Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Kaynak: Anadolu Ajansı

Anayasa Mahkemesi, 5947 sayılı Üniversite ve
Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun’un, bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle
açılan davanın ilk incelemesini yarın yapacak.

CHP, Kanunun 11 maddesinin bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün
durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesinde dava açmıştı.

Yüksek Mahkeme, yarın yapacağı toplantıda, davayla ilgili ilk
incelemesini yapacak. Başvuruda bir eksiklik saptanmazsa dava, daha sonra
belirlenecek bir günde esastan görüşülecek.

-İPTALİ İSTENEN MADDELER-

CHP’nin iptalini istediği maddeler şöyle:
-1. maddesiyle değiştirilen, 4.1.1961 günlü, 209 sayılı Sağlık
Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine
Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanunun 5. maddesinin dördüncü fıkrası,
“personelin katkısıyla elde edilen döner sermaye gelirlerinden personele bir
ayda yapılacak ek ödeme tutarını” belirliyor.

-3. maddesiyle değiştirilen, 4.11.1981 günlü, 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanununun 36. maddesinin birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü fıkraları, “öğretim
elemanlarının devamlı statüde görev yapmasını, belirlenen görevler ve telif
hakları hariç, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz,
resmi veya özel başka herhangi bir iş yapmamasını, ek görev alamamasını, serbest
meslek icra edemeyeceğini, öğretim üyesinin, kadrosunun bulunduğu yükseköğretim
birimi ile sınırlı olmaksızın ve ihtiyaç bulunması halinde görevli olduğu
üniversitede haftada asgari 10 saat ders vermekle yükümlü tutulmasını, öğretim
görevlisi ve okutmanların ise haftada asgari 12 saat ders vermelerini”
öngörüyor.

-4. maddesiyle değiştirilen, 2547 sayılı Yasanın 38. maddesinin, birinci
fıkrasının son tümcesinin, ikinci fıkrasının son tümcesi, “İhtiyaç halinde
geçici olarak görevlendirmelerde, YÖK, bağlı birimleri ve Üniversitelerarası
Kurul ile Adli Tıp Kurumunda görevlendirilenler hariç olmak üzere
görevlendirilenlerin , döner sermayeden yararlanamayacak” hükmünü içeriyor.

-5. maddesiyle değiştirilen, 2547 sayılı Yasanın 58. maddesinin (h)
fıkrası, “Üniversitelerde döner sermayeden yapılacak ek ödeme oranları ile bu
ödemelerin esas ve usullerinin, personelin unvanı, görevi, çalışma şartları ve
süresi, mesleki uygulamalar ile ilgili performansı gibi hizmete katkı unsurları
esas alınarak Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu
tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenmesini” öngörüyor.

-6. maddesiyle, 2547 sayılı Yasaya eklenen geçici 57. maddesinin son
tümcesi, kısmi statüde görev yapmakta olan öğretim üyelerinden, Kanunun
yayımlandığı tarihten itibaren bir yıl içerisinde devamlı statüye geçmek için
talepte bulunmayanları istifa etmiş sayıyor.

-7. maddesiyle değiştirilen, 11.4.1928 günlü, 1219 sayılı Tababet ve
Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 12. maddesinin, ikinci
fıkrasının “Tabipler, diş tabipleri ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman
olanlar, aşağıdaki bentlerden yalnızca birindeki sağlık kurum ve kuruluşlarında
mesleklerini icra edebilir” şeklindeki birinci tümcesinde yer alan
“…aşağıdaki bentlerden yalnızca birindeki… ” ibaresi, üçüncü fıkrasındaki
“Sözleşmeli statüde olanlar da dahil olmak üzere mahalli idareler ile kurum
tabipliklerinde çalışan ve döner sermaye ek ödemesi almayan tabipler iş yeri
hekimliği yapabilir” biçimindeki dördüncü tümcesi.

-8. maddesiyle, 1219 sayılı Yasa’ya eklenen ek 12. maddesinin birinci
fıkrasının son tümcesinde yer alan “… yarısı kendileri tarafından, diğer
yarısı…” ibaresi, kamu sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan tabip, diş
tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanların, “tıbbi kötü uygulama”
nedeniyle kendilerinden talep edilebilecek zararlarla, kurumlarınca kendilerine
yapılacak rüculara karşı yaptırmak zorunda oldukları sigorta priminin yarısının
kendileri tarafından ödenmesini” öngörüyor. Özel sağlık kurum ve kuruluşlarında
çalışanların sigorta primlerinin yarısının kendileri tarafından ödenmesini
öngören hükmün de iptali isteniyor.

-9. maddesiyle, 19.4.1937 günlü, 3153 sayılı Radyoloji, Radiyom ve
Elektrikle Tedavi ve Diğer Fizyoterapi Müesseseleri Hakkında Kanuna eklenen Ek
Madde 1, “İyonlaştırıcı radyasyonla teşhis, tedavi veya araştırmanın yapıldığı
yerlerde çalışan personel için haftalık çalışma süresini 35 saat olmasını”
öngörüyor.

-12 maddesiyle, 27.7.1967 günlü, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri
Personel Kanunu’nun ek 17. maddesinin (C) fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen
(Ç) fıkrasının “Türk Silahlı Kuvvetleri kadrolarında bulunan sağlık personeline
kanunda belirtilen oranları geçmemek üzere, orgeneral aylığının brüt tutarı ile
çarpımı sonucu bulunan miktarda sağlık hizmetleri tazminatının ayrıca
ödenmesini” öngören birinci bendindeki “…geçmemek üzere…” ibaresi.

-13. maddesiyle, 926 sayılı Yasa’ya eklenen Ek Madde 26, “Gülhane Askeri
Tıp Akademisi Komutanlığına bağlı eğitim hastaneleri ile askeri tıp fakültesinde
öğretim üyesi veya tabip ihtiyacı doğması halinde, Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık
Komutanlığının talebi üzerine Sağlık Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu tarafından
öncelikli olarak görevlendirme yapılır.

Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı sağlık kurum ve kuruluşlarında ihtiyaç
duyulması ve Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Komutanlığının talep etmesi halinde,
Sağlık Bakanlığına bağlı sağlık kurum ve kuruluşlarında veya üniversite
hastanelerinde görevli öğretim üyeleri ile diğer sağlık personeli, haftanın
belirli gün veya saatlerinde veya belirli vakalar ve işler için Sağlık Bakanlığı
veya Yükseköğretim Kurulu tarafından görevlendirilir. ” hükümlerini içeriyor.

-20. maddesinin (b) bendinde yer alan “Gülhane Askeri Tıp Akademisindeki
öğretim elemanlarından profesör ve doçentler çalışma saatleri dışında meslek ve
sanatlarını serbest olarak icra edebilirler” hükmünü yürürlükten kaldırılmasına
dair maddenin kanun yayımlandıktan altı ay sonra yürürlüğe girmesini öngörüyor

Psikiyatristlere gün doğdu!

Ekonomik kriz nedeniyle iflas eden veya işi bozulan işadamlarının psikiyatri kliniklerine başvurularının 2009’da 5 kat arttığını belirten Psikiyatrist Doç. Dr. Özgür Öztürk, “İntihar girişiminde bulunan veya alkolik olan işadamlarının sayısındaki artış 2010’da da sürüyor. İflas eden müteahhitler ilk sırada; sağlık sektörüne yatırım yapanlar, bankacı, tekstilci de çok” dedi.

EKONOMİK kriz, hastanelerin psikiyatri servislerindeki profili de değiştirdi. Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nin Psikiyatri Kliniği’nde çalışan Psikiyatrist Doç. Dr. Özgür Öztürk, krizin en yoğun hissedildiği 2009 yılında hastaneye gelen işadamı sayısının 5 kat arttığını belirterek, “Çoğu iflasa bağlı intihar girişiminde bulunmuş veya alkol bağımlılığı ileri seviyeye ulaşmış işadamları. İflaslar dışında işi ciddi anlamda bozulan, borç batağına saplanan işadamları da intihar, alkol bağımlılığı ve ağır depresyon vakaları olarak kliniğe çoğu zaman aileleri tarafından getiriliyor” dedi.

Alkolizm yüzde 50 arttı

Ekonomik krizlerde alkol ve madde bağımlılığının arttığına işaret eden Psikiyatrist Dr. Yasin Genç ise şu tespitlerde bulundu: “İş hayatında oluşan boşluğu alkol veya uyuşturucu madde ile doldurmaya çalışıyorlar. İntihar girişiminde bulunan işadamı ve buraya ailesi tarafından getirilenler geçen yıl 4’e katlandı. Bağımlılık da bir intihar türü aslında ama yavaş yavaş. Alkolizmde yüzde 50, madde bağımlılığında yüzde 30 artış var.”

2010’da toparlanma yok

Ekonomik toparlanma yaşandığı söylense de gelen hastalar açısından bir değişiklik gözlemlemediklerini vurgulayan Özgür Öztürk, “Açıkça bize gelen iş nedenli vakalarda bir azalma yok. Biz hangi sektörde sıkıntı olduğunu buraya gelen vakalardan önceden görebiliyoruz. Ekonomik kayıp babadan bütün aileye yayıldığı gibi depresyon da aileyi kaplıyor. Depresyon grip gibi bulaşıcıdır” dedi

Müteahhitler ilk sırada

Kendilerine gelen işadamlarının önemli bir çoğunluğunun iflas eden müteahhitlerden oluştuğunu dile getiren Öztürk, iş stresinin yoğunluğu nedeniyle bankacılık sektöründen de çok hasta geldiğini belirtti. Öztürk şunları söyledi: “Tekstil sektöründen de çok hasta var. Hem patron hem çalışan çok sayıda tekstilci. Tekstil sektöründe kadınların çok ezildiğini düşünüyorum. Sigortasız, 12 saat bir makinanın başında gününü geçiriyor. Bu kadınların çoğunu buraya baygın getiriliyorlar.”

Jakuzili, saunalı hastane yurtdışına gidenleri çekti

YEDİKULE Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Başhekimi Op.Dr. Ardaş Akdağ, vakıf aracılığıyla bakım verilen kronik hastaların kaldığı akliye servisinin dışında, 2 milyon dolar yatırımla bir yıl önce yeniledikleri Saatçi ve Tarver servisleriyle üst gelir grubuna hizmet verdiklerini hatırlatarak şunları söyledi: “Psikiyatri kliniğine yatmakla ilgili önyargılar var. 5 yıldızlı otel konforunda jakuzili, saunalı, dev plazma TV’li, dubleks hasta odalarımız mevcut. Türkiye’de gizli çok sayıda psikiyatri hastaları var. Çoğu tedaviye yurtdışına gider. Onları ekonomik krizde buraya çektik. Yurtdışındakinin 5’te biri fiyatına tedavi olabiliyorlar. Yurtdışındaki gurbetçilerin son kuşağında madde bağımlılığı oranı yüzde 20. Yaz aylarında çok gurbetçi burada tedavi oluyor. Vakfımız aracılığıyla da her ay 4-5 madde bağımlısı sokak çocuğunu ücretsiz tedaviye alıyoruz. Zenginden alıyoruz yoksula veriyoruz.”

Ekonomik krizler seksi de etkiliyor

UZMAN Psikolojik Danışman Çiğdem Tiryaki, ekonomik krizlerin aile ortamını, cinsel yaşamı, eşlerin birbirlerine karşı tutum ve davranışlarını olumsuz etkilediğini belirterek şöyle konuştu: “Ekonomik krizlerde toplumsal anlamda genel ve yaygın bir umutsuzluk, ilgi kaybı, gelecekle ilgili kaygıların arttığı gözlenmekte. İş yaşamındaki olumsuzluklar özellikle kadına karşı şiddete, ilişkide problemlerin artmasına neden olabiliyor. Anneler de çocuklara karşı daha tahammülsüz ve agresif davranışlar gösterebiliyor. Erkekler için işdünyasında başarı ve gelirlerinin iyi olması güç-iktidar hissini arttırıyor. İşini kaybetmeş, iflas etmiş bir erkeğin depresyon ya da kaygıya bağlı olarak cinsel isteksizlik duyması, cinsel işlev bozukluğu yaşadığını söyleyebilirim.”

Erkek alkole vuruyor, kadın depresyona giriyor

Dr. Yasin Genç kadın ve erkek hastaların en çok hangi şikayetlerle geldiğini şöyle anlattı:
Erkeklerde genel olarak en büyük şikayet öfke kontrolsüzlüğü.
Alkol ve uyuşturucu erkeklerde önde.
Erkeklerde daha sonra depresyon ve kaygı bozuklukları geliyor.
Kadınlarda ise depresyon ve kaygı bozuklukları önde.
Kadında alkolizm az görülüyor ama daha dramatik ilerliyor.
Erkeklerin depresyonu daha zor.

İntihar girişimi kadında fazla, ölüm oranı erkekte daha yüksek

DOÇ. Dr. Özgür Öztürk intihar girişiminin kadınlarda daha yüksek olduğuna değinip, “Kadınlar dikkat çekmek için de intihar girişiminde bulunuyor. Erkeklerde intihar girişimi daha az ama sonuca götüren intihar daha yüksek” diye konuştu.

HÜRRİYET

Çoğumuz büyüme süreci içinde karşımıza çıkan belli durumlarda, sorunlarla yüzleştiğimizde kendimize olan güven duygumuzda sarsıntılar hissetmişizdir ya da en azından yapmak istediğimiz birşeyi gerçekleştirme konusunda yeterliliğimizden kuşku duyduğumuz olmuştur. Böylesi anlarda olaya olan yaklaşımımız sonucunda yeniden kendimize ilişkin olumlu duygular yaşamaya başlayabiliriz. Bazılarımız için ise hissedilen kendine güvensizlik, kalıcı bir duygu haline dönüşüp, gün geçtikçe daha yıpratıcı bir duruma gelebilir. Şunu bilmeliyiz ki : Farkına varmadan nasıl kendimize güvenmemeyi öğrendiysek, kendimize olan güvenimizi artırmayı da öğrenebiliriz. Bunu yapabilmek için öncelikle kendine güvenememenin nedenleri üzerinde duralım.

Çoğunlukla, kendimize olan güvensizliğimizden bulunduğumuz ortamı, çevremizi sorumlu tutma eğilimimiz vardır. Ancak, şu bir gerçek ki kendimize güvenimizi arttırırsak, çevremize ilişkin algımız da değişir. Bu değişim nasıl olmakta ? Biz hiçbir zaman çevreyi doğrudan değiştiremeyebiliriz, ya da olup bitenleri etkileyemeyebiliriz. Değişiklik çevrede değil bizim çevreyi nasıl yorumladığımızda, algıladığımızdadır. Özetle, kendimize olan güvensizliğimizi sürdürmemiz kişisel algılarımız nedeniyledir.

Kendinize saygınızı olumsuz etkileyen özel durumlar şunlardır:

  1. Kendinize koyduğunuz katı kurallar ve “olmalı”lar .
  2. Mükemmeliyetçilik (Kendinize koyduğunuz yüksek, erişilmez standartlar).
  3. Eleştiriye aşırı duyarlılık.
  4. Atılgan olamama: Kendini, duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade edememe.

Tüm bu durumlarla iç içe giden bir zehirlenme söz konusudur. Zehirin temel kaynağı ise “hastalıklı eleştiri” dir. Bu sizin kendi kendinize yaptığınız, kendi kendinize sessizce sürdürdüğünüz bir konuşmadır.

Bu hastalıklı eleştiri türü…

  1. Sizi sürekli başkalarıyla kıyaslar onların başarılarını ve yeteneklerini gözünüze sokar.
  2. Ulaşılmaz yüksek standartlar koyar ve en ufak hatanızda sizi kırbaçlar.
  3. Hatalarınızın dosyasını tutar, ama hiçbir zaman güçlü yanlarınızı ve yeterli olduğunuz durumları hatırlatmaz. Onları kaynatır, eritir.
  4. Nasıl yaşamanız gerektiğine dair size hazır öyküler sunar. Bu yaşama kurallarının dışına çıktığınızda, hatalı ve beceriksiz olduğunuzu haykırır.
  5. En iyi olmanızı söyler, olamadığınızda sizi aptallık, çirkinlik, zayıflık ile yargılar.
  6. Arkadaşlarınızın, dostlarınızın beynini okur ve onların sizden sıkıldığına, onlara itici geldiğinize sizi ikna eder.
  7. Zayıflıklarınızı abartır. Bir yerde yanlış davrandıysanız “hep aptal olduğunuzu” söyler.

Hastalıklı eleştirinin sesi yaşamınızdaki normal akışı bozar, belli durumları yaşarken kafanızdan geçenleri, duygularınızı ezer geçer.

Örneğin: Biriyle çıktığınızda onun yanında hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı yakalayıp inceleyemezsiniz. Bunun yerine “Benim oradaki hareketimi gördü, aptal olduğumu düşündü. Sevimsiz olduğuma karar verdi. Beni bir daha görmek istemez” dersiniz.

“Hastalıklı eleştiri” yaşayacağınız herhangi bir acıdan çok daha tehlikeli ve zehirleyicidir. Çünkü acıların hepsi bir zaman sonra geçer, ancak bu eleştiri hep sizinledir. Bu tarz bir kendi kendinizi yerme, zihninizin kontrolünü sizden alır ve hükmeder.

Birlikte büyüdüğünüz değerler ve kurallar “olmalı”lara dönüşebilir: “Hata yapmamalısın”; “Ona şöyle davranmamalısın”; “Sınavdan şu notu almalısın”… gibi. Bu da hastalıklı eleştirinin en önemli silahlarından biridir. Kendinize verdiğiniz bu emirlerin altında ezilirsiniz.

HASTALIKLI ELEŞTİRİNİN KAYNAĞI:

  1. Çocukların kişisel gereksinimleri için, kendilerini daha güvende ve iyi hissetmek için yaptıkları, Örneğin: Sık sık arkadaşları ile birlikte olmak istemesi; Belli bir saç kesimini tercih etmesi; Belli bir giyim tarzını tercih etmesi, ebeveynleri ya da yakın çevresindeki otorite figürleri (öğretmenleri gibi) tarafından “bencilce”, “kötü”, “serserilik” olarak adlandırılabilir. Bu durumlar gerçekte tümüyle kişisel zevklere ve tercihlere bağlı durumlardır. Ancak, çocuk bu yargılar nedeniyle ahlak dışı, kötü, hatalı birşeyler yaptığını düşünür. Hatta bir zaman sonra bu yargıların hangi duruma özgü söylendiği bağlantısı zihninde kaybolur ve yalnızca yargıları özümser: kötüsün, bencilsin, serserisin gibi…dolayısıyla kendine olan saygısı darbe alır. “Bende bir eksiklik var.”
  2. Ebeveynler ve diğer otorite figürleri hatalı davranışla kişiliği birbirine karıştırabilir ve yargılarını bu şekilde ifade edebilirler. Örneğin: “Bu davranışın çevreye zarar verebiliyor” – yerine – “Sen ne yaramaz çocuksun gibi…”.
  3. “Bende bir eksiklik var” ebeveynlerin ilk eleştirisi ile geliştirilen bir şey değildir. Sık sık tekrarlanması sonucunda gelişir. Sıklıkla duyduğunuz olumsuz bir yargıyı farkına varmadan içselleştirebilirsiniz.
  4. Ebeveynlerin eleştirileri tutarsızlaştığında, (Örneğin: Bir gün çocuk bir davranışta bulundu ve ebeveynlerinden sert bir tepki aldı: “Ne beter çocuksun ” Başka bir zaman benzer bir davranışa ise böyle bir tepki gelmedi. Daha başka bir zaman ise aynı davranış nedeniyle yine olumsuz yargılandı.) bu durum çocuğun şöyle düşünmesine neden olabilir: “Yaptığım davranış değil (çünkü o bazen doğru bazen yanlış) ben kendim kötüyüm.
  5. Eğer yargı ebeveynlerin aşırı öfkesi ya da terketme tehditi, veya gerçekten çocukla geçici de olsa ilişkilerini koparmaları ile birleşiyorsa, bu durum çocuk tarafından “Sen kötüsün ve ben seni reddediyorum” olarak algılanır ve ‘kötü olduğum için terkediliyorum’ şeklinde kodlanır.

Peki bu yollarla geliştirilmiş benlik algısı sonradan neden devam ettiriliyor?

Çünkü “eleştirinin” kafanızın içinde sürekli canlı kalmasına neden olan bir pekiştireç sistemi oluşabiliyor. Bakalım hangi motivasyonlar doğrultusunda ‘hastalıklı eleştiri’ pekişiyor ve gittikçe artan bir biçimde sürdürülüyor?

  1. Doğruyu yapma gereksiniminiz: İçinizdeki o katı kurallar ve değer yargıları listesine hatalı davranmamanın bir güvencesi gibi yapışıyorsunuz. “Böyle bir değer sistemine sahip olmazsam ya da bu değer sistemini gevşetirsem hatalarım gün geçtikçe artar”. Böylelikle, doğru davranma konusundaki kontrolünüzün bu “eleştiri” sayesinde kurulduğunu sanıyorsunuz.
  2. “Doğru” olduğunuzu hissetme gereksiniminiz: Zaman zaman bu “hastalıklı eleştiri” size çok kısa süre için bir üstünlük duygusu yaşatabilir.

    Standartlarınız gerçekte ulaşılmaz, mükemmeliyetçi standartlar olduğu için kendinizi sürekli başkalarıyla kıyaslarsınız (Zekànızı, başarınızı, çekiciliğinizi, yeterliliğinizi…, özetle kendi benliğinizin değerini). Çoğu zaman da kendinize yetersizlik damgasını vurur ve yetersiz hissedersiniz. Ancak çok ender, kendinizi birilerinden daha üstün bulduğunuz anlar olur ve aşırı ancak kısa süreli bir doyum yaşarsınız. Sırf bu geçici doyum uğruna bu “eleştiriye” iyice yapışırsınız.

    Ya da “eleştirinin öngördüğü ulaşılmaz standartlar nedeniyle hiçbirşeyi “yapılması gereken” biçimde yapamadığınız için, çoğunlukla yetersizlik duygusu yaşarsınız. Ancak, bir kez mükemmel gibi görünen bir durumu yakaladığınızı varsayalım, bu durum kısa süre içinde mükemmel olmadığını belli eder, ancak ilk ulaşıldığında öyle gibi görünür. Bir kez bulup da kaybettiğinizi düşündüğünüz, size geçici harikalık duygusu yaşatan bu durumun peşinde koşmayı sürdürürsünüz.

  3. Eleştirici anne-babaya yaranma… kabul görme gereksiniminizden dolayı onların kurallarını devralıp o kurallara göre kendinizi “eleştirdiğinizde”, onlara layık bir yaklaşıma sahip olduğunuz için kendinizi onlara daha bir yakın hissediyor ve kendinize saygınızı artırıyorsunuz. Bu da amansız eleştiriyi sürdürmenizi pekiştiriyor.
  4. Başarma gereksiniminiz oldukça yüksek olduğundan, mükemmele ulaşamasanız da, önünüzde size sürekli bir başarı ideali çizen bu hastalıklı eleştiriye yapışıyorsunuz. “Hani bir ulaşsanız müthiş bir şey olacak” dolayısıyla bu ideali gözünüzün önünden bir türlü itemiyorsunuz. Böylelikle, sürekli “başarının” yolunda ilerlediğinizi sanıyorsunuz.
  5. Acı veren duygularınızı kontrol etme gereksiniminize de yapay bir biçimde destek vermektedir.

 

Benim televizyon programıma konuk olarak davet ettiğim Prof. Kadir Özer’le
mutluluk üstüne konuştuk. Dedim ki, “evlenme teklif eden insanlar, mutluluk
vaat ederek evlenirler. Şimdiye kadar, “Benimle evlenirsen anandan doğduğuna
seni pişman edecem, inim inim inletip sürüm sürüm süründüreceğim, haydi gel
evlenelim,” diyen görmedim. Ama bakıyorsunuz evliliklerin çoğu sanki böyle
söylenmiş gibi bir yolda ilerliyor, niçin, diye sordum.

“Kişiler benim bildiğimi bilseler, aslında evlenenlerin çoğunun mutsuzluğa
davet olduğunu anlarlar,” dedi. Yani sen anlayabilir misin, diye sordum.
“Evet,” dedi ve açıkladı: (Konuşmalarımız aynen bu kelimelerle olmadı, ama
anlamları bu yazdıklarıma yakındı!)

“İnsan yaşamının üç gerçeği vardır: 1- İnsan yorum yapan bir yaratıktır ve
yaptığı yorumla insan olaylara, ilişkilerine ve yaşamına anlam verir. 2-
İnsanlar arasında bireysel farklar vardır; özellikle aynı konularda insanlar
birbirlerinden farklı yorumlar yaparlar. 3- Aynı insanın içinde birbirinden
farklı özler, farklı bakışlar, bilinçler, yorumlar vardır; yani insan tek
bir çiçek değil, farklı çiçeklerden oluşan bir demettir.”

Prof. Kadir Özer Bilişsel Varoluşçu Terapi uygulayan bir psikoterapisttir.
Ona göre yukarıdaki gerçekleri anlamamak insan ilişkilerinde oluşan
sorunların temelini oluşturuyor.

Sözüne şöyle devam etti: “Erkek karısının olaylara kendisi gibi bakmasını,
aynı anlamı vermesini ve aynı duyguları hissetmesini bekler. Niçin? Çünkü
doğru olan onunkidir de ondan. Kadın ise kendi yorumunun gerçekçi ve doğru
olan olduğunu düşünür; içinden bilir. Evlenmeden önce kadın ya da erkek bu
farklılıkları görmemezlikten gelir, evlenince onu değiştiririm, diye bir
umudu vardır. Kendisinin doğru olduğuna o kadar inanır ki, eninde sonunda
eşinin gerçeği göreceğine bilir.”

“Bir başka senaryo da şöyle gelişir: ben kendimin tek bir insan olduğumu
sanıyorum. Hâlbuki gerçekte ben birçok çiçekten oluşan çok renkli bir
buketim. Yeni tanıştığım, çekici bulduğum kişinin buketindeki bir çiçeği ile
benim bir çiçeğim uyuşur ve ben sevgilimin yalnız o çiçekten ibaret olduğuna
inanır ve yalnız o çiçeği çok severim. Bütün gördüğüm o tek çiçek. Ne
kendimin, ne de onun diğer çiçeklerimin farkındayım. Evlendikten bir süre
sonra kendimi aldatılmış hissediyorum, çünkü onun diğer çiçeklerinin de
olduğunun farkına varmaya başlıyorum. Yeni farkına vardığım çiçekler benim
için sürpriz ve pek sevdiğim çiçekler değil. Tabii, aynı süreçten öbürü de
geçiyor; o da bende yeni keşfettiği çiçekleri pek istenir görmüyor. İkimiz
de birbirimizden hayal kırıklığına uğruyoruz.”

O zaman öfke de işin içine girmiyor mu, diye soruyorum. “Evet,” diyor,
“öfke, kaygı ve çaresizlik mutsuzluğun bir parçası. Bana danışan kişilerin
en temel duyguları bu üç duygudur: değişik derecelerde olabilir, ama
hepsinde öfke, kaygı vardır ve hepsi az veya çok kendilerini çaresiz
hissederler. Terapinin amacı kişilerle öyle bir etkileşim kurmak ki, kişiler
bir yandan kendilerini tanısınlar bir yandan da yeni oluşturdukları bilişsel
şemaları, yani yorum sistemlerini davranışa dökebilsinler.”

Bu tür bir sorunun yalnız karı koca ilişkilerinde değil, anababa çocuk
ilişkilerinde de geçerli olup olmadığını sordum. Gülümseyerek tüm ilişkiler
için geçerli olduğunu söyledi. “Anababa çocuk, öğretmen öğrenci gibi
ilişkilerde biri güçlü diğeri güçsüz olduğu için, güçlü olan anne ya da baba
doğal olarak kendi yorumunun doğru, çocuğunkini yanlış kabul eder. Çünkü
kendisi daha deneyimli ve eğitimlidir, daha çok görmüş geçirmiştir.”

Gülümseyerek, “İnsanın kendisiyle ilişkisinde de geçerlidir!” dedi

İstanbul Ticaret Odası (İTO), Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası 2. Kurultayı’nda TBMM’de okuduğu ve ilk basımı eski harflerle yapılan Nutuk’un tıpkı basımını ve bugünkü harflere aktarımını yayımladı.

 İTO’nun yayını, Atatürk’ün kontrolü altında çıkan ilk nüshanın tıpkı basımı ve bugünkü harflere aktarılmış halinin birlikte basılmasıyla bir ilk olma özelliği taşıyor. Kitapta Atatürk’ün kullandığı 10 harita da yer alıyor.

İTO Müşavirleri Şefik Memiş ve İsmail Şen tarafından hazırlanan ”Nutuk/Gazi Mustafa Kemal Tarafından” adlı eserin akademik danışmanlığını Doç. Dr. Erhan Afyoncu ve Yrd. Doç. Dr. Recep Ahıskalı yaptı.

Açıklamada görüşlerine yer verilen İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, Atatürk’ü daha iyi anlamak için orijinal kaynaklardan okumak gerektiğini vurgulayarak, yayınla ilgili şu ifadeleri kullandı:
”Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur ve bugün varsak onu sağlayan en önemli şahsiyet şüphesiz ki O’dur. Yarını doğru inşa etmek için de O’nun fikirlerine her türlü sapmadan, yanlıştan ve yönlendirmeden azade bir şekilde ulaşmak çok önemli. Biz bu nedenle Nutuk’u tıpkıbasım-çevrimyazı olarak bastırdık.”

Atatürk’ün üç ayda hazırladığı Nutuk, 1919-1927 arasındaki olayları konu alıyor ve savaşları, siyasi gelişmeleri, devrimleri belgelerle anlatıyor.

Nutuk yazılırken

Atatürk, Nutuk’u yazımı sırasında 22-23 Mayıs 1927 gecesi kalp spazmı geçirmişti. Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Nutuk’un yazımındaki temposunu şöyle anlatıyor:
”Nutuk’u Çankaya Köşkü’nde yazmaktaydı. Bu köşk üç oda bir salon eski bir bağ eviydi. Yağmur yağınca tavan akardı. Akan yerlere leğenler konulmuştu. Akmayan köşeye konulan bir koltuğa oturmuş, yanı başında su dolu bir leğen, elindeki pamuğu suya batırıp gözüne örtüyordu. Yorgunluktan gözünü açamaz hale gelmişti. Yaverler 8 saatte bir değişiyor ama o yerinden kımıldamıyordu.”

Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi İç Hastalıkları ve Nefroloji Uzmanı Prof. Dr. Süleyman Türk, ”Kanserden uzak durmak için, fast fooda negatif ayrımcılık yapmalı, ateşe doğrudan temasla yanmış yiyecekler tüketmemeliyiz” dedi.

 Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi İç Hastalıkları ve Nefroloji Uzmanı Prof. Dr. Süleyman Türk, kanser vakalarındaki artışın ürkütücü boyutlara ulaştığına, 2020 yılına ilişkin yapılan tahminlerde her 5 kişiden birinin kansere yakalanacağının öngörüldüğüne dikkati çekti.

Tüm kanser vakalarının üçte birinin sebebinin sigara olduğunu, ancak yanlış beslenme alışkanlıkları ve kanserojen içeren gıdalar almanın da kanser vakalarında çok önemli etkenlerden olduğunun, bugün bilimsel kabul gördüğünü belirten Prof. Dr. Türk, ”Özellikle pişilirken yanan gıdalar ve içine atılan kimyasallarla kızartma ömrü uzatılan trans yağların kanserojen etki yaptığı, pek çok kanserin nedeni olduğu artık bilimsel olarak kanıtlandı” dedi.

Prof. Dr. Süleyman Türk, çoğu yağda kızartılarak üretilen ”fast food türü beslenme şeklinin, önce şişmanlığa ardından da kansere neden olduğu” ile ilgili hemen her gün yeni bir bilimsel makale yayınlandığını vurgulayarak, sözlerini şöyle sürdürdü:
”Her şeyden önce, kanserden uzak sağlıklı bir yaşam için, kendimizin, çocuğumuzun ve etki ettiğimiz kişilerin beslenmesine dikkat etmemiz gerektiğini bilmemiz çok önemli… Burada fazla kızarmış döner ve çocuğumuzun adeta ‘vazgeçilmez’ olarak gördüğü barbekü (mangal) da dahil, fast food yiyecekleri kesinlikle terk etmemiz gerekiyor. Kanserden uzak durmak için, fast food’a negatif ayrımcılık yapmalı, ateşe doğrudan temasla yanmış yiyecekler tüketmemeliyiz. Bu yiyecekler bizim ve çocuklarımızın sağlığı açısından o kadar büyük risk taşıyor ki… Sigara uygulaması gibi, 18 yaşından küçük çocukların tek başlarına fast food’tan alışveriş yapmalarına izin verilmemeli. Çocuğunuz ısrarlarına dayanamıyor, çok uzun aralıklarla da olsa bu şekilde gıdalar tüketiyorsa, kanserojen maddenin panzehirinin süt olduğu iyi bilinmeli… Çocuklarımıza günde bir bardak süt içirmemiz, zararlı beslenmeye karşı onları kanser riskinden büyük oranda korur.”
 

KANSERE KARŞI BESİN SİLAHLARI-

Yapılan araştırmalarda, kanserden koruyan ve vücuda besinlerle alınan kanserojen maddelerin yok edilmesine yardımcı olan besinlerin bir kısmının net şekilde bilindiğini vurgulayan Türk, şöyle konuştu:
”Biz kanserden koruyucu besinleri, bu işle ilgilenen hekimler olarak net bir şekilde biliyoruz, ancak günümüzdeki bilgi karmaşası nedeniyle insanlar neye ve kime inanacaklarını şaşırıyorlar. Süt, özellikle çocuklar için, ileri yaşlarda kanserden korunmaları açısından çok önemli… Gerekiyorsa devlet eliyle, ilköğretim çağındaki tüm çocukların günde bir bardak süt tüketmeleri sağlanmalı… Çünkü içilen süt, örneğin bir hamburgerden, bir patates kızartmasından alınan kanserojenleri parçalıyor, vücuda zarar vermeden yok ediyor.”

Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Türk, kanserden korunmak için ayrıca sürekli doğal besinler kullanılması, sebze ve meyve tüketilmesi uyarısında bulunurken, şunlara dikkat çekti:
”Ancak şu çok önemli, her sebze ve meyvenin kanserden koruyucu etkisi, doğal olarak yetiştiği dönemde çok fazladır. Bu nedenle her gıda en ucuz en bol olduğu, en çok üretildiği dönemde tüketilmeli… Kırmızı ve siyah renkli sebze meyveleri özellikle öneriyoruz, çünkü bu renk pigmentine sahip besinlerin kanserojenlerle savaşım gücü çok yüksek. Kışın karnabahar, kara lahana, kırmızı halana; yazın ise en başta domatesi öneriyorum. Domatese kırmızı rengi veren maddenin ‘müthiş kanserden koruyucu etki yaptığı’ artık bilimsel bir gerçek.”

Mimarlık ve sinema tarihimizin ilkleriyle anılan en büyük yapıtı Beyoğlu Emek Sineması’nın kapatılması üzerine tepkiler çığ gibi büyüyor.

 TMMO’sının açtığı davanın ardından 29.Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin açıldığı ilk günde sanatseverler gece 21.00’den itibaren gece yarısına kadar sinema önünde toplandılar. Kurdukları perdede sessiz film “Kamelyalı Adam”ı gösterdiler, imza topladılar ardından müzik eşliğinde dans ederek seslerini duyurdular.

Festival sinemaları çıkışlarında “Emek Benim/İstabul Benim/Yıktırmıyorum!” yazan el broşürleri dağıtıldı.
Sinemaseverler; “Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ya da öncesinde Sinema Günleri’nin bütün önemli etkinliklerinin gerçekleştirildiği Emek Sineması’nın son sekiz aydır kapalı olmasına İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı başta olmak üzere tüm “sanat” çevresinin sessiz kalışına isyanım var!

Yıkanların, yıkımı gizleyenlerin, bütün bunlara şahit olup da susanların cepleri kentsel dönüşümün rantıyla dolu. AKP hükümetinin 2002’den bu yana küresel kent olma yolundaki İstanbul’da kentsel dönüşüm, yenileme, yeniden canlandırma kavramları arkasına gizlemeye çalıştığı tüm uygulamaları kamu yararına aykırı bulduğum için Emek Sineması’nın yıkılmasına karşıyım.” diye haykırırken, sinemacılar; “Ülkede bakkallar, Beyoğlu’nda AKM, Devlet Tiyatroları şimdi sıra sinemalarda. Her gün yerli yabancı binlerce insanın akın ettiği Beyoğlu’nun yok etmek istiyorlar.” diye durumu özetliyor. Festivale gelen ve Emek sinemasının durumunu ilk kez fark eden İstanbullu sanatseverler şaşkın, hüzünlü; “Dehşete düştük. İnanmak istemiyoruz. Sebep ne?” sözleriyle olan biteni anlamaya çalışıyorlar.

Binlerce anısı olan sanatçıların içi kan ağlıyor. Bunlardan biri de festivallerde Şakir Eczacıbaşı’yla birlikte defalarca sahneye çıkan tiyatro sanatçısı Tilbe Saran.  Sanatçı, Emek Sineması ile ilk tanışmasını anlatıyor;
“Emek sinemasına -sanırım- ilk kez 4 yaşındayken Ayşe annemle gitmiştim. Annem perdeye yansıyacak büyülü görüntüleri ancak karanlıkta görebileceğimi, sessizce oturursam  o ışıgın içinden  beyaz perdeye akacak hikayeyi izleyerek çok eğleneceğimi söyledi sonra da Ayşe anneme acıkırsa muzunu yedirirsin diyerek bizi yolcu etti. Sabahtı, hava güneşli ama soğuktu.Teşvikiye’den Beyoğlu’na nasıl gittiğimizi hatırlamıyorum.

Masal kitaplarındaki kraliçe saraylarına benzer kocaman salona, kadife perdeye, altın yaldızlı çerçevesine koltukta büzülerek baktığımı anımsıyorum.  Koltuk çok büyük ben çok ufaktım. Işıklar yavaş yavaş sönüp o kalın perde hafif hafif sallanarak iki yana ayrılırken  Ayşe anneme yapıştığımı ve onun “korkma, bak annen ne dedi, şimdi sihirli görüntüler başlayacak” diye yumuşacık sesi ve tombul kollarıyla beni sarmaladığını, elimi tuttuğunu ve perdeyi daha rahat görebilmem için paltosunu katlayıp altıma yerleştirdiğini anımsıyorum….

Sonra Tom ve Jerry başladı. Kocaman ekranda oradan oraya koşuşturan komik hayvanlar…Ayşe annenin elini ne zaman gevşettiğimi ve koltuğa bağdaş kurduğumu anımsamıyorum. Derken fareleri kovalayan kedi ve  farelerin kediye uyguladığı şiddet bana hiç de komik gelmemeğe başladı. Oysa  o kocaman bir dürbün gibi büyülü ışık hüzmesinin içinde çok komik şeyler saklı olduğunu söylemişti annem. Ama beyaz perdedeki hayvanlara olanlar annemin söz verdiği gibi hiç de komik değidi.

Kediye içim acımaya başladı bir süre sonra gözlerimden akan yaşlara hıçkırıklarımda eklenince Ayşe annem “evladım orada olanlar gerçek değil” diye beni teskin etmeğe uğraştı. Ne o yumuşacık sesi ne o tombul kolları beni yatıştıramadı ve giderek içimde uyanan isyanı bastıramadı. Kollarından kurtulup koltuğun üzerine hangi ara çıktığımı hangi ara yumruğumu sallayarak “eşşoğlueşşek fareler” diye basbas bağırmaya başladığımı anımsamıyorum. Hangi ara Ayşe anne benim ağzıma muzu tıktı hangi ara biz o kocaman salondan çıktık anımsamıyorum.

Tek anımsadığım,içimi çeke çeke ağzımdaki kocaman muzu yutmaya çalışırken Ayşe annemin kırmızı paltomun düğmelerini çekiştire çekiştire ilklemeğe çalışması ve o  muzun tadının tuzlu olduğu…

Şimdi Emek sinemasını yıkacaklarmış…Çocukluğum, gençliğim eyvah! Eyvah onca açılışta, kapanışta beraber olduğum dostlar…. Artık muzlar hep tuzlu olacak….”

Emek isimli, Paris’in günümüzdeki en büyük sineması 2800 kişilik kapasitesi ile Le Grand Rex’i hatırlanan, bu sinema klasiğinin perdesini, sahnesini, koltuğunu yaşamış Tilbe Saran ve onlarca sanatçı, müze gibi sinema olarak korunmasını beklerken, el üstü tutulmasını umarken yok edilmesini kabul edilemez buluyor.

 

 
Kırlangıcın biri, bir adama aşık olmuş. Pencerenin önüne konmuş, bütün cesaretini toplamış, röfleli tüylerini kabartmış, güzel durduğuna ikna olduktan sonra, küçük sevimli gagasıyla cama vurmuş. Tık….. Tık……Tık..
 
Adam cama bakmış.Ama içeride kendi işleriyle uğraşıyormuş.. Meşgulmüş! Kimmiş onu işinden alıkoyan? Minik bir kırlangıç!
 
Heyecanlı kırlangıç, telaşını bastırmaya çalışarak, deriiin bir nefes almış şirin gagasını açmış, sözcükler dökülmeye başlamış. Hey adam!Ben seni seviyorum. Nedenini niçinini sorma. Uzun zamandır seni izliyorum.Bugün cesaret buldum konuşmaya. Lütfen
pencereyi aç ve beni içeri al. Birlikte yaşayalım.
 
Adam birden parlamış: Yok daha neler? Durduk yerde sen de nerden çıktın şimdi? Olmaz, alamam, demiş. Gerekçesi de pek sersemceymiş:
 
Sen bir kuşsun! Hiç kuş, insana aşık olur mu! ?
 
Kırlangıç mahçup olmuş. Başını önüne eğmiş. Ama pes etmemiş, bir süre sonra tekrar pencereye gelmiş, gülümseyerek bir kez daha şansını denemiş: Adam, adam! Hadi aç artık şu pencereni. Al beni içeri! Ben sana dost olurum. Hiç canını sıkmam!
 
Adam kararlı, adam ısrarlı: Yok ,yok ben seni içeri alamam demiş. Biraz da kaba mıymış, neymiş lafı kısa kesmiş. İşim gücüm var, git başımdan.

Aradan bir zaman geçmiş, kırlangıç son kez adamın penceresine gelmiş: Bak soğuklar da başladı, üşüyorum dışarıda. Aç şu pencereyi al beni içeri. Yoksa, sıcak yerlere göç etmek zorunda kalırım.Çünkü ben ancak sıcakta yaşarım. Pişman olmazsın, seni eğlendirirm..
 
Birlikte yemek yeriz, bak hem de sen de yalnızsın, yanlızlığını paylaşırım, demiş.
Adam bu yalnızlık meselesine içerlemiş. Pek bir sinirlenmiş: Ben yalnızlığımdan memnunum, demiş. Kuştan onu rahat bırakmasını istemiş..Düpedüz kovmuş.

Kırlangıç , son denemesinden de başarısızlıkla çıkınca, başını önüne eğmiş, çekip gitmiş. Yine aradan zaman geçmiş. Adam, önce düşünmüş, sonra kendi kendine itiraf etmiş: Hay benim akılsız başım; demiş.Ne kadar aptallık ettim! Beklenmedik bir anda karşıma çıkan bir dostluk fırsatını teptim. Niye onun teklifini kabul etmedim ki? Şimdi böyle kös kös oturacağıma , keyifli vakit geçirirdik birlikte.

Pişman olmuş olmasına ama iş işten geçmiş. Yine de kendi kendini rahatlatmayı ihmal etmemiş: Sıcaklar başlayınca, kırlangıcım nasıl olsa yine gelir. Ben de onu içeri alır, mutlu bir hayat sürerim.
 
Ve çok uzunca bir süre, sıcakların gelmesini beklemiş. Gözü yollardaymış. Yaz gelmiş, başka kırlangıçlar gelmiş. Ama…… Onunki hiç görünmemiş. Yazın sonuna kadar penceresi açık beklemiş ama boşuna. Kırlangıç yokmuş! Gelen başka kırlangıçlara sormuş ama gören olmamış. Sonunda danışmak ve bilgi almak için bir  bilge kişiye gitmiş. Olanları anlatmış. Bilge kişi gözlerini adama dikmiş ve demiş ki:
 
‘KIRLANGIÇLARIN ÖMRÜ 6 AYDIR….’
 
HAYATTA BAZI FIRSATLAR VARDIR, SADECE BİR KEZ ELİNİZE GEÇER VE DEĞERLENDİRMEZSENİZ UÇUP GİDER!

HAYATTA BAZI İNSANLAR VARDIR, SADECE BİR KEZ KARŞINIZA ÇIKAR; DEĞERİNİ BİLMEZSENİZ KAÇIP GİDERLER! VE ASLA GERİ DÖNMEZLER!

Dikkatli olun….!!!! Farkında olun…..!!!!!!!!!! Ve bir düşünün bakalım; Acaba siz bugüne kadar pencerenizden kaç kırlangıç kovaladınız?…..

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün kuruluş günü olan 7 Nisan, her yıl olduğu gibi bu yıl da DSÖ’ye üye ülkeler tarafından ”Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanacak.

 

 Her yıl küresel bir sağlık konusunu gündeme getiren DSÖ, bu yılki etkinliklerin ana temasını ”daha sağlıklı şehirler” olarak belirledi.
 
Dünya genelinde nüfus yoğunluğunun köylerden kentlere yönelimine dikkati çeken DSÖ, kent yaşamında sağlıksız beslenmeden hareketsizliğe, hava kirliliğinden strese kadar birçok etmenin insan sağlığını olumsuz etkilediğine vurgu yapmayı amaçlıyor.
DSÖ’ye göre, şehirlilerin tümü hareketsizliğe, düzensiz beslenmeye, hava kirliliğine bağlı sorunlarla karşılaşırken, kentlerin kenar mahallelerinde, banliyölerde yaşayanların karşı karşıya kaldıkları riskler, yeni bin yılın en önemli sağlık sorunlarından biri olarak kabul ediliyor. Dünya genelinde kentlerin yoksul bölgelerinde yaşayan insanların, sağlıklı su kaynaklarına erişimden başlayıp, bulaşıcı hastalıklarla, şiddet riskiyle devam eden sorunlar listesinin çözülmesi için üye ülkelere çağrıda bulunan DSÖ, ülkelerden ”daha sağlıklı kentliler” oluşturacak stratejiler geliştirmelerini istedi.
DSÖ’nün daha sağlıklı kentler oluşturulması için önerdiği konuların başında bireylerin rahatça yürüyebilecekleri ya da spor yapabilecekleri alanların merkezi ve yerel hükümetlerce oluşturulması geliyor. Fiziksel aktivitenin artırılmasını destekleyen DSÖ, tütün ürünlerinin kullanımına ek olarak gıda güvenliğinin de sıkı şekilde denetlenmesini öneriyor.
”Dünya Sağlık Günü” kapsamında geçen yıl ”hayat kurtarın” teması altında sağlık hizmeti sunan kuruluşların, acil durumlarda güvenli olmaları ve hizmeti sürdürebilmelerine, 2008 yılındaysa ”iklim değişikliğinden korunun” temasıyla iklim değişikliğinin doğuracağı global sağlık sorunlarına dikkati çeken DSÖ, bu yıl ayrıca ”Bin Şehir, Bin Hayat” adlı kampanyayı da 7 Nisanda başlatacak.
Kampanya uyarınca, 7-11 Nisan günlerinde pek çok şehirde yolların bir bölümü araç trafiğine kapatılarak yürüyüş yolu haline getirilecek, parklarda ve açık alanlarda egzersizler yapılacak, kent içinde fiziksel anlamda daha aktif olunabileceği mesajları veren etkinlikler düzenlenecek.
DSÖ, ayrıca bin farklı şehirden, kendi şehrindeki sağlık alanındaki çalışmalara önderlik eden ya da insanlara örnek olan bin örnek kişiyi ve bu kişilerin başarı öyküsünü de sitesinde paylaşacak.