Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Dâhiliğe adım atmak için: Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip, derinlemesine keşfe çıkın. Her gün meditasyon yapmaya ya da “yalnızca düşünmeye” biraz zaman ayırın. Gözlem yapma ve tanımlama alıştırmaları yapın. İmgeleme alıştırmaları yapın.

 Mozart, Shakespeare, Leonardo Da Vinci, Van Gogh, Thomas Edison, Çaykovski… Örnekleri çoğaltmak mümkün, onlar tarihe geçmiş “deha”lar. Peki deha olmak için ne gerekiyor? Bireyin yaratıcı olduğuna ne zaman karar verilir, bir şey yarattığında mı, yoksa yarattığı kabul gördüğünde mi?

Arkadaş Yayınevi’nden çıkan, Iowa Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nde yaratıcılık ve beyin konularındaki araştırmalarını sürdüren, tanınmış nörobilimcilerden Nancy C. Andreasen’ın “Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi” bize bunları anlama şansı veriyor. İnsan bedenindeki en ilginç ve karmaşık organ beynin, yaratıcılık yetisini nasıl ürettiğini inceliyor kitap.

Yazarın kendi de “ortalamanın” üstünde bir beyne sahip. Daha anaokulundayken IQ testinde “dahi” ilan edilmiş, Harvard mezunu, Oxford’da İngiliz Edebiyatı üzerine doktora yapmış, bu alanda da kitaplar yazmış, Ulusal Bilim Madalyası sahibi. “Yaşamımdaki zıt güçlerce oraya buraya çekiştirilerek yetişirken, bir ‘dahi’ olmanın ne anlama geldiğini hep merak ettim. Bu sıfatı hak etmediğimi de fark etmeye başlamıştım tabii. Shakespeare okuyup Mozart dinlerken ya da Michelangelo’nun eserlerine bakarken, gerçek dehanın ne olduğunu görebiliyordum” diyor,

“Zekanın yaratıcılıkla bir şekilde ilişkisi vardı, ama aynı zamanda da farklı bir şeydi”.

Kayıp dehalara ithaf

Onu yola çıkaran o kadar çok soru var ki: Yaratıcı kıvılcım nereden geliyor? İnsanın yaratıcılığının ateşlenmesi beyinde nasıl bir etki yapıyor da rüyalara ve içgörülü aydınlanmalara dönüşen hayallere neden olabiliyor? Beynimiz, dünyada bildiğimiz ve bilmemiz gereken tek şeymiş gibi neden güzellik ve gerçeğe bitmez bir açlık duyuyor? İnsanda doğuştan var olan bu yaratıcılık yeteneğini, kendimizde ve başkalarında artırabilir miyiz?

Yıllardır sürdürdüğü yaratıcılık konusundaki bilimsel çalışmalarını bir araya getirdiği kitapla, yaratıcılığın yalnızca yaşamın farklı parçalarının yeni ve beklenmedik şekilde bir araya getirilmesi olduğunu, yani zeka ve yetenekten bağımsız olarak ortaya çıkabileceğini gösteriyor Andreasen.

Kitabın amacını girişteki ithaf anlatıyor: “Geçmişteki ‘kayıp dehalara’ ve bu kitabın gelecekte birçoklarının gelişimine yardımcı olması ümidiyle”.

Kitapta, Mozart, Poincare ve Coleridge gibi pek çok ismin yaratıcılık, yaratıcı süreç ve özel yeteneklere sahip yaratıcı insanlar hakkında söylediklerine yer verilirken, yaratıcı beyin yaratan koşulları anlamanın ve hem çocuklar hem de yetişkinler için yaratıcılığı beslemenin yolları sunuluyor. İlk insanlardan ele alıyor konuyu Andreasen, taştan alet yapan, avcılığı geliştiren, ateşi bulan, tekerleği icat eden “dahi” atalarımızdan.

Yaratıcılığa dair çalışmalar yapanların tezlerine de yer veriyor, yaratıcılığı ilk kez modern psikolojinin sistematik araçlarını kullanarak tanımlamaya çalışan Lewis Terman’a, 1950’de Amerikan Psikoloji Derneği başkanı J. P. Guilford’un yaratıcılık araştırmaları tarihinde dönüm noktası olan konuşmasına, “deha”ların yaratım süreçlerine dair anlatılarına, deha ve yaratıcılık üzerine çalışmalar yapan Francis Galton’un keşiflerine…

Yaratıcı bireyi tanımlayan kişilik özelliklerine gelince; deneyime ve macaraya açık olma, asilik, bireysellik, duyarlılık, oyunculuk, ısrarcılık, merak ve sadelik…

Önerilere kulak verin

Deha ile çılgınlık arasındaki bağlantıyı da es geçmiyor Andreason. “Psikolojik rahatsızlığı olan üstün yetenek ve yaratıcılığa sahip insanların uzun bir listesini çıkarmak pek de zor değil” diyor, “Müzik, sanat, dans, şiir, tiyatro, edebiyat, fizik, matematik, biyoloji, felsefe ve siyaset de dahil olmaz üzere, tüm ihtisas alanlarına yayılmışlar. Listede, John Nash, Isaac Newton, Friedrich Nietzche, Leo Tolstoy, Ernest Hemingway, Abraham Lincoln, Theodore Roosevelt, Oliver Cromwell, John Stuart Mill, Robert Schumann, Gaetano Donizetti, Ludwig von Beethoven… gibi ünlülerin yanı sıra toplumda öne çıkmış ve hayranlık duyulan birçokları daha bulunacaktır”.

O, yaratıcılıkta çevrenin rolünü önemsiyor, yaratıcı insanların genelde zaman içinde kendiliğinden ortaya çıkmadıklarını anlatıyor. Tarihin belli dönemlerinde, sıradışı yaratıcılığa sahip çalışma ve fikirlerin çok az olduğunu, kimi dönemlerdeyse, “insanın yaratıcı ruhunun dizginlerinden kopmuşcasına koşmaya başladığını” söylüyor. Kitapta bu dönemler arasında da gezdiriyor bizi ve tabii dönemlerin “deha”larıyla. Bütün bunların arasında doğuştan gelen yetenekler ve kalıtımsal özellikleri de göz ardı etmiyor Andreasen. Yine de “Beynin büyümesi ve gelişmesinde çok çeşitli güçlerin etkisi vardır” diyor, “Yapmamız gereken şeylerden biri bu güçleri daha derinden anlayabilmektir ki, sonuçta bu bilgiyi kendimiz için daha yararlı olacak bir şekilde kullanabilelim. Böylece yaratıcı yeteneği olanlara daha parlak fikirler üretme fırsatı yaratabilir, daha sıradan insanların da beyinlerini daha iyi geliştirmelerini sağlayabiliriz. Yani, sonunda konu dönüp dolaşıp bize geliyor”.

Hepsi bu da değil, yaratıcı kişiliği ortaya çıkarmak için bazı önerilerde bulunmayı da ihmal etmiyor. Ona kulak vermek de yarar var. Kim bilir belki siz de aslında bir “dahi”siniz!

 İsveç Umeo Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, doğumundan 4 yaşına kadar 130 çocuğun kilolarına etki eden etkenler doktorlar tarafından takip edildi. Araştırmada, her ne kadar kilolu annelerin çocuklarının, normal kilolu annelerin çocuklarına oranla kilolu olma riski daha yüksek olsa da kilolu babaların çocuklarının şişman olma olasılığının daha yüksek olduğu gözlendi.

Sonuçları yorumlayan ve Umeo Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya katılan Prof. Olle Hernell, çocukların şişman ya da normal kilolu olma ihtimalinin, anneden ziyade babanın kilosuna bağlı olduğunu kaydetti.

Prof. Hernell, çocukların bununla ilgili genleri babadan aldıklarını, yani bunun kalıtsal olduğunu ifade etti.

Fransa’da yaşayan Türk psikolog Deniz Keziban Çakıcı, Türkiye’de pek çok kişinin çeşitli sıkıntılar ve stres nedeniyle öfkesini kontrol etmekte zorlandığını, bunun çözümünün doğru nefes almayı öğrenmek olduğunu söyledi.

Fransa’da yaşayan Türk psikolog Deniz Keziban Çakıcı, ailesinin Konya’da yaşadığını, ancak kendisinin Fransa’da 4 yıllık bir fakülte bitirerek psikopatolog unvanını aldığını, bu bilimdalının, farmakolojik (kimyasal ilaç) unsurlar yerine ihtiyaç duyan kişileri psikoterapi yoluyla iyileştirmeyi amaçladığını belirtti. Fransa Göçmen Bakanlığı bünyesindeki resmi görevi dışında Uluslararası Sınır Tanımayan Doktorlar biriminde gönüllü olarak da çalıştığını anlatan Çakıcı, Fransa’da, işkence görmüş, ailelerini kaybetmiş, yurtlarda kalan göçmenlere psikolojik destek vermeye çalıştığını anlattı. Çakıcı, bir psikopatolog olarak amacının insanların bozulan psikolojilerini onlarla etkin bir görüşme yaparak düzeltmek ve onları normal yaşantılarına döndürmeye çalışmak olduğunu vurguladı.
 

Beyine daha fazla oksijen gidince kişi sakinleşiyor

Psikolojik desteğin, sadece psikolojileri çeşitli nedenlerle bozulmuş ya da bozulma eğiliminde olanları değil kanser hastalarında da göz ardı edilemeyecek olumlu sonuçlara neden olduğunun ispatlandığını dile getiren Çakıcı, şunları kaydetti: ”Dünya büyük bir ekonomik krizden geçiyor ve Türkiye’de işsizlik oranları, yaşam şartları belli… Pek çok kişinin aldığı ücret yetmiyor, bu da çeşitli psikolojik sorunların artmasına neden oluyor. Dikkat edilirse, özellikle büyük kentlerde yaşayanlar çok agresif… Adeta kıvılcım bekleyen barut gibi, hoşgörü gösterilebilecek bir durum karşısında bile hemen öfkeleniyor, ya da işi daha ileri boyuta götürüp kavga edebiliyor. Öfkemize hakim olmanın formülü sakinleştirici hap kullanmak değil. Kısa kısa değil uzun ve düzenli nefes almayı öğrenen kişi öfkesini kolaylıkla yenebilir. Bu öfkelenen ve sonradan pişman olan kişiler için, ücretsiz bir çözüm şekli… Solunum tekniklerine, herkes internetten kolayca ulaşabilir, bu tekniği öğrenip uygulayabilir. Bu teknikte uzun uzun alınacak nefes, beyne daha çok oksijen gitmesine, böylece vücuttaki tüm sinirlerin yeterli oksijenle rahatlamasını sağlıyor.”

Üflemeli çalanların algıları daha yüksek

Çakıcı, ”Doğru nefes beyindeki sinir sistemini kontrol eden mekanizmayı da sürekli diri tutar. Aynı zamanda bol oksijen beynin az çalışan ya da hiç çalışmayan hücrelerini de faaliyete geçirir. Müzik aleti çalan kişilerin beyin fonksiyonları, yaptıkları iş nedeniyle beyinleri sürekli bol oksijen gittiği için daha hızlı çalışır, algıları çok yüksek insanlardır” diye konuştu. Sakinleşme ve sağlıklı kalmada yeterli su içilmesinin de büyük etken olduğunu anlatan Çakıcı, ”Vücudumuzun her gün en az 2.5 litre suya ihtiyacı var. İçtiğimiz çay ya da kahve kesinlikle bu hesaba dahil değildir. Su içme alışkanlığı kazanmalı, mümkünse çantamızda sürekli şişede su bulundurmalıyız. Su içmek, özellikle iç organlarımızı önemli oranda rahatlatır ve ‘iç organlarında büzüşme’ ile başlayan hastalıkların ortaya çıkmasına engel olur” diye konuştu.

 

Pop müziğin sevilen isimlerinden Candan Erçetin yeni albümü ‘Kırık Kalpler Durağı’ ve yeni imajıyla aramızda…

Son albümü ‘Kırık Kalpler Durağı’nı çıkartan Candan Erçetin, kapak fotoğraflarıyla Hollywood’ın ünlü oyuncusu Rita Haywort‘u anımsattı.

Albüm için çektirdiği fotoğraflarda 1940’lu yılların ünlü yıldızı Rita Hayworth‘a olan benzerliği gözlerden kaçmayan Erçetin, 5.5 yıl aradan sonra müzikseverlerle buluşmanın keyfini yaşıyor.

Nostalji albümü çıkartarak geçmişe yolculuk yapan güzel sanatçı, albümde 12 şarkının sözlerine ve müziklerine imza attı.

Ayşe Kulin’e ait olan ‘Bahar’ ile Cemal Safi’nin imzası olan ‘Git’ adlı şiirleri de kendi müziğiyle yorumlayan Erçetin, şair

Yrd. Doç. Dr. Didem Behice Öztop, ”Yapılan çalışmalarda, obsesif-kompulsif bozukluğu bulunan erişkin hastaların 1/2 ile 1/3’ünde belirtilerin başlangıcının çocukluk yılları olduğu ileri sürülmektedir” dedi.

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Didem Behice Öztop, tekrarlayıcı biçimde zihni meşgul eden, kaygıyı artıran düşüncelere ”obsesyon”, bu kaygıyı gidermek için yapılan, tekrarlayıcı, durdurulması zor hareketlere de ”kompulsiyon” denildiğini söyledi.

Obsesif-kompulsif bozukluğun, biyolojik temelleri olan nöropsikiyatrik bir hastalık olduğunu belirten Öztop, şöyle devam etti:

”Yapılan çalışmalarda, obsesif-kompulsif bozukluğu bulunan erişkin hastaların 1/2 ile 1/3’ünde belirtilerin başlangıcının çocukluk yılları olduğu ileri sürülmektedir. Çocuk ve ergenlerde ortalama başlangıç yaşının 10-11 yaş olduğu, cinsiyetler arasında dağılıma bakıldığında ise ergenlik öncesi erkeklerde daha fazla, ergenlikle birlikte erkek ve kızlarda eşit oranda görüldüğü bildirilmektedir. Erkeklerde ergenlik öncesi dönemde başlama eğilimi ve eşlik eden tik semptomları, nörolojik bulgular ve diğer psikiyatrik bozukluklar daha fazlayken, kızlarda ise ergenlik döneminde başlama daha sık ve eşlik eden korku belirtileri ve depresif bozukluklar daha fazladır.”
 

”Öfke patlaması görülebilir”

Yapılan çalışmalarda çocuklarda en çok görülen obsesyonların (saplantı), ”kirlilik, hastalık bulaşacağı düşüncesi, kötü bir şey olacak düşüncesi, birinin öleceği veya hastalanacağı korkusu, simetri, cinsel içerikli düşünceler, yasak veya şiddet içeren düşünceler, anlatma, sorma, onaylatma ihtiyacı” olduğunu ifade eden Öztop, ”Sık rastlanılan kompulsiyonlar ise yıkama, kontrol etme, düzenleme, sıralama, sayma, dokunma, tekrarlama, biriktirme, tekrar tekrar düşünmedir. Mesela bir kişinin ellerinin temiz olduğu bilmesine rağmen pis olduğunu düşünmesi ‘obsesyon;, bu düşünceden kurtulmak için gereksiz yere ellerini yıkaması ise ‘kompulsiyondur” dedi.

Ev ortamında bozukluk belirtilerinin daha ağır düzeyde yaşandığına dikkati çeken Öztop, bozukluğun belirtilerini saklayan çocuklarda öfke patlamaları, okul başarısında düşme, yemek seçme ve cilt lezyonlarının daha ön planda olabileceğini anlattı.

Yrd. Doç. Dr. Didem Behice Öztop, eşik altı obsesyon ve kompulsiyonların, özellikle küçük çocuklarda normal tekrarlayıcı davranışlardan, rutin oyunlar ve boş inançlardan ayırt edilmesi gerektiğini kaydetti.

7 yaş civarında ortaya çıkan eşya ve kart biriktirme gibi davranışların obsesif-kompulsif bozukluktaki gibi gerçek bir kaygı ve strese neden olmadıklarına dikkati çeken Öztop, ”Tam tersine kaygıyı yatıştırır, sosyalliği artırır ve gelişimi hızlandırır. Obsesif-kompulsif bozukluktaki davranışlar ise yaşam kalitesini ve uyumu bozan, oldukça rahatsız edici, sosyal içe çekilmeye neden olacak biçimdedir” dedi.

Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Samsun Sağlık Yüksekokulu tarafından yapılan bir araştırma, huzurevinde kalan yaşlıların stres ve depresyona karşı daha hassas olduklarını ortaya koydu.

OMÜ Samsun Sağlık Yüksekokulu Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İlknur Avcı, depresyonun yaşlı nüfusta görülen psikiyatrik bir bozukluk olduğunu, bu nedenle de huzurevinde kalan yaşlılarla ilgili çalışma gerçekleştirdiklerini söyledi.

Samsun Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi’nde (Huzurevi) kalan yaşlılara yönelik çalışmada, burada kalanların stres ve depresyona karşı daha hassas olduklarını saptadıklarını belirten Yrd. Doç. Dr. Avcı, yaşlılığın önüne geçilmesi mümkün olmayan, biyolojik, kronolojik ve sosyal yönleri ile karmaşık bir süreç olduğunu vurguladı.

Yaşlılarda yaygınlığı yüksek bir bozukluk olan depresyonun sıklıkla kronik hastalıklarla birlikte görüldüğünü ve yaşam kalitesi üzerine olumsuz etkiye yol açtığını, bu nedenle de araştırmanın huzurevinde yaşayan yaşlıların bazı özellikleri ile depresyon riski arasındaki ilişkiyi belirlemek amacıyla yapıldığını ifade eden Yrd. Doç. Dr. Avcı, şunları kaydetti:
”Huzurevinde kalan yaşlıların yüzde 62’si depresyon açısından risk taşımaktadır. Bu nedenle huzurevinde kalan yaşlılar için psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetlerinin iyileştirilmesi, depresyon taramalarının rutinleştirilmesi gerekmektedir. Yaşlılar için, öğrenim durumlarına göre ilgilerini uyandırabilecek ve katılımlarını sağlayabilecek sosyal aktiviteler düzenlenmelidir. Yaşlılara psikolojik destek sağlanmalı, çalışan sağlık görevlilerin eşliğinde yaşlılar için sağlık eğitimi ve stres yönetimi programları uygulanmalıdır.”

Huzurevine gelmeden önce eşiyle birlikte yaşayanların yüzde 53’nde çocukları ile yaşayanların ise yüzde 60’ında depresyon görülme olasılığının yüksek olduğunun saptandığını bildiren Yrd. Doç. Dr. Avcı, tek başına yaşayan yaşlılarda da yüzde 73 gibi depresyon görülme olasılığı bulunduğunu söyledi.

Yrd. Doç. Dr. Avcı, toplumun yaşlandıkça öncelikleri ve gereksinimlerinin de değiştiğini, yaşlı nüfusta sağlık ve sosyal sorunların ön plana çıktığını belirtti.

Çalıştıkları huzurevinde kalanların yüzde 70’nin erkek, yüzde 30’un ise kadın olduğunu açıklayan Yrd. Doç. Dr. Avcı, herhangi bir sosyal güvencesi olanların yüzde 60’nda, sosyal güvencesi olmayanların ise yüzde 62.5’inde depresyon görülme olasılığının yüksek bulunduğunu ifade etti.

Tiyatronun duayenlerinden Cüneyt Gökçer’in vefatı ailesinin yanı sıra tiyatro dünyasını da yasa boğdu

Tedavi gördüğü hastanede, solunum yetmezliği nedeniyle 89 yaşında hayata gözlerini yuman Gökçer’in, 60 yıllık sanat hayatında yetiştirdiği binlerce öğrencisi bugün hüznü oynuyor.

“Sesi kulaklarımda”

Son oyunlarından biri olan “Kral Lear”da Cüneyt Gökçer’in ‘soytarısı’nı canlandıran sanatçı Erdal Küçükkömürcü , çok üzgün olduğunu dile getirerek, “ustasını, babasını” kaybettiğini ifade etti. Onunla oynarken hayranlıkla gözlerinin içine baktığını söyleyen Küçükkömürcü “Bana hala sahnede ‘soytarım gel buraya’ diyen sesi kulaklarımda. O kadar büyük bir oyuncuydu ki, oyunda dalıp onu seyrettiğimi hatırlıyorum” diye konuştu. Sadece kendisine değil, bir yığın öğrencisine çok şey öğrettiğini belirten Küçükkömürcü, “Ben 15 yıldır konservatuarda hocalık yapıyorum, hala derslerde onun sözlerini, onun kelimelerini kullanıyorum. ‘Cüneyt Hocamın kulakları çınlasın’ diye kullanıyordum, ‘nur içinde yatsın’ diyeceğim bundan sonra. Onun cümleleri devam edecek.” dedi.

 “Sahnede durmayı ondan öğrendik”

Cüneyt Gökçer’in öğrencilerinden, Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı da Cüneyt Gökçer’in vefatının, Türk tiyatrosu için çok büyük bir kayıp olduğunu ifade etti. Gökçer’in kendileri yani öğrencileri için de çok büyük bir önemi olduğunu vurgulayan Asyalı, “Sahnede durmayı, bakmayı, konuşmayı ondan öğrendik. Cüneyt Gökçer büyük usta olarak en çarpıcı örnekleri verdi bize ve seyretme olanağına kavuştuk. Önümüzde canlı bir örnekti daima” diye konuştu. Kendisinin 1955 yılından bu yana, Gökçer’in hemen her oyununu izleyerek, bir rejisör olarak tiyatronun nasıl oynanacağının en güzel örneklerini gördüğünü belirten Asyalı, “Öğretmen olarak da okulda, bize sahne insanı olmayı, aktör, aktris olmayı öğreten hocalarımızın başında gelir. Çok güzel bir örmektir, çok büyük bir kayıptır” dedi.

Herkesin hocasıydı

 Gökçer’in uzun yıllar asistanlığını yapmış, rejisör Akif Yeşilkaya da, bugün Türkiye’de tiyatro yapanlara bakıldığında, mutlaka Cüneyt Hoca’nın öğrencisi olduklarını söyledi. Yeşilkaya, “Yani tiyatro yapan bugün herkes, Cüneyt Hoca’nın öğrencisidir, ya öğrencisinin öğrencisi, ya da öğrencisinin öğrencisinin öğrencisi.Bu nedenle Türk tiyatrosu çok önemli bir hocasını, büyük bir oyuncusunu, büyük bir yönetmenini kaybetti” dedi. Dünya tiyatrosunun da çok önemli bir ‘tiyatro adamını’ yitirdiğini ifade eden Yeşilkaya, “1996’dan bu yana çok yakın çalıştık. Hoca her şeyi çok detay düşünen, çok boyutlu bakan, insani olarak değerlendiren, sanatçı kimliğinin dışında insan olarak da kocaman kalbi olan biriydi. Hoca kendisini, bir televizyon programında ‘tiyatro adamı’ diye tanımlamıştı. Bir daha yeri asla dolmayacak, bir tiyatro adamı, bir tiyatro insanını artık kaybettik” diye konuştu.

 Cüneyt Gökçer

Malatya’da 1920 yılında doğan Cüneyt Gökçer, 1942’de Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Gökçer, Devlet Tiyatrosu’nda uzun yıllar hem oyuncu hem de yönetmen olarak görev almasının yanı sıra, Ankara Devlet Konservatuarı Müdürlüğü, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanlığı gibi görevlerde de bulundu. Ünlü sanatçı Ayten Gökçer’in de kocası olan Gökçer 1951 yılında “Vatan ve Namık Kemal” filmiyle sinema oyunculuğuna başladı. Gökçer, 1981’de televizyon için çekilen “4. Murat” adlı dizide rol aldı. “Kral Oidipus”, “Onikinci Gece”, “IV Henry”, “Damdaki Kemancı”, “Bağdat Hatun”, “Kral Lear” gibi oyunlarda başrol oynayan Gökçer’in, sinemada rol aldığı filmler arasında “Vatan ve Namık Kemal”, “Barbaros Hayreddin”, “Lale Devri”, “Kara Davut”, “Kaldırım Çiçeği”, “Nilgün”, “Büyük Sır”, “Damdaki Kemancı”, “Mevlana”, “Yedi Evlat İki Damat” yer alıyor. Gökçer 20’ye yakın operanın da rejisörlüğünü üstlenmişti. Gökçer, yurtiçinde aldığı sayısız ödülün yanısıra 1963 yılında Yunanistan Krallığı’nın l. Georges nişanının Oficcier rütbesiyle, 1970’de de İtalya Cumhurbaşkanlığı tarafından Commandatore nişanıyla ve daha sonra Polonya Kültür Nişanı ile ödüllendirildi.

Gökçer’in cenazesi yarın Ankara’da düzenlenecek törenin ardından 26 Aralık Cumartesi günü İstanbul’da toprağa verilecek.

Gökçer için iki ayrı tören

Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle dün hayata veda eden Türk tiyatrosunun en büyük ustalarından, eski Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi genel müdürlerinden Cüneyt Gökçer için yarın Ankara’da iki ayrı tören düzenlenecek. Gökçer için yarın önce Bilkent Üniversitesinde, daha sonra Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünün bahçesindeki heykelinin önünde tören yapılacak.

Türk Tabipleri Birliği (TTB), ”domuz gribi” olarak da bilinen H1N1 virüsüne karşı aşı olunması çağrısında bulundu.

TTB Domuz Gribi Bilimsel Danışma ve İzleme Kurulunun (PandemİK) üçüncü toplantısı İstanbul Tabip Odası’nda yapıldı.

Toplantının ardından açıklama yapan TTB Merkez Konsey Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy, domuz gribi aşısı konusunda yaratılan olumsuz efsanelerle ilgili yeni bir şey olmadığını, zaman zaman medyada traji komik seviyelerde açıklamalar olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:

”Aşı hala en etkin korunma yöntemi olarak önümüzde başvurabileceğimiz araç olarak duruyor, ama yeteri kadar ön yargılar kırılmış değil. Hala aşılama oranı okullarda yüzde 10’lara bile ulaşmış değil. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda, özellikle Aralık sonu, Ocak, Şubat, hatta Mart’ta beklenen salgından korunmanın yolu aşı. Anlaşılıyor ki, kamuoyu bu konuda henüz yeterince aydınlanmış değil.”

Prof. Dr. Gençay Gürsoy, bir soru üzerine, Sağlık Bakanlığı ile işbirliği yapma önerilerine yönelik bugüne kadar bakanlıktan bir yaklaşım olmadığını ifade ederek, ”Aşılamaya karşı zaman zaman güven krizine yol açan tavırların etkilerini gidermek için ortak kampanyalara da varız. Gerekirse medya karşısına çıkıp bu konudaki ortak telkinlerimizi de dile getirebiliriz” dedi.

Bakanlığın tüm negatif tepkilere karşı aşılama konusundaki ısrarını ”pozitif bulduklarını” belirten Gürsoy, bakanlara aşı olup olmadıklarının sorulduğunu, ancak kendilerine hiç sorulmadığını kaydetti. Bunun üzerine daha önce grip olduğunu belirten biri dışındaki kurul üyeleri ellerini kaldırarak aşı olduklarını bildirdiler.


Kurul açıklaması

”TTB PandemİK” adına ortak basın açıklamasını okuyan Prof. Dr. Feride Aksu Tanık da, salgının hala yaygınlaşmaya devam ettiğini, bu nedenle artık sadece bebeklerin değil, 6 aydan büyük bebeklerin bakımını üstlenen kişilerin aşılanmasının da bir zorunluluk haline geldiğini vurguladı.

Tanık, ”Bu kişiler mutlaka aşılanmalıdır. Diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında ülkemizin bu konuda yüksek aktivite gösteren bir ülke olduğunu biliyoruz. Hastalığı geçirenlerde, iyileşmenin akabinde zatürre gelişme riski de var. Halkımızı tekrar aşı olmaya davet ediyoruz” dedi.

Virüsün mutasyon geçirmiş haline karşı da eldeki en iyi silahın aşı olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Tanık, annelerin grip olsalar bile bebeklerinin bağışıklığını artırmak için piyasadaki koruyucu olduğu iddia edilen ek besinler yerine, emzirmeye devam etmeleri gerektiğini vurguladı.

Domuz gribinden çocukları korumaya yönelik okulların tatil edilmesi tartışmalarına da değinen Tanık, ”Okulların tatil edilmesinin, eğer çocuklar alışveriş merkezlerine, sinemalara gideceklerse, dershaneye gitmeye devam edeceklerse bir anlamı yok. Korunmanın yöntemi kalabalık ortamlardan uzak durmak olmalıdır’‘ diye konuştu.
 

Kurul üyelerinden İstanbul Üniversitesi (İÜ) İstanbul Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Eraksoy da, son günlerde aşılama oranında artış olmasına rağmen yine de bunun yeterli seviyelere ulaşmadığını söyledi.

Eraksoy, piyasada satılan temizlik maddelerinden, yiyeceklere çeşitli korunma yöntemlerinin etkisine yönelik bir soru üzerine de ”Bu tür korunma yöntemlerinin aslında hiç konuşulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Aşı, korunmak için en güvenli yoldur. Onun için alternatifleri çok da gündemde tutmayalım” dedi.

Amerikalı oyuncu Dustin Hoffman’ın canlandırdığı “Yağmur Adam” filmine esin kaynağı olan Kim Peek hayatını kaybetti.

Washington– Salt Lake City Tribune gazetesi, hafızasıyla şaşırtan dahi Kim Peek‘in cumartesi günü Salt Lake City’de kalp durması sonucu 58 yaşında hayata veda ettiğini duyurdu.

Peek’in babası Fran Peek, gazeteye yaptığı açıklamada, 16 ayda Shakespeare’in tüm eserlerini, İncil ve Tevrat’ın tamamını okuyan oğlunun haftalardır solunum yollarından rahatsız olduğunu belirtti. Utah Üniversitesi’nden nöropsikiyatr Daniel Christensen de gazetedeki açıklamasında, “O, benzersizdi. Hafızası ve bilgisi inanılmazdı” ifadesini kullandı.

Alışılmadık ezber yeteneğine sahip Peek, senarist Barry Morrow ile 1984’de bir toplantıda karşılaşmış ve Morrow’a ilham kaynağı olmuştu. 1988’deki “Yağmur Adam” filmi “en iyi erkek oyuncu” da dahil olmak üzere 4 Oscar ödülü kazanmıştı.

Beyin kökünde bulunan beyinciği tam gelişmemiş, iki beyin lobunu birbirine bağlayan köprücükler olmadan doğan Peek, 4 yaşına kadar konuşamamış, doktorlar Peek’in zeka geriliği olduğunu düşünerek, ailesine oğullarının özel eğitim almasını önermişti. Ancak Peek daha sonra yetenekleriyle herkesi şaşırtmaya başlamıştı. IQ testlerinde vasat sayılacak 87 puana ulaşabilen, tek başına giyinemeyen Peek’in hafızasında 9 bin kitap bulunduğu sanılıyor.

Peek, herhangi bir tarihin haftanın hangi gününe denk geldiğini söyleyebiliyordu. ABD’deki bazı kentlerin haritalarını hafızasına kaydetmiş olan Peek, dünya tarihindeki büyük olayları, tarihlerini hatırlıyordu. Filmleri, konuları ve oyuncularıyla hatırlayan Peek, telefon kodlarını ve posta kodlarını da ezbere biliyordu.

İnsan beyninin sırlarına ermeye çalışan Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi NASA’nın da dikkatini çeken Peek, yakınlarına göre münzevi hayat sürüyor, gittiği kütüphanelerde sürekli kitap okuyordu

Psikiyatrik Eğitim Danışma Araştırma ve Tedavi Merkezi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanı Prof. Dr. Mücahit Öztürk, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan ergenlerde, ders dinleyememeleri, ödev yapma sorunları ve sorumluluk almamaları nedeniyle akademik başarılarında belirgin düşüş gözlendiğini bildirdi.

Öztürk,  yaptığı açıklamada, DEHB’nun, ”Aşırı hareketlilik, dikkat sorunları, sonunu düşünmeden eyleme geçme ve kendini kontrol edememeyle belirgin olan gelişimsel bir bozukluk” olduğuna dikkati çekerek, dikkat eksikliği bozukluğunda özellikle dikkat süresi ve kalitesiyle ilgili sorunların ön planda olduğunu söyledi.

Hiperaktivite belirtilerinin hemen dikkat çektiğini ve erken dönemde ele alındığını, ancak dikkat eksikliğinin akademik alanda sorun olarak kendini gösterdiği için gözden kaçabildiğini ifade eden Öztürk, dikkat eksikliği bozukluğu belirtilerinin, aileler ya da eğitimcilerce ”tembellik, dersleri sevmeme, sorumsuzluk, yanlış tanımlamalar” nedeniyle anlaşılmasının engellendiğini dile getirdi.

Öztürk, dikkat eksikliğinin, çocuğun dikkat süresinin yaşına göre az olması ve özellikle ”okuma, yazma, matematik gibi akademik alanlarda dikkatinin kolay ve çabuk dağılması” anlamına geldiğini de kaydederek, bu tür çocukların ödev yapmayı sevmediklerini, ders çalışırken sürekli yanlarında birini istediklerini, üstlerine aldıkları işi bitirmekte zorlandıklarını veya bir işi bitirmeden başka bir işe geçebildiklerini anlattı.

Dikkat eksikliği olan çocukların dersleri dinleyemediklerini, sıkılmaları nedeniyle de konuşma, arkadaşlarına laf atma gibi davranışlar sergileyebildiklerini vurgulayan Öztürk, bu çocukların sabırsızlıkları ve çabuk sıkılmaları, sorulan soruları yanlış okumaları nedeniyle sınavlarda başarısız olabildiklerini de kaydetti.

Öztürk, dikkat eksikliği olan çocukların çabuk sıkıldıkları için derslerle ilgilenmediklerine ve unutkanlıklarının var olduğuna da dikkati çekerek, dalgınlık ve hayal kurmanın da bu bozukluğun önemli belirtileri arasında yer aldığını dile getirdi.

Hayal dünyası çok geniş olan bu çocukların yaratıcı becerilerinin oldukça fazla olduğuna da vurgu yapan Öztürk, dikkat eksikliği olan çocukların test sınavlarında klasik sınavlara göre daha başarılı olabildiklerini de söyledi.

Öztürk, bu çocukların sınav performanslarının düşük olduğu, var olan bilgi ve kapasitelerini sınavlara yansıtamadıkları için öz güven sorunu yaşadıklarını ve ders çalışmaya karşı da isteksiz olduklarının altını çizdi.

Ergenlik dönemi vedikkat eksikliği

”Ergenlik döneminde DEHB’nun hiperaktivite belirtilerinde genellikle azalma gözlenirken, dikkat eksikliği belirtileri daha ön plana çıkar” diyen Öztürk, ergenlik döneminin etkileri ve DEHB’ye bağlı sorunlar nedeniyle ergenlerin aileleriyle de sık sık sorunlar yaşadıklarını kaydetti.

Öztürk, ”DEHB olan ergenlerde, ders dinleyememeleri, ödev yapma sorunları ve sorumluluk almamaları nedeniyle akademik başarılarında belirgin düşüş gözleniyor” diyerek, dikkat eksikliği bozukluğu olan ergenlerde sabah uyanmakta güçlük, ders dinlerken ve ders çalışırken uykulu olma halinin de gözlemlendiğini bildirdi.

Derslerine ilgisiz, yaşına uygun sorumluluk almayan, dağınık, unutkan ve yaşından daha küçük davranan bir ergenin ailesiyle de sürekli çatışma halinde olduğunu anlatan Öztürk, bu durumdaki ergenlerin arkadaşlarıyla da sorunlar yaşayabildiğini, kendisini sosyal çevreden izole ederek içine kapanabildiğini, farklı sosyal çevrelere kayarak da kendini var etmeye çalışabildiğini anlattı.

Dikkat eksikliği bozukluğunun zeka seviyesiyle ilgisinin bulunmadığına da işaret eden Öztürk, ancak dikkat eksikliği nedeniyle öğrenmede güçlükler yaşanabildiğini söyledi.
DEHB’nun teşhisinin klinik görüşmeyle konulduğuna da işaret eden Öztürk, erken tanı ve tedavi sayesinde bu çocuk ve ergenlerin akademik altyapılarının eksik olmasının engellenebileceğini ve özgüven kazanmalarının sağlanabileceğini sözlerine ekledi.