Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Site varsayılanı" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

ÖĞRETİM ÜYELERİ “PERFORMANS SİSTEMİNE” HAYIR DEDİ!
 
Tıp Fakülteleri Öğretim Üyeleri Girişimi, 2547 sayılı yasada yapılan değişiklikler sonrasında 31 Ocak 2011’de yürürlüğe girecek olan “performans değerlendirmesi” sistemine geçilmesini öngören yeni düzenlemeye ilişkin endişelerini belirtmek üzere İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet’e bir ziyaret gerçekleştirdiler.
 
Kamuoyunda “tam gün yasası ve performans değerlendirme sistemi” olarak bilinen yeni düzenlemenin, tıp fakültelerine bağlı hastanelerin öncelikli amacı olan eğitim ve araştırma misyonunu ortadan kaldıracağını ifade eden öğretim üyeleri konuyla ilgili endişelerini içeren ve 655 öğretim üyesi tarafından imzalanan bildiriyi sunmak üzere İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü önünde toplandı.
Üniversite girişinde basına yapılan bilgilendirmenin ardından taleplerini ve imzaları iletmek üzere rektörlük binasına doğru harekete geçen yaklaşık 350 öğretim üyesi, Rektör Prof. Dr. Yunus Söylet’le toplantı salonunda bir araya geldi. Girişim Sözcüsü Prof. Dr. Raşit Tükel öğretim üyelerinin orada bulunma amacını belirten bir konuşmayla birlikte hazırlanan metni okumasının ardından bildirileri rektöre teslim etti. Girişim Sözcüsü Tükel, performans sistemiyle üniversitelerin asli görevi olan eğitim ve araştırmanın bugünden itibaren yürütülemeyeceğini ve öğretim üyelerinin hizmet ağırlıklı çalıştırılacağını vurguladı.
 
İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet öğretim üyelerine hitaben yaptığı konuşmada bildiride yer alan görüşlere katıldığını, hassasiyetlerin ortak olduğunu, performans sisteminin mükemmel olmadığını kendisinin de kabul ettiğini fakat öğretim üyelerinin buna karşı çıkmakta ve eylem yapmakta geciktiğini ifade etti. Öğretim üyelerinin haklı olduğunu, kendisinin de konuyla ilgili devletin üst düzey temsilcileriyle görüşmeler yaptığını belirten Söylet konuşmasının devamında Sağlık Bakanlığı tarafından Avrupa Birliği desteğiyle yaptırılmış olan bir araştırmanın sonuçlarına da değindi. Araştırmaya göre, toplum içinde hekim imajının olumsuz olduğu ve bunun hekimlerin taleplerinin toplumda karşılık bulmasını engelleyen unsurlardan biri olduğunu belirtti.
 
“Sağlık piyasaya teslim ediliyor”
 
Rektör Söylet’in konuşmasının ardından söz alan girişim üyelerinden İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Taner Gören, sağlık alanındaki olumsuz gelişmelerin tarihinin 24 Ocak kararları ve 12 Eylül sürecine kadar uzandığını ifade etti. Gören,  bugün gelinen noktada ise 2002 yılında başlayan Sağlıkta Dönüşüm Programı ile birlikte, üniversite hastanelerinin ve verilen tıp eğitiminin çökertilmeye çalışıldığını söyledi. Sağlık hizmetlerinin dünyanın en karlı 3. sektörü olduğunu, sağlık hizmetinin sunumunun da ücretli hale getirilerek piyasa koşullarına teslim edildiğini, hastaların müşteri olarak görüldüğünü, gelinen durumdaysa artık tıp eğitiminin de para karşılığı satılacak bir meta haline getirilmeye çalışıldığını belirtti.
 
“Kötü imajın sorumlusu hekimler değil hükümetin söylemidir”
 
Girişimin bir diğer üyesi İstanbul Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Özyalçın hekimlik imajıyla ilgili araştırmanın çarpık olduğu değerlendirmesinde bulunarak şunları kaydetti;
 
“Bir yıl önce Avrupa Birliği fonuyla desteklenen ve Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan bir çalışmada hekimlerin %75’i rüşvetçi olarak gösterildi. Sağlık Bakanlığı da bu araştırmadan yola çıkarak ‘halkın cebinden doktorun elini çekeceğiz’ açıklamalarında bulundu. Hekimlerin toplum nezdinde oluşan kötü imajının temel sebebi bunlardır. Yapılan çalışma bilimsel değildir. Hekimlik ve öğretim üyeliği imajı sistematik olarak yıpratılmaya çalışılıyor.”
 
“Paralı doktor yakıştırması hekimi toplumun gözünden düşürdü”
 
TTB Merkez Konseyi Üyesi, Osman Öztürk söz alarak, hekimlerin imajının bozulmasında bazı hekimlerin de sorumluluklarının olabileceğini, en büyük sorunun da yine kendisi de hekimlik mesleğinin bir üyesi olan Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ olduğunu söyledi. Bakanın haklarını arayan hekimler için “paralı doktorlar gürültü yapıyor” diye demeçler verdiğini, imaj değişiminin temel sorumlusunun Bakan ve benzer demeçler veren hükümet yetkilileri olduğunu söyledi. Eylem süreci için geç kalınmış olduğu tespitini de eleştiren Öztürk, TTB ve tabip odalarının başından beri performans sistemine karşı çıktıklarını ve bunu her platforma dile getirdiklerini hatırlattı.
Rektörle yapılan görüşmenin ardından tekrar İstanbul Üniversitesi girişinde toplanan öğretim üyeleri burada bekleyen basın mensupları için kısa bir bilgilendirmede bulunarak konuyla ilgili eylemlilik sürecinin yeni başladığını ve performans değerlendirme sistemine karşı mücadelenin artarak devam edeceğini belirttiler.

Tüyap 29. İstanbul Kitap Fuarı 30 Ekim’de başlıyor

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım AŞ ve Türkiye Yayıncılar Birliği iş birliğiyle bu yıl 29’uncusu düzenlenen ”İstanbul Kitap Fuarı”, 30 Ekimde TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde başlayacak.

Yapılan yazılı açıklamaya göre, 550 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla, yaklaşık 300 etkinlik ve yüzlerce imza günü gerçekleştirilecek fuarın ana teması ”İstanbul’u Yazmak”, onur konuğu da İspanya olacak. İlk kez bir ülkenin edebiyatı ve kültürüyle konuk olacağı fuarda, İspanya etkinlikleri kapsamında, 30 Ekim-2 Kasım tarihleri arasında, konuk yazarların katılımıyla söyleşiler, açılış ve kapanış konserleri, Uluslararası Salonda gerçekleştirilecek.

İstanbul Kitap Fuarı, dünyaca tanınmış 45 yazar, şair, çevirmen ve çizeri ağırlayacak.
Fuara katılacak yazarlar arasında Kiran Desai, David Boratav, Mark Crick, Fanny Joly, Jo Hodgkinson, Queenie Chan, Jeffrey Kahrs, Mel Kenne, Derick Mattern, Jan Kjær, Merlin P. Mann ile onur konuğu ülke İspanya’dan Juan Jose Armas Marcelo, Luis del Val Velilla, Fernando Sanchez Drago, Luisge Martin, Soledad Puertolas Villanueva, Julio Llamazares, Ángeles Caso, Rafael Chirbes yer alacak.

İstanbul’u yazan ünlü yazarlardan John Freely ve kızı Maureen Freely de fuarda ilk kez bir söyleşide bir araya gelmiş olacak. Fuarın bir başka sürprizi de çok satan kitapların yazarı Jean Christophe Grange ile aynı isimle Türkçeye çevrilen ve filmi çekilen ”Limon Ağacı” kitabının yazarı Sandy Tolan olacak.

‘Zagor’un çizeri İstanbul’da

”Zagor” adlı çizgi roman klasiğinin çizeri Gallieno Ferri’nin de ilk kez Türkiye’den okurlarıyla buluşacağı İstanbul Kitap Fuarı’nda, İtalya’dan çok sayıda başka çizerin konuk olacağı etkinlik 6 Kasım Cumartesi günü gerçekleştirilecek. İlki geçen yıl düzenlenen ”Word Express-Balkanlar’dan İstanbul’a Edebi Bir Yolculuk” projesi kapsamında genç şairler de İstanbul’da buluşacak.

Bu projenin bir ayağı olan ”Şiir Otobüsü” ile fuar ziyaretçileri TÜYAP’a şairlerle birlikte ulaşırken, Yunanistan’dan Katerina Iliopoulou ve Yannis Isidorou, Galler’den Sian Melangell Daffyd, Romanya’dan Radu Vancu, Sırbistan’dan Milan Dobricic adlı sanatçıların katılımıyla okumalar düzenlenecek. İstanbul Kitap Fuarı, bu sene önemli bir etkinliğe, Uluslararası Yayıncılar Birliği/Yayınlama Özgürlüğü Ödül Töreni’ne de ev sahipliği yapacak. 2005 yılından itibaren dünyanın herhangi bir yerinde yayınlama özgürlüğünün savunulması ve teşvik edilmesi bağlamında önemli katkılarda bulunmuş bir kişi ya da kurumu onurlandırmak üzere verilen ”Yayınlama Özgürlüğü Ödülü”, bu yıl 2 Kasım Salı günü Uluslararası Salonda düzenlenecek törenle sahibini bulacak.
29. İstanbul Kitap Fuarı, 7 Kasımda sona erecek.

Yeni Türkü 11 yıl aradan sonra çıkardıkları “Şimdi ve sonra Yeni Türkü” albümleriyle hayranlarının karşısına çıktı.


‘Buğdayın Türküsü”yle başlayan serüven, ”Cevriye”yi de kattı ”Göç Yollarına”… ”Yağmurun Elleri”, ”Fırtına”nın habercisi, ”Maskeli Balo” hayatın gerçeğiydi… ”Sonbahardan Çizgiler”, ”Akdeniz Akdeniz” ile yıkandı biraz… ”Yitik Bahar”a ”İstersen Hiç Başlamasın” uyarısı, ”Günebakan”larla ”Telli Telli” turnaların arkadaşlığı kadar içtendi… ”Arkadaşlar Ayrılıklar”ın hüznü derinden çökse de kalplere, elinde bir demet ”Karanfil” ile ”Mamak”ta, ”Mapusane Kapısı”nda bekleyen sevgiliye ”Olmasa Mektubun” minnettarlığı ”Fırtına”lar estirdi; ”Ağır Kapılar”dan ”Akasya Kokulu Sabahlar”a açıldı kucaklar… Özetle: ”Aşk Yeniden”…

İsimleriyle yukarıdaki gibi paragraf oluşturabilecek, nice cümleler kurulabilecek çok sayıda ”hit” şarkıya imza atan bir grup Yeni Türkü…

”Buğdayın Türküsü” 1979 yılında yayınlanmış, son albümleri ise 1999 yılında çıkardıkları ”Yeni” olmuştu. Ardından uzun süreli bir suskunluk…

Grubun kurucusu Derya Köroğlu, ”Yeniler bile eskiyeli çok uzun süre oldu. O albümün ardından gruba genç ve yeni arkadaşlar gelmişti, onlar bile eskidi” diyor, ardından da sevenlerine müjdeyi veriyor: ”Yeni albüm tamamlanmak üzere, yakında yeni şarkılarımızla huzurlarınızdayız.”

Albümün genel yapısı hakkında da bilgi veren Köroğlu şunları söylüyor: ”Yeni Türkü’nün soundu doğu ile batı müziği arasında gidip geliyor, yani albümlerimiz arasında bir iç tutarlılık söz konusu. Sadece ‘Vira Vira’ adlı albümümüzde batı popa bir kayış oldu, ancak bu albümde öyle bir şey söz konusu değil. Yeni albümle tekrar ‘Aşk Yeniden’ ve ‘Yeşilmişik’teki eski Yeni Türkü çizgisine dönüyoruz.”

Köroğlu, yeni albümlerinin adının ”Şimdi ve Sonra Yeni Türkü” olacağını anlatıyor ve albüme de adının bir kısmını veren şarkıları ”Şimdi ve Sonra Ankara”nın, ”Mamak Türküsü” kadar güzel bir şarkı olduğunu iddia ediyor.

Yılmaz Erdoğan’ın şiirine beste

Bu albümlerinin birçok sürprizi de barındırdığını ifade eden Köroğlu, bunlardan birini de şimdiden paylaşıyor:

”Daha önceki albümlerimizde şiirlerinden şarkı sözü olarak yararlandığımız Murathan Mungan’ı maalesef bu albümümüze katamadık. Ancak bir Yılmaz Erdoğan şiirini besteledik bu albüm için. ‘Ankara Ankara’ şiiri üzerine bestelediğimiz şarkının çok beğenileceğini düşünüyoruz.”

Bu albümde de diğer albümlerinde olduğu gibi enstrümantal bir şarkıya yer verme geleneğini sürdürdüklerini belirten Köroğlu, söz konusu şarkının daha önce yazdıkları bir dizi müziğinin yeni versiyonu olacağı yönünde bir ipucu veriyor.
Köroğlu’nun ”Bu albümde de Yunanca şarkı da olacak mı” sorusuna yanıtı ise şöyle oluyor:

”Bu albümüzde ‘Eyyvallah’ adlı, Yunancası da aynı isimli bir parça yer alıyor. Bu şarkıda, geçen yıllara, geçirdiğimiz olaylara bir selam duruşumuz var. Yani bu albümde de Grek ruhunu eksik etmiyoruz”.

Yeni Türkü 1997 yılında büyük bir sarsıntı yaşamış; önce Fuat Oburoğlu, ardından da Cengiz Onural ve Murat Buket gibi önemli isimler gruptan ayrılmıştı. O günleri, ”Büyük bir kırılma yılıydı, benim de kalbim kırıldı” diyerek özetleyen Derya Köroğlu, kötü günlerin geride kaldığını şu cümlelerle vurguluyor:

”Ama sonradan bunu toparladık. Yine birlikteyiz arkadaşlarımızla. Hatta yeni albümde Cengiz Onural ile sözü, müziği ortak bir parçamız da var. Eski kalpler yine bir araya geldi. Bu da 30. yılımızda çok güzel bir şey…”

Köroğlu, grubun yeni kadrosuyla eski kadrosunu karşılaştırırken, şimdiki yapılanmanın öncekine göre avantajlarını da dile getiriyor:

”Son 11 yılı şöyle anlatayım; Bizler bir yandan çalışan, bir yandan da müzik yapan insanlardık. Kimimiz mimar, kimimiz ekonomist, kimimiz bilgisayarcıyız; gündüz çalışıp akşam müzik yapıyorduk. Son yıllarda kendini müziğe vermiş insanlar olduk. Bir de grup gençleşince doğruyu söylemek gerekirse sahnede daha iyi bir dinamizm ortaya çıktı.”

Başrollerini Ata Demirer ile Demet Akbağ’ın oynadığı, büyük ilgi gören ”Eyvah Eyvah”ın devam filminde görev alacak figüranların belirlenmesi amacıyla Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yapılan seçmeler büyük ilgi gördü.

Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı Geyikli beldesinde 17 Haziranda başlayan çekimleri, 2 hafta boyunca Geyikli ve Bozcaada’da süren ”Eyvah Eyvah” filmi, vizyona girmesinin ardından büyük beğeni topladı. Filmin devamının çekimleri için başlayan çalışmalar kapsamında, kalabalık sahnelerde kullanılacak figüranların seçmeleri Bayramiç’te yapıldı.

Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM) Film çalışanları, Özgürlük Parkı’nda, filmde figüran olarak yer almak isteyen yurttaşlarla görüştü. Figüran adaylarını görüntüleyen ve fotoğraflarını çeken BKM çalışanları, filmin çekimlerinin Bozcaada ve Bayramiç’te Kaz Dağları’nın Ayazma bölgesinde yapılacağının ipucunu verdi. Eylül ayında başlayacak çekimlerin bir ay sürmesinin planlandığı öğrenildi.

İngiliz kadın hastalıkları ve doğum uzmanları kuruluşu The Royal College of Obstetricians and Gynaecologists (RCOG) raporuna göre, kürtaj karşıtlarının söylediklerinin aksine insan ceninin, 24 haftadan önce hiçbirşey hissetmediği savunuldu.

İngiliz Daily Telegraph’ın RCOG tarafından hazırlanan raporunu konu aldığı haberinde “Cenin herhangi bir acıyı söylenen gebelik döneminden (24 hafta) önce hissedemez” açıklamalarına yer verildi.

İngiliz Kraliyet Okulu Başkanı Profesör Allan Templaton öncülüğünde yapılan araştırma sonucunda, “Kürtaj karşıtı kampanyalar düzenleyenlerin insan ceninin acıyı hissetmesi konusunda belirledikleri tarih prematüre bebekler için söz konusudur. Bu, anne rahmindeki cenin için söz konusu olamaz” ifadesinde bulunuldu.

İnsan cenini üzerine yapılan araştırmadan elde edilen diğer bir sonuç ise, ceninin anne rahminde uykulu halde bulunduğu ve bilincinin olmadığı yönünde olurken; bu nedenle ceninin hayatına son verilirken anesteziye gerek olmadığı üzerinde duruldu.
Daily Telegraph’ın haberinde, kürtaj karşıtı kampanyalar yürütenlerin iddialarına da yer verildi. İstatistiklerin net olmamasına rağmen, son 10 yıldır prematüre bebeklerin hayatta kalma oranlarının arttığına dikkat çeken kürtaj karşıtları, “Kürtaj, insan yaşamını sonlandırmaya devam ediyor” dedi.

Gazete ayrıca, haberinde, iki yıl önce İngiltere Parlamentosu’nda, kürtaj uygulanabilen yasal sürenin 20 haftaya düşürülmesi için hazırlanan bir önergenin oylamaya sunulduğunu ancak geniş bir çoğunluk tarafından reddedildiğini hatırlattı.

‘Medyada hiç kolay adam görmedim’

Pelin Batu, “Tarihin Arka Odası” programıyla konuşuluyor son aylarda. Bu kadar ilgi çekmesinin nedeni kimi zaman konuşmaları, kimi zaman da hareketleri. Ama o bunları umursamıyor, içinden geldiği gibi davranıyor. Kendisine yönelen bu ilginin de medyanın doğasından kaynaklandığının farkında…

Sinem Dönmez

Pelin Batu, Habertürk’te yayımlanan Tarihin Arka Odası programının üç sunucusundan biri. Neredeyse her hafta bir olayın yaşandığı program. Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu ile girdiği polemikler, program sırasında uyuyakalması ya da ağzından çıkan bir söz Batu’yu sürekli gündeme getiriyor. Ama en çok da Bardakçı ve Afyoncu’nun ona karşı tutumu, kendi deyimiyle “ti’ye almaları” kimi zaman izleyenleri çileden çıkarıyor. O ise “Batu artık bu programdan ayrılmalı, kendisini bu kadar ezdirmemeli” diyenlere inat Tarihin Arka Odası’nda kalmaya kararlı.

– Öncelikle Tarihin Arka Odası’ndan başlayalım. İlk kez bir tarih programı bu kadar izleniyor sanırım…

– Aslında ben de çok şaşırıyorum. Program başlarken bunun niş bir seyircisi olur diyordum. Zaten tuhaf saatlerde, akşam 11’de başlıyor, sabaha kadar sürüyor. Televizyonlarda hakikaten alternatif bir program yok, ya böyle hoplayıp zıplayıp göbek atılan lay lay programlar, ya da çok sıkıcı, insanın içini bayan, didaktik programlar var. Bizimki ikisinin arasında bir yerde.

– Ben de izlediğimde çok gülüyorum bazen. Ama her pazartesi yeni bir “Pelin Batu haberi” okumak tuhaf. Sizinle uğraşıyorlar mı?

– Program bir şekilde tutulduktan sonra, insanlar aradan cımbızla almayı alışkanlık haline getirdi. Tipik bir televizyon figürü değilim, uğraşacak bir şeyler buluyorlar. Medyayı Meksika dizilerine benzetiyorum. Hani, dizide bazı karakterler belli dönemlerde ön plana çıkar, 6- 8 ay konuşulur, sonra unutulur. Medyada da topu topu 15 karakter var, arada sırada biri ön plana çıkıyor. Polemikler oluyor, o ona laf çakıyor, sonra unutuluyor.

– Sizin için en çok söylenen şey, programı bırakmanız gerektiği. “Niye bunu çekiyor?” diyorlar.

– Çekme olarak düşünmüyorum bunu. Her hafta ortalama 4 kitap okuyorum program için. Her hafta bir şey öğreniyorum. Evet çok kolay adamlar değiller. Ama medyada şimdiye kadar hangi adamla çalışsam hiç kolay olmadı zaten. En sakin, efendi insanların bile o ekrana çıkınca tuhaf, egomanyak insanlara dönüştüğünü gözlemledim bu zamana kadar. Ama sonuçta keyif aldığım bir iş yapıyorum.

– Bu programda benim yaşadığım da Türkiye’deki ataerkilliğin başka bir biçimi demişsiniz. Öyle mi hakikaten?

– Büyük cümleler kurmaktan çekiniyorum. Şimdi “toplum ataerkil, bu program da onun yansıması” demek, çok iddialı bir cümle olurdu. Ama olaylara farklı bir perspektiften bakınca, hatta topluma biraz uzak olunca böyle oluyor. Daha geniş görebildiğimi hissediyorum ama bazen de kaybolduğumu hissediyorum. Bazen tarihi olgulara şaşırdığım, anlayamadığım oluyor. Onlar da benim yabancılığımla dalga geçmek demeyeyim ama ti’ye alıyorlar. Ben alışığım, bununla dalga geçebiliyorum ama insanlar seyredince deli olduklarını da biliyorum. Bazı arkadaşlarım “kafasına kitap geçirmek istiyorum” diye mesajlar atıyor.

– Murat Bardakçı olmadan Erhan Afyoncu’yla program yapar mıydınız peki?

– Muppet Show’daki ihtiyarlar gibi oluruz yapsak. Murat Bardakçı dengeleyici programda.

– Peki bir şey sormak istiyorum, o reklamda neden oynadınız?

– Çok mu kötü? Aslında ben çok eğlendim çekerken ama. Çekerken de gülüyorduk, çok komik olacak diye.

– Erkeklerin paşam, padişahım diye büyütüldüğünü söyleyen Pelin Batu, o temada bir şeyi nasıl çeker diye düşündüm açıkçası.

– Ben tam tersine bir parodi olarak okudum o reklamı. Murat Bardakçı, gözlükleri, elinde tarih dergisiyle… Gerçi öyle de okunabilir, evet. Çok fazla ülkeden arkadaşım oldu, hiç bu kadar şımartılmış erkek varlıkları görmedim. Annelerin oğullarını padişahım, koçum, aslanım diye büyütmesi sonuçta o insanın büyüdüğünde risk almamasına, özverili davranmamasına yol açıyor. Eninde sonunda annesinin kucağı var.

Türk Sineması tatmin etmiyor

– Akademik kariyeriniz var bir yandan da. Öğretmenliği düşünüyor musunuz?

– Çok istiyorum. Okulu çok seviyorum. Sorgulayan, okumaktan haz alan insanlarla dolu oluyor çevrem. Hayatta olan biten bir sürü berbat şeyden uzaklaşmış oluyorsun. Çok daha naif, çok daha yaptığı işten mutlu insanlarla çevrili oluyorsun. Medyada, televizyonda, sinemada bu yok. Herkes birilerine pislik atıyor, herkes memnuniyetsizlik halinde, tatminsiz, o kadar boğucu ki. Kimse birbirini sevmiyor ama gülümsüyor. Okul olmasaydı, gergin ve mutsuz olurdum onu biliyorum.

– Sinemada yeni bir projeniz var mı?

– Sinema açısından çok tatmin olduğum söylenemez. Kötülediğimden değil, ama uzun zamandır bir sette “ne kadar güzel bir şey yaratıyoruz”u hissetmedim. Yaptığın işe inanmak lazım. Güzel bir şey yarattığına, dünyaya güzel bir şey bıraktığına inanmak. Benim hayatım güzel filmler, güzel müziklerle geçiyor. O kadar müteşekkir oluyorum ki onları yaratanlara. Ben de isterdim, insanların seyredince dertlerini unutabilecekleri, iyi şeyler düşünebilecekleri, hissedecekleri bir şey yaratmak.

– Yazmayı düşünüyor musunuz?

– Bir arkadaşımla yazdığımız bir senaryo var. Ama rafa kaldırdık. Çünkü hiçbirimiz kolumuzun altına senaryo alıp “hadi bu filmi çekin” diyecek insanlar değiliz. İnsanları ikna etmeye çalışmak ağırıma gidiyor. Çok saygı duyuyorum işini kovalayan insanlara, bir rol kapmak için yönetmeni ikna edenlere. Ama ben yapamıyorum.

Bakanlık hastanelerinde en yüksek tam zamanlı çalışma oranı (yüzde 97) ilk ve acil yardım ile aile hekimliği branşları olarak kaydedilirken, kadın hastalıkları ve doğum branşında tam zamanlı çalışma oranı yüzde 47’lere geriliyor; sonrasında gelen plastik cerrahide ise aynı oran yüzde 64 olarak ölçülüyor. Ülke genelinde yarı zamanlı çalışan hekim sayısı, toplam uzman hekimin neredeyse beşte biri

Aktif çalışan 26 bine yakın uzman hekimin olduğu Sağlık Bakanlığında tam zamanlı çalışma oranı yüzde 80. Ortalama 5 bin uzman hekim yarı zamanlı çalışırken, 20 bini aşkın hekim de tam zamanlı görev yapıyor.

30 Temmuz 2010’da Bakanlık hastanelerinde yürürlüğe geçecek Tam Gün Yasası en fazla kadın-doğum uzmanlarını etkileyecek. Branşlar dağılımına bakıldığında tam zamanlı çalışma yüzde 47’lik oranla, en düşük kadın-doğum uzmanlığında görülüyor. Bakanlıkta toplam bin 992 olarak kaydedilen kadın hastalıkları ve doğum uzmanının 15 Ekim 2009 itibariyle bin 56’sı yarı zamanlı, 936’sı da tam zamanlı çalışıyor. Kadın-doğum uzmanlarından sonra gelen plastik cerrahi branşındaysa tam zamanlı çalışma oranı yüzde 64’e yükseliyor. Bakanlık kayıtlarına göre, 251 plastik cerrah uzmanının 161’i tam zamanlı çalışırken, 90’ı yarı zamanlı çalışıyor.

Ruh sağlığı ve hastalıkları branşında tam zamanlı çalışma oranı yüzde 68 olarak kaydedildi. Toplam 664 olan ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanının 213’ü yarı zamanlı, 451’i de tam zamanlı çalışıyor. Kardiyoloji branşındaysa tam zamanlı çalışma oranı yüzde 70. Toplam 537 olarak kaydedilen kardiyoloji uzmanlarının 160’ı yarı zamanlı, 377’si de tam zamanlı görev yapıyor.

Göz hekimliğinde oran yüzde 78
Tam zamanlı çalışma oranının yüzde 75 olduğu beyin sinir cerrahisinde toplam sayısı 619 olarak kaydedilen uzmanların 156’sı yarı, 463’ü de tam zamanlı olarak çalışıyor.

İç hastalıkları uzmanlığındaysa tam zamanlı çalışma oranı yüzde 76. Toplam uzman sayısının bin 666 olduğu uzmanlık branşında 407 hekim yarı zamanlı, bin 259 hekim tam zamanlı çalışıyor. Göz hastalıklarındaysa toplam 948 hekim bulunuyor. bunların 205’i yarı zamanlı, 743’ü tam zamanlı çalışıyor; tam zamanlı çalışma oranı ise yüzde 78.

Acilde zaten tam gün var
Üroloji ve kulak burun boğaz hastalıkları branşlarında da tam zamanlı çalışma oranı yüzde 79.
Yarı zamanlı çalışmanın en az olduğu branş ilk ve acil yardım. Toplam 155 uzman hekimin görev yaptığı branşta sadece 4 hekim yarı zamanlı, geri kalan 151 hekimse tam zamanlı çalışıyor. Aile hekimliğinde de durum farklı değil. Yüzde 95 oranında tam zamanlı çalışmanın hakim olduğu uzmanlık dalında toplam bin 23 hekimin 52’si yarı zamanlı, 971’i de tam zamanlı çalışıyor.

Dahilerin ortak özelliği anne sütü

Samsun Kadın Doğum ve Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Şükrü Arslan, ”dahi çocuklar bir ile 2 yaş arasında anne sütü alan bebekler içinde çıkmıştır, oysa bir yaşından sonra anne sütü almayan inek sütü ya da hazır mamalarla beslenen çocuklar içinde zeka puanı 130, 140’ın üzerinde olan dahi çocuklar çıkmadığı görülmüştür” dedi.

 Samsun Kadın Doğum ve Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Şükrü Arslan, anne sütünün yeni doğmuş bir bebek için en önemli gıda olduğunu vurguladı.

Anne sütünün her bebeği 6. ayın sonuna kadar bütün her şeyiyle besleyebilecek özelliği bulunduğunu, dolayısıyla anne sütü alırken bir bebeğin su dahil başka herhangi bir ek gıda almasına gerek olmadığını söyleyen Arslan, ”Anne sütü 6. ayın sonuna kadar içindeki suyu, yağı, şekeri ile protein oranları, vitaminleri, mineralleri ile bebeği tam olarak besler. Anne sütü alan bir bebek aynı zamanda daha huzurludur ve daha zeki olur. Anne sütü almış bin bebeğin baş çevresi, boyu, kilosu belli bir oranda artar ve bebek büyür” diye konuştu.

Yapılan araştırmaların anne sütünün üstün özelliklerini ortaya koyduğunu, anne sütü ile beslenen bebeğin sağlıklı geliştiği ve hastalıklara karşı daha dirençli olduğunun belirlendiğini anlatan Arslan, anne sütünün zeka üzerindeki etkisinin de artık araştırmalarda açıkça ortaya konulduğunu vurguladı.

Anne sütü ile beslenen bebeklerin, mama ile beslenen bebeklere göre zeka puanlarının daha yüksek olduğunun tespit edildiğinin altını çizen Arslan, şunları kaydetti:

”Bir yaşını doldurmuş bebeklerin anne sütüne çok fazla ihtiyaçları yoktur, çünkü ek gıdaya başlanmıştır. Bir-iki yaş arasında bebeklerin anne sütüne devam etmelerinin iki faydası vardır. Birincisi anne ile bebek arasındaki duygusal ilişki devam eder, ikincisi bebeklerin zeka puanı yükselir. Bir yaş ile 2 yaş arasında anne sütü alan bebekler içinde dahi dediğimiz çocuklar çıkmıştır, oysa bir yaşından sonra anne sütü almayan inek sütü ya da hazır mamalarla beslenen çocuklar içinde zeka puanı 130, 140’ın üzerinde dahi çocuklar çıkmamıştır.”
 

Anne sütü ve mama

Annenin bebeğini ilk 6 ay sadece anne sütü ile beslemesi gerektiğini, anne sütü almasına rağmen istenilen kiloya ulaşmayan bebekte, mamaya başlamak yerine enfeksiyonlardan şüphelenilmesi gerektiğini ifade eden Arslan, şöyle devam etti:

”Bir annenin kendi sütü bebeğine herhangi bir zarar vermez. Zaten doğada da bunu görüyoruz, yavrulayan bir koyun kuzusuna kendi sütünü veriyor, yavrulayan bir at kendi tayına kendi sütünü veriyor, dışarıdan bir başka besin aramıyor. Biz de bir bebek dünyaya getiriyoruz, anne sütünün dışında bir besin aramak doğru değildir. Zorunlu hallerde, örneğin annenin belirli hastalıklarının bulunması, ruh hastası olması dışında anne sütünün kısıtlandığı herhangi bir durum yoktur.

Anne sütü almasına rağmen bebeğin kilosu yetersizse, kilo almasıyla ilgili sorunlar varsa mutlaka bir çocuk uzmanına görünmelidir. Bizim idrar yolu enfeksiyonu dediğimiz ya da orta kulak iltihabı dediğimiz, ya da şuanda tespit edemediğimiz başka bir enfeksiyon olabilir. Çocuk kendi hastalığına bu enerjiyi harcadığı için emdiği sütü büyüme olarak kullanmayabilir. Dolayısıyla bebeğin durumuna bakılır, tahlilleri yapılır. Böyle bir hastalık varsa ortaya konur, bu hastalıklar tedavi edilir. Tedavi edildikten sonra da anne sütünden almış olduğu enerjiyi büyüme olarak kullanır.”

Bebek mamaları, inek veya keçi sütünün doğumda annenin kaybedildiği, anne sütü veremeyecek kadar hasta olduğu, bazı ilaçları kullanmak zorunda kaldığı durumlarda kullanılabileceğini ifade eden Arslan, ”Anne sütü varsa, bebeğin boyu büyümüyor, kilo almıyor diye hazır mamalara geçmek ya da inek sütüne geçmek doğru değildir” dedi.

Prof. Dr. Şükrü Arslan, her annenin anne sütü konusunda bilinçli olması gerektiğini, ”sütün yetmiyor, yaramıyor” endişelerinin doğru olmadığını, annelerin bebeklerini mutlaka en azından ilk 6 ay, yararları saymakla bitmeyecek anne sütü ile beslemeleri gerektiğini vurguladı.

 

Aklı başında her anababa çocuğunu yaşama hazırlamak ister; onun güçlü, saygıdeğer, kendisine yeterli bir yetişkin olarak hayatını sürdürmesini ister. O nedenle en iyi okula gitmesi, en saygın mesleği edinmesi için ellerinden geleni yapar.

Çocuklarını kendi ayakları üstünde güçlü bir kişi olarak görmek isteyen anababalar çocuklarının aklının gelişmesine önem vermelidirler; davranışları, hal hareket ve sözleriyle çocuğun düşünme yeteneğinin farkında olduklarını, çocuğun anlama çabasına saygı duyduklarını belirtmelidirler. Bir anne ve babanın çocuğun aklına saygı duyduğunun gerçek testi çocuk bir düşünme ve anlama hatası yaptığında ortaya çıkar. Çocuk doğru düşündüğü ve doğru davrandığında onu takdir etmek hiç zor değildir. Anababanın olgunluğu çocuk hata yaptığında ve anababanın onu düzeltmesi durumlarında ortaya çıkar. Anababalığın kalitesi çocuk hata yaptığında kendini gösterir.

Düşünme ya da algılama hatası yaptığında onu düzeltirken öyle bir tavır takınabiliriz ki çocuğun bağımsız düşünme çabasını ezebilir ve onu küçük düşürebiliriz. Böyle bir anababa tavrı çocuğu düşünmekten soğutur; düşünme hatasının alay edildiği aile ortamlarında çocuk çekingen ve içe kapanık biri haline dönüşür. Hata yaptığı durumları sakinlikle karşılarsak, çocuğun bu sonuca nasıl ulaştığıyla ilgilenirsek, düşünme gayretine dikkati çekersek, çocuk hatayı nerede yaptığını görmeye daha açık hale gelecektir.

Tabii bunu yapabilmek için çocuğun düşünme sürecine değer vermemiz gerekiyor; ulaştığı sonuçla ilgilenir, o sonucun yanlışlığı ya da doğruluğundan başka hiçbir şeye değer vermezsek, çocuk düşünmenin değerini anlayamaz. “Doğru düşünce” peşinde olan anababa çocukta düşünme yetisini geliştiremez; doğru düşünceyi çocuğun gırtlağından aşağı tıkan aile ortamı, ya da düşünmeyi öğretmekten ziyade “doğru”yu dayatan eğitim ortamı,  çocuğun kendine güveninin temeli olan “ben düşünebilen, olayları değerlendirerek işime yarayacak kararlar veren biriyim” duygusunun gelişmesini engeller. Sadece engellemekle kalmaz, kendine güveni olmayan, hayatı anlayamayacağını, kendi yaşamını yönetmeyeceğini düşünen karamsar, aciz bir insan yetiştirir. Aklına güvenen insan yaşamdan korkmaz; karşısına sorunlar çıktıkça bir yolunu bulup onları çözebileceğine inanır. Bu inanç onun kendine güveninin temeli olur.

Anababaların “yetişkin doğruları” vardır, ama çocuğunda “çocuk doğruları” olacaktır. Çocuğun bir süre çocuk doğrularla yatıp kalkmasına birçok anababa izin vermez. İşte burada gerçek anababalık sanatı yatar. Önemli olanın düşünmeye gayret etmek, aklını kullanmaya çalışmak, verilerle düşünmek, verdiği kararı yeniden gözden geçirebilmek olduğunu unutmayan anababa sabırla, gülümseyerek, sevgi ile çocuğuyla bir sohbet kurar. Bu sohbet içinde çocuk vardığı doğrulara nasıl vardığını gözleme imkânı bulur.
Birkaç örnek verelim: 

(1) Anne kızına bir şey yapmasını söylüyor, ama yeteri kadar açıklama yapmıyor. Kız anlamayıp şaşkın bakınca, “kafasız, hiçbir şeyi anlayamıyorsun,” bakışıyla bakıyor. Kızın içi çok kırılıyor.

(2) Çocuk öğretmenden farklı düşünüyor. Anne konuşmadan öğretmenden yana oluyor ve çocuğu eleştirmeye başlıyor.

(3) Baba sinirli ve gergin. Çocuğun bir şeyi yanlış yaptığıyla ilgili bir ima var; ama hiç kimse çocuğun neyi yanlış yaptığını söylemiyor. Sormasına izin verilmiyor; ima edilen anlam, herkesin gördüğü bir gerçeği onun anlayamayacak kadar salak olduğu. Bu kadar akılsız olduğuna göre anlatmanın da bir anlam taşımayacağı.

Çocuk sorunları çözmeyi düşünmenin cezalandırıldığı bir aile ortamında öğrenemez; aklının ödüllendirilmesi gerekir.

dcuceloglu@haberturk.com

Yazar Ayşe Kulin, Bodrum’daki imza gününde okuyucuları korsan kitap almamaları konusunda uyardı.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Bodrum Şubesi ve Bab-ı Ali Kitapevi tarafından, yazar Ayşe Kulin’in ”Türkan” kitabı için imza günü düzenlendi.

Kulin, Bodrum Bab-ı Ali Kitabevi’nde düzenlenen imza gününde okurlarıyla bir araya geldi. Her yaştan sevenlerinin katıldığı imza gününde Kulin, okurlarıyla sohbet ederek kitaplarını imzaladı.

Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Kulin, ”Türkan” adlı eserinin çok ilgi gördüğünü, belirterek, şöyle dedi:

”Kitapta tamamen Türkan Hoca’nın iç sesiyle konuştum. Bana Türkan Hoca’nın çok yakın bir arkadaşından gençliğinde yazışmış olduğu mektuplar geldi. Buradan esinlenerek Türkan Hoca’nın bilinmeyen yönlerini anlatarak hayatın içinden bazı resimleri aldım. Gösterilen ilgiden de çok memnunum. Bodrumlular Türkan hocalarını bugün de yalnız bırakmadılar.”

Kulin, ”korsan kitap” konusunda okuyuculardan duyarlı olmalarını istediğini belirterek, şunları söyledi:

”Korsan kitapların türemesi biraz da halka bağlı. Çünkü talep olmazsa arz da olmaz. Korsan kitap sadece yazara değil bir kitabın üstünde çalışan 20 kişiye zarar veriyor. Türkiye süratle bir ahlak erozyonuna uğramakta. Korsan kitap konusuna devletin mutlaka ciddi şekilde el atması lazım. Korsan kitabı aldığınız zaman karanlık bir güce katkı yapıyorsunuz. Korsan kitaplar konusunda halkın duyarlı olmasını bekliyorum.”