Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı,

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’na,

Biz aşağıda ismi bulunan, sinemaseverler, festivalseverler ve kültürel mirasımıza sahip çıkmak isteyenler olarak 86 yıllık geçmişiyle, anılarımızın, gençliğimizin, kültürümüzün, sinemamızın içinde büyük bir yer eden, Yeşilçam sokağındaki tarihi Emek Sinemasının kapatılmasına ve yıkılmasına karşıyız.

Nihai çözüm Emek Sineması’nın, Türk ve dünya sinemasının festivallerde gösterilen seçkin örneklerini seyircilerle buluşturan, Türk ve yabancı yönetmenler ve oyuncuların katılımıyla film sonrası söyleşileri düzenleyen, belirli haftalarda yeni Türk yönetmenlerine, sinema öğrencilerine ve yetenekli kısa filmcilere eserlerini gösterme imkanı sağlayan, sinema sarayı geçmişine ve binasına, Türkiye’nin sembol sineması olma özelliklerine yaraşır bir sinema ve film merkezine dönüştürülmesi, kısaca Emek Sineması ve Film Merkezi olmasıdır.

Saygılarımızla,

Mehmet Kurtkaya, Makine Yüksek Mühendisi
Gülbin Tatlıağız
Gül Pamuk, Sanatçı
Yoel Meranda, Sinemacı
Bayram Şahin, Köşe yazarı
Melani Sarıtaş, Koç üniv. Matematik bölümü öğrencisi
Ayşın Kancı Ürkmez
Selin Karabulut, Koç üniv.felsefe öğrencisi
Caner Kaya
Prof. Dr. Özgen Eralp, Tıp Doktoru
Alper Seber, Çağrı Merkezi Yöneticisi
Turgay Yıldızlı, İnteraktif medya tasarımcısı
Nihal Açıkgöz, İnşaat mühendisi
Pelin Yıldız, Doktor
Ayşegül Kesirli, Araştırma Görevlisi
Meriç Ozan, Yönetmen Yardımcısı Reklam
Aslıhan Özcan, Psikolog
Banu Binat, Yüksek Mimar
Ali Ercivan, Senarist ve Sinema Yazarı
Oya Topçuoğlu, University of Chicago Doktora Öğrencisi
Esra Bütüner, Mühendis
Müesser Ceylan Elaçmaz, Fotoğrafçı
Özgür Yenice, Bankacı
Başak Cöne
Birkan Işın, Avukat
Nur Emiroglu, Ev kadını
Saba Demircioğlu, Makine Yüksek Mühendisi
Dünya Yazman, Yayıncı
Mesut Günsev, Gazeteci-yazar KKTC
Burcu Çapanoğlu, Sanat Tarihçisi
Pınar Çelen, Endüstri Ürünleri Tasarımcısı
Ali Dülger, İç Mimar
Çetin Demir, Oyuncu
Zeynep Atikkan, Gazeteci-yazar
Berk Atmaca, Bilgi üniv Bilgisayar Bil. öğrencisi
Erkan Nazlı, Mimar
Özkan Güven
Pelin Horzum, Bankacı
Nilgün Er, Bankacı
Osman Kuran, İnşaat Mühendisi
Fatma Altzinger, Psikanalist
Leyla Tekbulut, Mühendis
Fatma Aytaç, Endüstri Mühendisi
Yaşar Ahmet Özkul, Elektrik Mühendisi
Müfide Pekin, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim görevlisi
Nilşah Kömürcüoğlu
Selim Cem Denizyaran, Mühendis
Özer Türkmen, İşletmeci
Özlem Tiftikçi, Elektronik Mühendisi
Prof. Dr. İsmail H. Özsabuncuğlu, Yeminli Mali Müşavir
Altan Yücel, Yönetmen
Sema Ocakçıoğlu, Emekli ev hanımı
Bengü Shepard, Eğitim
Rana Kuruoğlu, Hekim
Seza Ülgener, Pedagog
İlke Güzelsoy, Tasarımcı
Meral Şengül, Tekstil
Mustafa Dora Bakan, Görsel İletişim Tasarımcısı
Ufuk Özgül, Gazeteci
Can Çerçi, Yazılım Uzmanı
Barış Trak, İnşaat Mühendisi
Beril Öztopçu, Peyzaj Mimarı
Murat Arda, Endüstri Mühendisi
Erol Tezeren, Aktör
İsmail Yalçınkaya, Danışman
Sema Temizkan
Aylin Karaçam, Muhasebeci
Bilge Okay, İktisatçı
Murat Dervişoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Renan Akman, Çevirmen
İsmail Şara, Elektrik Mühendisi
H.Cahit Özen
Selin Peker, Işık Üniv. Orta Doğu Araştırmaları Yük. Lisans Öğrencisi
Nüket Franco, italyanca öğretmeni
Haluk İnanıcı, Avukat
Prof. Dr. Piraye Oflazer, Doktor, Öğretim Üyesi
Kerim Kürkçü, Yüksek Mimar
Selin Erçil, Araştırma Görevlisi
Şelale Birgen, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim görevlisi
Candan Yenigün, Eğitimci
Fatih Artvinli, Sağlık Memuru
Rezan Avunduk, Emekli bankacı
Pınar Gediközer
Damla Kalan Dilekcan, Ajans Başkanı
Sabri Burçin Dermenci, Reklamcı
Mehmet Besimoğlu, Ekonomist
Hacer Özbakir, Matematikçi
Aylin Gürdağ, Sanat Yönetmeni
Orhan Güzelsoy, Ekonomist
Gülşah Durak, Gazeteci
Levon Balıkcıoğlu, Aşçı
A.Ümit İşler, İşletmeci
Nilay Yurtsever, Mimar
Elif Altıntuğ, Dış Ticaret Yönetici
Saffet Karaveyisoğlu, İşletmeci
Hamit Göz, Tıp Doktoru
Gülay Elif Girgin, Ekonomist
İskender Ünal, Öğretmen
Nilüfer Öznoyan Ronchetti
Zeyno Elbaşı, Mühendis
Evangelos Stoiçefidis, Lojistik
Önder Ilgar
Seher Fazlıoğlu, Ekonomist
Özge Ertem, Araştırmacı
Selin Yiğiter, Halkla İlişkilerci
Doç. Dr. Besim Bülent Bali, İktisatçı Öğretim Üyesi
Hülya Kesim, Avukat
Nigar Hacızade, Araştırma Görevlisi
Mehmet Ali Özdemir, Sigortacı
Gülçin Orgun, İktisatçı
Merih Yurtkuran, Bankacı
Hatice Bitgen, Bankacı
Aylin Bekem
Ayşegül Cebenoyan, Emekli
Günay Pesen Mutlucan, Sanat Galerisi Yöneticisi
Yarkın Cebeci, Bankacı
Didem Çiçek, Araştırmacı
Emek Büyükçelik Uyar, Oyuncu
Ferda Erdinç
Dilek Solakoğlu, Doktor
Gülru Hotinli, Ekonomist
Tuba Uçar, Danışman
Tarık M. Bayazıt, İşletmeci
Sadi Çilingir, Sinema Yazarı
Zeynep Uğural, Reklamcı
Umut Eldem, Öğrenci
Emirhan Esenkova
Bülent Burak Tokatlıgil, Memur Kameraman
Demet Erol, Psikolojik Danışman
Banu Birecikligil, Ressam
Ayşe Esmerer, Yönetim Danışmanı
Efe Öğrük, Sinema işletmecisi
Mehmet Gençer, Istanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesi
İnci Abacı Kutun, Mimar
Güven Mendi, Grafik Tasarımcı
Adnan Tonguç, Mütercim
Fatih Özgüven, Yazar
Mehmet Ali Önal, Pratisyen Hekim
Zeynep Başkurt, Su Ürünleri Mühendisi
Ezgi Aksoy, Yazar
Feryal Akıncıer, Öğretmen
Zeynep Ülgen
Levent Karataş, Şair
Öykü Şener, Reklamcı
Sevgi Umur, Üniversite Öğrencisi
Rıza Oğuz Bozkurt, İnşaat Yük Mühendisi
Selen Alper, Reklamcı
Ayda Şirin Manukyan, Eğitmen
Melike Haslak
Sevile Sırtaş, İnsan Kaynakları Uzmanı
Sedef Sayın Çay
Prof. Dr. Mustafa Sercan, Hekim
Beril Sözmen, Akademisyen
İlke Erensoy, Psikiyatrist
Neylan Acar Tunalı, Film Tanıtım Danışmanı
Nilay Kırcı, İşletmeci
Mehmet Özyurt, Sanayici
Göknur Topçu, Marmara Üniv. Sinema TV Öğrencisi
Onur Karamercan, İstanbul Üniv. Müt. Tercümanlık Öğrencisi
Sadrettin Soylu, Y.Mimar
Eytan İpeker, Sinemacı
Ali Ağa, Sinemacı
Aydın Pesen, Öğretim Görevlisi
Dr. Abdül Lama, Radyasyon Onkolojisi Uzmanı
Müjde Gürlek, İşletmeci
Sevin Özaydın, Avukat
Zeynep Demet Uluşahin
Melek Isingor Tonizzo, Tıp Doktoru
Selçuk Taylaner, Görüntü Yönetmeni
Nihan Sezan, Turizmci
Mehmet Akif Gürsoy, Hekim
Serdal Kanuncu, Hekim
Ayda Arel, Sanat Tarihçisi
Nuray Turan, Ev hanımı
Şahika Yüksel
Mehmet Çakmak, Doktor
Kami Sevim, Restoratör
Ahmet Balioğlu, İşletmeci
Fatma Balioğlu, Avukat
Gulten Pakdil, Öğretim Üyesi
Ali Berkan, Emekli İth. Paz. Uz.
Haluk Kaplanoğlu, Film Dağıtımcısı
Ayla Ödekan, Sanat Tarihçisi
Doğa Doğu, Çevirmen
Didem Incegöz, Bilgi Üniversitesi Reklamcılık Öğrencisi
Melih Yenigün, Hekim
Ayda Uluhan, Doktor
Tilbe Saran
Cüneyt Türel
Gökşin Sanal, Emekli Yönetici
Nazan Yücel, Y. Mimar
Merve Tezcan
Nazan İpşiroğlu, sanat yazarı
Prof. Dr. Özgür Kasapçopur, Tıp doktoru
Ural Aküzüm, Avukat
Mine Özgüroğlu Çukurçeşme, Doktor
Serra Yılmaz, Oyuncu
Deniz Tarba Ceylan, Öğretim üyesi
Hüsam Süleymangil, Rehber
Neslihan Yalav, Kütüphane görevlisi
Deniz Yalav, Rehber
Gül Yalav Tan, Psikolog
Yael Barşah, Klinik Psikolog
İsmet Ok, Kimya Mühendisi
Ceren Algon, Mimar
Zeynep Erkut, Emekli
Ahmet Eyiceoğlu, Yük. Elektrik Müh.
Şevin Welbourne, Bankacı
Ayşenur İğdem, Doktor
Canan Barut, İşletmeci
Sibel Özman, Yönetici
Gül Emel Karakaş, Ekonomist
Ebru Tanrikulu, Endustri Muhendisi
Noyan Özkan, Avukat
Ayşe Saylam, Yönetici Asistanı
Esma Sevgim Turan, Reklamcı
Burak Sencil, İktisatçı
Özge Demirdöğen, Sosyolog
Isenbike Bilgili, Avukat
Hasan Oğan, Doktor
Tuğba Tanrıkulu Çil, Pazarlama Uzmanı
Zeynep Balaban, İç Mimar
Özlem Öğüt Yazıcıoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim üyesi
Engin Bayraktar, Şirket Yöneticisi
Sevinç Özgen, Hekim
Tuncay Pulcu
Türker Vardar, Endüstri Mühendisi
Esra Mungan, Boğazici Universitesi Öğretim üyesi
İklil Şanal, Avukat
Oğuz Berk, Doktor
Nuzhet Betil, Mali Müşavir
Bekir Tasalı
Özge Pınar Yasavul, Mimar
Nihan Bora, Gazeteci
Dilek Tüzün Aksu, Akademisyen
Enis Durak, Prodüktör
Berk Doğan, Fotoğrafçı
Alaz Pesen, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi
Neşenur Domaniç, Çevirmen
Senem Göl Beşer, Akademisyen
Turan Kurtuluş, Avukat

Fuat Beşkardeş,Doktor

Yukarıdaki metni onaylıyorsanız ve siz de adınızın, soyadınızın ve mesleğinizin onaylayanlar listesinde yer almasini istiyorsanız lütfen ad, soyad ve mesleğinizi bir e-mail ile

onay @ işareti emeksinemasiniyasatalim.org

adresine yollayınız. Onaylayanların listesini bir sonraki güncellemede sitemizde yayınlayacağız. E-mail adresiniz gizli tutulacaktır. 18 yaşını doldurmuş olmanız gerekir. Üniversite öğrencileri, üniversitelerinin isimlerini ve bölümlerini de yazabilirler.

 

Türk sinemasıyla özdeş Yeşilçam sokağındaki 86 yıllık Emek sineması, yalnızca Istanbul’un değil Türkiye’nin sinema geçmişini barındırmaktadır. Yalnız Istanbul’un değil aynı zamanda Türkiye’nin sembol sineması olan Emek sinemasının özelleştirilmesini, ardından yıkılarak alışveriş merkezi içine taşınmasını öngördüğü basında yer alan proje yalnızca bir kültürel mirasımızın yok edilmesi, sinema geçmişimizin bir parçasının silinmesi değildir. Aynı zamanda, bağımsız sinema salonlarının yok oluşu meselesidir, bağımsız sinemaya, sinema sanatının geleceğine vurulan ağır bir darbedir. Bugün sinema hızla büyük şirketler tarafından üretilen, büyük şirketler tarafından dağıtılan, büyük şirketlerin zincir salonlarında gösterilen bir ürün haline gelmektedir. Bu niteliğe sahip sinemanın diğer ticari sanayi ürünlerinden örneğin bir otomobilden bir farkı kalmamıştır. Hatta dikkatli bakılırsa otomobillerin dağıtımının bile daha az merkezi olduğu göze çarpar, çünkü otomotivde yerel bayiler vardır. Emek sineması yalnızca geçmişin değil, kültürel geleceğimizin de bir parçasıdır. Bunu birkaç örnekle anlatmakta büyük fayda görüyorum. Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Atıf Yılmaz’ın ölümünü öğrenen sinema camiası o sabah apar topar Emek sinemasında bir araya gelmişti. Bu tamamen refleks olarak gerçekleşen bir toplanmaydı, çünkü Türkiye’de sinemanın adresi Emek sinemasıydı. Dünyanın pek çok ünlü yönetmeni ve Hollywood yıldızları, örneğin Harvey Keitel 2005’te, John Malkovich 2009’da yaşam boyu başarı ödüllerini bu sinemada izleyicilerin önünde aldılar. Emek sineması yıkılırsa geriye sadece alışveriş merkezindeki sinemalar kalacak. Düşünün bir, Atıf Yılmaz’ın ölümü üzerine toplanan sinema camiasının alışveriş merkezinin müzikli, gürültülü kalabalıkları arasında bir salona doluştuğunu! Lütfü Kırdar Kongre sarayı var diyenler burasının bir çok amaçlı toplantı merkezi olduğunu sinema kültürüne ait olmadığını biliyorlardır. Ya o gün bayi toplantısı varsa? Çareyi Starbucks’ta toplanmakta mı bulacak sinemacılar? Veya John Malkovich odülünü sinemada seyircilerin alkışları önünde almak için alışveriş merkezindeki sinemaya gelecek, çıkışta da yaşam boyu başarı ödülünün yanında kendine bir lastik ayakkabı mı alacak? Bu örnekler Emek sinemasının yıkılmasının ne kadar akıldışı olduğunu nasıl yeri doldurulamaz bir boşluk bırakacağını gösteren örneklerden sadece birkaçıdır. Yukarıdaki örneklerden ve yandaki sütunda yer alan Emek için nihai çözüm önerisinden de anlaşılacağı üzere Emek sineması, yalnızca kültürel mirasımız değildir, aynı zamanda Türk ve dünya bağımsız sineması için geleceği temsil etmektedir.

Mehmet Kurtkaya

JULİE&JULİA….


Film, birbirinden elli seneden fazla zamanda ayrı olarak, iki bireyin hemen hemen benzer koşullar içinde zorlukların nasıl hakkından gelerek, başarıya ulaştıklarını sergilemektedir.

Filmin birinci kahramanı, gelmiş-geçmiş büyük şeflerden Julia Child olarak sunulmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı bitmiş, Paul (Stanley Tucci) ve Julia Child (Meryl Streep) çifti 1948 Fransa’sının, Paris’indedirler. Paul, Amerikan Konsolosluğuna atanmış ve çalışmaya başlamıştır. Eşi Julia ise dilini bilmediği bir memlekette etrafında ilgisini çekecek bir uğraşı bulamamaktadır. Julia o zamana kadar meslek sahibi olmamış, bütün yaşamını kocasına odaklamış, çocuk sahibi olmak istemesine rağmen de annelik zevkini yaşayamamıştır. Paul ve Julia birbirlerini çok sevmektedirler.

Filmin ikinci kahramanı ise Julie Powell (Amy Adams) olarak sergilenmektedir.

Julie ufak bir kasabada kocası Eric (Chris Messina) ile mütevazı bir yaşamı sürdürürken, eşinin New York’un en ünlü dergilerinden birine editör olarak atanması ile 2002 yılının “Büyük Elma” sına göç etmiştir (Amerikalılar, New York’a Büyük Elma takma adını vermişlerdir). Pizzacı’nın üstündeki çok küçük dairelerinde ite-kaka-sıkışık bir şekilde idare etmektedirler. Julie geçirdikleri senede olan uçak kaçırma ve Dünya Ticaret Merkezi’nin uğradığı terörist hücumundan sonra mağdur olanların sağlık, sigorta ve yasal gereksinimlerini gözden geçiren bir acentada çalışmakta ama yarı kalan kitabını bastıramamanın-yayınlayamamanın kaygısını sürdürmektedir. Paralel hikayedeki Paul ve Julia gibi, Eric ve Julie’de birbirlerini çok sevmektedirler.

Julia bir zaman değişik konularda ders almaya bile yönelir. Bununla beraber hepsinden sıkılır; boş kalmadan dolayı mutlu değildir. Bir şeyler yapmak, üretmek, kocasının da, konsolosluk çevresinin de kendisiyle iftihar etmesini umutlamaktadır. Oradaki birkaç Amerikalı arkadaşının da önerisiyle yemek yapma-pişirme-kotarma derslerine başlar. Birden aradığını bulduğunu izler. O zamana kadar “bir yumurta bile pişirme” konusuna odaklanmamış olan Julia, düşe-kalka işlere girişir ve başarılı olmaya yönelir.

Bu tarafta Julie’de, New York’ta kendini çok boş hissetmektedir. Taşınmaları esnasında teyzesinin kütüphanesinden ödünç olarak aldığı ve Julia Child tarafından yazılan meşhur yemek kitabına bir göz atar. Hoşuna gitmiştir ve İnternet’te hemen bir “blog” açar ve yemek yapım bilgilerini yayınlamaya girişir. Umulmadık bir şekilde popüler olmaya başlar. Bunun üzerine “Julia & Julie Projesi” isimli bir uğraşıda, kitaptaki 500 küsur tarife verilmiş yemeği bir seneye kadar, 365 gün içinde evde pişirmeye yönelir.

Paris’te, Julia yaptığı yemek tarifelerinin kitap halinde bastırma girişimleri arka arkaya düş kırıklığına uğratır. Basım-yayın evleri her seferinde bir yanlış bulmada ve şurasını-burasını düzeltirse basıp yayınlayabileceklerini bildirmektedirler. Mamafih, Julia hiç sendelememekte ve bilhassa kocasının büyük desteğiyle atılımlarına devam etmektedir.

New York’ta ise, Julie, aynı zorluklardan geçmekte, zaten dar ve ilkel olan mutfaklarında çok defa dökerek-saçarak-yakarak-kavurarak başarısızlıkları ardı-ardına yaşamakta ama o da bilhassa kocasının desteğiyle cesaretini kaybetmemektedir.

Bu arada, birazda politik olarak, Paul yine Fransa’da kalmasına rağmen Paris’ten Marsilya’ya tayin olunur. Bu, Julia için diğer bir gerileme kaynağı olur. Zaten, güç-bela alıştığı Paris’ten ayrılmak zor gelmektedir. Bu arada kitabı bir kere daha reddedilir. Bunun üzerine kocası, o zaman daha yeni yeni popüler olan televizyon’da şov’a çıkmasını önerir. Julia önce kabul etmezse de, çıkar ve programı çok tutulur.

Bütün zorluklara rağmen, Julie, New York’ta artık senenin sonuna gelmektedir. İnternet’teki blog’u almış-yürümüş, şimdi değişik dergiler kendisiyle söyleşi için sıraya girmeye başlamışlardır.

Nihayet Marsilya’da iken, Julia, bir basım-yayın evinden, paralel hikayede Julie’nin elindeki rehber kitabının kabul edildiğine dair haber alır. O da, kocası da, sevinçlerinden havalara zıplamaktadırlar.

New York’ta Julie’de, son yemek tarifini kendine tanıdığı bir senelik zaman zarfında bitirmiş, başarısını kocası ve arkadaşları ile kutlamaktadır. Onun da konu üzerine yazdığı kitap kabul edilmiştir.

Filmin terapide kullanımı:

İçimizde neye meyilli olduğumuzu her zaman pek anlayamayız. Bazıları, küçük yaşlardan yeteneklerini keşfedip, olasılıklarında müsaade ettiği şekilde, hangi dallarda kuvvetli iseler o alanlarda erken başarılı olurlar. Bazıları da, içlerindeki yetenekleri ileri yaşlarda tesadüfler sayesinde öğrenir ve yine olasalıkların kolaylık açılımları müsaadesinde sevdikleri alanlarda gelişebilir ve ilerleyebilirler. Hem Julia’nın ve hem de Julie’nin içlerinde sevdiklerini hakikat haline dönüştürmelerinde öyle varlıklı veya zengin olmaları yol göstermemiştir. Bilakis, her ikisi de kocalarının mütevazı maaşlarında bu güzel düşlerini hakikat haline onların desteği ve kendi atılımlarının devamı sonucunda dönüştürmüşlerdir.

Yaptığımız olumlu ve yapıcı işler, çok seneler sonra, ummadık bir zaman ve yerde, başkasına model olarak o kişinin veya kişilerin yaşamlarında başarı göstermesinde rol oynayabilir. Julia’nın o kadar zaman içinde devamlı reddedilmesinden yılmayıp, eninde-sonunda kitabını basıp-yayınlaması, yarım asır kadar bir zaman sonra Julie’nin kitap yazarını model olarak almasına ve kendi yolunda başarıya yönelmesine sebep olmuştur.

Evlilikte, eşlerin birbirine yardımcı olarak onları arzuladıkları başarı düzeyine gelmede rol oynamaları çok mühimdir. Paul’ün de, Eric’in de işlerinin yoğunluğuna rağmen bencilliğe veya klasik erkek stereotipine kaçmadan hanımlarına yapmış oldukları yardım, onları desteklemeleri, cesaret vermeleri bu filmde dikkatle izlenmesi gereken durumlardan biridir. Gönül, bütün kocaların bu şekilde “hakiki maço” olmalarını diler.

Filme, komedi düzeyinde karşılıklı Fransız-Amerikan iğnelemeleri de renk katmaktadır. Fransızların, Amerikalıları klas ve zevkten uzak görmeleri ve Amerikalıların, Fransızların aksine, davete erken bile gelmeleri komik bir şekilde sergilenmiştir. Ailece görüldüğünde keyif alınacak bu filmin kaçırılmaması önerilir

Dr. FUAT ULUS

Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerde özel odalara hasta yatırmak belirli kriterlere bağlandı.

 Tıbbi gerekçesi müdavi tabip tarafından düzenlenecek bir raporla önerilen ve baştabiplikçe de uygun görülen hastalara öncelik verilecek, bunun dışındakiler için işlemler başvuru sırasına göre hakkaniyet ve eşitlik ilkesine uygun olarak yapılacak, bu hastalardan ilave yatak ücreti talep edilmeyecek.

Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun, yayımladığı genelgede, Bakanlığa bağlı yataklı tedavi kurumlarında hasta odalarının sınıflandırılması ve sınıflarına göre taşıması gereken fiziki ve donanım şartlarının Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği’nde düzenlendiğini hatırlattı.

Tosun, buna göre, tek yataklı, buzdolabı, televizyon, telefon ve refakatçinin dinlenmesi için gerekli bölümü ve donanımı bulunan, banyolu, lavabolu ve tuvaletli hasta odalarının ”özel oda” olduğuna işaret etti.

Sağlık Uygulama Tebliği’nde ise Sosyal Güvenlik Kurumunca belirlenen standartların üzerinde sunulan otelcilik hizmetleri için, ilgili listedeki ücretlerin üç katını geçmemek üzere kişilerden ilave ücret alınabileceğinin belirtildiğini, ancak bunun için bir zorunluluk getirilmediğini vurgulayan Tosun, şunlara dikkati çekti:
”Hal böyle iken hastane yönetimlerince özel oda olarak ayrılan hasta odaları çoğunlukla yönetmelikte tanımlanan fiziki ve donanım şartlarını taşımadığı gibi, bu odalara hasta yatırma iş ve işlemlerinde herhangi bir tıbbi ve sosyal kriter belirlenmediği, yatışların tamamen hasta veya yakınlarının talebi üzerine veya hastane yönetiminin tercihleri doğrultusunda yürütüldüğü ve bu odalardan faydalandırılan hastaların kendisinden önemli tutarlarda ilave gündelik yatak ücretleri tahsil edildiği Bakanlığımıza yapılan resmi ve şifahi başvurulardan anlaşılmaktadır. Bu durum Bakanlığımızca yürütülen Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda yer verilen; sağlık hizmet sunumunun herkese eşit, hakkaniyetli ve ulaşılabilir şekilde verilmesi hedef ve ilkelerimizle bağdaşmamaktadır”

Tosun, bu nedenle Sağlık Bakanlığı hastanelerindeki özel odalara hasta yatırılırken şunların göz önüne alınmasını istedi:
-Öncelikle özel oda olarak ayrılan hasta odaları, yönetmelikte öngörülen nitelikleri taşımalı, bu niteliklere haiz olmayanlar özel oda uygulamasından çıkarılmalıdır.
-Özel odalara hasta yatırma iş ve işlemleri belirli kriterlere bağlanarak tıbbi gerekçesi müdavi tabip tarafından düzenlenecek bir raporla önerilen ve baştabiplikçe de uygun görülen hastalara öncelik verilmeli, bunun dışında kalan durumlar için ise başvuru sırasına göre yatış işlemleri hakkaniyet ve eşitlik ilkesine uygun olarak gerçekleştirilmelidir.
-Özel odalara bu şekilde yatışı sağlanan hastalardan ilave yatak ücreti talep edilmemelidir

Bekir Coşkun-Gazete HaberTÜRK
 

 

BİLİYORUM; size gurur verecek, 50-60 yılda yaptığınız bir şey arıyorsunuz, ama
bulamıyorsunuzdur…
Bir ender metro mesela…
Hani dünya ülkelerinde bilinen bir Türk markası otomobil…
Mesela bir görkemli ekonomi…
Bir tarım, bir ulaşım, bir eğitim, bir sağlık
Bilim adamları…
Buluş…
İcat…

Diyelim ki dünyaya gururla gösterebileceğiniz; bir sanat, bir moda, bir akım, bir ünlü yapıt, bir marka…
Yok…
Dün Çanakkale‘deki törenleri izlerken bunları düşündüm…
Tek gururumuzdur; dünyanın her yerinde bilinen, Mustafa Kemal’in o eşsiz ve şanlı özgürlük savaşı… Ve arkasından bir harabenin üzerine kurduğu, çağdaşlığa yüzü dönük laik cumhuriyet…
Göğsümüzü gere gere, dünyayla gösterebileceğimiz ve dün de Çanakkale’de bağıra çağıra göstermeye çalıştığınız tek gururumuz…

Ama ne yapacaksınız?..
Ne zamandır yerlere çalınan, horlanan, azarlanan, itilen, kakılan, tekmelenin bu ülkenin işte o tek gururu…
Altında savaştığı bayrağının üzerindeki kalpaklı fotoğrafının dahi göze battığı… Maddi mirası çiftliğinden, manevi mirası çağdaş kavramlara kadar, bıraktığı her
şeyin paramparça edilip yağmalandığı….
Her gece televizyonlarda aşağılanan-horlanan…
Gazete köşelerinde küfredilen…
Eserlerinin üzerine oturanların hışmına uğrayan…
İşte; o tek gururu bu ulusun…

Dün Çanakkale‘deki törenlere baktım uzun uzun…
Söylenecek çok söz yok…
Sadece…
Tırnağına kurban olun Atatürk’ün…

Yarınlar Güzel Olacak-Uzm.Dr.Dilek YEŞİLBAŞ,Hakkari…

Bir dostum geçenlerde bu aralar Hakkari’ de herkesin yüzünde gergin bir hava  ve mutsuzluk gördüğünü ve bununla ilgili bir yazı yazıp yazamayacağımı sordu.  Seve seve dedim. Dedim demesine ama ne yazacaktım. Sonra Mahatma Gandhi’ nin aşağıdaki sözleri geldi aklıma:

Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.

Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.

Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.

Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.

Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.

Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür. 

Düşünceler duyguları, duygular davranışları, davranışlar ise yaşamımızı hatta kaderimizi belirliyorsa demek ki yaşamımızı değiştirmek istiyorsak işe düşüncelerimizi değiştirmekten başlamalıyız. Çoğu zaman kararlarımızı alırken duygularımızın nasıl da işin içerisinde olduğunun farkına bile varamayız. Bana Hakkari insanının genel karakteristiği ile ilgili bir soru yöneltseler söyleyebileceğim en net bilgi çok duygusal olduklarıdır. O halde duygularımızı olumlu düşüncelerimizle etkilememiz ve sıkıntılardan kurtulmamız mümkün görünmektedir. Düşüncelerin bu etkisinden dolayı insanlar birbirlerinden etkilenirler.

Fakat Hakkari’ de tam tersi bir durum var benim gözlemlediğim kadarıyla. Genelde gerçeklik üzerinden somut bilgilerle değil, dedikodular üzerinden ve yorumlarla yaşanan bir gündelik hayat var. Ve genel olarak hakim olan durum şikayet ve hep suçu başkasında arama, sorumlu olarak başkalarını ve birilerini görme hali. Oysa bu durumun bize vakit ve enerji kaybı dışında bir getirisi olmadığını yıllardır öğrenmiş olmamız gerekirdi. Sorumlu biz olmayınca da sorumluluk ve çözüm hiçbir zaman bizde olamıyor dolayısıyla. Örneğin; Yürüdüğüm sokak kirli, öyleyse ben sokağa çöp atmamalıyım düşüncesi yerine -sokağı temizlemek belediyenin görevi, bana ne onlar temizlesin- dersek bu çok doğru bir düşünce tarzı olmamakta ve sokağın temizlenmesine hiç katkısı da olmamaktadır. Oysa o sokakta ben, benim çocuğum, benim eşim dostum yürümekte, sokağın kirliliği gerek görüntü gerekse hijyen ve sağlık açısından herkes kadar beni de ilgilendirmekte demek ki bu sokağın temiz tutulmasında bir vatandaş olarak bana da görevler düşmekte dememiz gerekmez mi? Geçtiğimiz yaz toplum gönüllüleri vakfı çok güzel bir etkinlikle kaldırımları boyama eylemi yapmışlardı. Bazıları “bu belediyenin işi değil mi? Biz neden boyayalım ?”diyenler olmuş. Oysa elimizden gelen her şey aynı zamanda da bizim işimiz sayılmaz mı? Biz komşusu açken tok uyumayı kendisine ayıp sayan bir kültürün çocukları değil miyiz? Bizim hizmetimize sunulmuş olan kaldırımı, yolu, trafik ışığını, hastaneyi vs. herkesten önce biz korumalı değil miyiz?  Geçen zaman içerisinde sadece laf ve dedikodu dışında bir şey de üretilemiyor. Bu, durum değerlendirmesi yapmayalım, gerçeğin peşine düşmeyelim demek değildir asla. Gerçekleri görelim fakat bu olumlu adımlar atmamıza sebep olsun,  engel olmasın. Mevcut şartlar içerisinde en iyisini nasıl yaparız? Kendimiz için, Hakkari için, çocuklarımız için yapabileceğimizin en iyisini nasıl yaparız? Ben bu depresif ve sıkıntılı ruh halinin oluşmasında  bu gelenekselleşmiş şikayet kültürünün çok önemli olduğunu düşünüyorum. “ Burası Hakkari, buradan bir şey çıkmaz, zaten bizim şunumuz eksik, bunumuz da yok, şartlarımız şöyle kötü vs. vs…” Laf ve şikayet yerine çözüm ve çaba üreten bir hale geldikçe, herkes kendi evinin önünü süpürdükçe, iğneyi kendimize çuvaldızı ele batırmak mantığı hakim oldukça aynı şartlar içerisinde daha üretken ve mutlu bir hayat yaşamak mümkün olacaktır. Bu şüphesiz ki zaman içerisinde eksikliklerimiz tamamlamaya, herkesin sahi  olduğu standartlara sahip olmamıza engel bir tutum değildir.

Tarihte önemli, bir şeyler başarmış pek çok insana baktığımızda onların aslında hiç te mükemmel şartlardan gelmediklerini, hatta son derece olumsuz yaşam koşullarının onlar için hep ileriye gitmelerinde bir motivasyon aracı olduğunu görürüz. Belki Hakkari’ de olmak, adeta bir çukurun içerisinde bulunuyor olmak hissi bizi bu çukurdan çıkma çarelerini aramakta, başarıya giden yolda en önemli motivasyonumuz olabilir. Dağların arkasında bir güneşin varlığını bilmek , kafamızı kaldırmadan ufuk çizgisini görememek güneşe erişme idealimi ve ufuk çizgisine ulaşma azmimi neden artırmasın? Oturup halimden şikayet etmemin bana ne faydası olacak? Sorularının cevaplarını objektif bir vicdana sorduğumuzda alacağımız cevaplar geleceğimize yön verecektir.

Umut dağların ardında ise senin vazifen “neden bu dağlar var, ben neden buradayım?” gibi hiçbir zaman cevabını bilemeyeceğin, bilsen de pratikte işine yaramayacak soruların peşinde umutsuzluğa düşmek yerine “bu dağları nasıl aşarım?” gibi soruların cevabını bulmaktır.

Karınca hacca gitmek üzere yola çıkmış. Görenler gülmüşler. “Sen küçücük bir karıncasın. Bu kadar küçük adımlarla çölleri aşıp oralara varamazsın” demişler. Karınca hiç hızını kesmeden şöyle cevap vermiş: “Gidemezsem de bu yolda ölürüm.”

Sizi bilmem ama ben Hakkari’ nin gençliğine çok güveniyorum. Ve şikayetlere değil kendine güvenen, çabalayan ve başaran pek çok genci gördükçe geleceğe dair umutlanıyorum. Çok değil az bir zamanda pırıl pırıl bir geleceği hayal ediyorum

Sokaklarında tanklar gezen şehirden…Uzm.Dr.Dilek YEŞİLBAŞ

Biliyor musunuz çok üşüyorum bu akşam?

Soğuktan mı yalnızlıktan mı bilmem?

Bir bilgisayar ekranından almaya çalıştığım nefesin boğazıma tıkanmasından mı, sokaklarında tanklar gezen bu şehirden korkumdan mı bilmem? Korkum kendim adına mı yoksa bu sokaklarda büyümek zorunda olan çocukların zihinlerinin nasıl şekilleneceği endişesinden mi bilmem? Uzun namlulu tüfek taşıyan, kocaman ayaklarında kocaman botlar giyen küçük adamların görüntüsü mü beni ürküten, yoksa bu adamların üzdüğü insanların ezikliği mi bilmem?

Karşıma gelip potansiyel suçlu olmadıklarını izah etmeye çalışan, bir dolu açıklamayı yapmak zorunluluğunu boyunlarında bir kambur gibi taşıyan bu insanların sönük bakışlarındaki çaresizlikten mi bilmem?

“Düşündüğünüz gibi değil doktor hanım, zannettiğiniz gibi değil.” Ne zannediyor olduğumu kastettiklerini anlamamın bile bir zaman almasına hayıflandığımdan mı bilmem? Bu kadarını idrak edecek kadar bile onların acılarından bihaber oluşumdan mı, bu vesileyle tekrar tekrar çıkardığım mahkemede insanlığımı her seferinde daha suçlu buluşumdan mı? Horlanmışlıklarından mı ya da Leyla’ ya çok yakıştırdığım bir ifadenin buralara çok uymasından mı bilmem? “Ötekileştirdiklerimiz” ve biz arasındaki derin uçurumun, derinliğini hissedişimdeki dehşetten mi bilmem?

Yoksa kadınların derin bakışlarındaki umutsuzluk mu?

İstanbul da hiç aklıma gelmeyen bir sorunun burada rutin muayenemin bir parçası haline gelmesi mi yoksa beni üşüten? “Kocanızın kaç eşi var ve siz kaçıncısınız?”  Sönük bakışları taşıyan omuzların çökkünlüğü mü, 16 yaşında 8 çocuklu bir ailenin en büyük kızı olmak dışında okuyamama mesnedi gösteremeyen Zeliha’nın yere bakan gözleri mi beni üşüten?

Aileleri köyde ya da orada burada olan çocukların okuma gayretlerinin bende uyandırdığı hayranlık hissinden mi, yaşlarının çok daha üzerinde bir olgunlukta olmak zorunda oluşlarından mı? 7 yaşındaki kardeşini doktora getiren 9 yaşındaki abinin “bu söylediklerimi kim yapacak, bu çocukla kim ilgileniyor” sorusuna verdiği “ben ilgileniyorum, ben yapabilirim dediklerinizi” yanıtının içime saplanan bir ok oluşundan mı, kardeşinin minik elini tutarken gösterdiği kahramanlığın farkında olmayışından mı bilmem? Kalbimin günde kaç kere cız ettiğini, burnumun direklerinin sızladığı hengâme de gözlerime hücum eden yaşları geri göndermenin verdiği zorluktan mı bilmem?

Dostları çok özlediğimden mi, bütün bunlara şahit olduktan sonra oraya gelmek istemeyi bile insanlığımı sorgulamak için yeterli bir sebep görmemden mi bilmem?  Akif’ in bir dizesinin ruhumda uyandırdığı heyecana burada başka bir boyut eklenmesinden mi, işte şimdi ne demek istediğini anladım dememden mi bilmem?

“Ey sıkılmaz!

 Ağlamazsın, bari gülmekten utan.”

… Bu yazı Hakkari’ ye gelişimin birinci ayında kaleme alınmıştır. Sizlerle paylaşmak istedim. Sevgiyle.

İngiliz The Times Gazetesi tarafından Türkiye’de gidilmesi gereken gizli kalmış bölgelere olarak gösterilen 6 yerden 5’i, Muğla il sınırları içinde yer alıyor.

Ankara– The Times Gazetesi’nin ”Gizli Türkiye: 6 gizli tatil yeri” başlıklı haberinde Fethiye’deki Şövalye Adası, Fethiye Ölüdeniz’deki Faralya köyü, Marmaris’in Selimiye ve Söğüt, Ula’nın Akyaka köyü Bodrum’daki Ortakent ve Kaş’taki Bezirgan köyüne yer verildi.

Bu tür haberlerin Marmaris’in değerini daha da artırdığını Marmaris Belediye Başkanı Ali Acar, ”Söğüt ve Selimiye, doğal güzelliği ve bozulmamış doğası ile ön plana çıkmış yerler. Bu değerlerimizi çok hassas bir şekilde korumamız ve kullanmamız lazım. Doğal güzelliklerimizin korunması ve Marmaris’in değerini bir kat daha artırmak için üzerimize düşün her şeyi yapıyoruz’‘ dedi.

Acar, Türkiye’ye tatile gelen insanların çarpık yapılaşma, betonlaşma ve kentlerin yoğun trafiğinden kaçtığına işaret ederek, ”Turistler Marmaris’e sadece konaklamaya gelmiyor. Bu çevreyi geziyor dolaşıyor. Bölgemize çevre bilinci olan turistler geliyor. Turist tatil yaptığı yerde doğanın korunmasını istiyor” diye konuştu.
 

Ortakent

Bodrum’un Ortakent-Yahşi Belediye Başkanı Mehmet Onur Şahbaz ise beldenin, Bodrum’un en bakir kalmış ve korunmuş bölgelerinden biri olduğunu söyledi.
Beldenin yaklaşık 5 kilometre uzunluğunda bir sahil şeridi ile çok temiz bir denize sahip olduğunu belirten Şahbaz, şöyle konuştu:
”Beldede mandalina ve zeytin bahçelerinin yanı sıra köy yaşantısı da var. Bu nedenle hem tatil hem de yaşamak için ideal bir yer. Beldemizde yaklaşık 5 bin yatak kapasitesi var. Bunun yarısı yurt içi yarısı ise yurt dışı ağırlıklı çalışıyor. Yabancılar arasında en fazla İngiliz ve Fransız turistler yoğunlukta. Ortakent’in korunmuş halini ileri ki yıllarda da koruyarak ilginin artmasını sağlayacağız.”

Beldeye gelen turistlerin doğa ile baş başa kalabilme imkanı bulduğunu anlatan Şahbaz, ”Bu çok önemli bir özellik, belde binaya boğulmamış. Bu nedenle herkesin gelmek istediği bir yer. Beldeye yılda ikinci konutlar hariç, konaklama tesislerine yaklaşık 10 bin yerli, 10 bin kadar da yabancı turist geliyor. Beldemizi tanıtmak amacıyla broşür ve CD yaptırmak için çalışmalarımız var” diye konuştu.

Belediye başkanı ve belde halkı olarak ne kadar farklı bir yerde yaşadıklarının farkında olduklarını belirten Şahbaz, amaçlarının, ”beldenin güzelliklerini uzun yıllar korumak” olduğunu söyledi.
 

Akyaka ve Faralya

Ula’nın Akyaka Beldesi Belediye Başkanı Ahmet Çalca ise Akyaka’nın ”Sakin şehir” başvurusu yapmak için beldede 17 Nisan’da referandum yapacaklarını belirterek, ”Akyaka kent konseyi tarafından belediye çalışanları ile birlikte vatandaşlarımıza, sakin kent olduğumuzda neler yapabileceğimizi anlatacağız” diye bildirdi.

Fethiye’nin Ölüdeniz beldesindeki Faralya Köyü’nün muhtarı Bilal Semerci de, AA muhabirine, Faralya’yı Türkiye’deki en sakin tatil köyü olarak gördüklerini anlatarak, ”Buraya gelen turistler küçük pansiyonlarda kalabiliyor sabahları da köy kahvaltısı yapabiliyorlar. Burada her şey doğal. Turistler Kelebekler Vadisi’ni de ziyaret edebiliyorlar. Kelebekler Vadisi’nin müthiş bir doğası var. Ayrıca burada kamp yerleri de var. Gelen misafirler kamp yapma imkanı da buluyor. Buraya bir kez gelen, memleketine döndüğü zaman eşini, dostunu tanıdığını buraya gönderiyor. Biz de buraya gelen misafirlerin memnun ayrılması için elimizden gelen çalışmayı yapıyoruz” diye konuştu.

The Times gazetesinin haberinde, bu yerlerin az sayıda insan tarafından bilindiği, trafik gürültüsünden uzak olduğu, doğal güzellikleriyle öne çıktığı anlatılmıştı.

Evlerde adeta bir ”fanus” içinde büyütülen çocukların, bağışıklık sistemleri tam anlamıyla gelişmediği için anaokuluna veya ilköğretime başladıklarında sık sık hasta oldukları bildirildi.

Bursa – Uludağ Üniversitesi (UÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nihat Sapan, şehirleşmenin artmasıyla birlikte son yıllarda çocukların evlerde, kapalı ortamlarda, dışarıyla çok fazla irtibatı olmadan büyütüldüklerini söyledi.

Aşırı koruyucu olan anne-babaların, ”hasta olmasın” diye çocuklarını evden bile çıkarmadıklarını ifade eden Sapan, akranlarıyla da temas etmeyen bu çocukların bağışıklık sistemlerinin tam anlamıyla gelişemediğini vurguladı.

”Mikroplara da ihityaç var”

Çocukların sokağa çıkmayıp evde televizyon veya bilgisayar başında zaman harcamalarının, geçirilen rahatsızlık sayısını azalttığına işaret eden Sapan, şöyle konuştu:

”Evet, bu dönemde hasta olmuyorlar. Ama bu durum, okulun ilk yılında görülen hastalıkların sayısının artmasına neden oluyor. Kapalı ortamda, diğer çocuklarla temas etmeden büyüyen çocuklarda, anaokuluna ya da ilkokula başlamayla birlikte hastalık sıklığında bir artış oluyor. Çocukların bağışıklık sistemlerinin gelişebilmesi için mikroplara da ihtiyacı olduğu unutulmamalı.”

”Obeziteye neden oluyor”

Prof. Dr. Sapan, öte yandan bu çocuklarda evde, fazla enerji harcamadıkları için kilo problemi ve obezitenin de ortaya çıkabildiğini dile getirerek, şunları kaydetti:

”Çocukların çok sıkı koruma önlemleriyle büyütülmeleri onlara yarardan çok zarar verebilir. Mikroplarla zamanında tanışmayan çocuklar, bağışıklık sistemlerini geliştiremiyor. Diğer çocuklarla daha sık bir arada olmaları, onların gelişimleri ve sağlıkları açısından önemli. Doğuştan bağışıklık problemi olmayan çocukların, sıkı bir denetimle her açıdan dezenfekte edilmiş kontrollü ortamlarda büyütülmeleri sonraki yıllarda alerjik hastalıkların gelişmesine de neden olabilmektedir. Aileler çocuklarına karşı aşırı koruyucu olmamalı. Çocukların bir kış sezonunda 6-8 defa ateşli hastalık geçirmesi normaldir. Bu, onun bağışıklık sisteminin gelişmesini destekler.”

‘Dersimiz Atatürk’ gerçekleri anlatıyor

Özakman, bugün “sahte tarih” içinde boğulan, yalan yanlış anlatılan Atatürk imajı ile kafaları doldurulmuş tüm yurttaşlara bu filmin “iyi bir ders” niteliği taşıdığını vurguladı.

Cumhuriyet– Türkiye’de en çok okunan kitaplar listesinde bulunan “Şu Çılgın Türkler”in yazarı Turgut Özakman’ın senaryosunu kaleme aldığı ve oyuncuları arasında Halit Ergenç, Çetin Tekindor gibi isimlerin bulunduğu “Dersimiz Atatürk” filmi, 19 Mart’ta vizyona girecek. Yapımcılığını, Birol Güven ve Serkan Balbal’ın üstlendiği filme ilişkin, Özakman, bugün “sahte tarih” içinde boğulan, yalan yanlış anlatılan Atatürk imajı ile kafaları doldurulmuş tüm yurttaşlara bu filmin “iyi bir ders” niteliği taşıdığını vurguladı. “Atatürk’ü anlatmak bir ders ise eğer, bu hepimizin borcudur. Hepimiz Atatürk’ü doğru anlatmak zorundayız. Bu filmin en büyük özelliği doğru olması. Hiçbir yerde ne bir abartı var, ne de bir eksik… Belgelerle, tanıklarla, yüzde yüz doğru olduğu bilinen bir hayat ve tarih… Tartışmalara yer yok” derken ülkenin bugün “Atatürk açılımı” yapmaya gereksinimi olduğunu da dile getirdi. Filmin senaryosunu yazan yazar Turgut Özakman ile “Dersimiz Atatürk”ü konuştuk:

– Son yıllarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını konu edinen pek çok film çekiliyor, tiyatro oyunları sahneleniyor ve kitaplar yazılıyor… Atatürk’ün yaşamı üzerine araştırmalar yapan, kitaplar yazan biri olarak siz, son dönemdeki bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Keşke daha çok film çekilebilse, tiyatro oyunu sahnelenebilse ve kitap yazılsa… Çünkü ne yazık ki bizler yakın tarihimizi iyi bilmiyoruz. Ancak bilmek zorundayız. Her Türk yurttaşının görevidir tarihini bilmek… Atatürk’ü anlamak… Bugün çocuklarımız çok talihsiz. Az bir tarih bilinci ile yetişiyorlar. Bizlerin de o çocukların bilgi eksikliğini gidermemiz gerekiyor.

Öğretmenlerimizin de bilgi eksikliklerini tamamlamamız gerek. Özellikle son yıllarda, okullarda, yakın tarihimiz hakkında yeterli donanıma sahip kişiler yetişmiyor. Bu nedenle de ben, bu türlü çalışmaları çok saygıyla karşılıyorum. Atatürk’le ilgili doğru şeyleri anlatan filmleri, tiyatro oyunlarını yapmaya çalışanlara başarılar diliyorum.

‘Sahte tarihle çocukları boğduk’

– Peki, sizce bu filmlerin ya da tiyatro oyunlarının kaç tanesi Atatürk’ü doğru anlatıyor?

– Atatürk’ün tüm yaşamını kapsayacak bir film yapmak çok zor bir olay elbette. Çünkü Atatürk’ün her anı bir aşama… Bu aşamalardan birini atlayıp salt bir bölümü anlatmaya kalkarsanız, eğer olayların evveli ya da sonrası bilinmiyorsa çok zor. O nedenle de Atatürk’ün yaşamını doğru anlatmak çok önemli işte.

Şimdi ben herkese soruyorum: Atatürk ile ilgili gerçekte ne biliyorsunuz? Hepimiz Atatürk’le ilgili olarak, bakla tarlasında karga kovaladığını biliyoruz. Bu mudur Atatürk yani? Onun için bizim “Atatürk açılımı” yapmamız gerekiyor.

Biz bugün ne yazık ki “sahte tarihler”le masum çocuklarımızı boğduk. Atatürk hakkında onları yanlış düşünmeye sevk ettik. Bugün belki de Türkiye’de, 3-5 milyon insan vardır Atatürk’ü “din düşmanı” zanneden. Böyle kulaklara üfürülüyor bunlar. Bunların hiçbiri doğru değil.

O nedenle biz bugün gerçekten yakın tarihimizi iyi bilsek, aramızdaki bloklaşma yavaşlar ve durur. Daha çok kenetleniriz birbirimize… Hangi düşüncenin ve kimlerin etrafında buluşacağımızı daha kolay anlarız. Türkiye’nin sorunlarını daha kolay çözümleriz.

– Bu filmde, sinemaseverler Cumhuriyetin hangi şartlar altında kurulduğunu izleyecek diyebilir miyiz?

– Lozan Antlaşması’ndan da bahsetmek isterim. Çünkü çok önemlidir. Lozan Antlaşması, emperyalizmle son hesaplaşmadır. Orada emperyalizmi, bilgili ve küstah bir adam olan Lord Curzon temsil ediyordu. Türkiye’yi de İsmet Paşa… Bizimkiler, “Biz Sakarya’da, Dumlupınar’da ve Büyük Taarruz’da emperyalizmi yendiysek Lozan’da da yeneriz” diye düşündüler. Dişe diş mücadele edildi. Görüşmeler altı aya yakın sürdü. Dünyanın en uzun süren barış antlaşmasıdır Lozan. Orada yalnız, Anadolu içinde, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan, yeni oluşmakta olan Türkiye ile hesaplaşılmadı. Osmanlı ile de hesaplaşıldı. Neler getirildi masanın üzerine… Ne hesaplar soruldu.

Sevr yırtıldı diyoruz ama Batılılar o dosyayı yeniden komisyona getirdiler. Ama çok sert tepki görerek tekliflerini geri çekmek zorunda kaldılar. “Ya imzalarsınız ya da gidiyoruz” diyerek ültimatom vermeye kalktılar. İsmet Paşa reddetti tüm bunları. İyi ki de reddetti.

Çünkü Sevr’in yumuşatılmış hali de vardı. Lozan’ın kusurları yok mudur? Dünyada kusursuz bir diplomatik anlaşma yoktur. Ancak orada gözlemci olarak bulunan bir ABD’li diplomatın da dediği gibi dünyadaki en büyük diplomatik başarıdır Lozan.

– Tüm bu süreç bir sinema filminde…

– Elbette. Türkiye bu mücadelelerin ardından bağımsızlığına kavuştu. Ama Türkiye’nin yenmesi gereken başka şeyler daha vardı. Yoksulluğu, yolsuzluğu, bilgisizliği, kadın ve erkek arasındaki utanç verici farkı da yenmek zorundaydık.

Bakınız Cumhuriyet nasıl bir miras teslim aldı? O dönemde ülkede okuma-yazma oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4. Kişi başına düşen milli gelir 4 lira, kişi başına düşen kamu harcaması 50 kuruş. Dört bin kilometre demiryolumuz var ancak bunların bir metresi bile bizim değil. Yerüstünde ve yeraltındaki bütün servetler yabancıların elinde, sonra millileştiriliyor. Sanayi yok.

Güya tarım ülkesiyiz ama Hitit yöntemlerini kullanıyoruz. Köylünün toprağı yok. Köylü çiftçi değil. Ufak bir toprağı varsa, ancak karnını doyurabilmek için ekip biçiyor. Fazlasını üretse nereye götürecek? 42 bin köylümüz var ancak 200’e yakın ebemiz var. Bu nedenle Anadolu’daki bebek ölümlerinin oranı yüzde 80’e yakın. Devletin elindeki doktor sayısı 337.

Yani Cumhuriyet böyle kuruldu. O nedenle de Çanakkale’yi, Mili Mücadele’yi ve Cumhuriyeti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bunları birbirinden ayırıp, anlatmaya kalkmak tarihçilerin işi değildir. Bunu “sahte tarihçiler” yapar.

Tüm bunları neden anlattım? Atatürk filmi yaparken gerçeği çok iyi bilmek gerek. Yani iki, üç Atatürk’le ilgili kitap okumakla bu iş olmaz. Atatürk hakkında ben bir hükümde bulunmadan önce, Atatürk’ü tanımış olanların kitaplarının tümünden, Atatürk ile ilgili ne diyorlar diye bakıyorum. Âdetleri, uykusu, yemeği.. demokrasiye ve çocuklara, kadınlara nasıl bakıyor diye bakıyorum. Ondan sonra Atatürk’le ilgili konuşuyor ve yazıyorum.