Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Popüler dünya hâlâ içine çekmeye çalışıyor

Yılların Oya Bora’sı onlar. Ancak uzun süredir medyadan uzak duruyorlar. Çünkü istedikleri, o popüler dünyanın içinde yer almadan üretimlerini sürdürebilmek. Şimdilerde Seni Bana Yazmışlar dizisinin müziğiyle yeniden ortaya çıktılar. Yakın zamanda da Oya Küçümen’in solo albümüyle karşımızda olacaklar.

Zuhal Aytolun

1990’lar dediğimizde aklımıza düşen bir ikilidir Oya Bora. Oldukça popülerdiler o dönem; herkes onları tanır, şarkılarını söylerdi. Zaten müzikteki duruşları ve üretimleri de birçok kişi için hep ayrı bir yerde olmuştur. Ancak bir anda gün geldi, gözden kayboldular. Sesleri müzikleri hâlâ kulağımızda evet, ancak ekrana çıkmıyor, medyada görünmüyorlardı. Şimdilerde yayımlanan Seni Bana Yazmışlar dizisinde şarkılarını duyunca tekrar akıllara düştüler. Biz de diziyi fırsat bilip bir röportaj yapalım istedik. Bu kadar zamandır neredeydiler, neden uzaktılar, neler yaptılar?

– Yalnızca müzikseverlerin değil, aslında herkesin hayatında özel bir yeriniz var. İsminizi ve sesinizi duyunca hemen 90’lara gidiyoruz. Ancak sonrası biraz silik. Ne oldu da müzikten, bu bahsettiğim anlamda çekildiniz?

Oya Küçümen: Beş albüm ve başarının getirdiği popülerliği ne pahasına olursa olsun sürdürmek istemedik. Bugün bir de bakıyoruz ki zaman tünelinde, evet dediğiniz gibi biz de birilerinin çocukluk anıları oluvermişiz.

– Seni Bana Yazmışlar dizisi tekrar hatırlattı sizi bize. Bu nedenle acaba geri mi dönüyorlar sorusu düşüyor aklıma. Var mı böyle bir niyetiniz?

Bora Ebeoğlu: Bir yere gitmedik ki, her daim müzik ürettik, sadece ekranlarda yoktuk. Ben, Cengiz Onural ve ekip arkadaşlarımla birlikte yıllardır ARİA olarak dizi ve filmler için müzik üretiyoruz. Oya da sesi ile bu işin içinde elbette…

Oya K.: Ben de ayrıca yıllardır seslendirme işini sürdürüyorum. Müziğe dönme konusuna gelince önümüzde bir albüm projemiz var. Solo bir albüm çıkaracağım.

Bora E.: Oya’nın albümünden sonra filmler için seslendirdiğimiz şarkıların albümünü çıkarmayı düşünüyoruz. Sonrasını da bize hayat gösterecek artık.

– Çekildiniz, peki böyle daha mı mutlusunuz? Şöhretin yarattığı o tuhaf dünya mı sizi bu türde bir karar almaya itti?

Bora E.: Kendimizi böyle iyi hissettik. Sanat üretilirken insanların gözü önünde olmak ya da olmamak sonucu değiştirmiyor bizim için…

– Peki popüler dünya, uzaklaşmanızı kabul edebildi mi? Yoksa bir ucundan da çekmeye çalıştı mı sizi kendine?

Oya K.: Popüler dünya bizi içine çekmeye hâlâ çalışıyor. Sanıyoruz ki popüler olmadan müzik yapmak herhalde tuhaf geliyor insanlara. Bu da bize tuhaf geliyor işte.

– Üretimleriniz ayrı ayrı sürüyor. Peki güncellersek, artık nelerde imzanızı görüyoruz, neler yapıyorsunuz?

Oya K.: TRT ve CNBC-e’de seslendirmeler yapıyorum. Ayrıca müzikal filmlerde şarkı da söylüyorum. Son dönemde yeni albüm çalışmaları da olduğu için, aslında oldukça yoğunum.

Bora E.: Dizi ve film müzikleri yapmaya devam ediyoruz. Çağan Irmak’ın son filmi Dedemin İnsanları için Aria olarak senfonik orkestra kayıtlarımızı tamamladık, yakında film de vizyona girecek.

– Oya-Bora ismi zihnimizde bir bütün olsa da ayrı ayrı çalışmalarınızı da takip ediyoruz. Peki birbirinizi nasıl besliyorsunuz? Sıkı birer eleştirmen misinizdir birbirinize?

Oya K.: Gerçekçi ve yapıcı eleştiri yapmayı da öğrendik zaman içinde. Ayrı çalışmalarımızda da birbirimizi cesaretlendiriyoruz. Seni Bana Yazmışlar şarkısı da birbirimiz için zaten…

– Seslendirme çalışmalarınız sürüyor. Seslendirme aynı zamanda çok da zor bir alan. Ciddi bir emek ve mesai istiyor. Karşılığını alabiliyor musunuz?

Oya K.: Karşılığını almak mümkün olmuyor. Ama çocukluğumdan beri zevk alarak her rolümü büyük bir heyecanla ve sevinçle konuşuyorum. Çizgi film seslendirirken çocukları mutlu edeceğini bilmek çok hoş. Her karaktere ruh vermeye özen gösteriyorum.

‘Bacağımı sadece savaş alanlarında kapattım’

Şafak Pavey’le kişisel hikâyesinden, acılarına, yaralarına ‘sığmayan-sıkışmayan’ mücadelesine bir söyleşi.

Türey Köse

Şafak Pavey, 24 Mayıs 1996 tarihinde Zürih’te geçirdiği korkunç kazada bedenin yarısını bir trenin altında bıraktı. Ardından bu acıyı taşıyamayan eşi kendisini terk etti. Annesi Ayşe Önal’la birlikte yazdığı 13 Numaralı Peron kitabında “Kaderin, hayatı dişi bir öfkeyle yönettiğine inanıyorum ve bu öfkeye bilinçsiz bumeranglarımızın neden olduğuna da… Acı, bir yandan dünyaya gücenmek haklarımızı gasp ederken öte yandan sınırsız bir olgunluğun da öğretisini sunuyor” diyordu. Yıllar geçti “gücenme hakkı” geri plana düştü, “başkalarının acısına bakmayı” ve “başkalarının yarasını sarmak için mücadele ederken kendi yaralarını sarmayı” öğrendi.

Şafak Pavey, eğitimini London School of Economics’te yüksek lisansla tamamladıktan sonra BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nde çalışmaya başladı. Engelliler, azınlıklar, çocuklar, şiddete uğrayan kadınlar, mülteciler, işkence mağdurları ve insan hakları çiğnenen mağdurlar, “aktif bir dünya yurttaşı” olarak temel mücadele alanı oldu.

Cezayir, Sahra, Mısır, Yemen, Lübnan, Suriye, Irak, İran, Afganistan, Cenevre ve Washington’ta görev yaptı. Şu anda CHP İstanbul Milletvekili olarak TBMM’de. Genel kurulun ilk gününde “İmdat doğa” yazılı tişörtüyle HES eylemcilerine selam gönderdi. Pavey’le kişisel hikâyesine, acılarına, yaralarına “sığmayan-sıkışmayan” mücadelesini konuştuk.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile karşılaşmanızı anlatırken “Genel başkan protez elimi tutunca ‘Tamam doğru yerdeyim’ dedim” açıklaması yaptınız. Engelli insanlarla birlikte yaşama konusunda bir beceriksizlik, acemilik var toplumda. Belki de sizin protez ayağınızla Meclis’e gelmenizle yaşanan asıl sorun; etek-pantolon değil, insanların engelli bir bedeni görmeye hazır olmamasıdır. Ne dersiniz?

– Toplumun her alanında kamusal yerler dahil olmak üzere engeller kaldırılmadığı için toplumun içine engelli vatandaşlarımızın girmesi de çok güç oluyor. Birlikte yaşamadığımız, birlikte okumadığımız, birlikte aynı mahallede olmadığımız için…

Doğduğunuz evde büyük bir günah sayılmanız, sokağa çıkarılmamanızla da başlayabilir, çıkarılsanız bile eve kapatılabilirsiniz, sonra okuldaki engellerle, sistemin engellerinin kilidinin açılmaması ile bir kere daha engellenebilirsiniz. İzole bir hayat yaşıyorsunuz. Öbür tarafta da sizi görmeden, duymadan, varlığınızdan haberdar olmayan insanlarla birden karşılaştığınızda herkes bir korku tüneliyle karşılaşıyor. Bunları aşabilmemiz için eğitimde çocuklarımızın birbirine değerek büyüyebilmesi çok önemli. Aynı sıralarda, zihinsel, fiziksel engelli, fakir-zengin tüm çocukları kavraştırıcı okullar olmalı, oysa okullar ayrıştırıcı. Böylece Meclis mecrasında bir araya geldiğimizde, birbirimizin farklılıklarından korkmadan bir arada olabiliriz.
 

Bacağımı sadece savaş alanlarında kapattım

Hrant Dink ile büyümüş, Agos’un ilk köşe yazarlarından biri olmuş Şafak Pavey. “Öldürüldüğünde İran’daydım. 15 gün önce yanıma gelmişti” diyor. Deniz Gezmiş de anne tarafından kuzeni. O doğmadan idam edilmişti Deniz Gezmiş ama “Evin içinde hep Deniz Ağabeyin adı geçerdi” diyor. Pavey de onlar gibi mücadeleci bir ruha sahip…

– Sizin protez bacağınız Meclis’te kadın milletvekillerinin pantolon giymesi konusunu güncelleştirdi. Bu konuda bir yasa önerisi var. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

– Benim etek giyme diye bir sıkıntım yok. Kadın milletvekillerinin özgürlüğünden yanayım. Kadın milletvekilleri nasıl daha rahat çalışabilirse ona varım. BM de resmi bir yerdi. Orada da hem pantolon, hem de etek giydim. İçtüzük benim konum değil, yasa önerisi benim önerim değil. Eteğimin ve bacağımın bu kadar konuşuluyor olmasını garipsiyorum. Protez bacağın bu kadar konuşuluyor olması engellilik konusunda konuşma dilimizin seviyesini de gösteriyor. Kadın milletvekilleri için rahat çalışma yolunu açacaksa ne güzel; ama bu tartışmaların çıkış noktasını bir daha gözden geçirip protez bacakla bu tartışmanın başlamasının garipliğini hatırlamak gerekir. Vücudumun bir parçası olan bir şeyden utanç, gocunma içinde değilim. Bacağımı kapattığım tek yer savaş alanlarında, protez bacak alamayacak insanların yanı olmuştur.

– Kandahar filmini izlediniz mi? Gökyüzünden protez bacaklar atılır…

– Evet, oradaki gibi protez bacakların gökyüzünden atıldığı yerlerde çalıştım. Her iki çocuktan birinin bir uzvunun kayıp olduğu yerlerde. Öyle bölgelerde çalıştıktan sonra, Meclis’teki tartışmaları dinlemek üzücü oluyor.

– Çok acı bir hikâye yaşamınız boyu sizi takip ediyor. 15 yıldır hep onunla anılıyorsunuz, size hep o günü soruyoruz. Bunu nasıl taşıyorsunuz?

– Hayatımda dönüm noktası olan olaylardan biri kaza, ama tek dönüm noktası da değildir. Çok önemli şeylere şahitlik yaptım. Savaş ve barış ortamı, doğa insan ilişkisini çok iyi anlatan tanıklıklarım oldu. Kaza da önemli bir şey. Duyarlılığımı, sorumluluklarımı arttırdı engellilik dünyasında. Sorulmasını yadırgamıyorum. Ama çoktan unuttum. Onun üstüne birçok da hayat yaşadım. Artık kazazede olarak değil, aktif vatandaş olarak anılmaktan daha çok mutluluk duyacağım.

– Kazadan sonra sizi terk eden eşinizin soyadını taşıyorsunuz. Bu zor bir durum değil mi, canınızı acıtmıyor mu?

– Benim için çok önemi yok hangi soyadını taşıdığımın. Çok teknik meseleden dolayı. Bütün diplomalarım, belgelerim… Yurtdışında yaşarken çok çileli şekilde değiştirilebiliyor. Bunun için kolları sıvadığımda büyük bir sıkıntıyla karşılaştım. Değiştirmekten vazgeçtim. Yurtdışında okumuş insanlar için denklik zaten çok zor, bir de soyadı meselesini düşünün. Eski eşimle anlaşarak ayrıldık. Bu bürokratik bir konu. Eşim hayatımda çok büyük hasara yol açmış biri değildir. O bana acıyarak bakmak yerine bir karar aldı. Paul’ün “Ona her baktığımda ona acıdığımı anlayacak, Şafak o kadar zeki bir insan” deyip, beni ziyaret etmemesi, bir araya gelmemiş olması aynı zamanda bir cesaretlilik. Bütün mahalle baskısına karşı konulmuş, bireysel bir seçimdir. Ona saygı duyuyorum. O zaman bu yüzden acı çektim mi? Evet, çekmiş olabilirim. Ama bütün hayatımda çektiğim acıların yanında çok büyük bir acı değil. Bir insanın zayıflığını kabul etmesini, bunu beceremeyeceğini baştan kabul etmesini saygıyla karşılıyorum.

– Kitapta “Biliyorum, biz çok karşılaşacağız eksiksiz bedenli, eksik yürekli kimselerle…” diyorsunuz… Beyoğlu’nda saldırıya uğradınız. Bu kadar vahşi bir saldırıda “eksik yürekli” insanlarla karşılaşmak ne düşündürdü sizde?

– İronisi şuradaydı. O sabah İsveçli bir medya grubuyla birlikteydim. Kadına karşı şiddeti, şiddetin gazetelerin üçüncü sayfasında değerlendirilmesini konuşuyorduk. O gece o olay oldu, ben ertesi gün 3. sayfadaydım. Saha çalışması gibi oldu. Acıklı olan şu; dünyanın her tarafında savunmasız bir kadın dövülebilir. Ama şu yaşadıklarım hukuk devleti misiniz onu anlatılıyor. Dövüldüm, kimse yardım etmedi, Londra’daki annemi telefonla aradım, yardım istedim. Emniyetten hiç kimse gelmedi. Daha sonra polis “Hem sakat, hem kadınsın bu saatte ne işin var” dedi. Gece 22.30-23.00 gibi. Protez bacağım kırıldı bu şiddet sonucunda. Saldırgan beraat etti. Mahkemede bir zarar görmediğime karar verdiler, protez bacağım vücudumun bir parçası sayılmadı. Darp sayılmadı. Kendi imkânlarımla tekrar yaptırdım, öylelikle tekrar yürüyebildim. Olaydan bir sene sonra arabulucu gibi birileri geldi, kapımı çaldı. Beni döven otoparkçı toplum içine çıkamıyormuş, engelli birini dövdüğü için. Ne yapmaları gerekiyorsa hazır olduklarını söylediler. Onu toplum önünde affetmem için ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Ayıplandığı için dışlanıyormuş. Çelişkilerimiz burada. Hukukta bir şey çıkmadı. Ama toplumsal değerler nedeniyle o insan engelli bir kadına şiddet uygulaması yüzünden dışlanıyor. Toplumsal hapishaneye konuluyor. Hukuk ve değerlerimiz arasında bir boşluk var.

– Ne yaptınız?

– Nasıl affedebilirim?

– Agos’ta yazarlık yaptınız. Hrant Dink’i tanıyor muydunuz?

– Birlikte büyüdüm. Annemin çok yakın arkadaşı. Ustalarımdan biri, ağabeyim. Agos’un ilk köşe yazarlarındanım. Öldürüldüğünde İran’daydım. 20 gün önce İran’a benim yanıma gelmişti.

– Meclis’in ilk gününde “İmdat doğa” tişörtüyle çevre eylemcilerini selamladınız. Bu tür eylemler sürecek mi?

– Umuyorum, sivillerin sesi olmaya çalışacağım Meclis’te. Türkiye’nin dört bir köşesinde doğa mücadelesi verenlere Meclis’ten bir selam olsun istedim. Türkiye’nin dört bir yanında hapislere bile düşen insanların mücadelesine saygıyı sunabilmek istedim, fiziken orada olmasak da kalben orada olduğumuzu, o mücadeleyi veren sivillerin de sesi olduğumu göstermek istedim. Doğa bir haykırışta. Doğa bize emanet. Onun ev sahipliğinde yaşıyoruz.

 

Pozitif ayrımcılığa her zaman varım

– Belgeselciliğiniz de var. Hangi konularda belgeseller çektiniz?

– Çocuklarla yaptığım filmler var. Sahra çöllerinde yaptığım filmler, kadın haklarıyla ilgili filmler. İran’da Afgan mülteci çocuklarla bir film çalışmamız var. Lübnan’da mayınlarda hayatları parçalanmış insanlarla yaptığımız bir belgesel var. Orada çok çarpıcı bir anım var. Mayın temizleme çalışmasındayız. Bir bombadan 600 küçük parça çıkıyor. Her yere girebilir, pencere pervazında da, ağacın üstünde de olabilir. Çok çileli çalışma. Bir tarla temizlendi, bir adamın koşarak zeytin ağacının yanına gittiğini, ağlayarak “Seni özledim” diye konuşmasını dinliyorsunuz. Doğa ve insan ilişkisini görüyorsunuz.

– Fotomodellik de yapmışsınız, doğru mu?

– Fotomodellik yapmadım. Kazadan sonra toplumsal yargıları aşmak için yeni bedenimle görsel algımız alışsın diye bir çalışma yapmıştık. Fotoğraf çektirdim, Aktüel dergisinde kapak yaptılar. Görsel alışkanlıkları değiştirmek için İngiltere’de de engellilerle bir defile yapıldı, ona çıktım.

– Deniz Gezmiş de akrabanızmış…

– Evet.. Anne tarafından. Annemin kuzeni Deniz Ağa-bey. Ben daha doğmamıştım o dönemde ama evin içinde her zaman Deniz Ağabeyin adı geçerdi.

– Siyasette kadın hep ikincil bir konumda. Bu nasıl değişecek?

– Ben insan hakları yüksek komiserliğinden geliyorum. 9 tane insan hakları sözleşmesi var. Aslında insan hakları, kadın hakları, çocuk, engelli hakları. Bunlar sadaka politikalarının yapıldığı alanlar değil. Kadınların eşitliği nerede duruyor diye bakıyorlar dışarıdan. Çok ciddi çalışmamız lazım. Değerlerimizle niye oluyor, kotalarla niye olmuyor bakmamız lazım. İçini dolduramıyoruz. Pozitif ayrımcılığa her zaman varım, kota var ama önemli olan uygulanması. Engelli insanın, kadının kotasını doldurayım diye bir çaba hissetmiyor ki insanlar, cezasını ödemeyi tercih ediyorlar. Mesela Halkbank. Kotaya uymak yerine ceza ödüyor.

 g

40 ülkede araştırma yapıldı; Türkiye ‘memnuniyet listesi’nde 32. sırada yer aldı. Çalışma saatlerine göre de Türk insanı daha çok çalışıyor.

calisana psikolojik destek cpd Türkler çalışıyor ama mutlu değilParis merkezli Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin ‘How’s life’ (Hayat nasıl) raporu, 40 ülkede yürütülen araştırmalar sonucunda insanların yaşamlarından memnun olup olmadığını tespit etti.

Mutluluk ve refah derecelerini ortaya koyan raporda, Türkiye memnuniyet sıralamasında 32. oldu.

OECD 11 kriter üzerinden hareketle; gelir, barınma, sağlık ve iş-ev dengesi gibi insanların yaşam kalitelerini ortaya koyacak sorular sordu. Araştırmaya göre, insanlar için en önemli mutluluk kriteri gelir olarak tespit edildi. Bunu sağlık, temiz çevre ve güvenli yaşam çevresi izliyor. Ancak rapora göre, yüksek gelir her zaman iyi yaşam demek değil.

OECD, raporu şöyle özetliyor:

“İnsanlar giderek zenginleşirken ve iş olanakları artarken; daha iyi şartlarda barınmak, hava kirliliğinde uzaklaşmak istiyor.

İnsanlar giderek daha uzun yaşıyor, daha eğitimliler ve suç oranları azalıyor.”

İşte, “İşinizi seviyor musunuz? Sağlığınız nasıl? Çocuklarınıza yeteri kadar vakit ayırabiliyor musunuz? Komşularınıza güveniyor musunuz? Genel olarak hayatınızdan memnun musunuz?” gibi soruların sorulduğu raporun sonuçları:

Katılımcılara hayatlarından memnun olup olmadıkları sorulduğunda Danimarka en olumlu cevabı vererek ilk sırayı aldı. Kanada 2., Norveç 3. olurken Türkiye 32. ve Çin son sırada yer aldı.

Katılımcılara “Bugün nasıl hissediyorsunuz” sorusu sorulduğunda Türkiye en az olumlu cevabı vererek sonuncu oldu. Soruya en olumlu cevabı veren ülke Danimarka oldu. 2. sırada İzlanda ve 3. sırada ise Japonya var.

Politikada aktif olan ülkeler arasında Norveç, Finlandiya ve Danimarka başta geliyor. Bu ülkede yaşayanların yüzde 60′ı bir politikacıyla iletişim kurduğunu, bir imzaya veya protestoya katıldığını belirtti. En az aktif olanlar ise Türkler, Portekizliler ve Ruslar. Türkiye bu sırada sonuncu oldu.

Yeşil çevre olmamasından şikayet edenlerin başında İtalya ve Türkiye geliyor. Türkiye listede 2. sırayı aldı. Bu ülkedekilerin üçte biri yeşil alanın az olmasından yakınıyor. Finlandiya, Danimarka ve İsveç ise şikayetçi değil.

Ülkeler arasında en fazla çalışan ülke Türkiye olarak belirlendi. Son sırayı ise Hollanda aldı.

İşe gitmek için harcanan süre ortalama 38 dakika olarak belirlendi. Türkiye’de ise bu süre 40 dakika veya daha fazla. Türkiye işe gitmek için en fazla süreyi harcayan 3. ülke oldu. İlk sırada Güney Afrika yer aldı.

Okul çağında çocukları olan annelerin çalışma oranları ise yüzde 24 olarak belirlendi. Bu listede Türkiye sondan 3. oldu. İlk sırada olan ülke ise Almanya.

Katılımcılara ülkedeki havanın temizliğinden memnun olup olmadıkları sorulduğunda Türklerin yaklaşık yüzde 70′i olumlu cevap verdi. Hava memnuniyeti sıralamasında Türkiye sondan 10′uncu oldu. Suyun temizliği sorulduğunda ise, Türklerin yaklaşık yüzde 65′i memnun olduğunu söyledi. Ancak Türkiye sondan 3. sırada yer aldı.

Uzun dönemli işsizlik rakamları kadınlarda ve gençlerde yüksek görüldü. Kadınlar ve erkekler arasında büyük boşluk görülmezken en fazla boşluk Yunanistan’da görüldü. İrlanda’da ise erkeklerde işsizlik oranı yüksek çıktı. Son 15 yıl içinde aşağı yukarı tüm OECD ülkelerinde kadınlar için işsizlik oranı düşüş gösterdi. İspanya, İtalya ve İrlanda’da keskin bir düşüş tespit edilirken, Türkiye ve Çek Cumhuriyeti’ndeyse tam tersi işsizlik oranlarında artış belirlendi.

Tüm ülkelerde yaşlı (55-64 yaş) nüfusun istihdam oranı genç nüfusa göre daha düşük. Bunun en çok görüldüğü ülkeler Türkiye, Macaristan, Polonya; en yüksek olduğu ülkeler ise İzlanda, Yeni Zelanda ve İsveç. 15-64 yaş arası çalışan oranına bakıldığında Türkiye en son sırada yer aldı. İlk sırayı ise İzlanda aldı.

İş yeri çalışma ortamından memnun olup olmama konusunda ise; Danimarka, Norveç, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Belçika, Hollanda ve Almanya’da her on kişiden dokuzu işinden hoşnut olduğunu belirtti. Türkiye’de her iki kişiden biri, Yunanistan’daysa her üç kişiden ikisi çalışma ortamından memnun. Türkiye çalışma ortamından en az memnun olan ülke oldu.

Toplam bin üniversite ve lise öğrencisiyle yapılan araştırmaya göre gençler bir haftanın yaklaşık 3’te birini sosyal medyada geçiriyor.

eriskin psikiyatri Zaman sosyal medyada geçiyor

Youth Insight’ın yaptığı sosyal medya araştırmasının sonuçlarına göre, haftada 50 saatini sosyal medyada geçiriyor. Araştırma, gençlerin sosyal medyadaki davranışlarını anlamak, sosyal medya yoluyla markalar ile aralarında kurdukları ilişkinin boyutunu tanımlamak, markaların bu yolla gençliğe ne kadar ulaşabildiğini öğrenebilmek amacıyla yapıldı.

Türkiye’deki lise ve üniversite öğrencilerini temsil edecek şekilde 7 coğrafi bölgeden 500 lise ve 500 üniversite öğrencisinin katılımı gerçekleştirilen araştırmada, anketlere katılan gençlerde yaş aralığı lise öğrencileri için 15-20, üniversite öğrencileri için 18-26 oldu. Araştırma sonuçlarına göre, gençler, 25 saat hafta içi, 25 saat hafta sonu olmak üzere bütün bir hafta 50 saatini sosyal medyada geçiriyor. Üniversite öğrencilerinin ortalama arkadaş sayısı 400, lise öğrencilerinin 439 iken, gençlerin Facebook’ta ortalama 415 arkadaşları bulunuyor.

Üniversitelilerin yüzde 71’i en fazla akşam 20.00-02.00 arası, liselilerin yüzde 67’si 16.00-24.00 arası Facebook’ta zaman geçiriyor.

Facebook’ta her iki gençten biri, en az bir markanın sayfasını takip ediyor. Facebook’ta marka sayfalarının takip edilme oranı üniversite öğrencileri için yüzde 43, lise öğrencileri için yüzde 49.  Beğenilen/takip edilen marka sayısı, ortalama 17 iken, en çok beğenilen sayfalar, hazır giyim ve telekomünikasyon markalarının sayfaları. Sosyal medyada çıkan markalar hakkındaki olumlu ve olumsuz yorumlar, her iki gençten birini etkiliyor. Olumsuz yorumlardan etkilenme oranı, olumlu yorumlara göre daha fazla. Twitter’da üniversite öğrencilerinin takip ettiği ortalama ünlü sayısı 24, lise öğrencilerininki 22,8 oldu.

Liselilerin yüzde 43’ü ve üniversitelilerin yüzde 39’u, en az 1 ünlü sayfasını takip ederken, en az 1 marka sayfasını takip etme oranları sırası ile yüzde 18 ve yüzde 9.

 

TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ

10 EKİM DÜNYA RUH SAĞLIĞI GÜNÜ

BASIN AÇIKLAMASI:

 

Her yönüyle ruh sağlığını ele aldığımız bugün Türkiye Psikiyatri Derneği İstanbul Şubesi adına, verimli bir ruh sağlığı hizmeti sunabilmenin koşullarına odaklanmak istiyorum.

Nitelikli bir ruh sağlığı hizmeti, huzurlu, mesleğinden yeterli doyumu alan, üretebilen ve kendini geliştirebilen ruh sağlığı çalışanları tarafından verilebilir.

 

İnsanın ruh sağlığının temel göstergelerinden biri verimli ve tatmin edici bir çalışma yaşamının olmasıdır. Her hekim hastasına yeterli özeni ve dikkati göstererek hizmet verme hakkına sahip olmalıdır. Bu, hekimin hastasına karşı yükümlülüğünü yerine getirmesini ve etik ilkelere uymasını sağladığı kadar hekimin kendisine de mesleki doyum olanağı veren bir haktır.

 

İçinde bulunduğumuz yıl, Sağlıkta Dönüşüm adı altında çıkarılan yeni yasalar ve alınan kararlar ile hekimlerin çalışma koşullarının giderek belirsizleştiği, performans sistemi ile verilen hizmetin niteliğinden çok hizmetin birim zamanda ne kadar çok kişiye verildiğinin önemsendiği, uygulanan politikaların getirdiği engellemeler ve dayatmalarla hekimlik sanatının değersizleştirilmeye çalışıldığı bir yıl oldu. Hekimlerin sorunları dile getirme girişimleri ve aksaklıklara dikkati çeken eylemleri “marjinal girişimler” olarak değerlendirildi.

Yanlış sağlık politikalarının sonucu olarak karşılaşılan sorunlarda, asıl sorumlu olanlar yasa koyucular değilmiş de, bu durumdan en olumsuz etkilenenler oldukları halde hekimlermiş gibi gösterildi.

Suçlayıcı ve aşağılayıcı tutum ve söylemlerle hekimler hedef gösterilerek, hasta ile hekim karşı karşıya getirildi.

Hekimler içinde bulunduğumuz yıl içerisinde daha önce karşılaşmadıkları yoğunlukta şiddete maruz kaldılar, pek çok meslektaşımız görev başında darp edildi, yaralandı, ölüm tehlikesi ile karşılaştı.

 

Duygu durum bozuklukları ve kaygı bozuklukları gibi bazı ruhsal rahatsızlıkların ortaya çıkmasında kişinin karşılaştığı engellerin, ruhsal bütünlüğünü tehdit eden dayatmaların ve belirsizliğin önemli etkenler olduğu bilinmektedir. Hastalarının ruh sağlığını her şeyden daha fazla önemseyen psikiyatrlar bugün kendi ruh sağlıklarını düşünmek zorunda kalmışlardır.

Bilimsel dayanağı olmayan gerekçelerle dayatılan koşullar nedeniyle mesleklerini özgürce uygulama olanakları kısıtlanan meslektaşlarımız çaresiz hissetmektedirler.

Öğretim üyeleri ve asistanlar, öğretim görevliliği ile klinisyenliğin birbirinden tamamen ayrı alanlarmış gibi kabul edilmesi nedeniyle bozulan usta-çırak ilişkisinden ve bunun eğitime olumsuz etkisinden dolayı mutsuzdurlar.

Kişisel ve mesleki geleceklerini öngörülmez kılan belirsizlikler, günden güne değişen sistemler ve pek çok kez hedef gösterildikleri için görev başında karşı karşıya kalınan saldırılardan dolayı meslektaşlarımız tedirgindir.

Uygulanan sağlıksız sağlık politikaları, mesleği değersizleştirmeye yönelik tutumlar ve kullanılan suçlayıcı, aşağılayıcı söylemler nedeniyle meslektaşlarımız umutsuzdur.

 

Türkiye Psikiyatri Derneği İstanbul şubesi olarak hastalarımıza hak ettikleri nitelikli hizmeti sunabildiğimiz, hekim ve sağlık çalışanlarına mesleki doyum olanağı sağlayan, “hekimlere dayatılarak” değil, “hekimlere danışılarak” düzenlenen, siyasi kaygılara değil bilimsel verilere dayanarak düzenlenmiş bir sağlık politikası için umudumuzu korumak istiyoruz.

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak bu yıl sloganlarımızı “Ruh ve Beden Sağlığı Bir Bütündür”,

“Ruh Sağlığı Olmadan Sağlık Olamaz!” ve “En iyi yatırım sağlığa, ruh sağlığına yatırımdır!” olarak belirledik.

Konuşmamı, psikiyatri hekimlerinin trajikomik durumunu vurgulayan bir başka slogan önererek bitirmek istiyorum:

“Toplumun sağlığı için en iyi yatırım hekimlerin ruh sağlığına yapılan yatırımdır.”

 

Saygılarımla, teşekkür ederim.

 

Dr. Ayşegül Sütçü

Türkiye Psikiyatri Derneği İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi

 

Dünya Ruh Sağlığı Federeasyonu (WFMH) Dünya Ruh Sağlığı Günü’nü 1992’de başlattı; bu ruh sağlığının ve ruhsal hastalıkların özgül yönlerine dikkat çekilmesi için yürütülen tek küresel kampanya olup, halen 135’ten fazla ülkede 10 Ekim’de yerel, bölgesel ve ulusal Dünya Ruh Sağlığı Günü anma etkinlikleri ve programları yoluyla kutlanmaktadır.

 

2011 Dünya Ruh Sağlığı Günü kampanyası “En İyi Yatırım Ruh Sağlığına Yatırımdır” cümlesiyle açılıyor. Bu yılın teması “ruh sağlığı alanına yatırım yapılmadığı takdirde, ruh sağlığı bozuk bireylerden oluşan ve ruh sağlığı bozuk bir toplumda diğer yatırımların verimli olmayacağı hatta bir anlamı olamayacağını” vurgulamaktadır. Ruhsal hastalıklar seçici davranmaz; herkese, her kültürde ve yaşamın her evresinde olabilir. Gerek bireylerin yaşadığı ruhsal hastalıkların tanı, tedavi ve rehabilitasyonunun en iyi koşullarda yapılabilmesi için ciddi yatırımların gerekli olması, gerekse toplum genelinde şiddet, zorlama, diyalog eksikliği ve  hoşgörüsüzlükle mücadele için yine insana yatırım yapılması gündemimizde en önde.

 

2011 ylında ruh sağlığıyla doğrudan bağlantılı olarak ön plana çıkan konular:

 

1. Adeta bir soykırım haline gelmekte olan kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri.

Bu şiddet ve cinayetlerin artışı toplumun şiddet katsayısının ne denli yüksek olduğunun bir işareti olduğu kadar şiddetin özellikle bazı bireylere-kadınlara- cinsiyeti nedeniyle yöneldiği gerçeğini de ortaya koyuyor. Bu sarmalın durdurulması için devlet ve toplumun tüm kesimlerinin ortak çalışması yakın zamanda yayınlanmış olan Ruh Sağlğığı Eylem Planı gibi bir Kadına Şiddetin Çözümü Eylem Planının yapılmasını gerekli görüyoruz.

 

2. Ruh sağlığı hizmetlerinin nicelik ve nitelik açısında geliştirilmesi. Ruh Sağlığı Eylem Planında ortaya koyulan hedeflerin gerçekleştirilmesi için kaynakların adil kullanılması.

 

3. Ruh Sağlığı Savunuculuğu (Avukatlığı)’nun toplum içinde tüm katmanlara yayılması için özellikle hastaların damgalanması, kaynakların arttırılması, insan gücünün desteklenmesi konularında farkındalığın arttırılması.

 

4. Ruh Sağlığı Yasasının 2015 yılından önce çıkarılması için çalışmaların hızlandırılması.

 

Toplumda en acil meselenin bölgesel, toplumsal ve bireysel düzlemlerde barış ikliminin yerleştirilmesi ve bu konuda söylenenleri dinleme ve hareket etme zamanı olduğunu söylüyoruz.

 

Bu konuda basının da duyarlıkla Ruh Sağlığı Savunucuları olarak bizlerle işbirliği içinde çalışmasını talep ediyoruz. Kamuoyunu oluşturan bireyler sağlığın önemli bir parçası olan ruh sağlığının korunması için harekete geçmeli, çünkü “ruh sağlığı herkese gerekli”.

 

 

 

 

Ruh Sağlığı Platformu Yürütme Kurulu Adına

 

Prof. Dr. Peykan G. Gökalp

 

Şizofreni Dernekleri Federasyonu

 

Türk Psikologlar Derneği

 

Psikiyatri Hemşireleri Derneği

 

Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Derneği

 

Türkiye Psikiyatri Derneği

 

Türk Nöropsikiyatri Derneği

 

 

10 Ekim 2011

“EN İYİ YATIRIM RUH SAĞLIĞINA YATIRIM”

Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu tarafından 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı gününün bu yıl ki teması “En iyi yatırım ruh sağlığına yatırım” olarak belirlenmiştir. Tüm dünyada birçok insan ruhsal hastalıklardan muzdariptir. Öyle ki hastalıklar nedeniyle oluşan tüm kayıpların %14’ü nöropsikiyatrik hastalıklara bağlıdır. Depresyon, şizofreni, alkol ve madde kullanım bozuklukları gibi ruhsal hastalıklar kalp hastalıkları, kanser ve inme gibi diğer tıbbi hastalıklardan çok daha fazla yeti yitimine yol açarlar. Diğer taraftan bedensel hastalıkların oluşumu ve seyri üzerine olan etkileri göz önüne alındığında ruhsal hastalıklara bağlı kayıpların dünya ekonomisindeki payının daha yüksek olduğu düşünülebilir. Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu daha önceki yıllarda da belirlemiş olduğu benzer temalara “Ruh sağlığı olmadan sağlık olmaz”, “Ruh sağlığı ve beden sağlığı bir bütündür” gibi sloganlarla ruhsal hastalıkların insan yaşamına ve dünya ekonomisine getirdiği yük ve tehditlere dikkat çekmiştir.

Her yıl dünyadaki insanların %30’una yakını ruhsal bir bozukluk geçirmektedir. Bu insanların özellikle gelişmekte olan ülkelerde yaşayan üçte ikisi sağlık hizmetlerindeki eksikler nedeniyle hiçbir yardım kurumuna ulaşamamakta ya da yetersiz tedavi almaktadırlar. Ruhsal hastalıkların oluşturduğu kayıplar bilinmesine rağmen dünyadaki hemen hemen bütün ülkelerde ruh sağlığı alanında çalışanların sayısı, ayaktan ve yataklı ruh sağlığı hizmetleri sunan merkezlerin sayısı, yapısı ve ruh sağlığını geliştirmek, korumak ve ruhsal hastalıkları tedavi etmek için sunulan hizmetin niteliği hala olması gerekenin çok altındadır. Ülkemizde de bu alanda kısıtlılık söz konusudur. Ülkemizde Sağlık Bakanlığı 2011 verilerine göre halen aktif olarak çalışan 1625 psikiyatrist bulunmaktadır. Ülkemizde 100 bin kişiye düşen psikiyatrist sayısı 2,20’dir. Avrupa Birliği’nin 15 ülkesinde 100 bin kişiye ortalama 12,9 psikiyatrist düşmektedir. DSÖ Avrupa bölge ülkeleri arasında en az psikiyatrist oranına sahip olan ülke Türkiye’dir. Psikiyatri yatak sayısı da benzer şekilde yetersizdir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ, WHO) 2008 verilerine göre Avrupa bölgesinde her 100 bin kişiye 8  psikiyatri yatağı düşen İtalya’dan sonra 100 bin kişiye 10 psikiyatri yatağı ile (adli ve uzun süreli bakım ve bağımlılık tedavisi için kullanılan yataklar dahil) Türkiye ikinci en az yatak sayısına sahip ülkedir. Ancak İtalya’da tüm dünya ülkeleri için örnek olabilecek yeni ve farklı yöntemler uygulanmaktadır. Ayaktan tedavi merkezlerinin çokluğu ve evde bakım hizmetlerinin yeterliliği düşünüldüğünde yatak sayısının azlığı İtalya’daki ruh sağlığı hizmetlerinin değerlendirilmesinde yanıltıcı olacaktır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye Avrupa bölgesinde, ruh sağlığı hizmetleri ve koruyucu hekimlik açısından en kötü koşullara sahip ülkedir.

Dünya üzerinde ruhsal hastalığı olan birçok kişi hala tedaviye ulaşamamaktadır. Ruh sağlığını bozduğu bilinen yoksulluktan işsizliğe, şiddetin yaygınlaşmasından dezavantajlı grupların hak kayıplarına kadar birçok konuda devletlerin, hükümetlerin yeterince çaba harcamamaları nedeniyle etkili önlemler alınamamaktadır. Öte yandan hâlihazırda yürütülen politikalar mevcut sorunların çözümüne yetmediği gibi birçok devlet uluslararası sözleşmelerin ihlaline göz yummakta ya da hayata geçirilebilmesi için gerekli çabayı göstermemektedir. Dünya Ruh Sağlığı Federasyonu (WFMH) bu nedenle ruh sağlığı alanına yatırımların arttırılmasını amaç edinmiş bir kampanya başlatarak dört temel nokta üzerinde durmuştur; Birlik, Görünürlük, Yasal Haklar, İyileşme.

Birlik: Dünyada ruh sağlığı alanında birçok farklı örgütlenme mevcuttur; psikiyatrist, psikolog, psikolojik danışman ve sosyal çalışmacıların meslek dernekleri, hasta dernekleri, hasta yakınları dernekleri vb. Tüm bu yapılanmaların hükümetlerin sağlık konusundaki politik gündemlerine ruh sağlığı alanında yapılacak çalışmaları eklemesi için işbirliği içinde çalışması gerekmektedir. Hükümetler ruhsal hastalıkların oluşturduğu yeti yitiminin, insanların ruhsal iyilik halini sürdürememelerinin, çalışma günü kayıplarının ve bu hastalıkların toplam ekonomik sonuçlarının farkına varmalıdır. Ruhsal hastalıkları önlemek ve tedavi etmek için etkili sağlık politikalarının hayata geçirilmesi teşvik edilmelidir. 2011 yılında ülkemizde Sağlık Bakanlığı tarafından birçok dernek, kurum ve kişinin işbirliği ve çabası ile hazırlanan Ulusal Ruh Sağlığı Eylem Planı (2011–2023) umut vericidir. Türkiye Psikiyatri Derneği olarak eylem planındaki desteklediğimiz konularda tüm üyelerimizle birlikte gerekli kurum ve kuruluşlarla işbirliği içinde çalışmaya hazır olduğumuzu iletmek isteriz.

Görünürlük; Ruhsal hastalıklar ve ruhsal hastalığı olanlara dair damgalamayla (stigma) mücadele edilmelidir. Ruhsal hastalığı olan kişiler yersiz olarak toplum tarafından kendisine ve topluma zarar verebilecek, tehlikeli, korkutucu kişiler olarak algılanıp düşmanca ve ayrımcı tutumlara maruz kalabilmektedirler. Birçok insan, etiketlenme korkusu nedeniyle ruhsal hastalıklarını saklamakta, bu nedenle tedavi kurumlarına başvurmamaktadır. Damgalama (Stigma) karşıtı mücadelede ruh sağlığı alanında çalışan kurumlar, dernekler ruh sağlığı alanında çalışanları, akademisyenler, hastalar ve hasta yakınları, sağlık çalışanları ve hatta tıp öğrencileri ile tüm gönüllülerin yer alması sağlanmalı, basın yayın kurumları aracılığıyla damgalama (stigma) karşıtı mücadele etkinleştirilmeli ve tüm topluma ulaşması sağlanmalıdır. Damgalamaya karşı mücadele sonucunda ruhsal hastalığı olan daha fazla kişi tedavi olanağı bulacaktır.

Haklar; Giderek azalsa da, dünyada ve ülkemizde ruhsal hastalığı olan bazı kişiler ruh sağlığı alanında çalışan bazı kişi ve kurumlarca mevcut bilimsel bilgi ile uyumsuz, bilim dışı, çağ dışı bazı tedavi ve müdahale yöntemlerine maruz kalmaktadırlar. Tüm dünyada ruh sağlığı çalışanları hasta haklarına duyarlıdırlar. Ülkemizde halen bir ruh sağlığı yasası yoktur. Derneğimiz uzun yıllardır Ruh Sağlığı Yasası’nın bir an önce çıkarılması konusunda çaba harcamaktadır. Bu yıl geliştirilen Ulusal Ruh Sağlığı Eylem Planı’nda Ruh Sağlığı Yasası’nın çıkarılma tarihi olarak 2015 belirlenmiştir. Bu sürecin hızlandırılması derneğimizin öncelikli taleplerindendir. Ruh sağlığı hizmeti veren kurum ve kuruluşların, tedavi koşullarının ve müdahale yöntemlerinin denetlenmesi, düzenlenmesi ve geliştirilmesinde yetkili kurumların oluşturulması ve bu kurumların etkin şekilde çalışması hedeflenmelidir.

İyileşme; Ruhsal hastalıkların iyileşmesini en zorlaştıran etken ruhsal hastalığı olan milyonlarca insanın tedavi için sağlık kurumlarına başvuramamasıdır. Tüm dünyada başta psikiyatr ve klinik psikologlar olmak üzere ruh sağlığı hizmeti veren sağlık çalışanlarının sayısı kısıtlıdır.  Son zamanlarda geliştirilen bilgisayar teknolojilerinin etkili kullanımı ile dünyada Avustralya, Hindistan ve bazı Avrupa ülkelerinde yardımcı sağlık personeli aracılığıyla ruhsal hastalıklar için tarama, tanı koyma ve tedavi uygulamalarının yapılması yaygınlaşmaya başlamıştır. Ülkemizde psikiyatrist sayısı Avrupa Birliği ülkelerinin onda biri kadardır. Ulusal Ruh Sağlığı Eylem Planı’na göre ülkemizde psikiyatr yetiştiren kurumlarda eğitim kontenjanları %100 arttırılsa bile 2050 yılında nüfus başına düşen psikiyatrist sayısı Avrupa Birliği ortalamasına ulaşılamamaktadır (100.000 kişiye 12,9 psikiyatr). Ayrıca Psikiyatrist yetiştiren eğitim kurumlarındaki eğitim kalitesi de bir diğer sorundur. Yeni açılan üniversitelerin tıp fakültelerinde ve eğitim araştırma hastanelerinde eğitici konumundaki az sayıda öğretim üyesi ve özerk psikiyatri kliniği olmayan bir ortamda eğitim alarak yetişen psikiyatristlerin mesleki yetkinliklerinin sağlanmasında güçlük çekileceği açıktır. Tüm bunlarla birlikte son günlerde hekimlere karşı adeta düşmanca sayılabilecek bir tutum sergilenmesi, anayasa mahkemesi kararları hiçe sayılarak çıkartılan kanun hükmünde kararname ile hekimlerin hasta bakma alanlarının giderek daraltılması, kamu üniversitelerinde çalışan öğretim üyelerinin bu kurumlardan göçe zorlanması, eğitim ve araştırma hastanelerinde yıllardır eğitici konumunda çalışan nitelikli donanıma sahip meslektaşlarımızın birçoğunun son kararnameyi takip eden ay içinde istifa etmesi ya da emekliye ayrılması endişe vericidir. Zaten son derece az olan psikiyatrist sayısının yanında yeni psikiyatristleri yetiştirecek nitelikli eğitici kadroları da eğitim kurumlarından uzaklaştırılmaktadır.

Ülkemizde sağlık hizmetleri kamusal bir hizmet olmaktan çıkarılmıştır ve özel sektörün sağlık hizmetlerindeki payı % 30’lara ulaşmıştır. Tedavi hizmetlerine ulaşmak için hem muayene hem ilaç tedavisi aşamalarında katkı payları tahsil edilmektedir. Sağlık ocakları kapatılmış, koruyucu sağlık hizmetleri endişe verecek şekilde düzensizleşmiş ve azalmaya başlamıştır. Özel hastanelerde daha düşük ücretlere hekim çalıştırılması için Sağlık Bakanlığı ile özel hastane sahipleri arasında protokol imzalanmıştır. Performansa dayalı ödeme sisteminin yerleşmesi ile hekimlerin yüksek nitelikte hasta bakım ve tedavi hizmeti vermesi değersizleştirilmiş, az zamanda çok sayıda hasta bakmak teşvik edilir hale gelmiştir. Gerek özel sağlık kuruluşlarında, gerek kamuda gerekse üniversitede çalışan hekimler bir sonraki ay ekonomik durumlarının ne olacağını öngöremez hale gelmişlerdir.  Ciddi bir hastalığa bağlı olarak çalışamadıkları dönemde ya da yıllık izin dönemlerinde aylık kazançları yarıdan fazla azalmaya başlamış, hasta hekimler istirahat raporu alamaz, yıllık izinlerini kullanamaz hale gelmişlerdir. Performans sisteminin uygulandığı dünya ülkelerinde çok önceden beri bilinen geciken tanılar,  artan tedavi maliyetleri giderek bizim ülkemizde de sorun oluşturmaya başlamıştır. Sağlık hizmetlerinin niteliği, kalitesi düşürülmüş, hekimler ve sağlık çalışanları seri üretim yapan fabrikalardaki çalışma koşullarına mahkûm edilmiş, hekimlerin mesleki doyumları azalmıştır.

Umutlarımızı canlı tutmak istediğimiz bu tablo içinde 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü’nün temasını bir kez daha hatırlatıyoruz:

“Ruh ve Beden Sağlığı Bir Bütündür”

“Ruh Sağlığı Olmadan Sağlık Olamaz!”

“En iyi yatırım sağlığa, ruh sağlığına yatırımdır!”

 

Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa

Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı

Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu adına

 

KAYNAKLAR;

1. Patel V., Garrison P, de Jesus Mari J. ve ark.The Lancet’s Series on Global Mental Health: 1 year on. Lancet. 2008; 11: 372(9646); 1354–1357.

2. http://www.wfmh.org/00GreatPush.htm adresinden 8 Ekim 2011 tarihinde yararlanılmıştır.

3. http://www.wfmh.org/03GreatPush.htm adresinden 8 Ekim.2011 tarihinde yararlanılmıştır.

4. Alataş G., Kahiloğulları A., Yanık M. Ulusal Ruh Sağlığı Eylem Planı(2011-2023),  Sağlık Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2011

TÜRKİYE PSİKİYATRİ DERNEĞİ BASIN AÇIKLAMASI
PSİKİYATRİ ve BASIN SORUMLULUĞU
18 Eylül 2011

Son günlerde Milliyet Gazetesi yazarlarından Metin Münir’in psikiyatrik hastalıklar ve tedavileri konusunda sürdürdüğü yazı dizisinde kaleme aldığı ifadeler hem hasta ve yakınları hem de psikiyatri uzmanları tarafından üzüntü ve şaşkınlıkla karşılanmış, psikiyatri meslek topluluğunda büyük tepki yaratmıştır. Sayın Metin Münir’in bilgi ve beceri sahibi olmadığı konularda kulaktan dolma ve kaynağı bilim dışı bilgilerle, düşüncelerini ifade etmenin ötesinde, bilimsel çarpıtmalarla dolu, önyargılarla bezeli, hem hekim hem de hasta düşmanı bir tutumla kaleme aldığı yazılar son derece üzücüdür. Metin Münir psikiyatri bilim dalını sığ bir şekilde ve çarpıtarak tanımlamış, “olmayan hastalıkların iyi gel diği tartışmalı ilaçlarla tedavi etme mesleğidir” biçiminde ifadeler kullanarak çağın gelişmeleri ile ilgili cahilliğinisergilemiştir.  Ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasına ilişkin çağın en ileri bilimsel gelişmelerinden sayılan sinir dokusunun kimyasal mekanizmaları için yanlış bilgi verilerek “kanıtlanmamıştır” denmektedir. İlaçla tedaviler konusunda genelleme yaparak “ağır yan etkileri olduğu” ve “etkili olup olmadıkları tartışmalı” şeklinde bilim karşıtı iddialarda bulunmaktadır. “Ruhsal hastalıkların büyük bölümü uydurmadır” diyerek yüzlerce yıllık tarihe ve bilimsel çalışma birikimi olan bir bilim dünyasına meslek grubuna ve yardım arayışında olan milyonlarca insanın sağlığına ve sağlıklı yaşama umuduna saygısızlık etmiştir Adını açık ça anarak doğrudan meslek grubumuza bilimsel temelleri olmayan bir takım iddialarla ithamda bulunmak ve kendisine gelen bilginin doğruluğunu, bilimselliğini ve geçerliğini tartışmadan, araştırmadan yazı yazmak gazetecilik sorumluluğu ile bağdaşmamaktadır.

Yazıda içeriğini, kapsamını ve tarihsel gelişimini bilmeden sınıflama sistemleri sorgulanmakta, yargılanmakta ve bir gazeteci üslubuna yakışmayan bir alaycılıkla yorum yapılmaktadır.

Sn. Münir tüm ruhsal hastalıkları uydurma ilan etmekte 200 yıllık psikiyatri tarihini eliyle itmekte,

psikiyatrinin gelişimine katkı veren tüm bilim insanlarının emeklerini yok saymakta, ruhsal hastalıklardan dolayı büyük acı çeken ve tedavi gören insanların acılarını küçümsemektedir. Gazetecilik, tarihe tanıklık etmek ve gerçekleri kamuoyu ile nesnellik düzleminde paylaşmak demektir. Bu mesleğin en temel ve vazgeçilmez özelliklerinden biri haber kaynağının güvenilirliğidir. Bir gazeteci eline aldığı dosyayı nesnel biçimde incelemeli, doğruluğunu araştırmalı, farklı görüş ve değerlendirmelerle sağlamasını yapmalı ve geçerli kanıtlar ile buluştuğunda kamuoyuyla paylaşmalıdır. Bu haber etiğinin en vazgeçilmez öğelerinden biridir. Oysa Metin Münir’in dört gün boyunca köşesinde yer verdiği açıklamalar hiçbir zihinsel işleme, akıl yürütmeye, araştırmaya ve nesnel değerlendirmeye tabi tutulmadan olduğu gibi sunulmuş, daha açıklayıcı bir ifade ile çıkartılmış izlenimi vermektedir.

Yazı kapsamında yer alan ifadeler ruhsal sorunları nedeniyle tedavi görmekte olan tüm bireyleri yanıltarak, korku yaratarak, hekimlerine ve sağlık sistemine olan güvenlerini sarsarak fiziksel ve ruhsal açıdan zarar vermekte ve örselemektedir. Bağımlılık potansiyeli bulunan ve hekimlerin belirli ilkeler ve kurallar çerçevesinde, hastalarını bilgilendirerek ve düzenli izleyerek kullandıkları ilaçlardan söz ederken ”kokain benzeri ilaçlar veriliyor” ya da “çocuklara verilen tedavilerle onları zehirliyorlar” gibi ifadelerde bilim ve etik dışı bir yaklaşım sergilemenin ötesinde yanıltıcı korkutucu ifadelerle hastalara zarar vermektedir. Bu kamuoyu ve meslek grubumuz nezdinde kabul edilebilir değildir.

Bununla yetinilmeyerek ADHD’nin tek nedeninin anne babanın çocuk yetiştirme hataları olduğunu öne süren Metin Münir tedavinin ana okul öğretmenleriyle sağlanacağını iddia etmekte ve ana babalara tavsiyelerde bulunmaktadır. Ek olarak ADHD si olan çocukların deneyimlerini kendisiyle paylaşmalarını ve danışmalarını tavsiye ederek ADHD hastalarının tedavisine soyunacağını düşündüren bir tutum sergilemektedir. Ruh sağlığı çalışanı olmamasına rağmen hastalıkların temelleri ve tedavileri konusunda yönlendirmede bulunması ciddi bir sınır ihlalidir.

Tüm bunlar, yazı dizisi çerçevesinde savunulan tüm bu görüşler bilimsel olarak geçerliği olmayan, duygusal bir itki ile yazılmış, kamuoyu, basın, medya ve bilimsel çevrelerce ciddiye alınmaması gereken talihsiz açıklamalardır. Bununla birlikte kamuoyuna yaygın ve kontrolsüz biçimde ulaşan bu çarpık bilgilerin kamuoyunu yanıltan, hastalara ve yakınlarına zarar veren, hasta hekim ilişkisini bozan, tedavi sürecini zedeleyen ve hastaları örseleyen niteliği göz önüne alındığında sessiz kalınmaması gerektiği, kalamayacağımız açıktır.

Tüm bu açıklamaları bir eleştirel psikiyatri çabası olarak ele almak eleştirel psikiyatriye büyük haksızlık olacaktır. Psikiyatri kendini 100 yıldır eleştirmektedir. Bunun bilimsel etik sosyal, kültürel ve siyasal kavramlarla birlikte düzeyli bir biçimde bütüncül bir bakış açısı ile yapmaktadır. Her türlü indirgemecilikten uzak kalarak sürdürülen bu çabanın indirgenmeciliğin en kaba ve niteliksiz bir biçimiyle yaşama geçirilen yeni bir indirgemecilikle kirletilmesine izin vermemiz olanaklı değildir.

Bu yazılanların vicdani, etik ve hukuksal sorumluluğu yazarı kadar yazarın yer aldığı Milliyet Gazetesine de aittir. Ülkemizdeki özverili ve onurlu biçimde çalışan psikiyatri mesleğinin temsilcisi olan Türkiye Psikiyatri Derneği olarak Metin Münir ve Milliyet Gazetesini kınıyor, bu yanlışı onurlu ve çağdaş gazetecilik sorumluluğu ile en kısa zamanda düzeltmeye çağırıyoruz. Her koşulda konu ile ilgili gerekli hukuksal girişimlerde bulunacağımızı bildiririz.

Basına ve kamuoyuna duyurulur.

Doç. Dr. Burhanettin Kaya
Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Sekreteri

Bienal kapılarını açıyor

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda düzenlenen ”12. İstanbul Bienali”, kapılarını 17 Eylül Cumartesi günü sanatseverlere açacak. 5 karma sergi ve 50’den fazla kişisel sunumun yer aldığı bienalde, 500’ü aşkın yapıt 13 Kasım’a kadar gezilebilecek.

”12. İstanbul Bienali”nin, İstanbul Modern’de yapılan resmi açılış töreni ve basın toplantısında konuşan İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, vakfın bu organizasyonu ilk olarak 1987 yılında düzenlediğini hatırlattı.

O günden bugüne İstanbul ve bienalin birlikte büyüdüğünü, geliştiğini ve önem kazandığını ifade eden Eczacıbaşı, ”Bienal, İstanbul’un bir kültür-sanat başkenti olarak gelişimine katkıda bulunurken İstanbul da bienale kucak açtı, zengin tarihi, güncelliği ve potansiyeliyle bienale sürekli yenilenen enerji sağladı” dedi.

Bienalin 1999 yılında 40 bin kişiye ulaşırken, 2009 yılında 100 bini aşkın sanatsever tarafından izlendiğini aktaran Eczacıbaşı, şunları söyledi:

‘Kentimizdeki özel müzelerin sayıları 2000’lerin başında bir elin parmakları kadarken, şimdi onlarla ifade ediliyor. 100’ü aşkın sanat galerisine ev sahipliği yapan İstanbul’da düzenlenen sergi sayısı her yıl artıyor. Geçtiğimiz 10 yılda sanat üretimi ve tüketimindeki bu artış, önümüzdeki 10 yıl için bize umut veriyor. Cumhuriyetin kuruluşununu 100. yılı olan 2023’te ülkemizin, dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisinden birine sahip olması hedefleniyor. Dilediğimiz, kültür endüstrisinin de ekonomideki büyüme hedefinden payını almasıdır. Daha çok kitap okuyan, daha çok sergi gezen, konsere giden ve sanatsal-kültürel faaliyette bulunan bir toplum, her türlü hedefe daha rahat ve çabuk ulaşacaktır.”

Gelecek yılın İKSV’nin 40. yılı olduğunu ve geçen 39 yılda kültür endüstrisinin önemine inandıklarını anlatan Eczacıbaşı, ”Bundan sonra da festival ve bienallerimizin, kültür politikası alanındaki faaliyetlerimiz ve yeni sanat eserlerinin üretimini teşvik eden girişimlerimizle bu yöndeki sorumluluğumuzu yerine getirmek için çalışmayı sürdüreceğiz” diye konuştu.

Mustafa Koç

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç da vakıfla gerçekleştirdikleri işbirliği neticesinde, ”İstanbul Bienali”nin 2016 yılına kadar sponsorluğunu üstendiklerini ve ilk olarak 2007’deki bienali ile sanatseverlerle bir araya geldiklerini bildirdi.

Bienalin dünyadaki en prestijli çağdaş sanat etkinliği arasında yerini aldığını, uluslararası basın ve sanatseverler tarafından çok yakından takip edilen bir etkinlik olduğunu vurgulayan Koç, ”Burada, bienal sponsorluğumuzdan ve bu vesileyle ülkemizdeki çağdaş sanat bilincinin geliştirilmesine sağladığımız katkıdan ötürü büyük memnuniyet duyduğumuzu özellikle ifade etmek isterim. İKSV’nin değerli yöneticilerine, bu büyük buluşmaya imkan sağladıkları için teşekkürlerimi sunuyorum” dedi.
İstanbul ve bienalin birbirini çok iyi tamamlayan ve besleyen 2 değer olduğuna inandıklarını dile getiren Koç, şöyle konuştu:

”İstanbul ve bienal, çok yönlülükleri, çok uluslu ve kültürlü yapıları ve toplumdaki değişim ve gelişimin yansımalarının her alanda izlenebildiği mecralar olmaları nedeniyle birbiriyle çok örtüşen 2 markadır. İstanbul bienali, bienal de İstanbul’u beslemektedir, derinlik ve renk katmaktadır. Bienale yaptığımız her katkının aynı zamanda İstanbul markasına da yansıdığını söylemek yanlış olmaz. İstanbul bugün, ne mutlu ki, dünyanın en gözde kültür-sanat merkezlerinden biri olarak anılıyor. Geçmişten bu yana, eğitim ve kültür alanında yürüttüğümüz yüzlerce çalışmayla çocuklarımız ve gençlerimizin gelişimine katkı sağlamış bir topluluk olarak bu hassasiyetimizi bienal sponsorluğumuz kapsamında da koruyoruz.”

Koç, üstlendikleri ek projeler neticesinde bienalin kapılarını tüm üniversite öğrencilerine ücretsiz açtıklarını, ayrıca özel olarak tasarlanan eğitim ve atölyelerle 6-14 yaş arası çocukları güncel sanatla tanıştırmayı ve onların sanatla bağlarını güçlendirmeyi hedeflediklerini kaydetti.
Bu yıl rehberli tur programlarına da sponsor olduklarını bildiren Koç, sözlerine şöyle devam etti:

”Tüm bu çalışmalarımızla, toplumumuzda ve özellikle genç nesillerimizde müze ve galeri kültürünün gelişmesine, çağdaş sanata duyulan ilginin artırılmasını hedefliyoruz. Koç Topluluğu olarak 40 yıldır gerek vakfımız, gerekse şirketlerimiz yoluyla kültür ve sanata verdiğimiz desteği gelecekte de önceliklerimiz arasında tutmayı bir sorumluluk olarak addediyoruz. Uluslararası camia ile kurdukları köprü, sanatın ve sanatçıların desteklenmesi, kültürel değerlerimize sahip çıkılması ve dünyaya tanıtılması konusunda yaptıkları başarılı çalışmalar nedeniyle İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve çalışanlarını kutluyor, bizlere İstanbul Bienalini destekleme fırsatı verdikleri için teşekkür ediyorum. Toplumların ilerlemesi için yüksek bilinç ve bilgi seviyesinin ön koşul olduğu günümüzde, bilmek için görmek, görmek için bakmak gerekir diyerek hepinizi 12. İstanbul Bienalini izlemeye davet ediyorum.”

Konuşmaların ardından Eczacıbaşı tarafından sponsor olan Koç Holding ve destek veren kurumların yetkililerine birer teşekkür plaketi verildi. Daha sonra davetliler bienal sergi mekanlarını gezdi.

Sanatseverlerin ziyaretine 17 Eylül Cumartesi günü açılacak olan ”12. İstanbul Bienali”nde, 5 karma sergi ve 50’den fazla kişisel sunum yer alıyor. Bienalde 500’ü aşkın yapıt 13 Kasım’a kadar Antrepo 3 ve 5’te gezilebilecek.

1- Bolu

Kişibaşı Gelir : 88 bin 778 TL

2- Kocaeli

Kişibaşı Gelir : 63 bin 374 TL

3 – Yalova

Kişibaşı Gelir : 33 bin 933 TL

4 – Kırıkkale

Kişibaşı Gelir : 22 bin 955 TL

5 – Mardin

Kişibaşı Gelir : 22 bin 798 TL

6- Zonguldak

Kişibaşı Gelir : 20 bin 172 TL

7- Muğla

Kişibaşı Gelir : 18 bin 980 TL

8 – Mersin

Kişibaşı Gelir : 18 bin 094 TL

9 – Kırklareli

Kişibaşı Gelir : 17 bin 493 TL

10 – İzmir

Kişibaşı Gelir : 17 bin 292 TL

11 – İstanbul

Kişibaşı Gelir : 17 bin 210 TL

12 – Karaman

Kişibaşı Gelir : 16 bin 979 TL

13 – Eskişehir

Kişibaşı Gelir : 16 bin 936 TL

14 – Sakarya

Kişibaşı Gelir : 16 bin 523 TL

15 – Antalya

Kişibaşı Gelir : 16 bin 261 TL