Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Doktorların motivasyonu sıfırın altında seyrediyor

  • ALİ TEZEL, HABERTÜRK

  • Sağlık politikalarının çok kısa sürede altüst olması sonrasında yeni döneme alışamayan doktorların ve tıp fakültesi öğrencilerinin motivasyonu sıfırın altında….

Geçen hafta küçük bir şok yaşadım. ÖSS’de ilklere girip Marmara Üniversitesi (İngilizce) Tıp Fakültesi’ni kazanmış kızım şu an beşinci sınıf öğrencisi. Ancak geçen hafta, “Baba okulu bırakmak istiyorum” dedi. Şok yaşadım önce, tabii ki hayat onun ve dilediği gibi de planlayabilir. Buna karışamam ama yüze yüze sona gelmiş, artık seneye mezun olup doktorluk mesleğine başlamasını hayal ederken birden bu kararı alması şaşırttı beni. Konuştuk, tıp fakültesi öğrencilerinin gelecek beklentisi sıfırın altında inmiş durumda, gelecekten korkuyorlar, hekimlik mesleğinin artık geleceği olmayacağını düşünüyorlar. Eşi de hekim olan kızımla epey konuştuk. En azından moralsiz de olsa okulunu bitirip diplomasını almasını, sonra isterse yeniden ÖSS’ye girip bir başka bölümde okumasına karar verdik, ama yine de tedirginliğim ve tedirginliği devam ediyor.

 

DOKTORLARDA İSTİFA FURYASI
Tam kızımdan çıktım, telefonum çaldı. Sağlık memurluğum zamanında birlikte çalıştığımız İzmir’den uzman hekim dostum aradı, “Ali çok bunaldım, sana danışmak istedim, emekliliğime bir yıl var ama çok bunalttılar bizi, istifa etmek istiyorum” dedi. Ben de istifası halinde olacakları kendisine tek tek anlattım, sonunda “Kötü bir şey yokmuş, hemen dilekçemi veriyorum” dedi.
Son 6 aydır, hemen her gün 3-4 hekim büroma geliyor. Bunların büyük bir kısmı da üniversitelerde profesör ve doçent unvanıyla çalışanlardan oluşuyor. Hepsi de istifa etmek istediklerini ama sosyal güvenliklerinin akıbetinin ne olacağını soruyorlar. En iyi şartlarla nasıl emekli olabileceklerini, istifadan sonra özel hastanelere geçerlerse veya muayenehanelerine devam ederlerse ne olacağını merak ediyorlar.

 

 

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM HIZLI OLUYOR
Ülkenin sağlık politikaları son 8 yılda hızla değişti, bunda mevcut (tarihin en uzun süreli) Sağlık Bakanı’nın etkisi büyük, ama aynı zamanda IMF politikalarının da etkisi büyük. Bu arada politika değişikliği çok hızlı olduğu gibi gelgit, deneme-yanılma olayları da var. Gelecek belirsizliği meslek sevgisini yok etmek üzere. Hekimler de artık tıpkı fabrikaların imalat bantlarında çalışan işçilere dönüyor. Kendi inisiyatiflerini kullanma ve karar alma-uygulama süreçlerinde artık yoklar. Bu nedenle de kendileri hakkında başkaları karar veriyor ve uyguluyor. Uygulamanın sıkıntılarını ise maalesef hekimler çekiyor.

İlaçların sağlık meslek mensuplarına tanıtımı ve tıbbi kongrelerle ilgili yeni düzenlemeye gidildi.

İlaç tanıtımına yeni düzenleme

 

Yeni düzenlemeyle ilaç firmalarının kongre ve benzeri organizasyonlara desteği, sağlık meslek mensubu başına yılda 5 defayla sınırlandırıldı.

Beşeri Tıbbi Ürünlerin Tanıtım Faaliyetleri Hakkında Yönetmelik, bugünkü Resmi Gazete’de yayımlandı.

Düzenlemeyle ilgili bilgi veren Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdür Yardımcısı Dr. Hanefi Özbek, Yönetmelik ile beşeri tıbbi ürünlerin sağlık meslek mensuplarına tanıtım faaliyetlerinin düzenlendiğini bildirdi.

Yeni düzenlemeyle ilaç firmalarının kongre ve benzeri organizasyonlara desteğinin, sağlık meslek mensubu başına yılda 5 defayla sınırlandığını, bir sağlıkçının aynı firma tarafından düzenlenen kongreye yılda en fazla iki kez katılabileceğini kaydeden Özbek, böylece katkının kişiye değil, organizasyon komitesine yapılır hale getirildiğini söyledi.

Özbek’in verdiği bilgiye göre, Beşeri Tıbbi Ürünlerin Tanıtım Faaliyetleri Hakkında Yönetmelik ile şu düzenlemeler getirildi:

-Bütün toplantı ve kongreler ile katılımcılar tek bir veri tabanına kaydedilip izlenebilecek.

-Ruhsat sahipleri yıllık programlarını hazırlayıp Sağlık Bakanlığının onayına sunacak ve onay dışı faaliyet yapamayacak. Özbek, düzenlemenin, bu tür organizasyonların bakanlığın bilgisi dahilinde yapılması amacıyla getirildiğini bildirdi.

-Uluslararası etkinlikler hariç, tatil beldelerindeki kongre ve toplantılar turizm sezonunda yapılamayacak. Turizm sezonunun hangi tarihleri kapsadığı Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanacak.

-Ürün tanıtım (lansman) toplantılarına katılacakların konaklama ve ulaşım giderleri ilaç firmalarınca karşılanamayacak.

-Sağlık meslek mensubu olmayanlara kongre katılım desteği verilemeyecek.

-Her toplantı ve kongre programına akılcı ilaç kullanımıyla ilgili oturum konulacak.

İlaç tanıtımı yapacaklar, Sağlık Bakanlığınca sertifikalandırılan eğitim programından geçirilecek. Sağlık Bakanlığı Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğünün yapacağı sertifikalandırma 3 yıl geçerli olacak.

-Ürün tanıtım elemanlarının, sağlık meslek mensuplarını mesai saatleri içerisinde ziyaret etmeleriyle ilgili düzenlemeye gidildi. Bununla ilgili çalışma hastanede verilen sağlık hizmeti ve eğitimini aksatmayacak. Konuyla ilgili hastane başhekimleri yetkilendirilecek.

-Bilimsel ve eğitsel faaliyetlerle ilgili olarak yönetmelik hükümlerine uyulmaması halinde ruhsat/izin sahibi uyarılacak. Fiilin tekrarı halinde bu ruhsat/izin sahipleri bir yıl süreyle kongre ve sempozyumlara katkı ve destek veremeyecek.

-Tanıtımın yönetmeliğe aykırı yapılması durumunda ruhsat/izin sahibi uyarılacak. Bunun tekrarı halinde tanıtım faaliyeti yapılamayacak. Aynı hususun tekrarı halinde ürünün pazarlanması önce üç ay süreyle, daha sonra da bir yıl süreyle askıya alınacak.

-Tanıtım elemanları, tanıtım ihlali yaptıkları takdirde Sağlık Bakanlığınca verilen sertifikalar geçersiz hale gelecek. Bu durumdaki kişiler, farklı bir firmada olsa dahi bir yıl süreyle yeni bir sertifika programına katılamayacak.

-Bedelsiz ürün numunelerinin yıllık dağıtılan miktarı, ilgili ürünün bir önceki yıla ait satış miktarının yüzde 5’ini geçemeyecek. Bu hükmün uygulanmasına her bir beşeri tıbbi ürün için satış izni alındığı tarihten bir yıl sonra başlanacak.

-Firmaların kongre desteği, katılım sayısı ve veri tabanı oluşturulmasıyla ilgili hususlar 1 Ocak 2012, akılcı ilaç kullanımıyla ilgili düzenleme 1 Haziran 2012, tanıtım elemanlarının eğitimiyle ilgili hüküm 1 Ekim 2012, bedelsiz ürün numuneleriyle ilgili bentler 1 Ocak 2013, diğer hükümler ise 31 Aralık 2011 tarihinde yürürlüğe girecek.

 

Binlerce doktoru ilgilendiren tam gün uygulaması Resmi Gazete’de yayımlandı.
 
Ancak uygulamaya ilişkin düzenlemeler Adalet Bakanlığı’nın teşkilat ve görevleri hakkındaki kanun hükmündeki kararnamenin içine gizlendi. Meslek dernekleri bile Resmi Gazete’deki düzenlemeyi dün akşam farkedebildi.
 
Kararnameye göre, üniversite öğretim üyesi, muayenehane açması durumunda kendi üniversitesinde sadece eğitim ve araştırma faaliyetlerinde bulunabilecek, hasta bakamayacak ve ameliyat yapamayacak. Kendi üniversitesi dışında özel bir hastane ya da kendi muayenehanesinde çalışan öğretim üyesine ise döner sermaye payı verilmeyecek. Önceden sadece devlet hastaneleri başhekimlerine getirilen bir yasak, üniversitelere de yaygınlaştırıldı. Buna göre başhekimin yanında, rektör, dekan, enstitü, bölüm, anabilim ve bilim dalı başkanları da muayenehane açamayacak.
 
Bu yasaklar kararname ile GATA’daki doktorlar için de geçerli oldu. Kararname ile önceki yargı kararlarının ortadan kaldırıldığını savunan Türk Tabipleri Birliği ise iptal davası açmaya hazırlanıyor. Tam gün yasası devlet ve üniversite hastanelerinde çalışan doktorlara “ya hastane, ya muayenehane” seçme zorunluluğu getiriyordu. Ancak CHP’nin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi yasanın bazı maddelerini iptal edince üniversitede çalışan doktorlara 8 saatlik mesainin ardından muayenehane ya da özel hastanelerde çalışma yolu tekrar açılmıştı.
 
 (Vatan)

Daima Nicole Kidman

2003’ten beri Nicole Kidman’ın filmleri gişe yapmıyor, yüzü de tehlikeli  biçemde değişiyor.

Aslı Selçuk

Saatler’le(2002) en iyi kadın oyuncu Oscar’ını alan yıldızın kariyeri giderek bozulunca popüler bir üne kavuşmak için Stepford Kadınları(2004), Tatlı Cadı(2005) gibi komedilerde yer alır, fantastik filmler(Altın Pusula/2007) modasına uyar, politik
gerilim(Çevirmen/2005) ve bilim kurguda(İstila/2007) oynar.

Romantik epik Avustralya’da(2009) başrolde, müzikal komedi Nine’da(2010) yardımcı roldedir. Kidman’ın başarısızlıkları peşpeşe gelince ona gişe zehiri adı takılır. Bu acımasız
niteleme film başına 15 milyon dolar alan Kidman’ın adını verimsiz bir yatırıma dönüştürür. Oysa Nicole, Dead Calm’la (1989) farkedilmiş, Uzak Ufuklar’la(1990) adı doruğa çıkmıştır. İzleyicinin ondan bıkması karşısında Dogville, Fur:An Imaginary Portrait of Diane Arbus, Margot at the Wedding gibi düşük bütçeli yaratıcı projelere, zor karakterlere yönelir. Yakıştırılan gişe zehiri etiketinden sonra ona yeni bir ad takılır: Botoks kraliçesi. Daima mükemmel estetik operasyonlardan yana olan Hollywood onun aşırıya kaçan düzeltmelerinden hoşlanmaz. Son yıllarda Hollywood nedense botoksa düşman kesilmiştir, sinemacılar ifadesiz yüzlü yıldızlarla çalışmak istemezler. Kidman’ın sürgit gizemli, soğuk bir havası vardır. “Çok utangacım, iletişim kurmakta zorlanıyorum, kırmızı halıda yürürken korkmamak için kendimi hayali bir balonun içinde duyumsuyorum” demesine karşın buzlar kraliçesi olmaktan kurtulamaz. Bu dönemde çok az söyleşi yapar
çünkü eski kocası Tom Cruise’un Scientology tarikatından, yeni kocası Keith Urban’ın uyuşturucu bağımlığından, geç anneliğinden söz etmek istemez. Basmakalıp görüntüsünden en kısa zamanda kurtulmalıdır. 2006’da kendi yapım şirketi Blossom Films’i kurar, yaratıcı projeler üretir. Rabbit Hole’da(Mutluluğun Peşinde/2010) küçük oğlunu yitiren, yaşamına anlam bulmaya çalışan yaslı annedir. Bu güç rolle üçüncü kez Oscar’a aday olur, böylece strateji yerini bulur. Angelina Jolie’nin menajeri Geyer Kosinski
Kidman’a buz kadın imajından kurtulmasını önerir.

Just Go with It(Hayatım Yalan/2011) adlı komedide soğuk olduğu sanılan ama aslında öyle olmayan bir rolle izleyicinin karşısına çıkar, estetik cerrahiyle dalgada geçer. Bunlar Kidman’ın mizah duygusu olan komik biri olduğunu göstermek içindir. İkinci adımsa medyaya bu değişimi haber vermektir. İtiraflara çok düşkün olan Amerikan toplumu Nicole’un açıklamalarını can kulağıyla dinler:

“Botoks yaptırdım ama yüzümdeki sonuçtan hoşnut kalmadım. Artık botokstan vazgeçtim alnımı kırıştırabiliyorum”. Nicole’ün bu içten açıklamaları işe yarar, herkes ona yürekten inanır. Rollerini içgüdüsel seçtiğini belirten yıldız “En karanlık noktasına dek insanın iç dünyasını deşmek beni ilgilendiriyor. Gençken ağır nihilist bir evre geçirdim, doğum, ölüm, ikisi arasında neden endişelenmeli diye düşündüm. Daha sonra kaçmasın diye
mutluluğumu bir kavanoza koymaya kalkıştım. Bugünse çocuklarım acı çekecek saplantısıyla yaşıyorum. Caymadan yaşamın anlamını araştırıyorum, benimle aynı düşünceleri paylaşan sinemacılarla çalışıyorum. Onlar yönetmenden çok filozoflar, bugünkü dünyamızda filozoflar için kürsü kalmadı, kendilerini ancak sinemada ifade ediyorlar” diyen Kidman çok sayıda patlamış mısır tadında film üretildiğini, oyalayıcılıklarıyla doyum yolları arayan kitleleri çektiklerini belirtiyor. Yıldız günümüzde şöhretin anlık, geçici olduğunu irdeliyor:”Karamsar filmler seçmekle suçlandım. Tüm filmlerimden gurur duyuyorum.

Gişe hasılatları attan düşmek gibidir, toparlanıp yeniden atın sırtına binersiniz. Annem bana sabırlı, dayanıklı olmayı öğretti. Mutsuzken bile ilerlemelisiniz. Yaşam çok kısa, keşfetmem gereken çok şey var”. Kararlı ve güçlü Nicole Kidman’ı uzun yıllar sinemada
göreceğimiz kesin.

Uzlaşmayı pek sevmem

Serra Yılmaz “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını yapıyor. Ağva’dan İstanbul’a bakıyor, dostlarını ağırlıyor, hem özlem gideriyor hem de gündemi yorumluyor. Onun için önemli olan “şimdiyi” yaşayabilmek, hem de bunu her şeye rağmen yapabilmek. Çünkü ne de olsa hayat kısa ama yapacaklarımız fazla.

Ali Deniz Uslu

Serra Yılmaz için önemli olan “şimdiyi” yaşayabilmek, hem de bunu her şeye rağmen yapabilmek. Çünkü ne de olsa hayat kısa ama yapacaklarımız fazla. Yılmaz şimdi “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını yapıyor. Dostlarını ağırlıyor, hem özlem gideriyor hem de gündemi yorumluyor. Nefret söyleminin ayyuka çıkmasından mustarip, fanatizmin afyon olmasından rahatsız. Tüm yaşananların hayra alamet olmadığının da farkında.

Serra Yılmaz, NTV’’de “Serra’nın Dostları” isimli televizyon programını yapıyor. Biz de bunu bahane bildik ve Ağva’da çekimlerde onunla buluştuk. Son günlerde tırmanan gerginliklerle başladık söze. Marşa dönüşen nefret söyleminden, tahammülsüzlüğün geldiği noktaya kadar gittik. Elbette hayatın umut dolu olduğunu es geçmedik. Ne de olsa hayatın sevabıyla günahıyla yaşamaya değer olduğunu konuştuk. Bir de sürpriz, aslında Serra Yılmaz’ın çalışma temposu için bu bir rutin; Yılmaz bu yıl da sinema, müzik ve tiyatro kulvarında kendine özgü çalışmalarla geliyor.

– Televizyon programı bahanemiz oldu, sizi görmeye geldik. Nasıl keyifler?

Her şey gayet yolunda, asayiş berkemal. Ağva’dan, İstanbul’u seyrediyoruz. Hem program bana epey iyi geldi. Uzun zamandır görüşemediğim dostlarım buraya geliyor ve özlem gideriyoruz. Biliyor musun buradan gece yıldızları bile görebiliyorsun?

– Geçen programda “başarılı olduğunuzu düşmanlarınız artınca fark edersiniz demiştiniz”, aklımda kalmış. Neden?

Aslında düşmanınız olduğunu ilk fark ettiğinizde başarılı olduğunuzu anlarsanız. Çok ironik ama gerçek. İyi olmak, hakkaniyetli olmak çoğu zaman yetmiyor insana.

– Var içinizde kalan şeyler sanki. Çok şaşırıp, hayal kırıklığına uğradınız, “böyle olmamalıydı” dediğiniz ne var ilk aklınıza gelen?

Şehir Tiyatroları’nda 16 yıl çalıştım ve birlikte çalıştığım insanlar tarafından uyarılmadan, pervazsızca kovuldum.

– Neden?

Altı ay ücretsiz izin almıştım ama meğerse çentik atıyorlarmış günlerimi, bittiği gün bana ulaşılmaya çalışılmış ama ulaşamamışlar, zabıta yollamışlar o da ulaşamamış!

– Yani devamsızlıktan kaldınız?

Evet, öyle oldu. Aslında herkes beni nerede bulacağını biliyordu. Beni o zaman bulamayan arkadaşlar, İtalyan ve Fransız vizesine ihtiyaç duyduklarında bana hemen ulaşıyorlardı. Neyse, eski defterler bunlar ama kalıyor işte insanın içinde.

– Kendine rağmen yaşamayı bilenlerden misiniz?

Yakınındayım, ama asıl olan “şimdiyi” yaşayabilmek, her şeye rağmen bunu becerebilmek. Daha da önemlisi, çok kısa değil mi hayat?

– Evet, zamanımız kısalıyor. Bu cümlenin sonu da uzlaşmaya çıkıyor sanırım.

Uzlaşmayı pek sevmem, mantıklı nedenlerim varsa kabullenirim. Zaten başkalarını değiştirmeye çalışmak son derece nafile bir çaba. Mesela kadınlar erkekleri değiştirmek ister, ola ki değişirlerse ondan vazgeçerler. Hem temel hatlarda olmaz değişim, yüzeysel ve sığdır genelde. İşin sıkıcı yanı ben değiştirmek istemem ama kendim değişirim. Ne kadar başarılı olurum bilemem ama bunu denerim. Bu değişim irademi karşı tarafın da görüp, kıpırdanmasıdır önemli olan.

– Değişimden bahsetmişken, son dönemde toplumun ve tepkilerin evrildiği noktaya ne diyorsunuz? Herkes saldırmak için tetikte. Charles Bukowski, “Ortalama insanda, herhangi bir günde herhangi bir orduya yetecek kadar ihanet, nefret, şiddet ve saçmalık vardır” derken epey haklıydı.

Nefret söylemi marşa dönüştü. Geçenlerde Twitter’da biri bana Kürt olup olmadığımı sordu. “Hayır, değilim” dedim ama sonra pişman oldum. Hata ettim, “Ben Kürt’üm, Ermeniyim, Rumum, Afganım, Zenciyim, Yahudiyim, Filistinliyim ve çok cinsliyim” demeliydim. Sonra bunu Facebook’a yazdım. Bu sefer de “Görüyor musunuz bir tek Türk’üm” diye yazmamış eleştirileri geldi. Bunlar üzerinden insanlar sanal ortamda kavgaya başladı. Böyle hastalıklı bir durum olabilir mi? Fanatizm toplumun afyonu olmuş durumda. Bu tahammülsüzlük hayra alamet değil. Herkes bu oyuna düşüyor. Cehaletin yüksek olduğu ülkelerde de bu oyun tutuyor.

– Cehaletin bir de entelektüel olanı var. Herkes kendine göre yazıyor tarihi. Resmi tarihe hiç girmiyorum. Ne dersiniz?

Hepimiz resmi tarih kurbanıyız. Ümit Kıvanç’ın “Riya Tabirleri” ne güzel bir çalışmadır bu konuda. Bir de Gündüz Vassaf’ın “Tarihi Yargılıyorum”. Ondan herkese birer tane hediye etmek istiyorum. Yüzleşmenin her türlüsü zordur. Şiddete eğilimli, eleştiriyi de ölüm tehditi gibi alan bir coğrafyada işimiz zor.

– Ereksiyon sorunu en yüksek ülkelerden biri olduğu halde cinsellik listelerinde en başarılı olma iddiasıyla yaşayan bir ülkede, iktidar duygusu ilkel güdülerden mi besleniyor?

Ereksiyon sorunu konusunda haklısın ama bu her ülkede aynı bence! Bunun üzerinden erkekliği yüceltmek, egosal bir fanteziyi beslemek çaresizliğin göstergesi. Ama dikey şeyler, dik duranlar her zaman iyidir o ayrı! Mesela Kars’ta dimdik bir “şey” vardı, fazla büyük geldi, lime lime doğrandı!

– Bir söyleşinizde okudum da küçükken arkadaşlarınızı “örgütleyip” tiyatro yaparmışsınız. Hâlâ böyle misiniz?

Örgütlenmek aslında çok güzel bir eylem. Ama şimdi “örgüt” dediğimizde insanlar korkuyor, terör geliyor akıllara. Bu bilerek yapıldı, çünkü halkların bilinçli hareketi kimseye yaramıyor. Korkuyla yönetmek kolay. Eğer şimdiyi soruyorsan, evet ben hâlâ insanları örgütlerim bir şeyler yapmak için. Çünkü böyle güzeldir hayat; birlikte, beraberce…

– “Serra’nın Dostları” programını da “örgütleyerek” yaptınız öyleyse.

İki yıl önce, bir buçuk yıl kadar süren “Temel İçgüdü” programını yapıyordum Türkmax’de. Her programda bir konuğu ağırlayıp, ona yemek hazırlıyordum. Sonra afiyetle o yemeği yiyorduk. Yemek programı değildi, öyle algılandı. Bir buluşmaydı o program. Zaten baksana insanlar yalnızca bayramlarda, düğünlerde, özel günlerde buluşabiliyor. Benim derdim de buydu işte. Sonra bitti, “Temel İçgüdü” gece versiyonunda seks konulu bir program düşündüm.

– Düşünmekle kaldı!

Alıcı bulamadık, çok da aramadık.

– Cevabını bildiğimiz bir soru ama neden?

Temel İçgüdü’nün gece versiyonu vardı aklımda. Seks konulu bir program yapmaktı derdim. Bilgilendirme üzerine bir programdı tasarladığım. Seks üzerine tüm sosyal olguları konuşacaktık. Eğlenceli, seviyeli ve edepli olacaktı ama kimse istemedi tabii.

– Bir aidiyetsizlik var sizde, göçebelik belki de. Nedir bu hissiyatı doğuran?

Aidiyetsizlik değil, ben İstanbul’a aidim. Nereye gidersem gideyim İstanbul’a dönüyorum, bunu bildiğim için rahat gidiyorum. Burası bir mabet, kutsal bir şehir. Akümü burada şarj ediyorum. Yine Gündüz Vassaf’tan bir alıntı yapacağım. Bir İtalyan dergisi yazmıştı İstanbul’u, onu konuşturmuştu ve “geliyorlar, gidiyorlar, beni işgal ettiklerini sanıyorlar en fazla ama ben isteyince silkip atıyorum hepsini” gibi bir şey diyordu. Evet, haklıydı. İstanbul’un üstündeki çirkinliği öğütme özelliği var. Orhan Pamuk buna benzer bir şey diyordu; “hayatımda ne olursa olsun, alt tarafı gider Boğaz’da yürürüm”. Yani İstanbul’un varlığı iyileştirici, şifa verici. Ben de İstanbul’un kendini seviyorum, neye dönüştüğünü değil. İşte o yüzden göçebeliğim rahat, çünkü döneceğim bir yer var. Her daim döneceğiniz bir yer daha var; o da toprak. Bunu da bilmek gerekli.

– Ölümle barışık mısınız?

Ölüme çok referans yaparım, bu iyi yaşamamı sağlar. İnsanlarla olan ilişkileri de ölüm düzenler. Her ayrılık iyi olmalıdır o yüzden, çünkü son hatırlandığıyla kalır insan.

– Az önce dedik ya, insanlar düğünlerde, özel günlerde bir araya geliyor. Bir de cenazeler var.

Evet, öyle buluşturucu bir özelliği var. Ben ölümden konuşmaktan korkmam da, sıkılmam da, çünkü gerçek. Zaten karanlık olmasa ışığın anlamı olmaz. Sabah uyandığında, kimsenin yardımı olmadan elini yüzünü yıkıyorsan ve çayını koyabiliyorsan mutlusundur.

– Şimdi programla meşgulsünüz sonra neler var peki?

Bu sezon da İtalya’da tiyatrom kapalı gişe. Berlin, Paris, Erivan ve İstanbul arasında bir tiyatro köprüsü çalışmamız var. Sedef Ecer yazıyor bunu. Bir de ses enstalasyonu yapıyorum Fransız Radyosu ile ortak olarak. Benim İstanbul’umun sesleri üzerinde çalışıyoruz. “Islak Köpek” grubuyla da doğaçlama müzik yapıyorum. BabuZula ile çalışmamdan sonra Islak Köpek de beni çok heyecanlandırıyor. Ümit Ünal ile “Nar”ın çekimlerini bitirdik, bu yıl beyazperdeye yansıyor.

Sağlık Bakanlığı, acil müdahale gerektiren durumlarda, hasta yakınlarının, hastaları kendi imkanlarıyla hastaneye götürmek yerine, “112 Acil Komuta Kontrol Merkezi”ni aramalarının hayati önem taşıdığını belirtti.

 

 Sağlık Bakanlığı, Adana’da yaşanan ve medyaya “Kopan parmağıyla  hastane hastane gezdirildi” başlığıyla yayınlanan haberle ilgili açıklama yaptı.  Açıklamada, imalathanede çalışırken kaza sonucu parmakları kopan hastanın “112  Acil Komuta Kontrol Merkezi”ne haber verilmeden, önce Adana Devlet Hastanesi’ne,  daha sonra ambulansla nakledilmeyi istemeden başka bir hastaneye götürüldüğü  ifade edildi. Türkiye’nin her ilinde ambulansların olay yerine ulaşma süresinin  10 dakika olduğunu iddia eden Sağlık Bakanlığı, açıklamasında şunlara yer  verdi:

“Haberin detaylarında da görüldüğü gibi hasta sahipleri ‘112 Acil  Komuta Kontrol Merkezi’ni aramamış ve başvurdukları hastanenin de gerekli  koordinasyonu yapmasına fırsat vermemiştir. Acil tıbbi müdahale gerektiren  durumlarda, hastanın uygun tedavisinin yapılabileceği sağlık kuruluşuna en hızlı  şekilde ulaştırılması ve gereken müdahalenin zamanında yapılması büyük önem  taşımaktadır. Zira bu tür durumlarda en küçük gecikme telafisi mümkün olmayan  sonuçlar doğurmaktadır.”

Hasta yakınlarının saldırıları doktorları
bezdirdi

"Doktor zorbaların şamar oğlanı değildir"

Müslim SARIYAR-AHT

Esenyurt Devlet Hastanesi Acil
Servis
i’nde doktorlara karşı hasta
yakınlarının gerçekleştirdiği saldırılar dün düzenlenen bir
basın açıklamasıyla protesto edildi. Basın açıklamasını yapan Memur-Sen
Konfederasyonu İstanbul İl Başkanı Durali Baki ,
“Son zamanlarda Esenyurt Devlet Hastanesi’nde zorbalar tarafından uygulanan
şiddetin dozu artarak devam etmektedir. Sağlık çalışanları elinden gelen en iyi
çabayı göstermektedir . Sağlık çalışanları insanlardan şiddet ve küfür değil
teşekkür beklemektedir. Sağlık çalışanları şehir eşkıyalarının ve zorbaların
şamar oğlanı değildir. Bir an önce bu konuda tedbir alınması gerekmektedir”
dedi.

 

Saldırılan devam etmesi halinde iş yavaşlatma ve iş bırakma
eylemlerini gerçekleştireceklerini söyleyen Baki, “Halkımıza büyük bir görev
düşmektedir. İçinizdeki bu eşkıyalara tepki gösterin ve sizlere şifa dağıtan
arkadaşlarımıza sahip çıkın. Sağlık Bakanlığı, Esenyurt Devlet Hastanesi’ne hekim göndermekte zorlanıyor,
gönderse bile birkaç gün sonra arkadaşlarımız görevden istifa edip geri
gidiyorlar. Eğer kendi geleceğimize sahip çıkmak ve bu şiddetin son bulmasını
istiyorsak bu tarz eşkıyaların karşısında hep beraber durmamız gerekmektedir”
diye konuştu. 3 gün önce hasta ve hasta yakınının saldırısı sonucu burnu kırılan röntgen operatörü Mehmet
Özsarı, “Esenyurt Devlet Hastanesinin bu saldırılar öncesinde, hizmet konusunda hiçbir yetersizliği
yoktu. Fakat sağlık çalışanları sürekli şiddete maruz kaldığı için buraya
gelmiyor ve gelenlerde bu olaylar sebebiyle burada kalmıyor bizimde imkânımız
olsa bizde bu şartlar içinde çalışamayız” dedi. 20 gün önce saldırıya uğrayan Başhekim Yardımcısı Abdullah Kesgin de “Saldırılar başlamadan önce acil serviste 14 hekim halinde hizmet vermekteydik. Şimdi ise
bu sayı dörde düştü. Bunun sebebi doktora yapılan saldırılardır. Bu 4 doktorumuz dönüşümlü olarak çalıştıkları için acil serviste sadece bir doktor 600 nüfuslu kente tek başına
hizmet vermeye çalışmaktadır. Hekim arkadaşlarımız bu saldırılar nedeniyle Esenyurt Devlet Hastanesi‘ne görev yapmak istemiyorlar” dedi.
Basın açıklamasının sonunda hastane çalışanları, Acil Servis‘in girişine saldırıları kınayan bir afiş
astı.

Entel ol, arabesk de dinle!

Işın Karaca, hissetmediği hiçbir şarkıyı söylemiyor. İşte arabesk de onun için bu yüzden özel. Çünkü arabeskte hayatı buluyor. Elitist riyakârlığa inat bu müzik için “ölüyor”. Şimdi de ikinci arabesk albümü “Arabesque II-Geçmiş Bize Yakışıyor”da klasikleri yorumluyor.

Ali Deniz Uslu

Işın Karaca aradığı aşkı müzikte bulmuş. Bu aşkı herkes yaşasın diye de müziğiyle insanların zamanını çalıyor. Karaca, hissetmediği hiçbir şarkıyı söylemiyor, tek isteği de şarkılarını ölene kadar söyleyebilmek. Karaca, pop müziğinin en özel kadın vokallerinden. Caz ve blues üzerine de parmakla gösterilen bir isim. Ama onun farklı bir derdi daha var. O da; arabesk.

Dördüncü stüdyo albümü Uyanış’tan sonra, unutulmaya yüz tutmuş arabesk şarkıları yeniden yorumlayarak popüler hale getirmişti. “Arabesque geçmiş geçmemiş hiç” ile hem satış rekorlarını alt üst etmişti hem de arşivlerde yer alacak bir projeye imza atmıştı. Şimdi de 1960’lı, 70’li ve 80’li yıllarda başlayan toplumun her katmanını etkilemiş, iz bırakan, varlığı asla inkâr edilemez arabesk şarkılarını “Arabesque II Geçmiş bize yakışıyor” albümünde yorumluyor.

-“Ben arabesk sevmem”, çok duyarız bu cümleyi. Ama sonra bir arabesk klasiği çaldığında ilk mırıldananlar, eşlik edenler genelde bu cümlenin sahipleri olur. Peki, neden?

Entel ol arabesk dinle! Biri diğerine engel değil ki. Arabeskin bu toprakların sosyal ve politik mayasından beslendiğini kimse yadırgamıyor. Herkes bir dönem bu şarkıları dinlemiş, tüyleri diken diken olmuş ve onu ruhuna katmıştır. Evet, elitist tavır riyakâr. Mesela Amerika’da country satıyor en çok. Aslında iki müziğin temeli de ayrı. Ama buradakiler Bob Dylan, Neil Young ve Johny Cash’ı iyi biliyor.

– Ama Ali Tekintüre’den haberleri yok!

Değil mi? Ne özel bir adamdır o. Elbette yalnızca o da değil. Amerika’da Bruce Springsteen, Bob Dylan kimse burada da karşılıkları Ali Tekintüre, Müslüm Gürses, Adnan Şenses, İbrahim Tatlıses, Mine Koşan… Adını söylemediğimiz onlarca isim var. İşte tüm bu isimler o dönemin kahramanları ve bizim onları daha iyi tanımamız lazım.

– Sizin arabeskle derdiniz neydi?

Hayat akıp giderken bu şarkıların bir dertleri var. Geçmişe referans veriyorlar. İnanmak, sevmek, biri için yaşamak ya da onun için ölmek mesela. Bunlar artık çok sığ yaşanıyor. Ben ilk albüm bittiğinde bu deryanın içinde bir kum tanesi olduğumu anladım. Kendimi küçük ve şaşkın hissettim. Orhan Baba ile çalışırken, konuşurken fark ettim ki enstrüman matematiği olarak da bu şarkılar çok derin. Şarkıların girişlerinde, hikâyeyi sözsüz anlatan uzun introlar var. Orhan Baba da, “Şarkılarda ilk önce enstrümanlarımız ile konuşurduk, çünkü müzisyenliğimizi gösteriyorduk sonradan yorumculuk geliyordu” demişti bana.

– Caz repertuvarına hâkimsiniz. Caz standartlarından sonra arabesk standartları sizi epey korkutmuş olmalı?

Ne diyorsun! Arabesk söyleme fikri kanıma girdiğinde her hücremi bir korku sardı, yalan yok! Çünkü kolay bir şey değil bu. Caz, blues ve r&b şarkıları ver bana deşifre edip hemen sunayım. Ama arabesk, müzikten fazlası. İnanın bana çok beylik bir laf değil bu. Bir kere bunu yaşaman gerekiyor. Notalarla sevişebiliyor olman gerekli.

– Mihmandarınız kimdi bu çalışmada?

Selami Şahin gibi bir kralla yola çıktım. O, herkese, her şeye bedel bir adam.

– İlk arabesk albümünden sonra sizi eleştirenler de oldu. Malum, klasik müziğin soytarı kralları da var bu ülkede.

Ben buna fazla takılmıyorum, çünkü gerek yok. İşimize bakmak önemli.

İlk albümde teknik olarak çok zorlandım, yorucuydu. Sonra alıştım, yeni albüm zamanında istediğim kıvama geldim, demlendim. Artık müziği anlamıştım, hissedebilir olmuştu. Artık anlatabilecek daha çok hikâyem olduğunu fark ettim. İlk albümde kıyısına girdiğim bu denizde açılmaya başlıyorum şimdi.

– Orhan Gencebay’dan “Dertler Benim Olsun”u yorumlamışsınız. Nasıl bir tecrübeydi?

Ölüyorum bu şarkı için, tutkunuyum! Ama albüme girme hikâyesi başka. Stüdyoda defalarca söyledim bu şarkıyı, beceremedim. Kafamı duvarlara vurmak istiyorum artık o derece kötüyüm, beceriksizim. Nota var, ses var ama bir şey eksik. Sonunda pes ettim ve şarkıyı repertuvardan çıkardım. Sonra eve geldim, bu hayal kırıklığımı yenmek için yine dinledim. Sözleri tekrar ettim, “dertler benim, çile benim, mutluluk senin olsun” nasıl bir hissiyat ve aşkla yazıldığını düşünerek uyudum. Empati yaptım gece boyunca. Sabah stüdyodaydım şarkıyı bir kere de okudum. Anladım ki yaşamadan söylenmezmiş arabesk.

– Şimdiki pop müzik şarkılarını metin yazarları hazırlıyor gibi.

Slogan, reklam metni ve tekerleme. Formül bu. Orhan Baba hikâye yazıyor, şiir yazıyor. Kim ne derse desin! Zaten sığ bir dönemdeyiz. İnsanlar sms’le ayrılıyor. Düşünsene? Ses yok, dokunma yok, son bir öpücük yok… Hayat beklentilerle ve umutla güzel. Artık bir dakika içinde her şeyi tüketebiliyoruz. Ben hayatı yavaşlatmak istiyorum, çok hızlı gidiyoruz çünkü.

– Hamilesiniz de bir yandan. Albüm sürecinde annelik duygusallığı sizi nasıl etkiledi?

Tam uçlarda hissediyorum her şeyi. Bir gülüyorum, bir ağlıyorum. Belki de bu çalkantı albüme iyi yansıdı. Ne de olsa bir kadının doğum yapması kendini sıfırlaması demek, bir can veriyorsun dünyaya, kendin de yeniden doğuyorsun.

– Akustik bir albüm yapar mısınız? Belki de hayatı da biraz akustik ve analog bir döneme çekmemiz gerekli. Ne dersiniz?

Bu albümde kemanlar uçuyor, rock davulu tavan yaptı. Darbukalar ve geleneksel enstrümanlar da yoğun. Sentezin dibine vurduk. Arabesk gırtlaktan caza, soul’a kadar her şey var. Ama dediğine katılıyorum ve çok istiyorum. Tamamıyla akustik bir albüm de gelecek ilerde. Aslında analog olmak fikri çok iyi geliyor. Teknolojinin tüm getirdiklerini bir kenara bırakıp, analog gecelerde buluşmak ne keyifli olur. Sakin ve asude bir şekilde hayatı yaşayabilsek keşke. Belki de ben hayatımın en akustik dönemindeyim. Bu biraz da delilik ama ben bu delilikle yaşamayı seviyorum.

Dünyanın en önemli online kitap satış sitesi Amazon’un yakın zamanda açtığı ”self-publishing” bölümüyle artık yazarlar yayınevine ihtiyaç duymadan ve masrafa girmeden kitaplarını satabiliyor.

Türkçe’ye ”kişisel yayıncılık” adıyla çevrilen sistem  sayesinde yazar sadece kitabı yazmakla kalmıyor, aynı zamanda, dizgisinden  yayınlanmasına, düzeltiminden dağıtımına her aşamada söz sahibi  oluyor.

Amerika’da yayıncılık alanında Şubat’ta yayımlanan raporlar e-kitabın  basılı kitabı sayısal olarak geçtiğini gösterirken, şimdi de yazarlara sunulan  ”kendi kitabını yayınla” uygulamasıyla bir taraftan genç yazarların yayıncılık  dünyasına girişi kolaylaşıyor, diğer taraftan da kitap yayınlamak için gereken  yüksek maliyet son buluyor.

Amazon’un ”En çok satan 100 e-kitap listesi”nde  bulunan çok sayıda kişisel yayıncı, yayıncıya pay ödemediği için de çok iyi  paralar kazanıyor. Hatta bu sistemle, ”John Locke” isimli bir amatör yazarın  yayınladığı kitabında 1 milyon satış rakamına ulaştığı  konuşuluyor.

Kişisel destekli yayıncılıktan farklı

”Kişisel  yayıncılık” ile ”Kişisel destekli yayıncılık” birbirine çok yakın kavramlar  gibi görünse de aslında arada çok önemli bir fark var. ”Kişisel destekli  yayıncılık”ta yazar kitabın maliyetine ortak olurken, yayınevi deneyimli  editörler ve tasarımcılarla kitabı profesyonel bir ürün haline getirip  pazarlıyor. Tüm yayınlanma sürecine ortak olan yazar, böylelikle, hem kitabın  haklarını yayınevine devretme derdinden kurtuluyor, hem de yazının  düzeltilmesinden kapak tasarımına kadar her aşamada söz sahibi olabiliyor. Bu  nedenle kitabın kazancını yayıneviyle paylaşmak zorunda kalmayan yazar, eserin  iyi satması durumunda da klasik bir yayınevine göre çok daha fazla gelir elde  edebiliyor. Yani, kitabın yayımlanma sürecinde yayınevine birçok para ödeyen  yazara yayınevi tarafından editoryal hizmet ve tasarım hizmeti sunuluyor.  Türkiye’de de son dönemlerde ”kişisel destekli yayıncılık” hizmeti veren bir  çok yayınevi bulunuyor.

”Kişisel yayıncılık”ta ise kitabın yazılmasından  itibaren sürecin hiçbir aşamasında masrafa girmeyen yazar, Amazon üzerinden  kitabını çok düşük fiyata satarak ”sürümden” kazanıyor. Yani bu sistemle hem  okur hem de yazar kazanıyor.

Bu iki yeni yayıncılık sayesinde amatör yazarlık  ve telifsiz edebiyatın yayılacağı ve yazarlar arasında rekabetin artacağını  düşünen uzmanlara göre, yayıncılık ortadan kalkmasa da değişecek ve  uzmanlaşacak. Ancak yine de yayıncılık yazarın başarısı ve öne çıkabilmesi için  temel tercih nedeni olmaya devam edecek.

”Artık her kitap yayımlanabilir”

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim  Üyesi Dr. Tolga Çevikel, bir kitabın  kitapçılarda kendine yer bulabilmesi için mekandaki raf maliyetini karşılaması  gerektiğinin altını çizdi. Bu nedenle kitapçıların az sayıdaki ”popüler ve çok  satan kitaplar”ın hakimiyeti altında olduğu görüşünü savunan Dr. Çevikel,  kitapçılar için mağazalarında yer verilecek kitabın ne kadar satacağının  belirleyici olduğuna dikkati çekti. Çevikel, ”Kitapçılarda yer alabilmek bir  rekabet işi haline geliyor. Bu durum yayın evleri için de sorun yaratıyor. Küçük  yayın evlerinin ve az tanınmış yazarların pazara girmekte zorlandığı bir  gerçek” diye konuştu.

Djital ağ ortamında pahalı ve sınırlı raf alanlarının  bulunmadığına işaret eden Çevikel, böylelikle satışa hazır olan kitapların belli  bir sayıyla sınırlanmak zorunda kalmadığını ve kitapçılar için az satan  kitapları satmanın ticari açıdan cazip hale geleceğini belirtti. Kişisel  destekli yayıncılığın yeni olmadığını dile getiren Çevikel, şunları  anlattı:

”Kitabın doğrudan yazar tarafından basılması ve masrafı yazarın  karşılaması yeni bir şey değil ama kişisel yayıncılıkla kastedilen bu değil.  Artık yeni nesil ve çevrimiçi iş yapan bazı şirketler var. Bu şirketler birtakım  yazılımlar sunuyorlar. Yazar bu sitelerdeki yazılımları kullanarak kendi  kitabını yaratıyor, mizanpajına, kapağına karar veriyor ve kitabını çeşitli  ‘e-reader’larda okunabilecek hale getiriyor. Yazar ayrıca, bu sitelerdeki kitap  satış yerleri üzerinden yarattıkları kitapları okuyuculara doğrudan fiyatlamayı  kendisi belirleyerek sunabiliyor. Artık her kitap yayınlanabilir. Okur artık her  kitaba daha kolay erişecek.”

”Dağıtımcıların yerini bilşimci şirketler alıyor”

Yeni sistemle okurların normalde rastlayamayacakları  kitaplarla karşılaşacaklarını ifade eden Çelikel, Amazon’un popülerin yanı sıra  az satılan kitapları da okuyucuyla tanıştırdığını, bu durumun da az satılan  kitaplar için potansiyel bir okur kitlesi oluşturduğunu anlattı.

Yayıncılıkta  yeni bir dünyanın işaretlerinin görüldüğünü kaydeden Çelikel, ”Yazardan okura  doğru mesafelerin kısaldığı, aracıların ortadan kalktığı bir dönem bu. Eski  belirleyiciliğini kaybeden dağıtımcıların yerini bilişimci şirketler alıyor” diye konuştu.

Sistemin olumsuz yanlarına da vurgu yapan Dr. Tolga Çelikel,  ‘‘Bu sistemde yayınlanan kitapların kalitesi soru işareti. Ayrıca, kaliteli  kitaplar pazar içindeki çok kitap arasında kaybolacak ve okuyucunun onu bulması  zorlaşacak” görüşünü dile getirdi.

Türkiye’de, internet kullanıcı sayısı son 10 yılda 2 milyondan 35 milyona yükselerek, yüzde 1750 arttı.

Dünya İnternet İstatistikleri sitesinden derlenen bilgiye göre, Kuzey Amerika ülkelerinde nüfusun yüzde 78,3’ü internet kullanıcısı. Yaklaşık 310 milyon nüfuslu ABD’de internet kullanıcı sayısı 245 milyondan fazla. 34 milyon nüfusu ile Kanada’da ise yaklaşık 27 milyon kullanıcı var. Bu kıta kapsamında değerlendirilen Bermuda, Grönland ve St Pierre & Miquelon’da da kullanıcı sayısı hızla artıyor.
 

En çok internet kullanıcı sayısı Asya’da

Siteye göre en çok internet kullanıcı sayısı Asya kıtasında. Yaklaşık 3 milyar 900 milyon nüfuslu bu kıtada 922 milyon internet kullanıcısı var. Kıtanın doygunluk oranı yüzde 24’e yakın. Bu kıtada özellikle geniş bant internet erişiminde büyük çalışmalar yapan Güney Kore, 48 milyonluk nüfusunun 39 milyonunu internete bağladı ve doygunluk oranı yüzde 81’e yaklaştı.

Ancak en büyük artışı Afrika yaptı. Yaklaşık 1 milyar nüfuslu kıtada 2000 yılında sadece 4,5 milyon internet kullanıcısı varken 10 yılda bu rakam yüzde 2 bin 527 artışla 118 milyonu aştı. Bu kıtada Kongo Demokratik Cumhuriyeti, 10 yıl önce sadece 500 kişi olan kullanıcı sayısını yüzde 100 bin artırarak 503 bin kişiye çıkardı.

Avrupa kıtasında ise 85 milyonluk nüfusunun 65 milyonu internete bağlayan Almanya en çok internet kullanıcısına sahipken, Norveç, 4,691 milyonluk nüfusunun 4,431’ini internete bağlayarak doygunluk oranını yüzde 94,4’e yükseltti.

Dünya bölgelerine göre internet kullanım bilgileri şöyle:

Dünya bölgeleri nüfus (2011)(Milyon) İnternet kullanıcı sayısı (31 Aralık 2000) İnternet kullanıcı sayısı (son veri) Nüfusa göre doygunluk oranı (Yüzde) 2000-2011 Büyüme oranı (Yüzde) Tablodaki kullanıcı sayısı (Yüzde) Afrika 1,037,524,058 4,514,400 118,609,620 11,4 2,527,4 5,7 ASYA 3,879,740,877 114,304,000 922,329,554 23,8 706,9 44,0 Avrupa 816,426,346 105,096,093 476,213,935 58,3 353,1 22,7 ORTADOĞU 216,258,843 3,284,800 68,553,666 31,7 1,987,0 3,3 Kuzey Amerika 347,394,870 108,096,800 272,066,000 78,3 151,7 13,0 Latin Amerika 597,283,165 18,068,919 215,939,400 36,2 1037,4 10,3 Avustralya/ Okyanusya 35,426,995 7,620,480 21,293,830 60,1 179,4 1,0 Toplam 6,930,055,154 360,985,492 2,095,006,005 30,2 480,4 100,0


Türkiye’de büyüme yüzde 1750

Bilişim ve teknolojiye son yıllarda büyük yatırımlar yapan Türkiye’de, internet kullanıcı sayısı 2000’li yılların başında Uluslararası Telekom Birliği’ne (ITU) göre yaklaşık 2 milyon iken son 10 yılda yüzde 1750 arttı. Türkiye, yaklaşık 78 milyonluk nüfusunun 35 milyonunu internete bağlarken, nüfusa göre doygunluk oranı yüzde 44’ü geçti.