20 bin 490 kızımızın eğitimine destek vermiş olacağız. Üniversite burslarında da bu yıl mevcut 3 bin 837 öğrenciye bin öğrenci daha eklendi.”

Binlerce çocuğun, televizyon yüzünden konuşmayı geç öğrendiği bildirildi.

Daily Mail’deki habere göre, yapılan bir araştırmada erkek çocukların dörtte birinden fazlasının, kızların ise yedide birinin, etraflarındaki yetişkinlerin konuşmalarını anlamalarını zorlaştıran televizyon sesi yüzünden konuşma güçlüğü çektiği belirlendi.

Birleşik Krallık hükümetine çocuklarla ilgili danışmanlık yapan Jean Gross’un araştırmasında, çocukların yüzde üçünün önemli konuşma problemleriyle karşılaştığı saptandı.

Araştırmaya göre, televizyon seyretmiyor olsalar bile, arka planda duyulan televizyon sesi yüzünden çocuklar büyüklerin söyledikleri sözleri anlamak için özel çaba sarf etmek zorunda kalıyor.

Gross, “Beyinlerimiz makinelerden öğrenmeye göre evrimleşmedi. Bebekler bir yüze tepki vermeye ve ebeveynlerinin yüzlerini tanımaya meyilli” dedi.

YouGov tarafından bin ebeveyn arasında yapılan araştırmada, erkek çocukların yüzde 22’sinin, kızlarınsa yüzde 13’ünün konuşmakta ve başkalarını anlamakta güçlük çektiği belirlendi.

Ebeveynlerin dörtte biri de televizyonunun “çoğu zaman” veya “her zaman” açık olduğunu söylediler.

Çocuklar genelde ilk kelimelerini 10-11 aylıkken söylüyor. Ancak 3 yaşındaki çocukların yüzde 4’ünün hâlâ konuşamadıkları belirlendi.

Cumhuriyet gazetesinin değerli yazarlarından Hikmet Çetinkaya’nın, gazetenin İmtiyaz Sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile yaptığı son görüşmesi bugünkü Cumhuriyet’te…

Hikmet Çetinkaya

Cumhuriyet– Hava buz kesiyor…
Kördüğüm olmuş dallar, üşüyen ağaçlar arasından geçiyorum… Uyku dolu bir zamanın değil, sıcak bir dostluğun izini sürüyorum…
Böyle havalarda ben uzun yolculuklara çıkarım.
Karanlığı taşıyan rüzgârları değil, aydınlığı getiren meltemi severim.
Öğle saatleri ve aydınlanmanın yılmaz savunucusu İlhan Selçuk’la birlikteyim. Koltuğunda oturuyor İlhan Ağabey…
Kız kardeşi Ülfet Ertel çoktan gelmiş ağabeyinin yanına. Ülfet Hanım kahvesini yudumlarken soruyor:
“Çay mı, kahve mi?”
Midem ağrıyor…
Ne çay içebiliyorum ne de kahve…
İlhan Ağabey televizyonu kapattı o sırada ve sordu:
“Nasıl gidiyor gazete?”
Ardından devam etti:
“Çok iyi gidiyor… İbrahim Yıldız’ın çevresinde kilitlendiniz. Yakından izliyorum hepinizi…”
Sohbetimiz böyle başladı…
İlhan Ağabey’in keyfi yerindeydi, doğrudan siyasete girdi:
“Türkiye’ye şeriat-meriat gelmez… Yılbaşında televizyonları izleyince gördüm. Şeriatçılar artık sermaye ve medya sahibi oldu.”
İlhan Selçuk, “Erken seçim olabilir mi?” dedi ve ekledi hemen:
“Bence olabilir. 2010 sonbaharında bekliyorum ben. IMF ile anlaşma imzalayacaklarını açıkladıklarına göre, erken seçime gidebilirler. Yaz aylarında üreticiye para dağıtırlar, iyi ürün fiyatı verirler. İşçiye ve memura ücret artışı yaparlar. Peki, sen diyorsun bu konuda?”
Yanıt verdim:
“Öyle bir hava var gibi… 2010’da erken seçim olur… Ama bekleyebilirler de 2011’i…”

***

İlhan Selçuk konuşmamız boyunca sık sık “demokrasi ve insan hakları” kavramlarına değindi.
Dedi ki:
“1923 Devrimi, 1789’un yansımasıyla Anadolu’da yaşanan aydınlanmadır ve bir uygarlık devrimidir. 1923 Devrimi, dünyanın karmaşık bir döneminde, emperyalizme karşı bir direniş sürecinde gerçekleştiğinden, kavranması güç boyutları da içeriyor.
Ne var ki, düşmanız ‘Aydınlanma’ya!..
Aydınlanmanın lideri Mustafa Kemal Atatürk’e!
Devrim tartışması, felsefe ve tarihin kapsamında yerli yerine oturtulursa yüzeysellikten kurtulur.
Gerçekte bugüne değin ne demokrasiyi benimsemişiz ne de insan haklarını!
Şeriatçıysak Arabistan ya da İran’daki yaşamın karanlığını yeğleriz; PKK’ciysek köy basar, öğretmeni öldürür, kan içeriz; İstanbul’da yan gelip yatıyorsak beş yıldızlı otellerde keyif çatar, sözde demokrat taklidi yaparak ve medyada üçkâğıt açarak ‘İstiklal Mahkemeleri’ni temcit pilavı gibi gündeme taşırız.
Sabah akşam ‘asker darbe yapacak’ diye ahkâm keser, demokrasi nutukları atarız.”
Dedim ya İlhan Ağabey’in keyfi yerindeydi…
Devam etti:
“Bak sana geçmişten bir örnek vereyim:
1980’de Evren-Özal ikilisi, ordu-sermaye ittifakını vurgulayan ikiliydi. 1990’a değin tam on yıl özel sektör devlet eliyle pompalandı.
Özel sektör o dönemde kendi özeleştirisini yapmadı…
Eğer hem özel sektör, hem medya patronları o özeleştiriyi yapabilselerdi, bugün AKP iktidarına boyun eğmezlerdi.
Mutlu azınlık, devleti hep tokatladı…
İşin böyle olacağını sanıyorlardı AKP iktidar olduktan sonra da. Tam tersi oldu. Erdoğan, kendi medyasını ve sermaye gücünü yaratmak için harekete geçti. Bunu başardı.
Bizde mutlu azınlık hem devleti tokatlar, hem de devleti şikâyet eder.
Devlet ne?
Bir dudağı yerde bir dudağı gökte masal devi mi?
Mutlu azınlık hem devletin olanaklarından yararlanıyor, hem de ikide bir devlete karşı çıkıyor.”

***

İlhan Ağabey, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının aynı zamanda kadın hakları düşmanı olduğunu, demokrasi ve özgürlükleri içine sindiremediklerini söylüyor, Türkiye’de sınıfsal temele dayalı sol partilerin olmadığından yakınıyor:
“Türkiye’nin kurtuluşu emekçilerin iktidar olmasından geçer. Artık askeri darbeler dönemi kapanmıştır. Kimse darbecilik üzerinden siyaset yapmasın.
Sandıkla gelen sandıkla gidecektir. Umudumuzu yitirmemek gerekir.
Türkiye’de yeni bir yarış başladı. Tıpkı ortaçağ toplumlarında olduğu gibi:
– Kim daha Müslüman.
Herkesin Müslümanlığı kendisine…
Türkiye, çağa ayak uydurmak zorunda. Türkiye, ileriye gidip aydınlık günleri elbet yakalayacak. Ben tüm okurlarımızın, Cumhuriyetçilerin, arkadaşlarımın yeni yılını kutluyorum.
Türkiye’de barışın Türkçülükle, Kürtçülükle yani şovenizmle  gerçekleşmeyeceğinin bir kez daha altını çiziyorum.
Demokrasi… Demokrasi… Demokrasi…
Çağdaş ve uygar bir toplum, olaylara sınıfsal açıdan bakmak, sorunun çözümünün reçetesidir. Bu da laik demokratik cumhuriyete sahip çıkmakla gerçekleşir.”
Dışarıya çıktım…
Sanki göğün derinliklerinde yürüyordum.
Kirpikleri çiçeklenmiş çocukların arasından geçip otomobilime bindim.
İlhan Ağabey giderek iyileşiyordu.

Bilim adamları, şizofreniyi daha iyi anlamak ve daha etkin tedavi yöntemleri bulmak amacıyla fareleri şizofren yaptı.

ABD’nin Georgia Tıp Fakültesi’nden Dr. Mei Lin ve ekibi, farelerdeki ErbB4 genini çıkardı.
Bu genden yoksun fareler, şizofreni davranışları sergiledi. Hayvanların özellikle heyecan, endişe, huzursuzluk durumunun arttığı ve kısa süreli hafıza sorunlarının olduğu gözlendi.

Sonuçları Amerikan Bilimler Akademisinin (PNAS) dergisinde yayımlanan araştırmanın başındaki Mei Lin, çalışmalarının daha etkin tedavi yöntemlerinin bulunmasını sağlayabileceğini belirterek, çalışmanın devam ettiğini, farelerde piyasadaki şizofreni ilaçlarının etkili olup olmayacağı konusunda testler yapıldığını açıkladı.

Konuya ilişkin makale, Fransız “Le Nouvel Observateur” dergisinde de yer alıyor.

Eğer her gün kolaylıkla yapabileceğiniz basit bir şey olsa ve bu şey kalbinizi korusa, fazla kalorileri yakmanızı, genç ve formda kalmanızı sağlasa hemen uygulamaya başlardınız değil mi?

 O zaman sizi yürümeye davet ediyoruz. Kolay, her zaman, her yerde yapılabilir, özel bir ekipmana ihtiyaç duyulmaz, üstelik herkes yürümeyi bilir!

Yürümeyi henüz küçücük bir çocukken, sadece 1 -1,5 yaşındayken öğreniyoruz. Aslında o bizim için bir ulaşım yolu ama aynı zamanda güvenli, basit ve bir beceri ya da pratik istemeyen bir egzersiz. 7’den 70’e herkes yapabiliyor. Üstelik hem sağlıklı hem de fit bir vücut için sonsuz faydaları var.

Bu sayfalarda yürüyüşe başlamak için gerekli olan tüm detayları bulacaksınız. Fitness düzeyinizi artırmak için en efektif nasıl yürürsünüz, ne giymeli, nasıl yürümeli? Ama önce yürüyüşün faydalarından başlayalım.

Yapılan son araştırmalar, yürüyüş sporunun, meme kanseri riskini azaltmaktan uykuyu düzenlemeye kadar bir dizi olumlu etkisinin olduğunu gösteriyor. Uzmanlar, yürüyüşün herkes için son derece faydalı olduğunu, ancak kadınlar için özellikle çok daha elzem olduğunu söylüyor. İşte yürüyüşe hemen yarından itibaren başlamak ya da daha sık yürümek için 6 önemli neden…
 

1. Kalbiniz için harika bir egzersiz

Duke Üniversitesi’nde yapılan araştırma, her gün tempolu bir şekilde yürümenin kalp hastalıkları, diyabet ve inme gibi sonuçları olan metabolik sendrom riskini azalttığını ortaya koyuyor. Yürüyüş, kan basıncını ve kötü kolesterol olarak bilinen LDL oranlarını düşürüyor; iyi kolesterol HDL’yi artırıyor. Ülkemizde yüksek tansiyon, kalp hastalıkları ve inme riskinin ne kadar yüksek olduğu ortada. Peki günde yarım saatçik yürümeye vaktimiz yok mu? Britanya’da yapılan bir araştırma, işine yürüyerek ya da bisikletle gidenlerde kalp rahatsızlığına yakalanma riskinin yüzde 11 oranında daha düşük olduğunu gösteriyor.
 

2. Meme kanseri riskini azaltır!

Amerikan Tıp Birliği’nin resmi yayın organında yayınlanan bir araştırmaya göre, haftada birkaç saat yürümek bile östrojenin kaynağı olan yağ oranını azaltarak meme kanseri riskini önemli oranlarda azaltıyor. Araştırma, 50 – 74 yaş aralığındaki 74 bin kadın üzerinde yapılmış ve normal kilolu kadınların meme kanseri riskinin yüzde 30 daha az olduğu ortaya çıkmış.
 

3. Rahat bir uyku uyumanızı sağlar!

Öğleden sonra yapacağınız tempolu bir yürüyüş sayesinde gece mışıl mışıl uyuyabilirsiniz. Uzmanlar, yürüyüşün iyi hissetmeyi sağlayan serotonin hormonunun düzeyini artırdığını, bunun da rahatlamamızı sağladığını söylüyor. Bu yönüyle yürüyüş aynı zamanda anksiyete ve depresyonla mücadelede de işe yarıyor. Kötü hissettiğinizde sadece 30 dakikalık bir yürüyüş keyfinizin yerine gelmesini sağlayabilir.
 

4. Daha formda, daha fit olmanızı sağlar!

Yavaş bir tempoda 1 saat yürüyerek yaklaşık, 170 kalori, orta hızda 238 kalori, hızlı tempolu bir yürüyüşte ise 272 kalori yakarsınız. Günde 30 dakikalık bir yürüyüş yeterince aktif bir yaşam sürmeyen kişileri kilo almaktan koruyabiliyor. Brovvn Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, haftanın 5 günü birer saat yürüyüş yapan ve günde 1500 kalori alan bir kadının, bir yıllık süreçte 12 kilograma yakın kilo almaktan korunabileceğini gösteriyor. Yürüyüşün, kilo kontrolünde bu kadar önemli bir faktör olmasının nedeni ise oldukça kolay olması. Çünkü egzersiz ne kadar zor olursa, o kadar az insan tarafından uygulanıyor.

5. Zihin sağlığını korur!

Birçok araştırma, ileri yaşlarda da yürüyüşün sağlık açısından faydalarına işaret ediyor. Haftada 45 dakika bile olsa yapılan yürüyüşlerin Alzheimer gibi yaşlılık dönemi hastalıklarından koruduğu bildiriliyor. Tempolu olmasa bile, düzenli gezintilerin de yaşlılarda mental sağlık açısından olumlu etkileri bulunuyor. Ancak yaşa bağlı olmaksızın yürüyüş hemen herkesin zihninin aktif olmasını sağlıyor.

6. Kemiklerinizi güçlendirir!

Yürüyüş sadece bir ‘kardiyo’ faaliyeti değil. Haftada 3 kez 30 dakikalık yürüyüş kemiklerinizi de güçlendiriyor. Kemikler sürekli yenilenen canlı dokulardır. 30 yaş civarı kemik kitlesi doruk noktasına ulaşıyor. Ondan sonra da yenilenme yavaşlıyor, yıkım süreci hızlanıyor. Dolayısıyla bu yaşa kadar kemik kitlesini güçlendirmekte, depoyu doldurmakta fayda var. Kemik dokusunu güçlendiren en önemli faktör ise egzersiz. Çünkü kemikler çalıştıkları, zorlandıkları oranda yenileniyorlar. (e-kolay)