Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

SAATLER
 

 Leyla İpekçi-Dilek’le gelen…

Demokratik açılım sürecine sıkışarak siyasileştirilmemesi gereken adaletsizliklerden biri TMK mağduru çocukların yargılanma biçimi. Polise zafer işareti yaptığı için veya arbede çıktığında oradan geçmekte olduğu için, ya da yüzünü örtüp taş attığı için terörle mücadele kapsamında yetişkinler gibi yargılanan 18 yaş altındaki çocuklar sözkonusu olduğunda: Bir sıkıntı başgösteriyor herkeste.

Bu konuyu duymamak, bu meseleye uzaktan bakmak, mümkünse hiç bakmamak daha fazla tercih ediliyor. Durduk yerde kimsenin yapabileceği çok somut bir şey olmadığı için belki görmezden gelmek daha kolay oluyor.

Belki de kimini PKK’nın suça ittiği söylenen bu çocukları koruyarak aslında PKK’yı onaylıyor gibi bir duruma düşmekten çekiniyorlar. İdeolojik ürküntülerden kaynaklanan suskunluk, vicdanı donduruyor. Susarak ve çocukların giderek masumiyetlerini yitirişine seyirci kalarak, onları suça itiyoruz bilmeden. Çocuklardan koparılan masumiyette, yetişkin olarak hepimizin günahı asılı kalıyor.

Medyanın hedef kitlesi olanların çoğu bu çocukların neden ve nasıl suça itildiğine dair ipuçları barındıran o ‘saklı’ dünyaya yabancı kalmayı yeğliyor. Etnik ayrımcılık yaptıklarını fark dahi etmeden, Kürtlerin çok çocuk doğurmasını eleştiriyorlar sözgelimi. Savaşın, mağduriyet ve yoksulluğun süregeldiği bir yerde ayakta kalabilmenin koşullarını hiç düşünmedikleri için olsa gerek…

Tabii medyada da bu konuda çıkan haberlerin pek çoğunda çocukların mahremiyeti korunmuyor, masumiyet hakkı zedeleniyor, daha da vahimi, direkt ya da dolaylı olarak ideolojik kamplaşmaların hedefi haline getiriliyorlar.

Çocuklar ister ellerine para sıkıştırılarak PKK tarafından taş atmaya teşvik edilsinler, isterse kanundaki adaletsiz düzenlemeyi sürdürmek için türlü asılsız bahane üreten muhalefet partileri tarafından sabote edilsinler, isterse de medyada afişe oldukları için mağdur olsunlar: Nihayetinde birileri tarafından suça teşvik ediliyorlar durmadan.

Haklarında hiçbir somut kanıt olmasa da tutuklu olarak yargılanmayı bekleyen çocuklar da var. Bir gün suçsuz oldukları anlaşılır da beraat ederlerse bile, artık onların bu zulüm karşısında büyük bir öfke ve nefretle dolmayacaklarının ve dağın yolunu tutmayacaklarının garantisi yok.

***


Sonra Doktor Dilek Yeşilbaş
geliyor Hakkâri’ye. Bir buçuk yıl kadar önce. Psikiyatr olarak zorunlu hizmetinde. Daha ilk günlerde radyoda bir program yapıyor, hemen ardından bir yerel internet sitesinde vicdanımızı harekete geçirecek yazılar yayınlıyor.

Hayat Hakkâri’nin dağlarla çevrili coğrafyasında çığlıklarını yankılatırken Dilek’in başka seslerle avunması mümkün değildir. Baran Yetenek Avcısı adlı derneği kurarak çalışmalarını hızlandıracaktır.

Kimi zaman emniyet güçlerine çocukların psikolojisi üzerine seminerler verir, kimi zaman üniversite rektörüyle, valiyle, yerel yetkililerle biraraya gelerek ortak projeler üretir. Hemen herkesi çalışmalarına katarak hakikatin dilini konuşmaya çalışır Dilek.

Hakkâri’de 25 yıl sonra ilk kez bir sinema açarlar. İlk kez çocuklara ÖSS danışmanlığı verilir. Özellikle kadın ve çocukları sosyal hayata katmak için projeler hayata geçirirler.

Kamuoyunda panzerin ezdiği çocukların sesi pek duyulmaz. Gözaltında kaybolanların kemikleri peşinde koşanların, kayıp evlatları için her haftasonu toplanan anaların sesi de fazla duyulmaz. Küçücük yaşlarında öldürülen 342 çocuğun masum olduğunu bilenlerimiz de çok değildir.

Ama yüzü kanlar içindeki bir çocuk, sivil polisler tarafından yerde sürüklenirken dahi siyasetin üretebileceği dilin çok ilerisinde, kuşatıcı ve bütüncül bir ses vardır hayatta: Mücadeleyi bırakmayan ve umudun bitmediğini müjdeleyen Dilek ve onun gibilerin sesi.

Yeşilbaş’ın son projelerinden biri de Hakkârili çocukları Almanya’da yapılacak futbol turnuvasına götürmek. Çocuklarla futbol takımı kurma fikrini, daha önce Ağrı’da kurulan Anadolu Futbol Akademisi ile ortaklaşa bir projeyle hayata geçirmeye çalışıyor.

Geçtiğimiz günlerde, Hakkâri’de seçmeler yapılırken Dilek’ten bir mail aldım: “Hakkâri’de güzel şeyler de oluyor” diyordu.

Çoğunluğun susturulduğu ve seyirci olmayı kanıksadığı bir dönemde başkalarını yaşatmak için mücadele edenler sayesinde hayat ‘diri’, hikâyeler ‘canlı’, vicdan ‘açık’ kalıyor.

lipekci@yahoo.com

 

Başbakan konuşmasında Hakkari’de görev yapan doktor Dilek Yeşilbaş’ın kentteki çocukların hayatını nasıl değiştirdiğini anlattı.

Başbakan toplantıda çok önemli isimlerin de bulunduğunu söyleyerek, Hakkari Devlet Hastanesi’nde görev yapan Dilek Yeşilbaş isimli doktora dikkat çekti.

 Erdoğan, “Kendisi Hakkari Devlet Hastanesi doktorlarından, ‘Hakkari’nin meleği’ olarak bilinir. Tırnak içinde söylüyorum, ‘zorunlu’ hizmet için atanmıştı. Ama zorunlu hizmet süresi bittiği halde, görev yerinde kalmayı tercih etti.

Çünkü Hakkari’de ‘Dilek Abla’ diye arkasından koşan yüzlerce çocuğunu terk etmek istemedi. Çocuklara futbolu sevdirdi, sporu sevdirdi, sinemayı sevdirdi. Hakkarili çocuklardan kurduğu futbol takımı, Almanya’da uluslararası bir turnuvada 2. olup gol kralı çıkardı. O çocukların hepsi ilk kez uçağa bindi, İstanbul’u gördü, ülke dışına çıktı. Hakkarili çocukların hayatını o değiştirdi” diyerek doktor Dilek’e övgü yağdırdı.

Dünya İkincisi oldular

Almanya’da düzenlenen U-11 ELBTAL CUP’ turnuvasında Türkiye’yi temsil eden Hakkarili minikler Dünya İkincisi oldu. Minikler kentte sevinçle karşılandı.

Baran Yetenek Avcıları Derneği ile Anadolu Spor Akademisi’nin işbirliğinde hazırlanan proje kapsamında, futbol kulübünde seçilen 15 çocuk Almanya’da düzenlenen olan U-11 ELBTAL CUP Futbol Turnuvası’nda Türkiye’yi temsil etmek üzere İstanbul’a gitmiş ve A Milli Takımının Riva’daki kampında bir hafta antrenman yapmıştı.

Almanya’da düzenlenen turnuvada büyük başarılara imza atan Hakkarili minikler gruplarında bir maç hariç bütün maçları aldı. Hakkarili minikler değişik dünya ülkelerinin takımlarıyla yaptıkları karşılaşmalarda 28 gol atarken sadece bir gol yedi. Dünya şampiyonluğunu penaltı atışlarında kaybeden Hakkarili minikler Dünya İkincisi olarak Hakkari’ye döndü. Van’dan otobüsle gelen minikler, şehir stadyumunda aileleri ve Hakkari Üniversitesi Dekanı Osman Güldal tarafından karşılandı.

Burada gazetecilere bir açıklama yapan takım antrenörü Mehmet Kayrın, Brezilya’da bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın telefonla arayarak çocukları tebrik ettiğini söyledi. Kayrın, “Buradan hareket etmeden önce çocuklar ’biz final oynayacağız’ diye kendilerine bir hedef koydular. Biz kesinlikle çocuklara bu yönde bir baskı yapmadık. Oraya gittiğimiz zaman ilk kuralar çekildi. İlk maçımızda biraz sahanın zemini olsun seyirciler olsun çocuklar biraz sendeledi. İlk maçımızı 3-1 kazandık. Ondan sonraki maçlarda Polonyayı net bir skorla 7-0 yendik. Danimarka’yı 9-0 yendik. Çekostuvakya yı 3-0 yendik. Grubu 28 gol atarak ve bir gol yiyerek bitirdik. Final maçlarında yine bir Çekostovak’ya takımı vardı onları 7-1 yendik. Daha sonra Almanya’nın Dinamo Dresten takımı ile karşılaştık. O maçta biraz tutuk başladık. Çocuklar ikinci yarıda açıldı. Maç 2-2 bitti” dedi.

CENTİLMENLİK KUPASI HAKKARİLİ MİNİKLERE

11, 13, 15 ve 17 yaş gruplarında değişik ülkelerden 70 takımın turnuvaya katıldığını, centilmenlik kupasının da kendilerine verildiğini belirten Kayrın bürokrat ve milletvekillerinin kendilerini tebrik etmemesinden yakındı. Türkiye’yi Almanya’da en iyi şekilde temsil eden çocuklar ise, “Almanya’da iyi futbol oynadık. Bir maç dışında bütün maçlarımızı kazandık. Türkiye’yi en iyi şekilde temsil ettik ve dünya ikincisi geldik” şeklinde konuştular. Takımda bulunan çocuğunu karşılamaya gelen Nevzat Yakar isimli veli ise, olanak verildiği takdirde çocuklarının da dünya çapında başarılara imza atabileceklerini söyledi. / ANKA

Çocukların Yüreğine Aktı
 

MiniklerGol Atacaklar Hakkari Devlet Hastanesi’nden “arka sokaklara” taşan bir doktor Dilek Yeşilbaş… Hakkarili Çocuklardan oluşturduğu futbol takımıyla bölge çocuktaşlarını çok başka bir yere taşıdı. Şimdi minikler, mayıs ayında Almanya’daki futbol turnuvasında Türkiye’yi temsil edecekler…

FATMA K. BARBAROSOĞLU

Anadolu Spor Akademisi Projesi bir Avrupa Birliği projesi… Ağrı Valiliği ve Hakkâri Valiliği desteğiyle Baran Yetenek Avcıları Derneği kuruldu. Dernek Yönetim Kurulu Başkanı olan Dr. Dilek Yeşilbaş Hakkari’ye yaklaşık bir buçuk yıl önce mecburi hizmet kapsamında atanan bir psikiyatri uzmanı. İslam medeniyeti, insan odaklı bir medeniyet. Bir insan binlerce insanın şifası için vesile olabiliyor. Hakkari Devlet Hastanesi Psikiyatri uzman Hekim Dr Dilek Yeşilbaş işte o insanlardan biri. Sadece hastanede şifa dağıtmakla kalmadı. Sokaklara da taştı. Taştı ve Hakkari’den minik bir futbol takımı çıkardı.

Hakkarili çocuklardan futbol takımı kurma fikri nasıl çıktı?

Herkes annesinden masum olarak doğar. Hiç kimse potansiyel suçlu değildir. Çocuğu öncelikle anne baba aile olmak üzere içinde yaşadığı çevre şekillendirir. Ve “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” hadis-i şerifi yol göstericimiz. Yıllardır kendilerinin belirlemediği bir hayatı yaşamak zorunda bırakılan, top atmakta mahir çocuklar, geleceklerini bıçak gibi kesen cezalar aldılar. Gözlerine bakma cesaretini gösterdiğinizde her çocuk gibi masumdular. İşte bu çocuklar gündüz gözyaşlarınıza sebep, gece rüyalarınızın konusu olunca onlar için bir şeyler yapmak gerekliliği ortaya çıktı.

İlk ne yaptınız?

Bir dernek kuralım ve bu çocuklar için elimizden geleni yapalım fikri böylesi sancılı ve uykusuz gecelerin sonucunda oluştu. Baran Yetenek Avcıları Derneği Hakkâri Üniversitesi öncülüğünde, Hakkâri Valiliği desteğinde kuruldu. Sonrasında çocukları, Fatih Terim’in ve TFF’nin desteği ile Kayseri’deki Türkiye Estonya maçına götürme projesi gerçekleşti.

Bütün bunlar “Umut Projesi kapsamında yapılıyor. Bölgenin ‘Umut Projesi’ nasıl doğdu?

Anadolu Spor Akademisi projesine dahil olmak için çalışmalar başladı. Teklifimiz yüreği de yüzü gibi aydınlık olan Proje koordinatörü Özcan Şimşek Bey tarafından hiç tereddütsüz kabul edildi. Özcan Bey “proje herkesindir” dedi. “Anadolu Spor Akademisi projesi bir hayatı değil, birçok hayatları doldurur ve çocuklar o kadar masumdurlar ki, bir milletin savaşını durdurabilirler” dedi. Böylece doğu ve güneydoğu bölgesindeki 10 ili kapsayan bu projeye, Hakkâri de dâhil edilmiş oldu.

Projeye valilerin desteğini de özellikle ifade etmek gerekiyor herhalde…

Kesinlik evet. Merkezi Ağrı ilinde olan projeye dâhil olmamız konusunda Ağrı Valisi Mehmet Çetin beyefendi ile görüşülerek prensipte anlaşmaya varıldı. Sonrasında Hakkâri’ye gelindi. Hakkâri Valisi Muammer Türker beyefendi projeyi dinleyince heyecanla karşılandı.

Peki, miniklerin seçimini nasıl gerçekleştirdiniz?

Almanya’daki U-11 ELBTAL CUP Futbol Turnuvası’na katılması için seçilecek Hakkarili 14 çocuk için çalışmalar başlatıldı. Seçmeler Yüksekova ve Hakkâri yaklaşık bin çocuk arasında geçen mücadele sonucu ilk etapta 28 çocuğun seçilmesi ve bir haftalık kampa alınması ile başladı.

Çocuklar mayıs ayında İstanbul’da kampa girecekler değil mi?

Hakkari’de yapılacak olan 3 haftalık kamptan sonra çocuklarımız 11-19 Mayıs tarihleri arasında TFF’ nin Riva tesislerinde kampa girecekler. Bu sırada Fenerbahçe, Beşiktaşve Galatasaray kulüplerinin alt yapıları ile hazırlık maçlarıyapacaklar. Ayrıca Fatih Terim, Ertuğrul Sağlam, Turan Sofuoğlu, Erdi Demir, Hasan Vezir, Lemi Çelik, Cüneyit Tanman, Semih Yuvakuran, Tanju Çolak, Şirin Berber, Rıza Çalımbay v.s gibi futbolun duayenleri tarafından ziyaret edilecekler. Hakkarili çocuklarımız iki gün Rıdvan Dilmen tarafından antrenmana çıkarılacaklar.

Hakkari’de tatlı bir heyecan var

Bu proje sizi çok heyecanlandırıyor. Her aşamasından zevk aldığınızı biliyoruz. Bizimle özellikle paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı?

Şimdilerde Hakkâri’de farklı ve tatlı bir heyecan rüzgârı esiyor. Fakat bana sorarsanız olayın en güzel tarafı seçmelere lastik ayakkabı ile gelen minicik ayaklı, ufacık boylu Reber’in lastik ayakkabılarının yerinde artık Adidas ayakkabılarının oluşu.

Miniklerin programı oldukça yoğun olacağa benziyor…

Evet. İstanbul Valisi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı ziyaret edecekler. Kendisi de bir Hakkârili ve futbol hastası olduğu bilinen Yılmaz Erdoğan’ın Çok Güzel Hareketler Bunlar programına konuk olarak çıkarılacaklar.

Futbol oynayınca hayatları değişti

Almanya yolculuğu ne zaman?

19 Mayıs tarihinde Almanya’ya hareket edecek olan minikler, burada turnuvaya katılacaklar. Bu organizas-yonun sponsorluğunu Spor Toto Teşkilat Başkanlığı yapıyor. Ayrıca Spordan Sorumlu Devlet Bakanımız Sayın Faruk Nafiz Özak’ın da organizasyona maddi manevi katkıları oldu.

Çocuklar sizi görünce ne yapıyor ?

Bana bazısı ‘Dilek abla’, bazısı da ‘hocam’ diye hitap ediyor. Bazen sokağın başında gördüklerinde koşarak yanıma geliyorlar. Bazen polikliniğin önünde beni bekliyorlar. Göz göze geldiğimizde ılık bir şey akıyor aramızda. Onlar için yaptığınız her şey yetersiz geliyor. ‘Daha önce neden gelmedim’ diyorsunuz. Seçmelerde başarı gösteren Furkan’ın babası geçen gün teşekkür etti bize. “Çocuklarımızla ilgileniyorsunuz. Allah sizden razı olsun” dedi. Burada ufacık bir dokunuşla hayatların nasıl da bambaşka bir istikamette ilerlediğini görmek bizi çok mutlu ediyor.

Belki şehre bir film gelir diyerek bekleyemedim
 

Belki şehre bir film gelir diyerek bekleyemedim  İki sene önce Hakkari’ye atanan psikiyatr Dilek Yeşilbaş’ın ‘zorunlu’ hizmeti ‘gönüllü’ye dönüştü. 26 yıl sonra şehre bir sinema açılmasını sağlayan, isimleri ‘taş atmak’la anılan çocukları sporla tanıştıran Yeşilbaş izinlerini bile onlar için kullanıyor. Görev süresi dolan Yeşilbaş, “Mesleğimi bırakırım, çocukları bırakmam” diyor

Bugüne kadar pek çok ‘idealist insan’ portresi okumuşsunuzdur. ‘Günümüz koşullarında’ gösterilen özveriden dem vuran, vicdanlarımızı hafifçe yoklamamızı sağlayan bu portrelerden birini daha okuyacaksınız az sonra. Ama bir farkla; bu hikayenin kahramanı klasik olduğu üzere kaskatı bir irade ile ‘vatan millet kurtarmak’ gibi ulvi amaçlarla çıkmamış yolculuğuna. Herkesin duyduğu insani kaygılar ve biraz da merakla hareket etmiş. Attığı küçük adımlar öyle büyük sevinçler yaratmış ki olanlara kendisi bile şaşırmış.

Bafralı genç bir doktordan, Dilek Yeşilbaş’tan söz ediyoruz. ‘Nereli olduğunun ne önemi var?’ diye düşünüyorsanız acele etmeyin. Çünkü bu hikaye tam da ‘başka bir yerli’lik üzerine…

ANNEM EMEKLİ ÖĞRETMEN

Üniversiteye kadar memleketinde yaşayan Yeşilbaş, tıp fakültesini kazanıp Eskişehir’e gider. İletişimdeki başarısına güvenerek tıbbın içinde kendisi için en verimli dalın psikiyatri olduğuna karar verir. Uzmanlığını ise mesleki olarak büyük kazanımlar sağlayacağına inandığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yapar. ‘Yemek yedim’ der gibi sıradan bir şekilde ailesini kestiğini, kızına tecavüz ettiğini söyleyen hastaların karanlık dünyasıyla tanışır. Tüm zorluklarına rağmen altı yıl orada görev yapar. Pek çok hekimi korkutan mecburi hizmet dönemi 2008’de gelip çatar. Yeşilbaş’ın zorunlu istikameti, haber bültenlerinde İstanbul’dan sonra terör olayları nedeniyle adı en çok anılan ikinci il olan Hakkari’dir.

Emekli bir ilkokul öğretmeni olan annesi tedirgindir. Konuştuğu herkes “Gerçekten gidecek misin?” der. Ama Yeşilbaş gitmeye karar vermiştir. Hikayenin gerisini ise şöyle anlatıyor:

“BU ÇUKURDAN ÇIKMALIYIM”

“Hayatım boyunca hiç Doğu’ya gitmemiştim ve tedirgindim. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanan biriyim. ‘Buraya çıkmamın bir manası var’ dedim kendi kendime. Hakkari dağların ortasında çukurda kalmış bir yer. Oraya gidince ilk refleksim ‘Bir çukura girdim, buradan nasıl çıkacağım?’ oldu. Gözünüzü karşıya çevirdiğinizde dağdan başka bir şey göremiyorsunuz. Gerçekten kuyuya düşmüş gibi bir sıkıntı basıyor içinizi. Bu duygu Hakkari’de yaşayanlar için de geçerli. İnsanların büyük kısmı oradan çıkma çabası içinde. Sık sık ulaşım kesiliyor, dünyadan izole bir yer oluyor Hakkari. Benim işim konuşmakla doğrudan ilgili ve maalesef dil sorunu bizi çok etkiledi. Hastalarla daha çok birisi üzerinden anlaşmaya çalışıyoruz. O kişi de eğitimli olmadığı için kendi yorumunu katıyor. Buralara Kürtçe bilen psikiyatrlar lazım.”

Yeşilbaş’ın, şebeke suyu ara ara akan, sokakları çöpten geçilmeyen bu şehre alışması ne kadar zor olmuşsa halkla kaynaşması da bir o kadar süratli olmuş: “Oraya gidince anladım ki acılar hikaye gibi dinlenmezmiş. Hakkari’de nüfusun yüzde 50’si 19 yaşın altında. Bu çocuklara hitap eden tek tesis Şehir Stadyumu. Onlar için bir şeyler yapmak istedim ve tam o sırada altyapı hazırlıkları sürdürülen Hakkari Üniversitesi’nin bir dernek kuracağını öğrendim ve çalışmalara başladık.”

Yeşilbaş, rektör İbrahim Belenli ve Hakkari Valisi Muammer Türker’in desteğiyle derneğin faaliyete geçtiğini söylüyor ve “Başkan ben oldum ve derneğin adını Baran Yetenek Avcıları koyduk. Baran Kürtçe’de yağmur anlamına gelir. Halkın burayı benimsemesinde isminin çok önemi var.”

‘Taş atan çocuklar’ ifadesi onları çok üzüyor

Psikiyatr Dilek Yeşilbaş orada yapılanların duyurulmasının çok önemli olduğunu düşünüyor: “Mesele burayla oranın iletişimsizliği. Burası orayı, orası da burayı yanlış biliyor. Herkesin şunu düşünmesi lazım: Oradaki mağduriyetin ortadan kalkması bütün Türkiye’yi olumlu yönde etkileyecek. Bu bir memleket meselesi. Burada yapacağınız çok basit şeyler orada ciddi yaralara merhem oluyor. AB destekli 11 yaş altı futbol turnuvasında Türkiye’yi Hakkarili çocuklar temsil edecek. Ama elemelere çocuklar lastik ayakkabıyla geldi. Bir ayakkabı almak zor mu sizin için? Ayakkabıyla veya bir topla kaç yüz çocuğu sokaktan topladık biliyor musunuz? Onları toplumsal olayların içinden kurtarıp spor gibi sanat gibi faaliyetlerle zihinsel, bedensel ve ahlaki gelişimlerine katkıda bulunmak tek derdimiz. ‘Taş atan çocuklar ‘ diye etiketlenmek de çocukları çok incitiyor. Hatayı düzeltmenin yolu sürekli o hatayı göze sokmak değildir. Bunu olumluya çevirmek için yaptığı olumlu hareketleri öne çıkarmanız gerekir.”

Siirt ile ilgili genelleme yapmak çok yanlış

Hem bölgedeki yapıyı bilen hem uzmanlığı psikiyatri olan Dilek Yeşilbaş, Siirt’te yaşanan olaylarla ilgili şu yorumu yapıyor: “Bütün duyduklarımız tüyler ürpertici cinsten. Ama lütfen genelleme yapmaktan kaçınalım. Buralardaki kapalı yapıları sosyal ve kültürel faaliyetlerle açmaya çalışmak hedefimiz olmalı.”

Hakkari’nin tek psikiyatrı Dilek Yeşilbaş’ın mecburi hizmet süresi geçen hafta doldu. Ama o, derneği ve Hakkarilileri bırakmayı düşünmüyor: “Mesleğimi bile bırakırım ama oraya yapabileceklerimden vazgeçmem. ‘Tek başına ne yapabilirsin ki?’ diyenleri de umursamıyorum. Zaman zaman tehditler de aldım ama ben insan olarak sorumluluğumu yerine getiriyorum gerisiyle ilgilenmiyorum. Burada Arjantin ve Brezilya’daki örnekleri gibi yatılı bir futbol okulu açılması projemiz var. Tek hayalim bunun gerçekleşmesi.”

26 yıl sonra sinema açıldı

Hakkarili çocukların yüzlerine gülümseme, yüreklerine umut yerleştiren Dilek Yeşilbaş dernek vasıtasıyla iki yıla neler sığdırmamış ki ! Bakın neler anlatıyor? “Vizontele’nin memleketinde tek bir sinema bile yoktu. Bir sinema varmış o da 26 yıl önce kapanmış. Biz koordinasyonu sağladık ve atıl durumda olan kültür merkezi salonlarından biri, bir işletmeciye kiralandı. Çocuklar ilk kez sinemaya gitti. Üniversiteye hazırlanan gençleri tercih yaparken yönlendirecek kimse yoktu. İstanbul’daki öğretmen arkadaşlarımla görüştüm. Yaz tatilinde gelip gençlere gönüllü tercih rehberliği yaptılar. Hakkari’de ilk defa bu yıl daha isabetli tercihler yapıldı. ‘Futbol okulu açsak nasıl olur, gelin konuşalım’ diye duyuru yaptık o gün 500’den fazla çocuğu kayıt için getirdiler. Biz mucize yaratmadık. Zaten orada gönüllü olarak çocuklara spor yaptıran hocalar vardı. Geçen yıl yıllık izinlerimde İstanbul’a gelip görüşmeler yaptım. O zaman Fatih Terim milli takımın başındaydı. Onun bu çabadan bilgisi olmuş ve kendisi bizi çağırıp destek olmak istedi. ‘Estonya maçına çocukları getirelim’ dedi. Her ilçeden en başarılı çocuğu alıp milli takım kampına götürdük. Kimse bir şey yapmadığı için çocuklar bu tür organizasyonları şaşkınlık ve şüpheyle karşılıyorlar. Terim ve futbolcuları görene kadar da hiçbir şeye inanmadılar.”

Hürriyet Gazetesi yazarı Oğul TÜRKKAN, şarap konusunda oldukça önemli bir noktaya dikkat çekmiş. Ben de gerçekten bölgesel farklılıkları yansıtan daha az “sanayileşmiş” şarapları tercih etmeye çalışırken, ne yazık ki  bu tür şarapları  ülkemizde bulmamız giderek zorlaşmaya başladı. Oysa ki, şarap üretiminde ön sıralarda yer alan birçok ülkede, sadece şarabın üretildiği bölgeye giderek satın alabileceğiniz belki de adını bilmediğiniz pek çok çok özel şarabı bulmanız mümkün. Dileğim bunun bizim ülkemizde de sürdürülebilmesidir.
 
Burak Küçükebe
 
Oğul TÜRKKAN’IN yazısını aynen aktarıyorum:
 

Butik şarabın arzı hakkında

Geçenlerde Londra’daydım. Amacım bu dünyanın en güzel yeme içme şehrini tekrar koklamak ve tatmak, aynı zamanda da Masters of Wine (*)’ların toplantısına katılmaktı.

Bu uluslararası toplantıda, Master of Wine’lar ile yuvarlak masa toplantısı düzenleyip şarap tadımı ve güncel konuların tartışmasını yaptık.

Sabahtan, dünyadan Shiraz üzümünden şaraplar tattıktan sonra, ardından da dünyadan Riesling üzümünden şarapları tadıp yorumladık.

Her biri üretildiği toprağı yansıtan, birbirlerinden farklı lezzetlere sahipti.

Avustralya Riesling’inde yöreye özgü “lime” kokusu kendini diğerlerinden ayrıştırmasını sağlarken, Alman Riesling’i geç hasattan kaynaklanan tatlılığı ile öne çıkıyordu. Shiraz’larda ise; Fransız Shiraz’ı baharatlı tatlar sunarken Güney Afrika Shiraz’ı ise yuvarlak ve meyvemsiliği ile diğerlerinden ayrışıyordu.

Bu arada şunu belirtmek isterim ki, hepsi birbirinden güzeldi.

Ardından şarap piyasasından konu açıldı. Yuvarlak masa şövalyeleri gibi şarap şövalyeleri masanın çevresinde felsefi tartışmalara başladık. Tartışma süpermarketlerin şarap üreticileri ve butik şarap satıcılarının üzerindeki etkisinin tüketici üzerinde şarap seçimini daraltıp daraltmadığı ile ilgiliydi.

Günümüzde dünyadaki şarabın yaklaşık %70’i süpermarketlerde satılıyor. Süpermarketler ise raf dönüşü yüksek, kendi ödeme şartlarına uyan, tedarik sınırı olmayan üretici ve ithalatçılarla çalışırlar. Şarabın ticari koşulları ile kalitesi arasında seçimlerini ticari koşuldan tarafa kullanırlar. Ayrıca talebi yönlendirmelerinden dolayı, üreticiler üzerinde şarabın tarzı ve fiyatı hakkında yaptırım sahibi olurlar. Üretici ve ithalatçılara hangi şarabın satıp, hangisinin satmadığını söylerler. Diğer taraftan şarabın ruhuna aykırı ürünler tasarlatırlar desek dünya genelinde yanlış olmaz. Yöreye özgün özenli şaraplar ise satışta bilgi aktarımı gerektirdiğinden sürümlerinin yavaşlığı nedeniyle raflarda boy gösteremez.

Şarap tarımsal bir ürün olduğundan kaliteli ve geleneksel şarap sonlu bir ürün olup toprağına ve kültürüne özgü köken özellikleri, iklim, işlenme özellikleri gibi unsurlardan etkilenir. Bir anlamda şarabın doğasında bu romantik özellik vardır. Bölgesel iklim, toprağın su tutma özellikleri, geleneksel üretim alışkanlıkları, yöreye özgün veya uygun üzümler gibi birçok unsur şaraba kişilik kazandırır.

Süpermarketler ise orta bir kalitede, kökenini pek yansıtmayan, bilindik üzümlerden yapılan, tedarik sorunu olmayan ürünler satmayı tercih ediyorlar. Bu ürünlere de şarap deniyor ancak bunlar daha çok sanayi ürünü tarzında neredeyse sonsuz ürünler. Bir anlamda gazozlar gibi kalitede standartlığın, yüksek kalite ve bölge karakterinden önemli olduğu bir üretim tarzında ürünler.

Peki, tüketici neden süpermarketten şarap alır?

Bu sorunun cevabı pratiklikte yatıyor. 

Tüketicinin süpermarketten şarap alması diğer alışverişini yaparken kolayına geliyor. Diğer taraftan süpermarketlerin şarapta sanki her yerden daha ucuzlarmışçasına yapmış olduğu promosyon kampanyaları da en uygun fiyatın süpermarkette olduğu intibasını yaratıyor.

Ayrıca süpermarket şarabın kalitesi ile doğrultulu bir seçim yapmayıp, sadece alım şartlarını ve raf dönüş hızını göz önünde bulundurarak alım ve arz ediyor.

Yavaş yavaş, İngiltere’de büyük zincirler (Marks and Spencer gibi) Master of Wine’lardan danışmanlık alarak seçimlerinin sağlam bir zemine, şarap bilgisine bağlamaya çalışıyorlar. Bir anlamda bu kısır döngüyü kırmaya çalışıyorlar.

Peki, bunun sonucunda ne oluyor?

Küçük ve butik üretimler süpermarketin satış şartlarına uymadığından raflarda yerini alamıyor. Özellikle, yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi romantik özellik taşıyan şaraplar tüketiciye arz edilemiyor.

Şarap romantik ruhunu kaybedip gitgide bir sanayi ürünü halini alıyor. Dünyada butik şaraplar satan mağazalar gitgide zora düşüyor.

İşte yuvarlak masa tartışmalarından bu sonuç çıktı.

Peki, Türkiye’de durum ne?

Şarabın en yaygın dağıtım kanalı yine süpermarketler. Burada tüm seçim sanayii tipi şaraplardan oluşuyor.

Birçoğunda fiyatlar ucuz gibi gözükse de (kampanya dönemleri hariç) piyasanın üstünde.

Butik şarap satıcısı deyince bir avuçtan öteye gitmiyor. Butik şarap mağazaları Türkiye’de yaşayamıyor. Butik üretici de ürünlerini satacak kahraman aracı bulamıyor. Bir anlamda “kahraman bakkal süpermarkete karşı” misali.

Durum böyle olunca hep beraber sanayii tipi üretilen şarapları tüketiyor oluyoruz.  Özel üretimlere (diğerlerinden daha fazla desteğe ihtiyaçları olmasına rağmen) hiç katkıda bulunamıyoruz. Şarapta Türkiye’nin toprak özelliklerini yansıtacak ürünlerin çoğu başlarını bile kaldıramıyor. Sanayii tipi üretici de butik şarapları yaygın dağıtım ağı ve iletişim avantajlarını kullanarak satmayı beceriyor. Sadece butik üretim yapanlar da sanayii tipi üretime doğru kayıyorlar. Tüketici adına ve gelişmekte olan Türk şarapçılığı adına çok yazık oluyor.
 
* Master of Wine: MS şarap üstadı
 

Oğul TÜRKKAN-Hürriyet-02/06/2010

Bekir Coşkun-Gazete HaberTürk,06 Haziran 2010 Pazar

 

SELANİK’te kurbağaların sürüler halinde bir yöne doğru kaçmaları önce “Deprem olacak“ söylentilerine neden oldu.

Deprem profesörleri buna kızdılar…

Çünkü kendileri bilmediği halde kurbağalar depremin olacağını bilecek olurlarsa, televizyonlara kurbağalar çıkacaktı…

Ancak 12 saat geçmeden iki deprem oldu…

Herkesin aklına kurbağalar geldi…

Deprem profesörlerinde de kurbağa sendromu görülürken, televizyonlar kurbağalara koştular…

O sırada deprem profesörleri açısından sevindirici bir gelişme oldu; deprem,  kurbağaların kaçtığı tarafta değil, gittikleri yönde olmuştu…

Yine de kurbağaların kaçışması bir işaret sayılırdı…

Küçük bir farkla; demek ki kurbağa ne yana zıplarsa, stüdyodakiler sadece ters
yöne kaçacaklardı…

Kurbağa meselesi sonra ne oldu bilmiyorum…

Dün “Dünya Çevre Günü” idi…

Kurbağalar geldi aklıma…

Tüm dünya çevrenin-doğanın tükenmekte olduğunu konuştu dün… Televizyonlar, gazeteler, toplantılar, konferanslar, filmler, slaytlar, belgeseller…

Dün tüm insanlık onaylayarak dinledi hepsini…

Ama yine de petrol çıkarmaya, ormanları kesmeye, gölleri-nehirleri kurutmaya, kanalizasyonlardan uzatılmış borularla denizlerin içine etmeye, siyanürle maden çıkarmaya, yerküreyi oymaya devam etti…

Avlanması yasak balıkları alıp yedi, doğadaki öbür canlıları vurmayı-kovmayıöldürmeyi
sürdürdü, kentin yeşil alanına binalar yapılmasını seyretti insanlar…

Çünkü…

Çünkü aptal ve ahlaksızdır insanoğlu…

O aptallık ve ahlaksızlık dünyamızı elimizden alıyor…

Beton, demir, cam ve ziftten bir çirkin dünya, her gün biraz daha yeşil-mavi dünyanın yerine geçiyor…

Bizler o aptallığın ve ahlaksızlığın tehdidindeyiz…

Ve bizler kurbağa sürüleri gibi ters yöndeyiz…

Rize’nin Çamlıhemşin ilçesine bağlı, doğal güzellikleri ve kaplıcalarıyla ünlü turizm merkezi Ayder Yaylası’na her geçen yıl artan talep, bu yıl, yörede çekilen ve 60. Berlin Film Festivali’nde ”Altın Ayı” ödülü alan ”Bal” filminin de etkisiyle daha da arttı. Yayladaki konaklama yerlerinde rezervasyonlar erkenden tamamlandı.

Rize– Çamlıhemşin Ayder Çevre ve Turizm Derneği Başkanı Ömer Altun, doğal güzellikleri, yeşil vadileri ve kaplıcalarıyla ön plana çıkan turizm merkezi Ayder’e turistlerin ilgisinin her geçen yıl arttığını söyledi. Yaylada turizm sezonunun bu yıl önceki yıllara göre çok daha erken başladığını vurgulayan Altun, ”Ayder’de turizm sezonu genellikle mayıs ayı sonları veya haziran ayı başında başlardı. Ancak bu yıl yaylada 23 Nisandan itibaren turizm hareketliliği yaşanmaya başladı. Konaklamak için gelenlerin yanı sıra günübirlik turlarla gelenlerin sayısında da önemli artış oldu. Özellikle hafta sonları oldukça yoğun geçiyor. Şu anda her şey çok güzel gidiyor” dedi.

Altun, 60. Berlin Film Festivali’nde Semih Kaplanoğlu‘nun yönetmenliğini yaptığı ”Altın Ayı” ödülü alan ”Bal” filminin bazı sahnelerinin Ayder’de çekilmesinin yörenin tanıtımına çok önemli katkılar sağladığını, bunun rezervasyonlara da yansıdığını, aylar öncesinden tamamlanan rezervasyonlarla yayladaki konaklama tesislerinde yer kalmadığını ifade etti. Yöreye ilginin artarak devam edeceğine inandığını vurgulayan Altun, şunları söyledi: ”Filmin, Ayder’e özellikle yurt dışından gelen turist sayısında artışa yol açtığını düşünüyoruz. Yaylaya gelen bazı turistler bize filmin çekildiği yerleri soruyor, ardından da o mekanlarda geziyorlar. Filmden, yörenin tanıtımında yeterince yararlanamadık diye düşünüyorum. Ama her şeye rağmen filmin yörede turizme önümüzdeki yıllarda çok önemli katkılar sağlayacağını da tahmin ediyorum. Filmin etkisiyle yöreye gelecek turist sayısında ciddi artışlar bekliyoruz.”
 

‘Ayder marka haline geldi’

İl Kültür ve Turizm Müdürü İsmail Hocaoğlu ise gayri resmi rakamlarla bin 500’e yakın yatak kapasitesi bulunan Ayder’de son yıllarda kapasitesinin üzerinde talep geldiğini anlatarak, ”Artık Ayder marka haline geldi. Yazları talebi karşılamakta zorlanıyoruz. Hatta imkan olsa Ayder’e en az yüzde 30-40 oranında daha fazla kalmak için ziyaretçi gelirdi. Ama Ayder sit alanı olduğu için burada yeni yapılanmaya izin verilmiyor” dedi.

Bu yıl turizm sezonunun Ayder için erken başladığını dile getiren Hocaoğlu, ”Şu an geçmiş yıllara oranla turlar oldukça arttı. Ayder’e artan ziyaretçi ilgisi bizleri memnun ediyor. Yaz aylarındaki yoğun talebin biraz daha erken başlaması ve biraz geç sona ermesi ile sezonu birkaç ay uzatmış olacak. Böylece yöre turizmden daha fazla pay alabilecek” diye konuştu.

Rize’ye en fazla Alman, İngiliz, İsrailli turistlerin geldiğini, s

 
 
AMBARGO ve İNSANİ YARDIM GEMİLERİNE YÖNELİK SALDIRI BİR İNSANLIK SUÇUDUR. GAZZE’DE YAŞANAN İNSANLIK DRAMINA SESSİZ KALINMAMALIDIR.
 
Türkiye Psikiyatri Derneği, Gazze’ye yönelik yıllardır sürdürülen ambargo nedeniyle derin yoksulluk ve yoksunluk taşıyan Filistin halkına İsrail Devletinin uyguladığı terörü yakından izlemektedir. Özellikle son günlere damgasını vuran insani yardım yüklü gemilere yönelik uluslar arası sularda ve uluslararası hukuk ilkelerini yok sayan, onlarca insanın ölümüne yol açan, yaralayan silahlı saldırı halkımızda ve meslek grubumuzda derin bir üzüntü ve rahatsızlık yaratmıştır. Acı çeken insanların yaşamları üzerinde siyaset yapma yanında, çocuk genç, kadın ve yaşlı demeden Filistin halkının yaşamını değersizleştiren, onları siyasi bir çatışmanın nesnesine dönüştüren, adeta yok etmeye çalışan bu saldırganlık girişimi insanlığın vicdanında derin yaralar açan, evrensel insan haklarını yok sayan bir girişim olarak değerlendirmelidir. İsrail Devletinin uyguladığı bu modern devlet terörünün gerçek niteliğini hiçbir rasyonelin örtemeyeceği açıktır. Bu duruma dünyanı hiçbir ülkesi sessiz kalmamalı, Gazze’de yaşanan insanlık dramının ortadan kaldırılması için Birleşmiş Milletler Örgütü üstüne düşeni hızla yapmalı, ambargonun ortadan kaldırılması ve uluslar arası hukuka uygun biçimde insani yardımların yerine ulaşması için Gazzede yaşayan Filistin halkının gereksinimlerine uygun biçimde gereken düzenlemeler yapılmalıdır.
 
Gazze’de yaşanan insanlık dramı uluslararası hukuk kurumlarının iflas ettiğini gösteren en önemli örnektir. Bu ürkütücü sonuç yapılması gereken acil girişimlerin önemini bir kez daha göstermektedir. Gazze’de her gün yeni insanlar ölüyor. Bugüne dek binlerle tanımlanan insan savaşın kurbanı olmuş durumda. Gazze insanları on yıllardır süren yok sayılmanın, unutulmanın ve çifte standartların mağduru durumundadır. 360 kilometrekarelik bir alana sıkışmış, Eni 6-12 kilometre boyu 41 kilometre olan, toprak yapısını ot bitmez ve susuz kumulların oluşturduğu, 1,5 milyon civarında insanın yaşamaya çalıştığı, Mısır ve İsrail’den dikenli teller ve beton bloklarla ayrılan, denizden ve havadan da kontrol edilen bir mülteci, daha doğrusu bir toplama kampı olan Gazze, adeta Nazi Almanyası’nda içimiz buran korkunç Austwich toplama kampı ve benzeri örnekleri andırmaktadır. Nüfusun yarıdan fazlası 16 yaş altındadır. İşsizlik oranı yüzde 45’in üzerinde ve nüfusun yüzde 86’sı dış yardım olmaksızın yaşamını sürdüremeyecek durumdadır. Gazze nüfusunun yüzde 80’e yakını yoksulluk sınırının çok altında yaşamaktadır. 2008 yılının başından bu yana ağır biçimde uygulanan ambargo ise açlık, susuzluk, yoksulluk ve savaşın biçimlediği bu tablonun daha da kötüleşmesine yol açmıştır. Ardından ulaşamayan bu insani yardımları düşününce durumun vehameti daha da görünür hale gelmektedir.
Henüz geçen yıl içinde İsrail tarafından Gazze’de sivil halka yönelik başlatılan ve 370’den fazla kişinin öldüğü, 1400’ü aşkın kişinin yaralandığı insanlık dışı saldırı akıllardadır. Henüz ölenlerin ve yaralananların büyük bir çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu ve hiçbir gerekçenin haklı kılamayacağı bu katliamın izleri çok canlı biçimde akıllarda iken insani yardımları engelleyen bu saldırının yaratacağı etki yaşanılan travmanın sonuçlarını kat kat artıracaktır. Unutulmamalıdır ki bu saldırılar yalnızca bugünkü mağdurlarını değil, süregen etkisiyle sonraki kuşakları da örseleyecek  ağır bir travmalardır.
Tüm bu yaşananların başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere Gazze’de yaşayan tüm Filistin halkında derin ruhsal yaralar açacaktır. 2000 yılında Filistin’in Gazze bölgesinde 7-12 yaşları arasıdaki ilkokul öğrencilerinde yapılan bir araştırmada savaş bağlı olarak ortaya çıkan travma sonrası stres bozukluğunun %42 olduğu çatışmalar bittikten yaklaşık 1 yıl sonra bu oranın %19 gerilediğini göstermiştir. Bu bulgular savaşın sürekliliğinin yarattığı tahribat ve savaşın durmasının ne denli olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. Ambargo ve uygulanan her türlü sansür bu bölgede yaşayan insanların fiziksel ve ruhsal sağlıklarını değerlendirmeyi, onlara tibbi ve ruhsal yardım götürmeyi de olanaksız kılmaktadır. Başta Travma Sonrası Stres Bozukluğu olmak üzere kronik nitelik gösteren birçok ruhsal bozukluğun ortaya çıkma riski yüksek olduğu açıktır. 

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak Filistin halkını yok etmeye yönelik abluka ve insanlık dışı saldırıları nedeniyle İsrali devletini şiddetle kınıyor, tüm dünyanın herhangi bir siyasi çatışmanın nesnesine dönüştürmeden, yaşanılan acının kötüye kullanılmasına izin vermeden yüzünü Gazze’ye ve yaşanan insanlık dramına çevirmesi ve insanlık adına gereken sorumluluğunu yerine getirmesini bekliyoruz.  Toplumsal barıştan, şiddetin, ölümün, yıkımın, savaşın olmadığı bir dünyadan yana olan Türkiye Psikiyatri Derneği ulusal ve uluslararası düzeyde üzerine düşen görev sorumlulukları yerine getirmeye her zaman hazırdır.

 
Saygılarımızla
Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa
Türkiye Psikiyatri Derneği
Merkez Yönetim Kurulu adına

 

Müziği hiç bir zaman “para” için yapmadım. 

Çünkü çok daha değerli bir şey için müzik yapmaktayım.

Şan – şöhret de değil; Hayatım boyunca azimle müzik yaptım; Mutluluk için.

Tedavi için. Çok inandığım “insanlık duvarı” felsefesine, küçücük de olsa bir katkıda bulunabilmek için.

Torunlarımın torunlarının, soyadımızı gururla, erdem ile taşıyabilmesi için.

Bütün bir gezegende bir Anadolulu insanından üreme bir müziğinin de çalınması , dinlenmesi için… 

Biliyormusunuz, zaten klasik müzikte öyle pop müzik dünyası , ya da entertainment dünyasında olduğu gibi büyük paralar da dönmez.

Biz klasikçiler, aslı şu ki, bütün bir yüzyıl boyunca ne milyonlarca plak

(CD) satar olduk, ne de en geniş kitlelerce tanındık. Klasik müzik camiası çok daha kısıtlıdır.

Elittir veya snoptur demek yanlış olur.Gerçekten yanlış olur.

Ama “aydındır” diyelim.Aydın insanların dinlediği müziktir klasik müzik.

Çünkü, bilim ve teknoloji misali, bu müzikte de ilerleme, atılım gözetilmiştir.

Tüketim kültürü değildir. Üretim kültürüdür.

Aydın insan Avrupada’da azınlık. Bu yüzden büyük büyük satışlar olmadı.Klasik müzikçi zengin değildir…

Mesela;

Klasik müzik 1970’lerde bütün müzik türleri plak satışları arasında pastanın

%25 lik dilimini kapsamaktaydı . Gerisi pop idi.

1990’larda bu dilim %10’lara düştü.  Pop %90 idi o sıralarda…

Şimdilerse ise, hakikaten sürünüyor, belki %3 bile değildir.

Ama bu bahsettiğim “pasta” da küçüldükçe küçülüyor.

Öyle ya;

İnternet çağı; Youtube, Facebook, Myspace.

Şimdi asıl pop dünyası zorda…

Artık tıkladığımız an her şeyi bulabiliyoruz hem de bedava fiyata, bu sorun belleğimizin bir tarafında kalsın, bir dönem geçişi ve elbet bir çare bulunacak. 

Klasik müzikçiler plak – CD vb satışlarından hiç bir zaman kazanmamıştır demiştik. Klasik müzikde, Konserlerdir asıl olan.

Ama oradaki kazanç da öyle çok filan değildir. Daha çok salonun doluluğu ve bilet fiyatları ile ilgilidir. Düşünün ki, Münih’teki 1000 kişilik bir salon, bilet fiyat ortalaması da 30 euro olursa, toplam elde edilen gelir, o geceki konserden, 30.000 euro olmakta bir organizator için. Burdan daha, vergileri, salon kirasını, o geceki tüm masraflarını, ve kendi karını da çıkarınca; arda kalan sanatçının olmakta.

Dolayısıyle, hakikaten zannedildiği gibi büyük rakamlar değil.  En meşhur klasik sanatçılar için de değil.. 

Geçenlerde yine gazetede gördüm, “İstanbul 2010” komitesi başkanı Şekib Algaviç , “Fazıl Say 230.000 Euro ‘yu beğenmediği için İstanbul 2010 dan çekildi” beyanatı vermiş.

Bu tür lafları çok sık duymaya başladım. Kültür bakanı Ertuğrul Günay’da bu tür yalanlara sığınırdı Nazım Oratoryosu Konseri filan iptal ederkene…

Ve insan üzülüyor.

Tarkan konseri maliyeti 5 milyon euro idi.2010 açılışında… Büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir konser organizasyonuydu. ..

Benim durumumun ise aslı şu;

14 konser yapacaktım… 4 büyük konser. 10 tane de okullarda konser.

Yaklaşık 2 yıl önce “4 Mevsim 4 konser” başlıklı bir proje sundum 2010 komitesine. (Benden proje sunmam istendi) Şöyleki;

1- İstanbul bestecileri

2- Fazıl Say “Haremde 1001 gece” keman konçertosu, Topkapı sarayında.

3-Fazıl Say , (İstanbul şairi Nazım adına) ” Nazım Oratoryosu” Gülhane parkında

4- En son bestem “İstanbul Senfonisi” Türkiyede ilk seslendiriliş i Lütfi Kırdar’da.

Bunlar, ben ve benimle beraber 800 müzikçinin performe edeceği 4 büyük konser idi. 

Bir de İstanbul’un kenar mahallelerinde “Workshop”lar düzenleyecektim. 10 okulda.

En ücra köşedeki çocuk da kültür ile tanışsın…

Aydınlansın… Bu yıl onun şehrinin “Kültür başkenti” olduğunu algılasın ; “Piyano -Keman-Klasik müzik-Caz” dinlesin, diye…

Ücret talep etmedim bu “10 adet Workshop” için. Hediyemdi… 

İlk konser olan İstanbul bestecilerinde ise, hem Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey , İlhan Usmanbaş gibi çağdaş bestecilerin, hem de Dede Efendi, Itri gibi klasik türk bestecilerin olmasını düşünmüştüm.. 

Bütün bunlar menejerimin, komite ile yaptığı 17 toplantıdan sonra hiç bir yere varmadı.

Proje sunumu müzakereye dönüştü.

14 konser de, 2 konsere düştü.

Mayıs’ta “Haremde 1001 gece” ve Ekim’de “İstanbul Senfonisi” konserleri.

İkisi de orkestralı konser.

“Biz size 230.000 euro verebileceğiz bu iş için” dediler…İş? Ben daha hediyelerimi de verememiştim çocuklara…

230.000 euro 2 konser için.

Gazetedeki, “Fazıl Say’ın beğenmediği 230.000 euro”..

230.000 euro bize hayli büyük bir para, bizi aşar… “Parası için yapmıyoruz” dedik. 

Peki ne bu 230.000 Euro? 

230.000 Euro, KDV ve Stopaj vergilerinden düştüğünde 160.000 Euro etmekte.

Bu konserler için gerekli olan orkestra ( Borusan Orkestrası) bir konser için 50.000 Euro istemekte. Yani ikisi için 100.000 Euro. (110 müzisyen, her konser için 5 gün prova yapacak, bölerseniz bu para çok değil müzisyen başına. 480 Euro gibi bir şey ,10 prova bir konser için, müzisyen başına..) Elde kaldı net, 60.000 Euro..

Bu konserleri yönetecek şefler, Keman Konçertosu “Haremde 1001 Gece”nin solisti , dünya yıldızı, Patricia Kopatchinskaja, ve de İstanbul Senfonisindeki extra Türk çalgıcıları ücretleri, ve bu konserlerde piyano konçertoları çalacak olan Fazıl Say… Onların zihniyetinde, Bu 60.000 Euro’yu bölüşecektik… 

Ama dedim, benim sorunum para değil.. Bölüşürdük, bülüşülürdü bu para yapılırdı.. Ama niye?

İstanbul 2010 Toplam bütçesi 400 milyon Euro.. Kimler ne paralar aldı bilinmemekte. ..Araştırılmalıdır!!

Sadece Tarkan konserine 5 milyon Euro.. Kim ne aldı ? Araştırılmalıdır! !

Burada, bize gelince, gerçek müzikçiler bir kaç bin Euro hesabını yapacaklar , aralarında üleşecekler filan Ayıp bu..

Siz söyleyin; Niye devam edelim bu ayıbı yapanlarla?

Bu “arda kalan” fiyata da, emin olun ki, Avrupa’da 3000 şehir kasaba köy vardır, bir ” Fazıl Say konseri” organize etmeyi hedefleyecek. Yukarıda anlattım Avrupa’da nasıl işlediğini… 

Bir “İstanbul 2010 kültür Komitesi” düşünün, kendi şehrinde yaşayan bir dünya sanatçısını, hem de onun “İstanbul Senfonisi”nin Türkiye Premierini, illaki görmezden gelmek istedi…

Bir basit, güzel, müzik projesini yapmamak, sorun çıkarmak istedi …

Kıstıkça kıstı. Erittikçe eritti…

İstanbul Senfonisi bir başka kültür başkenti olan Dortmund’da çalınacak.

Bana bir şey yanlış geliyor size de geliyor mu? İstanbul Senfonisi siparişini kimin vermesi gerekirdi sizce? 

Bütün bunlar muhtemelen hükümete muhalif tavırlarım yüzünden…

Sorun burada.

14 konserin 2 ye düşmesi beni kızdırdı.

Uğraştırmaları, bize vakit kaybettırmeleri beni kızdırdı , bir türlü aydınlanamamaları beni kızdırdı, ve çekildim.. 

230.000 euro yu beğenmememizin hikayesi buydu.. 

Bu ” paracı Fazıl Say ” tiplemesi iğrençleşti..O kadar iğrençleşti ki, 2014 de ilk seslendiriliş i yapılacak ilk Opera’mı Almanca besteleyeceğim. .

Çünkü Opera da pahalı zanaat. 400 kişilik proje.. Ve yine Fazıl Say 700.000 euro istedi tartışmasına girmek istemiyorum saçma sapan insanlar ile..

Dünyanın her yerinde de çalınacaktır..Sorun değil..

Bu ama , bir hükümetin yarattığı ötekileşmenin çok ciddi bir boyutu bence…

Yıllar sonra beni anladıklarında anlarlar bu olayları… 

Şunu kafasına iyice sokmalı bazıları :BEN PARA İÇİN MÜZİK YAPMIYORUM!! !!

Bu yıl 130 konserim var. Hiç birinde menejer ve konser organizatörü arasındaki müzakerelerin ne olduğunu bilmem bile. Niye bilinsin ki? Aradaki müzakere? Kimin umurunda? Bunu gazetelere yansıtmak ise iyice iğrenç, tamamen etik dışı ve aslında mahkemeye verme sebebi…

Biliyormusunuz, Paris’te, Dortmund’da , Hamburg’ta , Merano’da Fazıl Say festivalleri var 2010 yılında. Hiç birisinin “bütçesi nedir?” sormadım bile.. Bu organizatorler için Önemli olan kültür çünkü… 

Bir keresinde başbakan yardımcısı açıkça, “FAZIL SAY GİTSİN ONA İHTİYACIMIZ YOK!” demişti.

Kovulmuştum.. .

Sonrasında da “zırnık koklatmama” taktiği.

“Aferin” almıştır bunu yapan, bizi sindirmeyi, bezdirmeyi, elleri açık üzgün bir şekilde bırakmayı başaran.. Aferini almıştır yukarıdan..

En yukarıdan… 

*FAZIL SAY*

Van Gölü’nde yaşayan İnci Kefali balığının göçünü tüm dünyaya izlettirmek için balıkların göçünün yoğun yaşandığı Erciş İlçesindeki Deli Çayı çevresine kameralar yerleştirildi.

Van Valiliği, Van Gölü’nde yaşayan İnci Kefali balığının göçünü tüm dünyaya izlettirmek için balıkların göçünün yoğun yaşandığı Erciş İlçesi’ndeki Deli Çayın çevresine kameralar yerleştirdi. Vatandaşların böylece internet aracılığıyla uçan balık olarak tabir edilen İnci Kefali’nin göçünü 24 saat canlı olarak izleyebileceği ifade edildi. Van Valiliği tarafından dünyada sadece Alaska’daki Somon balıkları gibi engelleri aşarken uçan İnci Kefali balığını tüm dünyaya tanıtmak için 04 -11 Haziran 2010 tarihleri arasında “İnci Kefali Göçü Kültür ve Sanat Festivali” düzenleyecek.

Erciş Kaymakamlığı, Erciş Belediyesi ve Doğa Gözcüler Derneği işbirliği ile düzenlenecek olan festivalde hazırlıklar son aşamaya gelirken, balık göçünün tüm dünyada izlenmesi için de bölgeye kameralar yerleştirildi. Van Gölü’nün sodalı sularında yaşayan ve yumurtalarını bırakmak için tatlı suya gelen balıklar, yumurtalarını bıraktıktan sonra göle ulaşmak için de engelleri uçarak geçmeye çalışıyor. Balık göçünün yoğun olarak yaşandığı Erciş ilçesindeki Deli Çay yataklarına kurulan kameralar sayesinde İnci Kefali balık göçü 24 saat boyunca internet ortamında tüm dünyaya izlettirilecek.

İnci Kefali’nin göçü şuan yayında olan şu internet sitelerinden izlenebileceği kaydeildi: http://www.alwaysvan.com/eng/ http://www.incikefali.tc/, http://www.akdamar.tc/ http://www.kuscenneti.tc/, http://www.otlupeynir.tc/ http://www.terslale.tc/ http://www.vandenizi.tc/. http://www.vankilimi.tc/, http://www.vanmuzesi.tc/, http://www.vankahvaltisi.tc/, http://www.vankedisi.tc/