Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Sara BESKARDES" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

‘Liberali, demokratı, muhafazakarı… Hepsi çakma bunların’

Gazeteci-yazar Mine Kırıkkanat okurlarla buluştuğu Umudun Kırık Kanatlarında adlı yeni kitabında kişisel anıları eşliğinde ülkemizin ve dünyanın uzak-yakın tarihine acı-tatlı anımsatmalarla büyüteç tutuyor.

Gamze Akdemir

Cumhuriyet Kitap– Kitabını aymazlığa ve faşist yönetimlere karşı mücadele eden bir Cumhuriyet kadını olarak yazdığını söyleyen Kırıkkanat, sorunları çözmek yerine derinleştiren zihniyetler sonucu bu duruma geldiğimizi vurguluyor. ‘Elbette hâlâ umut var. Yıkıcıları yıkıp, yıktıklarımızı onarmak ve bu eşsiz ülkeye sahip çıkmak için zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil’ diyerek gençler başta olmak üzere kitlelere sesleniyor. Türkiye’nin resmi bir zorbalık rejimiyle karşı karşıya olduğunu ifade eden yazar, ‘Türkiya Cumhuru İslamiya Ümmeti’ üst kimliğinin altında, ‘kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim’ diye ayrıştığımıza da dikkat çekiyor. Egoistlerin egoistleri, olanakları ne olursa olsun cömertlerin cömertleri, aymazların da aymazları yetiştireceğini imlediği kitabının ana fikrini ise Seneca’nın şu sözüyle özetliyor; ‘Muzafferlerin zaferinde onların başarısını değil yeniklerin hatasını arayın.’ Kırıkkanat ile Umudun Kırık Kanatlarında adlı kitabını konuştuk.

Çocukluğunuzun, gençliğinizin Türkiyesi ve dünyasına ikonik anımsatmalar eşliğinde ilerliyor Umudun Kırık Kanatlarında. Ömürlerimizin acı-tatlı ortak paydalarına yakın ve uzak tarihle koşut geri dönüşlerle şekillenen bir kitap.

– Yaşadığım yılların sayısına bakınca gördüklerim ve yaşadıklarım herhalde normal bir ülkede yaşanacakların beş-altı mislidir. Kitabı tekrar okuduğumda ben bile şaşırdım. Bir kere bu kadar çok olaya tanık olmuş olmama şaşırdım. Türkiye’de hiçbir şey kolay kolay öngörülmüyor, sürprizlerle dolu ülkemiz. Bu sürprizlerin çoğu ne yazık ki kötü ama biz muhteşem bir toplumuz, özellikle çağdaş kültür dünyasına açık pencerelerle büyümüş olan biz Cumhuriyetçi kuşaklar çok zengin bir birikime, çok zengin bir kültüre sahibiz. Vazgeçmiyoruz, direniyoruz, mücadele ediyoruz. Geçmişten dediğin gibi uzak ve yakın tarihten dersler alarak sürmeli bu mücadele. Bugünü ve yarını en sağlıklı böyle anlayabiliriz, böyle doğru tahlil edebiliriz. Bu kitabı bu mücadelenin destekçisi ve tanığı olmuş bir Cumhuriyet kadını olarak yazdım.

‘Kanatları kırık olsa da umut hep var’

– Metin yapısı kişisel anılarınızla birlikte ilerliyor. Çocuk, genç Mine’nin gözlemleri, aslan payında gazeteci-yazar Mine Kırıkkanat’ın toplumsal, siyasal gözlemleriyle iç içe geçiyor.

– Evet, çocukluğum da var, ailem, arkadaşlarım… Çocukluğumun en güzel yıllarını anarken aklıma neden hep Sapanca’nın geldiğini yazdım. Foça’nın hayatımdaki yerini anlattım. Bana ikinci bir anne olmuş ablamı yazdım. Fakat söylediğin gibi kitabın aslan payını ise düne, bugüne ve yarına tutmaya çalıştığım aynadan yansıyan öğeler oluşturdu. Bu ölçekte bir kitaba iyi sığdırdım gerçekten. Özetlersem, kitapta posası çıkarılmış devrimleri de yazdım, faşist iktidarlar, toplumu sindiren, azarlayan sinirli bürokratları da. Ayrıca yeni gelen eskiyi bile aratan otokrat kafanın icraatlarını ve yol haritasını da inceliyorum. Bir acayip polis, dövülen işçiler de sık sık çıkacak karşınıza. Bir yanda Osmanlı Leon Mandil’in Türk milliyetçiliği, öte yanda TBMM’nin Manisalı Başkanı Bülent Arınç’ın İslami ümmetçiliği kıyasının da önemle okunmasını isterim. Ölüleri dirilten seçimler, faili meçhuller, hortumcular, dincileşen eğitim ki buna sıklıkla yer verdim, dinci dinsiz sapıklar, artan şiddet, vahşet, terör, töre kitabımda yer verdiğim öğeler arasında. Dünya tarihinin karanlıklarına gömülmüş, her dinden yobazların yakıp yıktıklarını da yazıyorum. İşte Papa II. Urban örneğini de veriyorum mesela. Ayrıca hukukun düşürüldüğü içler acısı duruma ilişkin değerlendirmelerim var. Nedenleri, sonuçlarıyla bugün Türkiye’de yasalara karşı gelen nüfusun, uyan nüfustan büyük olması var. Affedilen katiller var, Demirel Affı, Rahşan Affı var. Tüm değerlerin, milli hazinelerin, kaynakların içlerinin nasıl boşaltıldığı var. Neredeyse üç kişiden birini kanser kılan rantçıl, umarsız çevre ve sağlık politikaları var. İç edilen ihaleler var. Pek ama pek çok alandan yandaşlar var, çığ gibi büyüyen işsizlik var. ‘Aydınım’ diyen aymazlar, liboşlar var. Gene çok önemle vurguladığım bir nokta olarak mevzi kazanan kimliksizleştirme operasyonları, hükümetin ideal toplumdan ne anladığı var.

– Öte yandan umut da var! Sadece kanatları kırık’

– Tabii ki. Kitabım gerçeklerin altını çizen bir kitap. Sorunları çözmek yerine derinleştiren zihniyetler sonucu bu duruma geldik! Elbette hâlâ umut var. Yıkıcıları yıkıp, yıktıklarımızı onarmak ve bu eşsiz ülkeye sahip çıkmak için zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil.

– Hoşgörüden, hoşgörüsüzlükten, Türkiye’nin bu anlamda sürüklendiği çatallardan da bahsediyorsunuz. Hatta hükümete en okkalı eleştirilerinizden birinde ‘Bizlere nasıl git deniliyor biliyoruz’ diye yazıyorsunuz.

– Bir kere hoşgörü her şeyden önce enayilik değildir. Hoşgörünün ölçüleri vardır. Hoşgörü masumiyeti hoşgörür. Hoşgörü farklı olanı eğer o farklı olan üzerinizde hegemonya, baskı ve zorbalık kurmuyorsa hoşgörür. Dolayısıyla önce hoşgörünün tanımını doğru yapmak lazım. Bir de AKP hükümetinin boyuna sözünü ettiği tolerans konusu var. Bu ‘tolerans’ lafı ‘tahammül’den başka bir şey değil, kastettikleri düpedüz bu. Kendilerinden farklı olana ne kadar tahammül ettiklerini de iktidarları boyunca gördük ve hâlâ da görüyoruz. Türkiye resmi bir zorbalık rejimiyle karşı karşıya. Eskiden Türk milletiydik, şimdi üst kimliğimiz ümmet, alt kimliğimiz cinsiyet. Artık ‘Türkiya Cumhuru İslamiya Ümmeti’ üst kimliğinin altında, kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim diye ayrışıyoruz. AKP ile MHP’yi üç aşağı beş yukarı aynı kefeye koyuyorum. İkisi de çok dinci partiler. Referansları bu. Al birini vur ötekine. Şu anda İslamiyet ortaçağını yaşıyor. Yirmi birinci yüzyılda ortaçağ ölçüsünü referans göstermek zaten ayrımcılığın bir numaralı göstergesi. Aslında göreceksiniz 2050’lere doğru bu ırkçılık, faşizm gibi tanımlara yenisi eklenecek, henüz adı konmadı ama bunun dine endeksli olanı çıkacak, terminolojide ırkçılığı ve faşizmi dini ölçülere göre yapanın bir adı olacak. Bir kere tolerans bu gibi rejimlerde yani faşist rejimlerde aslında ötekini hakir görmektir. Bugün bize yani laiklere, cumhuriyetçilere ayrımcılık yapılıyor. Bize açık açık git diyorlar. Dolayısıyla yakın tarihle bugünümüz ve olası yarınımız arasındaki izdüşümlere yoğunlaştığım kitabımda bir mantık silsilesi şeklinde nereden nereye geldik sorusunun yanıtını gayet açık görebilirsiniz.
 

‘Kitabım sosyolojik bir analizdir de’

– Kitabınız liderler hegemonyasına genelinde de insan ve toplum doğasına, sosyolojik bir bakış da aynı zamanda.

– Kesinlikle ki benim zaten her şeyden önce formasyonum sosyoloji. Dolayısıyla evet kitabım aynı zamanda sosyolojik bir analiz.

– Çocukluğundan bu yana gözünü budaktan sakınmamış bir hayat’ Her taşın altına elini sokmuş bir hayat ve adalet en temel dürtü yazmanızda… Diliniz sivri diye de az eleştirilmediniz.

– Çok iyi bir analiz, bu soru hayatımın en zor dönemlerimde yani tokatlar yediğim zamanlarda kendime sorduğum sorudur. Niçin her taşın altına elimi koyuyorum, niçin her şeye maydanoz oluyorum? Yani köşende otur be kadın! İşte kıymetin biliniyor, para kazanıyorsun, etliye sütlüye karışma değil mi? Ama olmuyor, olmuyor. O bir karakter yapısı. Her taşın altını kaldırırım, bakarım da’ Orada artık akrep mi var, çıyan mı var umursamam. İncelerim, sorgularım. Evet dilim kimi zaman sivridir ama çok da dürüsttür. Zaten benim ayakta kalmamın birinci nedeni dürüst olmamdır, dediklerimle yaptıklarım ve yazdıklarım çelişmez. Adaletsizliğe, duyarsızlığa, meraksızlığa nasıl tahammül eder insan? Bir insanın diğerinin acısına, dramına, olanaksızlığına sağır ve kör kalması dünyanın geleceğini de tehlikeye atan bir gaflettir. Bu, sonraki kuşakların da bilinç yapısını belirleyen bir öğedir. Egoistler egoistleri, olanakları ne olursa olsun cömertler cömertleri, aymazlar da aymazları yetiştirir.

– En hedef kitleniz gençler öyleyse?

– Önce onlar’ İşleri de çok zor, masum ve lezzetli öyküleri olmayacak Türkiye’de. Ne bırakıyoruz ki onlara, koskoca bir hiç! Bu kafayla giderse, insanlık gömleği içinde giderek küçülen dünyadan devralacakları mirasta masumiyet yer almayacak. Kurnazlık, hinlik olacak. Duygularını yitirecekler, daha bencil olacaklar, daha öfkeli olacaklar. Mürit olacaklar, kul olacaklar. Bunun farkına varmalıyız. Dediğim gibi zaman daraldı ama hâlâ çok geç değil.
 

‘Evimizi MİT sanıp az aramadılar’

– Anılarınıza dönersek hayli enteresan olaylar okuyoruz mesela, evinizi MİT diye arayan muhbir vatandaşlar var, telefon benzerliği olayı’

– 1967-68 yıllarında ailece Kurtuluş’tan Maçka’ya taşındık. Ben de çok istiyordum oraya taşınmayı çünkü oğlumun babası merhum Kozan Asova o zamanlar Maçka’daki İTÜ Kimya Fakültesi’nde okuyordu. Taşındık ama o yıllarda eve bağlanacak sabit telefonlar için sıraya giriyorsunuz, en iyi ihtimalle iki sene sonra falan bağlanabiliyordu. Dayım da PTT Personel Dairesi Başkanı’ydı, annem huyum değildir ama bu sefer kardeşimden bir torpil isteyeceğim dedi ve dayım da bize bir gün sonra telefon bağlattı. Bağlandığı günden itibaren tuhaf telefonlar gelmeye başladı. İhbar telefonunun değiştiğini bilmeyen azimli muhbirler ara Allah arıyorlar! Biri ‘burası Kıvılcım, burası Kıvılcım, Ocak’ı arıyoruz’ diyor. Bir başkası arıyor ‘Burası Demir, Demir Örsü’ arıyor’ falan, hayretler içindeyiz. İşte Bozkurt arıyor Asena’yı ne bileyim Ateş, Yuva’yı soruyor. Meğer MİT’in iptal edilmiş numarasıymış dayımın bize bağlattığı. Dayım DP’liydi, biz ise ailece solcuyuz, böyle bir durum. Biz de ne yapalım dalga geçiyorduk artık. Gerçi Ocak isteyenlere annem ciddi ciddi ‘oğlum benim ocak bozuk değil’ falan demiştir. Genelde annem bakardı telefonlara ama o olmadığı zaman ben atlıyordum. Yıldırım isteyene paratoner, Ocak isteyene mangal verelim abicim demişliğim. Ateş’lere itfaiye, Bozkurt isteyenlere yavrukurt önermişliğim çoktur. Sonra biter gibi oldu telefonlar ama 12 Mart 1970’te yine başladı. Bu neyi gösteriyor biliyor musunuz? Uyuyan hücreler vardır o misal. Yani aradan yıllar geçmiş, sotaya yatmışlar, MİT telefonlarının değiştiğini bile bilmiyorlar belli ki kendilerine haber maber de verilmemiş yani o kadar önemsizler ama yine de beklemedeler. Ne azim yani adamlara bak! Az insanın canını yakmadılar, az arkadaşımızın kanına girmediler ve hepsi de yanlarına kâr kaldı maalesef.
 

‘Referansım Atatürk’

– Sosyal demokratsınız, solcusunuz, çağdaş bir cumhuriyet kadınısınız ama diğer bakışlarla da empati kurup analiz ediyorsunuz. Kitapta çeşitli alanlardan örneklerini okuyoruz.

– Tabii bilimsel bakışın özünde hiçbir önyargıya prim vermeden ve kendi önyargınızı da bir kenara koyarak değerlendirmek vardır. Mesela bu kitapta aynı zamanda laik cumhuriyetçilerin yaptıkları hataları da bulacaksınız. Burada aslında dini referans göstererek ayrımcılık yapanlar kadar Atatürk’ü putlaştırarak, o güzel adamın çirkin heykelleriyle bu ülkeyi donatarak dincilerin eline ‘Bak görüyor musun ilah yarattılar, put yarattılar’ dedirten, Atatürkçülüğü bir din haline getirenler de aynı oranda suçludur. Seneca’nın bir sözü vardır, ‘Muzafferlerin zaferinde onların başarısını değil yeniklerin hatasını arayın’ der. Eğer laik cumhuriyet bu kadar kolay harcanabildiyse burada laik cumhuriyeti kemikleştiren, o kemikleri kireçlendiren, Atatürk’ün yaptığı devrimleri koruyamayan, üstüne bir taş da koyamayan, o devrimleri dondurup, dondurucudan çıkarınca kolayca kırılacağını düşünemeyen, sadece rantını yiyenler de suçludur. Mustafa Kemal Atatürk benim de referansımdır. Tarih boyunca dünya yüzünde gördüğüm en zeki, en ufku geniş, en muhteşem liderdir. Bir daha böyle bir liderin çıkabileceğine de inanmıyorum. O böyle bir kuyrukluyıldız gibi geldi ve geçti. Mustafa Kemal o kadar akıllı ve birikimli bir insandı ki, konuştuğu diller, kitaplara aldığı notlarla eğer bir ideolojiye imza atmak isteseydi Kemalizm diyorlar ya Kemalizmin ideolojisini kendisi yazardı. Halbuki Atatürk ‘Nutuk’u yazmıştır. Onun zekâ seviyesine ulaşmamış, vizyonunun dörtte birine bile sahip olmayan, çapı son derece sınırlı birtakım insanların tutup da Nutuk’tan bir ideoloji kitabı çıkarmaya hakları yok bir kere. Kendi adıma Atatürk’ü bir cumhuriyet kadını olarak gayet iyi temsil ettiğime, adını ve eserini yücelttiğime inanıyorum. Kırılmaz denen çeliği dondurup kırdılar, bunu en önce yeteneksiz, ışıksız, çapsız, durumdan vazife çıkaran ve Atatürk’ün rantını yiyenler yaptı. Çocukları hurafelerle şartlayan imam hatip okullarına verilen her taviz de bunu getirdi beraberinde. Burada ordu da çok suçludur, sivil yönetimler de çok suçludur. Sol bacı kültürüyle de suçludur. Sol bir türlü dünyaya açılamadı, kavramların temeline ihanet ettiler. Bunun sonucunda bir bacı kültüründe insanların sevgi dünyasından kıroluğuna her şey faşist bir şeye bağlandı. Ondan sonra neymiş efendim ulusal solcuların ordu dayanışmasıymış, sen tut enternasyonal sosyalizmi, ulusal solculuk adı altında orduya yama, böyle bir şey olur mu? Bir kere eşyanın tabiatına aykırı’ Yazdım kitapta, solculuk militarist değildir bir kere ve onun karşılığında ne oluyor? Demokrat liberalim diyor oysa alakası yok çünkü karşısında da gerçek sosyalist yok. Hiç yok demiyorum ama istisnalar, benim gibi gerçekleri söyleyenler her taraftan tokat yiyorlar. Ne liberali liberal, ne demokratı demokrat, ne muhafazakârı muhafazakâr’ Hepsi çakma bunların! Dolayısıyla demokrasi de çakma oluyor, insanlık da çakma oluyor ve gelecek kuşakları da çakma bir kültürle yetiştiriyorlar. Nitelik ara ki bulasın. Geleceğin kadroları bu kalitede, bu disiplinsizlikle, bu yetersizlikle böyle böyle oluşuyor. İletişim fakültesinden tıngır mıngır çıkılıyor, hukuk fakültesinden tıngır mıngır çıkılıyor, sanat okullarından tıngır mıngır çıkılıyor… Dökülüyoruz her anlamda.
 

‘Sat, seyr’et kurtul!’

– Bir ucundan tam da bu bağlamı vurgulayan, aymazlığa hücum eden bir yazınız da ‘Sat, Sevr’et, Kurtul!’ başlığını taşıyor.

– Biz canına okuyoruz memleketimizin, onlar kıymetini bilir! Trajikomedyası bir yana yani İngilizin Fransızın elinde Kaz Dağları kurtulmaz mı sizce? Allianoi’yi gömerler mi sulara? İspir’deki Aksu Vadisi’ni mahvederler mi? Biz niye mahvediyoruz, kitleler olarak mahvedilmesine seyirci kalıyoruz? Bunun için mi yaptık Kurtuluş Savaşı’nı sorarım. Eğer bu topraklarda ‘Türküm’ demek artık faşizanlık sayılıyorsa, nüfusun üçte biri zaten Kürt, öteki üçte biri de zaten millet değil ümmete ait hissediyorsa, savaşla kazanılan toprakları barışla vermek, belki de kaçınılmazdır. Türkiye’nin kanla çizilen sınırlarını, eğer ordumuz döktüğü mayınları toplayamadığı için kiralamayı düşünmek ne demektir? O zaman niçin hâlâ kan dökülerek korunmaya çalışılıyor?

– Yeni kitabınızı konuşalım son soruda.

– Tabii, beni çok heyecanlandıran bir çalışma. Babamı ve kökenlerimizi anlatacağım bir roman olacak. Babam 1908 Edirne doğumlu. Baba tarafından dedem Mostarlı, babaannem Bulgaristan’dan, Küçüksahralı. 1915’te babaannem ve hayattaki üç çocuğu ki diğerleri savaşlarda ölmüş, yedi yaşındaki babam Kazım, sekiz yaşındaki amcam Nazım ve halam Sabek var. Halamı babaannem kız çocuk bir şey olmaz diyerek yanında tutuyor ama iki oğlunu göçün peşine takıyor. İstanbul’a vardıklarında babam ve amcam yorgunluktan Ayamama Deresi’nin kıyısında uyuyakalıyorlar aç bilaç. Maçka’daki askeri kışlaya yerleştiriliyorlar ve babamla amcam oradan asker oluyorlar. Ama oradan nerelere gitmiyor ki babam? Subay çıktıktan sonra Şeyh Sait isyanları çıkıyor. Bir zaman sonra kendi kendine Fransızca öğreniyor, Fransızlar buraya geldiklerinde onlara tercümanlık yapıyor. Fransızlar İkinci Dünya Savaşı öncesi babamı dünyanın en büyük mühendislik okullarından biri olan Politeknik’e davet edip götürüyorlar. Hayatı tam film gibi, babam orada elden düşme bir Jaguar alıyor, yarışlara giriyor, 42 yerinden kemikleri kırılıyor. Almanlar Paris’e girerken ordu dön emrini veriyor, Politeknik’in son sınıfındayken daha diplomasını almadan Lyon Garı’nda Jaguar’ını bırakıyor, iki arkadaşıyla birlikte Marsilya’dan gemiyle geri dönüyor. Hadi bu sefer İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da onlara görevler veriyorlar, ajan kaynıyor İstanbul. Babam anlatırdı; işte birisini izleme görevi verilirdi, izlerdik sonra bir köşeye gelirdik, izleme görevini bir başkası devralırdı, ben uzaklaşırken bir el silah sesi duyardım meğerse tetikçiymiş diye.

Çok hümanist bir adamdı, ben bir yaşındayken istifa etmiş ordudan, hayatındaki bunca olaya, göreve rağmen bir tek insanı bile öldürmemiş. Bütün bunları yazacağım, hayatı roman babamın.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Umudun Kırık Kanatlarında/ Mine Kırıkkanat/ Destek Yayınevi/ 208 s.

 

Çeşitli tıp fakültelerinden öğretim üyeleri, Sağlık Bakanlığının son yıllardaki uygulamalarını protesto etti.

İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Prof. Dr. Cem’i Demiroğlu Oditoryumu’nda gerçekleştirilen basın toplantısında, öğretim üyeleri adına konuşan Prof. Dr. Raşit Tükel, Sağlık Bakanı Recep Akdağ‘ın, hekimlik karşıtı söylemlerde bulunduğunu savundu.

Tıp fakültelerinin, hekim yetiştiren, bilimsel araştırma yapılan ve bilgi üretilen bir yer olduğunu ifade eden Tükel, üniversite hastanelerinin, son yıllardaki uygulamalar sonucunda iflasın eşiğine geldiğini belirtti.

Yeni düzenlemelerin üniversite hastanelerinin ayakta kalabilme koşullarını ortadan kaldırdığını kaydeden Tükel, ”Maliye Bakanlığından sağlanan koşullu mali yardımlarla varlığını sürdürebilen üniversite hastanelerine, bir sonraki aşamada, Sağlık Bakanlığına bağlanmak dışında seçenek bırakılmayacaktır” dedi.

Marmara Üniversitesi ve son birkaç yıl içerisinde açılan üniversite hastanelerinin, idari olarak Sağlık Bakanlığına bağlandığını anlatan Tükel, üniversite hastanelerinin bu uygulamalarla hizmet hastanesine dönüştürülmek istendiğini ileri sürdü.
Akdağ’a ‘özür dile’ çağrısı

Prof. Dr. Raşit Tükel, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın öğretim üyelerini, muayenehaneyi düşünen, eğitim ve araştırmayla ilgisi olmayan kişiler olarak tanımladığını öne sürerek, şöyle konuştu:
”Sağlık Bakanı’nın, performans sisteminin, tıp fakültelerinde eğitim ve araştırmayı artıracağını söylemesi, tıp eğitimi ve akademik yaşam adına büyük bir talihsizliktir. Niteliğe değil niceliğe önem veren, tıbbi uygulamaların, bilimsel, etik ve nitelikli olmalarına değil, sadece sayısına bakan, tıp öğrencilerinin ve asistan hekimlerin eğitimini değil, daha çok hasta bakarak para kazanmayı hedefleyen performans sistemi mi, tıp fakültelerinde eğitim ve araştırmayı geliştirecektir?”

Akdağ’ın öğretim üyelerine, performans sistemine çok uygun düşen bir öneride bulunduğunu belirten Tükel, şöyle devam etti:
”Bakan, ‘Sisteme karşı çıkmak yerine, kazanımınızı nasıl artıracağınız üzerinde çalışın’ demiştir. Sağlık Bakanı bu söylemleriyle, öğretim üyelerine, eğitim ve araştırma için değil, para kazanmak için çalışmayı önermektedir. Tıp fakülteleri öğretim üyeleri olarak, Sağlık Bakanı’nın tıp fakülteleri ve akademik yaşama ilişkin yaklaşım tarzını ve bunun arkasında yatan anlayışı kınıyoruz. Sağlık Bakanı’nı hekimlik karşıtı görüşlerinden dolayı öğretim üyelerinden ve hekim kamuoyundan özür dilemeye davet ediyoruz.”

Çağdaş Türk edebiyatının beğenilen kalemlerinden Ayşe Kulin, ilklerin yazarı olmayı sürdürüyor.

Daha önce yüz binlerce satılan “Veda” ve “Umut” adlı kitaplarının devamı niteliğindeki iki kitabı, “Hayat” ve “Hüzün”, Everest Yayınları’ndan çıktı.

“Hayat Dürbünümde Kırk Sene” üstbaşlığıyla aynı anda yayımlanan bu iki kitap, Ayşe Kulin’in kaleminden kendi hayatına bir yolculuk olma özelliği taşıyor. “Hayat” başlıklı kitap, 1941-1964 yıllarını kapsarken, “Hüzün”, Kulin’in 1964-1983 yıllarını yansıtıyor. Kulin, kitabın arka kapağında, şunları anlatıyor:

“‘Hayat’ ve ‘Hüzün’de yazdıklarım, babamın da var olduğu dünyada geçirdiğim kırk yılın, dürbünüme çarpan resimleridir; özelimde ve ülkemde 1941’den bu yana yaşadıklarımdan, gördüklerimden seçmelerimdir. Kitabıma, beni çok etkileyen, çok üzen, çok sevindiren, bende iz bırakan, belleğimde hep kalan anılarımı aldım. 1983’ten sonraki yıllarımın serüveni belki bir başka kitaba konu olur ama bu kitaplar, 1983 yılına kadar, Edip Cansever’e rahmetle selam olsun, ‘Ben Ayşe Kulin Nasılım?’a yanıtımdır.”

Kitap, çağdaş Türk edebiyatının en beğenilen kalemlerinden biri olan Ayşe Kulin’den anıların, zamanının Türkiye ve dünyaki olayların iç içe geçtiği bir çalışma. Kitabın son bölümünde ise Ayşe Kulin’in yaşamından fotoğraf kareleri yer alıyor.

Yanlış beslenme hasta ediyor

Beslenme bozukluğu ile ilişkili salgın hastalıklarının son 10 yılda ikiye katlandığı bildirildi.

Edirne– Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Saniye Şen, Tıp Fakültesi Hastanesi’nde düzenlediği basın toplantısında günümüz insanının başının, yaşam kalitesini bozan, en sık ölüm nedeni oluşturan ve beslenme ile sıkı ilişkisi bulunan 5 grup hastalıkla dertte olduğunu söyledi.

Bunların, kalp damar hastalıkları, hipertansiyon, obezite, Metabolik Sendrom, diyabetes mellitus Tip 2 ve kanser hastalıkları olduğunu ifade eden Şen, beslenme hatalarının bu hastalıklarla ilişkisinin, diğerlerinden çok daha güçlü olduğunu belirtti.

Şen, ilk çağ insanın ve Sibirya’nın kuzey doğusunda yaşamış olan atalarımızın doğal beslendiklerini, yaklaşık 320 yabani ot ve sebze, ormanın doğal yemişleri, meyve ve tohumları, yağsız, çiğ ve farklı av eti yiyerek, yağ asidi içeren bitkisel yağları az kullanıp aktif yaşadıklarını anlattı. Orta çağ insanının, üç beyazla (şeker, un, tuz) tanıştıktan sonra boyunun ve ömrünün kısaldığını söyleyen Şen, raşitizm ve çocuk ölümlerinin arttığını, kemik erimesi ve vitamin eksikliğinin geliştiğini bildirdi.

Yirminci yüz yıl insanının, sigara, alkol ve kahve ile birlikte hazır gıda ile tanıştığını anlatan Şen, şöyle konuştu:
”Lifi, minerali ve vitamini alınmış buğdaygiller, rafine unlu yiyecekler, toksit beyazlatıcılı yiyecekler, bol asit, şeker ve tatlandırıcı, kirletilmiş meyve ve sebze, yağlı besi eti, yüksek oranda tuz kullanımı, endüstriyel doymuş tarns yağlar, GDO’lu nitratlı-hormonlu besinler gibi, albenisi ve kar payı yüksek, dağıtımı ve servisi kolay, raf ömrü uzun olan bu yiyeceklerin kullanımı hızla yayıldı.

Bunun sonucunda son 20 yılda obezite, Dünya sağlık Örgütü’nün 2000 yılı raporuna göre 3 kat arttı. Dünya genelinde, 1 milyar olan hipertansif insan sayısının 2025 yılında 1.6 milyara, diyabetik sayısının da 2030 yılında 366 milyona ulaşılacağı düşünülmektedir. Beslenme bozukluğu ile ilişkili salgın hastalıklar, son 10 yılda ikiye katlandı. Yetişkin insanların yüzde 32’si açık hipertansiyonlu bir o kadarı da ön hipertansiyonlu. Yüzde 14’ü açık, bir o kadarı da ön-gizli diyabetik. 1/3’ü obez, 1/3’ü metabolik sendromlu hale gelmiştir. Yanlış beslenme ve tuz kullanımı ile ülkemizde hipertansiyon da ABD, İngiltere, Çin ve Japonya’nın önüne geçerek en yüksek düzeye ulaşmıştır.”
 

Şeker ve tatlandırıcı kullanımı yüksek

Saniye Şen, Türkiye’deki besi maddelerinin kullanımındaki son durumu hakkında da bilgi verdi.

Şen, ülkemizde tuz kullanımının, kişi başına günde 18 gramla, dünyada en yüksek orana sahip olduğunu ifade ederek, ”Zeytinyağı kullanımı, kişi başına yılda 2 kilogram. Bu, yılda 25 kilogram olan Avrupa ülkelerinin 20’de biri kadar. Ülkemizde zeytin ağacı 150 milyon. Bunun 50 milyonu, Cumhuriyetin ilk yıllarında yetiştirilmiş. Şimdi ise getiri düşüklüğünden desteklenmediği için kesiliyor, yetiştirilmiyor. Trans yağ kullanımı, diğer ülkelerde yüzde 9’la sınırlandırılmış. Bizde ise bazı bölgelerde yüzde 40’lara ulaşıyor. Şeker kullanımı, yılda kişi başına 25 kilogram. Ülkemizde yapay tatlandırıcı sınırlandırılması yüzde 15. Dünyada, en yüksek ikinci ülke olan ABD’de bu oran yüzde 2’ler seviyesinde sınırlandırılmış. Ülkemizdeki tatlıların çok önemli bölümünde GDO’lu mısırın şurubu kullanılmaktadır. Sebzelerin büyük bölümünde dolapta 3 gün bile tutulamayacak düzeyde hormon, yüksek düzeyde nitratlı gübre kullanılmaktadır” dedi.

Şen, beslenme bozukluğuna bağlı olarak, ülkemizdeki yetişkin insanların yüzde 33’ünün ilaç alması gereken düzeyde bulunduğuna da dikkati çekerek, şunları söyledi:
”Bu da 25 milyon insan demektir. Bir o kadarı da gelecekte ilaç almak zorunda olacak ön hipertansiyonlu. Bu insanların yüzde 14’ü olan 8 milyon kişi ise sürekli ilaç almak zorunda olan şeker hastası. Yetişkin insanlarımızın 3’de biri şişman ve metabolik sendromlu. Bu durumda, hepimize ve yönetenlere çok önemli görevler düşmektedir. Sağlık sorunu soyut ele alınmaz. Doğal, lifli, sebze ağırlıklı beslenme koşullarını sağlamak görevi kişisel sorumluluklarla başlamaktadır.”

Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 23 ülkede, 31 binin üzerinde kişi arasında gerçekleştirilen Philips Global Sağlık ve İyi Yaşam Endeksi araştırması, insanların sağlık ve iyi yaşam anlayışlarını global bir bakış açısıyla ortaya koyuyor.

Royal Philips Electronics (AEX: PHI, NYSE: PHG) “Philips Global Sağlık ve İyi Yaşam Endeksi: Küresel perspektif” raporunu yayınladı. Rapor, Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan Krallığı ve Singapur’da yaşayanların; Japonya, Avrupa’nın büyük bölümü ve Amerika gibi dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip ülkelerinde yaşanlara oranla, sağlık ve iyi yaşam koşulları hakkında daha pozitif hissettiklerini ortaya koyuyor. Bu sonuçlar, raporda sağlık ve iyi yaşamın temel etmenleri olarak tanımlanan sağlık, iş ve kişisel ilişkilerle bağlantılı konulara, kişilerin verdiği önem ve memnuniyet derecelerindeki farklılıkları yansıtıyor.

Philips Sağlık & İyi Yaşam Merkezi Direktörü Katy Hartley konuya ilişkin görüşlerini “Philips insan odaklı bir kurumdur ve Philips Endeksi, giderek artan dünya nüfusunun gereksinimlerini karşılayabilmek için insanların sağlık ve iyi yaşam anlayışına yön veren etkenleri araştırmak amacıyla gerçekleştirilmiştir” diye ifade etti.

Dünya çapında sağlık ve iyi yaşam alanında mega trendleri inceleyen rapor, Philips Sağlık & İyi Yaşam Merkezi tarafından, 23 ülkede 31 binin üzerinde kişiyle gerçekleştirilen anket ile küresel ölçekte geniş kapsamlı bir tüketici araştırma girişiminin temelini oluşturuyor.

Araştırmanın yapıldığı ülkeler arasında Türkiye de yer alıyor. Türk Philips CEO’su ve Saglık Bakım Genel Müdürü Willem Rozenberg “Toplumların sağlık ve yaşam kalitesini geliştirmek için çalışan bir firma olarak, 80 yıldan bu yana başarıyla faaliyet gösterdiğimiz Türkiye’de gerçekleşen bu araştırma, Türk halkının sağlık ve yaşam alışkanlıklarını, eğilimlerini, mevcut durumlarını net bir biçimde anlamamıza ve ihtiyaçlarını daha bir doğru biçimde tespit etmemize fayda sağlayacaktır” dedi.

Philips’in Global Sağlık ve İyi Yaşam Endeksi’nin ortaya koyduğu sonuçlar şu şekilde:

“Gelişmekte olan ekonomilerde halkın sağlık ve iyi yaşam endeksi yüksekken, gelişmiş ülkelerde bu endeks oldukça düşük. Kilo konusundaki memnuniyetsizlik tüm ülkelerde yaygın; Türk halkının yüzde 73’ü ise kilolu olmadığını düşünüyor. En stresli ülkeler; Hindistan (%95), Tayvan (%94) ve Kore (%94). Türkiye’de birincil stres sebebi yüzde 76 ile ekonomik koşullar.

Orta Doğu’da (BAE %75, Suudi Arabistan %63) çalışanlar işlerinden en memnun olanlar; en az memnun olanlar ise Japonya (%21) ve İngiltere (%27). Avustralyalıların yüzde 50’si en az 90 yaşına; Türk halkının yüzde 41’i ise en az 71 yaşına kadar yaşayacağını düşünüyor. Türk halkı, sağlığını tehdit eden ilk üç potansiyel tehlike olarak; kalp krizi, yüksek tansiyon ve kanseri sıralıyor.”

Araştırmanın Türkiye Künyesi

Araştırmanın Türkiye ayağı, ERA Research & Consultancy tarafından Philips için gerçekleştirildi. Ankara, Antalya, Balıkesir, Bursa, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Kayseri, Samsun, Trabzon ve Van olmak üzere 12 ilde telefonla anket (CATI – Computer Aided Telephone Interviewing) yöntemi kullanılarak 1018 görüşme yapıldı. Görüşmeler kentsel ve kırsal alanlarda gerçekleştirildi. 18 yaş ve üzeri kitleyi temsil eden kadın ve erkeklerle görüşüldü. Saha çalışması 19 Temmuz – 11 Ağustos 2010 tarihlerinde gerçekleştirildi.

“Obezite bir kültür hastalığı”

Duke Üniversitesi Toplum ve Aile Hekimliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ronette Kolotkin, kilonun yaşam üzerindeki etkilerinden biri olarak nitelendirdiği obezitenin, bir kültür hastalığı olduğunu ve ülkelerin Batı kültürüne yaklaştıkça, obez hasta sayısının artacağını belirtti.

Obezliği beden kitle endeksinin yüzde otuzun üzerinde olması şeklinde tanımlayan Kolotkin, obezitenin faktörleri arasında genetik, çevresel ve ruhsal etkinin ön planda çıktığını bildirdi.

Kolotkin, obezitenin çevresel sebeplerini şöyle anlattı:”Eskiden yürürdük, otobüse binerdik, otobüse binmek için uzun mesafeler katederdik. Alışveriş yapmak için yürümek zorunda kalırdık ve alışveriş sırasında çantalarımızı taşırdık. İşimizde olsun iş sonrası sosyal hayatımızda olsun çok sakin bir hayat yaşıyoruz. Durağan bir yaşam tarzı geliştirdik. İhtiyacımız olan besinler, elimizin altında ve çok çabuk ulaşılabilir. Besinlerin çabuk ulaşılabilir olması obeziteyi ortaya çıkarır. Ayrıca besin satanlar daha fazla para kazanmak için sağlıksız yöntemlere başvuruyor. Besin reklamlarının hepsine aldanmamalıyız. Bununla beraber çocuklar için oyun sahası yok, insanlar için yürüyecek spor yapılacak yerler yok. En büyük yanlışlardan bir tanesi, evde yapılmış yemeğin yenmediğini görüyoruz. Ayrıca, yalnızsan, korkmuşsan, yorgunsan, üzgünsen yemek ye gibi bir akım var.

Kolotkin, duygusal sebeplerin kişiyi obeziteye ittiğini, sıkıntıdan yemek yemenin alışkanlık haline getirilmenin sağlık açısından tehlikeli olduğunu belirtti.

“Obezite bir kültür hastalığıdır

Obezitenin temel sebeplerinin başında düzensiz beslenmeyi neden gösteren Prof. Dr. Kolotkin, batı kültüründe beslenme tarzının yanlış olduğunu ve fastfood tarzı beslenmenin obeziteye sebep olduğunu söyledi.

Kolotkin, ”Obezite bir kültür hastalığıdır. Ülkeler batı kültürüne yaklaştıkça obez hasta sayısı daha da artıyor. Dünya batı diyetini benimsedikçe insanlık sağlığı negatif yönde ilerler. Türkiye’deki istatistiklere baktığımızda kadınların obez, erkeklerinse kilolu olduğun gördüm. Özellikle kırsal kesimlerde bu istatistik geçerlidir. Fakat birçok batı ülkesi tehlike altındadır dedi.

Obezitenin her şeyden önce bir kültür hastalığı olduğunu söyleyen Kolotkin sözlerini şöyle sürdürdü:”Obeziteden kurtulmak için bireysel düzeyde değişmek yeterli değildir. Ülke düzeyinde değişim göstermemiz gerekiyor. Ve her şeyden önemlisi küresel düzeyde değişim gösterilmesi gerekir. Fiziksel aktivitelerin sürdürülebileceği alanların olması gerekiyor. Bunun dışında iyi rol modeller oluşturmalıyız. Güçlü, fit, sağlıklı, yemek zamanında yemek yiyen kişileri rol model olarak almalıyız. Bireysel düzeyde değişim yeterli değil, bunu geniş anlamda yapmamız gerekiyor.

Obezite tedavisinin hekim eşliğinde gerçekleşmesi gerektiğini vurgulayan Kolotkin, kimyasal ve bitkisel ilaçların doktor kontrolünde alınmasının doğru olduğunu ifade etti. Kolotkin, doktorun gerekli görmesi halinde mide kelepçesi de kullanılabileceğini söyledi.

Nüfusun yüzde 47,6’sı fazla kilolu yada obez

Türkiye’de nüfusun yüzde 47.6’sı fazla kilolu veya obez. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2008 yılı verilerine göre her 100 erkekten 49’unun, her 100 kadından 46’sının fazla kilolu veya obez olduğu belirlendi.

Erkeklerde fazla kilolu veya obez olanların oranı yüzde 49.2 iken kadınlarda bu oran yüzde 45.9 oldu. Kırsal yerlerde yaşayan kadınlar arasında obez olanların oranı yüzde 19.6 ile diğer gruplara göre daha yüksek. Düşük kiloluların oranı ise yüzde 6.2 ile en yüksek kentsel yerlerde yaşayan kadınlarda görüldü. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2008 yılı Türkiye Sağlık Araştırması’nın revize sonuçlarını yayımladı. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminden elde edilen nüfus projeksiyonlarını 2009 yılında yenileyen TÜİK, bu kapsamda, 2009 yılından itibaren hanehalkı araştırmalarının sonuçlarını, revize edilen nüfus projeksiyonları kullanılarak ağırlıklandırdı. Bu nedenle TÜİK, 11 Mart 2009 tarihinde yayınlanan 2008 Türkiye Sağlık Araştırmasının sonuçları, yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize etti. Haber bülteninde, 0-6, 7-14 ve 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerin sağlık durumlarının yanı sıra 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerin tansiyon ölçümü, kan testi yaptıran bireylerin profili ile beden kitle indeksine ait bulgulara yer veren TÜİK, araştırmadan elde edilen diğer göstergelere ait sonuçlar ise, 2010 yılı içerisinde ayrı bir yayın olarak kamuoyuna duyuracak. 2008 yılı Türkiye Sağlık Araştırması’na göre Türkiye’de nüfusun yüzde 47.6’sının fazla kilolu veya obez olduğu görüldü.

0-6 yaş grubu çocukların en çok solunum yolu enfeksiyonu geçirdi

0-6 yaş grubundaki çocukların son 6 ay içinde geçirdikleri hastalıkların oranlarına bakıldığında; yüzde 38.7 ile üst solunum yolu enfeksiyonu (tonsilit, orta kulak iltihabı, farenjit), yüzde 26 ile ishal, yüzde 11.3 ile kansızlık, yüzde 9.1 ile bulaşıcı hastalıklar ve yüzde 9 ile ağız ve diş sağlığı sorunları ilk beş sırayı aldı. Bu sıralamanın kent-kır ayrımında değişmemekle birlikte cinsiyet ayrımında oransal farklılıklar içerdiği dikkat çekti.

Kırsal kesimde kadınlarda cilt hastalıklarının oranı yüzde 12,3

7-14 yaş grubundaki çocukların son 6 ay içinde yaşadıkları hastalık oranlarına bakıldığında; yüzde 46.2 ile enfeksiyöz hastalıkların ilk sırada yer aldığı, bunu yüzde 26.8 ile ağız ve diş sağlığı sorunlarının, yüzde 16.1 ile göz ile ilgili sorunların, yüzde 8.5 ile beslenmeyle ilişkili hastalıkların ve yüzde 8.4 ile cilt hastalıkların izlediği belirlendi. Kent-kır ayrımında bakıldığında bu sıralama erkeklerde aynı kalmakla birlikte, kırsal kesimde yaşayan kadınlarda cilt hastalıkları yüzde 12.3 oranı ile beslenmeyle ilişkili hastalıkların önüne geçti.

15 ve daha yuları yaştakilerin yüzde 22,5’i bel bölgesi problemlerinden şikayetçi

15 ve daha yukarı yaştakilerden kronik hastalık sorunu yaşadıklarını belirten bireylerin verdikleri yanıtlara bakıldığında en yüksek ilk 5 hastalık grubunun yüzde 22.5’ni bel bölgesi kas iskelet sistem problemleri, yüzde 17.7’sini romatizmal eklem hastalığı, yüzde 15.3’ünü ülser migren ve benzeri şiddetli baş ağrısı ve yüzde 14.8’ini hipertansiyon hastalığında yoğunlaştığı belirlendi. Her bir hastalık grubunda Türkiye genelinde erkeklerde görülen oranın kadınlarda görülen orandan düşük olduğu gözlendi. Kent ve kır ayrımında ise her bir hastalık grubunda hem erkeklerde hem de kadınlarda kırdaki oranların kentteki oranlardan yüksek olduğu belirlendi.E

En az bir ekz tansiyon ölçümü yaptıran bireylerin oranı yüzde61,1

Türkiye geneline bakıldığında 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerden yaşamları süresince en az bir kez tansiyon, kolesterol ve kan şekeri ölçümü yaptıran bireylerin oranları sırasıyla yüzde 61.1, yüzde 32.8 ve yüzde 35.7 olarak belirlendi. Türkiye genelinde kentsel yerlerde yaşayan bireylerde ölçüm yaptırma oranı yüksek görülürken, cinsiyet ayrımında oranlara bakıldığında kentsel ve kırsal kesimde yaşayan kadınların oranı, erkeklerin oranından yüksek.

Aşırı sıcaklar öfke patlaması yapabilir

Ülke genelinde bunaltıcı hava sıcaklıkları devam ederken, özellikle nispi nem oranının yüksek olduğu Doğu Karadeniz’de yaşayanlar sıcak çarpmaları ve ısı rahatsızlıkları konusunda uyarılıyor.

Giresun Prof. Dr. İlhan Özdemir Devlet Hastanesi Başhekimi Dr. Ahmet Bal, sıcak havaların rahatsızlık verdiği yaz döneminde, nem oranının yüksekliğinin bu sorunu daha da artırdığını ifade etti. Bal, sıcak ve nemli ortamda kalarak ağır efor sarf eden kişilerde halsizlik, bitkinlik, baygınlık, aşırı terleme, bulantı ve baş ağrısı ile kol ve bacaklarda krampların görülebileceğini ifade ederek, ”Bu gibi durumlarda sıvı ve mineral kaybına bağlı olarak bitkinlik ve şok gelişebilir. Hava akımının olmadığı kapalı ortamlarda kalan kişiler sıcak çarpması riski altındadır. Bu durum, güneş ve sıcak çarpması denilen, acil ve yoğun tedavi gerektiren ölümcül duruma kadar götürebilir” diye kaydetti.
 

Ruh sağlığına etkisi

Ahmet Bal, aşırı sıcak ve nemin, ruhsal hastalığı olmayanlarda bile tahammülsüzlük, sinirlilik, uyku bozukluğu ve öfke patlamaları gibi sorunlara yol açabildiğini söyledi. Bal, aşırı sıcak ve nemin beden sağlığı yanında ruh sağlığı üzerinde de olumsuz etkiler yaptığına işaret ederek, şöyle devam etti: ”Ruhsal hastalığı olan bireylerde zaten var olan bazı belirtiler, aşırı sıcak ve nemli havalarda artarak hastalıklarını daha çekilmez hale getirmektedir. Yaz aylarında depresyon vakalarının yüksek oranda görüldüğü bilimsel çalışmalarla da desteklenmektedir. Sıcak havalarda dikkat edilmemesi durumunda özellikle yaşlılar, kalp rahatsızlığı olanlar ve çocuklarda önemli sağlık sorunları yaşanabilir. Solunum zorluğu yaratan faktörlerden birisi de sıcak ve nemli havadır. Bu nedenle yaşlılar, kalp rahatsızlığı olanlar ve çocukların böyle durumlarda daha fazla dikkat etmesi gerekmektedir. Kalp hastalarının solunum zorluğu çekmesi kalbin iş gücünün artması ve kalbi fazla yorması anlamına geliyor. Böylece hastaların risk oranı daha fazla artmaktadır. Aşırı nemli olan Karadeniz yöresinde yaşlılar, kalp rahatsızlığı olanlar ve çocuklar sıcaktan korunmaya daha çok dikkat etmeliler. Ülke genelinde olduğu gibi yörede de artan sıcaklardan korunma konusunda özellikle bu grup son derece önemsenmelidir.”

Alınabilecek önlemler

Bal, alınacak bazı önlemlerle sıcak hava ve yüksek nemin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin önlenebileceğine dikkati çekerek, öğle ve sıcaklığın çok yükseldiği saatlerde güneş altında kalınmaması, kapalı mekanların mutlaka havalandırılması, yeterli hava akımı olmayan mekanlarda klima veya vantilatör kullanılması, aşırı efor gerektiren işlerden, alkol, sigara ve ağır yiyeceklerden uzak durulması ve bol sıvı tüketilmesi gerektiğini vurguladı.

Sıcak çarpması fark edildiğinde, kişinin hemen serin ve olabildiğince soğuk bir ortama taşınması gerektiğine işaret eden Bal, şunları kaydetti: ”Kişinin üstü ıslak havlu veya çarşafla örtülüp, vantilatör karşısına konulmalı ve varsa klima maksimum soğuklukta ve hızda çalıştırılmalıdır. Hastaya buzlu su banyosu yapılabilir. Hasta acilen hastaneye kaldırılmalıdır. Aşırı sıcak nem etkisinde kalarak bulantı, kusma ve baş ağrısı gibi şikayetlerin ortaya çıktığı kişilerin hemen gölge, serin bir yere alınıp sırt üstü yatırılması ve bol su verilmesi gerekir. Özellikle ruhsal hastalığı olanların bu aylarda ilaçlarını düzenli olarak kullanmaları ve doktor kontrollerini aksatmamaları gerekmektedir. Ruhsal hastalığı olmayan bireyler ise sıcak ve nemden en az etkilenecekleri şekilde yaşamaya çalışmalıdır. Aşırı sıcak ve nemli havalarda mecbur kalınmadıkça dışarı çıkılmamalıdır. Bol bol sıvı tüketmeli, alkolden uzak durulmalı, aşırı fiziksel egzersiz yapmamalı ve rahat giyecekler tercih edilmelidir. Dengeli ve hafif yiyecekler tüketilmelidir. Fazla güneşlenmekten kaçınılmalıdır.”
 

‘Anayasa referandumu kadar önemli’

“Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum” diyen Fazıl Say “Belki biraz sert söyledim ama bunu tüm Türkiye damardan tartışmalıydı. Bu Anayasa referandumu gibi bir şey bence” dedi.

Fazıl Say, arabesk polemiği hakkında ilk kez NTV’ye konuştu. Say, aldığı büyük tepkiye karşın sözlerinin arkasında.

NTV’ye konuşan Say, “Evet sert ve küfürlü bir başlangıç yaptım ama bunu bilinçli yaptım. Çünkü bu tartışma hep vardı ama hep yüzeysel olarak kaldı. Bu benimle 3-5 elitistin tartışıp hiçbir yere varamadığı bir şey olmamalıydı. Bunu 70 milyon kişi damardan tartışmalıdır. Türkiye kültür olarak yozlaşmayı kabul ediyor mu etmiyor mu? Bu Anayasa refrandumu gibi bir şey bence” ifadelerini kullandı.
         

Çıkışın nedeni


“Bu ülkede, gelişmenin önünde engeller, kötü eğitim sistemi, terör, ötekileştirme nedeniyle herkes bunalmış durumda”
diyen Say, “Bu durum insanların ruh haline de yansıyor. Bu nedenle benimki gibi sinirli çıkışlar oluyor. Belki 20 yıl sonra ‘keşke sinirli bir şey yapmasaydım’ diyeceğim. ‘Benimki de bir başkaldırıydı’ diyeceğim. Belki de 20 yıl sonra her şeyi zaten kaybetmiş oacağız; belki de tersi” şeklinde konuştu.


“Önemsiz bir tartışma değil”

“Sonucunu bilmediğim bir konudur, önemsiz bir tartışma değildir” ifadesini kullanan Say, “Dinlediğimiz müzik, yarattığımız sanat, sanatla, kültürle olan alışverişimiz ve bunun yaşam tarzına yansıması Türkiye’de benim istediğim düzeyde değil. Belki benim istediğim, biraz fazla yukarıda; eğitimimden dolayı. Ama fark etmez, herkes için böyle olmasını arzu ederdim” diye konuştu.

“Arabesk yavşaklığından utanıyorum”

Dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say Facebook sayfasında “Arabesk yavşaklığından utanıyorum” demesi üzerine sanat dünyasının tepkisini çekti.

Dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say Facebook sayfasında arabesk müzik hakkında sert sözler söyledi.

Say’ın, “Arabesk yavşaklığından utanıyorum” dediği not, sanat dünyasından isimlerin tepkisini çekerken, sosyal paylaşım sitesi Twitter’da da köşe yazarı Ahmet Hakan ile atışmasına neden oldu.

Say Facebook’daki notunda şu ifadeleri kullandı:

“Arabesk müzik, arabesk yaşam tarzının betimlemesidir. Aydınlığın, çağdaşlığın ve öncülüğün, sanatçılığın sırtına külfettir. Emek karşıtıdır, duyarsızlıktır ve yaratamamaktır! Etik dışı “yalan dolanla” doludur. Ortadoğu işi, 3. sınıf, acındırmaca, tembellik, yeteneksizlik, rant, çamur, muallaklıklar üzerinden yaşar. Arabesk müziği yapan yapsın! Bu sayfaya tek gık diyeni yukarıdaki sebeplerden hemen atacağım! Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum!”
 

Işın Karaca: Sizi müzisyen sanmıştık

Say’a ilk tepki “Arabesque 2010” isimli bir albüm çıkaran Işın Karaca’dan geldi. Karaca, Say’a “Türkiye’de yaşadığınızı hatırlatırım! T.C.’de azınlığın dinlediği bir müzik icra etmeye çalıştığın ise cabası! Yazık, sizi müzisyen sanmıştık! Kendi oğlum “klasik müzik” eğitimi alırken, onun beğendiği bir müzisyenin böyle laflar sarf etmesi ne acı” şeklinde tepki gösterdi.

Ahmet Hakan’a: Kendini ifade edemiyorsun

Fazıl Say bu tepkilerin ardından Twitter sayfasında, “Kendi memleketimde sevilmemek anlaşılmamak her şey bitti demek değil. Daha iyi olma, ruh ile üretme, kendin olma arzusu biterse dertlenirim…” açıklamasını yaptı.

Köşe yazarı Ahmet Hakan ise bu açıklamaya, “Şu sıcakta bir de Fazıl Say’ın kafa ütülemesine maruz kalmak” diye cevap verince, ikili arasında gergin bir mesaj trafiği başladı:

Fazıl Say: Bir elinde kuran bir elinde konyak yeterince sıcak sana zaten. Çok değerli kafanın ütülenmemesi için takipçim olmayacaksın, değil mi?

Ahmet Hakan: Eğer tartışma kapasiten buysa, senin hakkından ancak Hakkı Bulut gelir.

Fazıl Say: Kıskandığın şey ne biliyor musun? Söyleyeyim. Sen bugün varsın. Ben yarın da varım… Twitter takipçim de olmayıver. Az kullanırım.

Ahmet Hakan: Ben bugün de yokum, yarın da olmayacağım. Sen bugün de, yarın da olacaksın. Ama ben senin gibi olmaktansa, olmamayı tercih ederim.

Fazıl Say: Ah ah, benim gibi olmakta ne var? Kendimi ifade ediyorum müzikle. Tüm gezegen anlıyor. Sen ifade edemiyorsun. Türkiye anlıyor.