Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

İstanbul, Ankara ve İzmir illerinde gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, Türkiye’de reçetesiz ilaç kullanımı oranı yüzde 48 olarak belirlendi.

 Synovate Araştırma tarafından, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 16 ülkede toplam 12 bin 500 kişi ile gerçekleştirilen ”Reçetesiz ilaç kullanımı” araştırmasının sonuçları açıklandı.

Türkiye’de İstanbul, Ankara ve İzmir illerinde 18–54 yaş arası kadın ve erkek olmak üzere toplam 515 kişi ile gerçekleştirilen araştırmaya göre, son 6 ay içinde reçetesiz ilaç alanların oranı Türkiye’de yüzde 48. Reçetesiz en fazla satın alınan ürün ise ağrı kesiciler.

Tüm ülkelere bakıldığında, ağrı kesiciler, yüzde 51’lik oranla kişilerin en çok yanında taşıdıkları ilaç oldu. Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 75 ile başı çekerken, bu ülkeyi Hollanda takip etti. Bu ilaçların en az satın alındığı ülke ise yüzde 10 ile Tayvan oldu. Ağrı kesicileri diğer ülkelerde ishal ve mide ilaçları takip etti.

Öksürük ve soğuk algınlığı ilaçları ve vitamin-mineral destek ürünleri, ağrı kesicilerden sonra araştırmaya katılan Türkler tarafından en çok satın alınan reçetesiz ürünleri oluşturdu.

Son 6 ay içerisinde reçetesiz ilaç alanların yüzde 85’i bu ilaçları eczanelerden temin etti. İnternet ve diğer kanallardan satın alım ise düşük düzeyde kaldı.

Araştırmaya katılan Türklerin yarısından fazlası, ailesi veya kendisinin kullanımı için tanınmış markaları tercih ediyor.

Sağlık problemleri ve tedaviler hakkında ana bilgi kaynağını uzman hekimler ve pratisyen aile hekimleri oluşturuyor. Hekimlerin ardından, en çok başvurulan bilgi kaynağı geçmiş tecrübeler ve eczacılar. Chat, forumlar, sohbet siteleri de sağlık problemleri ve tedaviler hakkında bilgi alınan kaynaklar arasında.

Bekir Coşkun
Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir…

 

“SEFER tası bakırdandır

Yemen yolu çamurdandır

Zenginimiz bedel öder

Askerimiz fakirdendir…”

Ne zaman “bedelli” yazısı yazsam, bu eski  asker türküsünü en başa koyuyorum.

Çünkü bu bir eski çığlıktır…

Gözü kör olsun, yoksulluğun çığlığı…

Postalından palaskasına, karavanasından nöbetine kadar, herkesin en eşit olduğu “kutsal görevde”  dahi, zenginliğin karşısında çaresiz yoksulluğun çığlığı…

Zengin para verecek ve askerlik yapmayacak… Parası olmayan dağlara gidecek, zenginin yerine karanlık çukurlarda evini özleyip ağlayacak, gerekirse vurulacak…

Belki de hiç dönmeyecek, zenginin yerine…

Bunu önermek, istemek, savunmak…

Bu kadar yitirdi mi kendini Türkiye…

Benim asıl söylemek istediğim ise:

Bu açılan görülmemiş kampanya, bu akıl almaz lobi, bu internet  bombardımanı… Kamuoyunu  aylardır dürten bu üstün çaba…

İyi de, başka zamanlar nerelerdesiniz?..

Yüzlerce çocuk kaybolduğunda, kızlar saçlarından tutulup sürüklendiğinde, emeğini arayan işçiler havuzlara sürüldüğünde, çiftçiler domateslerini, besiciler  sütlerini asfalta döktüğünde… Diyelim ki; İstanbul’un ormanlarından Akdeniz’in koylarına… Karadeniz’in yeşilinden Marmara Denizi’ne kadar, doğamız yağmalanıp çalındığında…

Dev ulusal varlıklarımız ele peşkeş çekildiğinde…

Türkiye, AB umudunu yitirdiğinde…

Laiklik suç, Atatürkçülük kabahat sayıldığında ve sesi çıkan herkes hapishanelere doldurulduğunda….

Nerelerdeydiniz?..

Anlıyorum ki derdiniz vatan-millet değil, sadece nalıncı keseri gibisiniz…

Şimdi; sizin ve sizin gibilerin duyarsızlığı yüzünden çağdaşlaşamamış, yönünü yitirmiş, şaşkın ve  mutsuz bir ülkede “modern dünyada olanı” istiyorsunuz, öyle mi?..

Ne hakla?..

bcoskun@htgazete.com.tr

ÇOCUKLARIN CİNSEL İSTİSMARA UĞRAMASINI ÖNLEMEK DEVLETİN ASLİ SORUMLULUĞUDUR. BEDENİ VE RUHU ÖRSELENMİŞ BİR ÇOCUĞUN GELECEĞİ DE YARALIDIR

Siirt’te dördü kardeş, yedi ilköğretim okulu öğrencisine yönelik çok kişi tarafından gerçekleştirilen yineleyici nitelikteki cinsel saldırı ve tecavüz kamuoyunun vicdanında büyük sarsıntı yaratmıştır. Bu üzücü olay çocuk istismar ve ihmalinin toplumumuzda ne denli ciddi ve o denli örtük kalmış bir olgu olduğunu, istismarı önlemeye, ortadan kaldırmaya yönelik önlemleri yaşama geçirmenin ne denli yaşamsal olduğunu bir kez daha göstermiştir. Türkiye Psikiyatri Derneği ve Adli Tıp Uzmanları Derneği olarak bu konu ile ilgili bilgi ve görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz.. İstismar nedir? “Çocuk istismar ve ihmali” kavramı; çocukların, sorumluluk, güven ya da güç ilişkisi kapsamında, bedensel ve/veya psikolojik sağlıklarına zarar verecek, gelişimlerini engelleyecek biçimde uygulanan tüm fiziksel, duygusal ya da cinsel tutumları, ihmali ve ticari amaçlı sömürüyü kapsamaktadır. Tüm dünyada ihmale, şiddete uğrayan, ihmal edilen, ticari ve cinsel sömürünün nesnesi olan alkol ve madde kullanan çocukların sayısı giderek artmaktadır. Bir milyar çocuk sağlıklı ev ortamından uzakta büyümektedir. Türkiye’de 16.000 çocuk üzerinde yapılan bir çalışmada herhangi bir istismar biçimine maruz kalma oranı %33 olarak tespit edilmiştir. Yoksulluk, işsizlik, sosyal desteğin olmaması, zayıf olması, aile içinde geçimsizlik ve şiddetin varlığı, evde çok sayıda çocuk olması gibi etkenler çocukların ihmal ve istismara uğramasını daha da arttırmaktadır. Çocukların cinsel istismarı genellikle 8-12 yaş arasında yoğunluk göstermektedir. Cinsel istismara uğrayanların % 60-70’ini kız çocukları oluşturmaktadır. 2000-2001 yıllarında Adli Tıp Kurumu İstanbul Merkez’de yapılan bir çalışmada 1455 cinsel saldırıya uğramış çocuk olgunun 1236’sının kız olduğu ve sıklıkla 7-11 yaş grubunda oldukları görülmüştür. Türkiye’nin aile ve çocuk merkezli insani gelişme ve refah göstergeleri dünya ortalamasının çok altındadır. Korunmaya muhtaç çocuklar için koruyucu, önleyici ve destekleyici projeler geliştirilememiş ve yaşama geçirilememiştir. Son 5 yılda çocuklara yönelik başta ekonomik istismar olmak üzere çocuk ihmali ve istismarının yaygınlığı giderek artmıştır. Fiziksel ve cinsel istismar olgularında da belirgin artış gözlenmektedir. Çocukların maruz kaldığı istismar ve ihmal çocukların ciddi ve kalıcı ruhsal sorunlar yaşamasına, kişilik gelişimlerinin bozulmasına yol açmaktadır. Cinsel istismar ve sömürü, fizik sağlığı yanında çocuğun ruhsal, duygusal, toplumsal yaşamı üzerinde kalıcı, derin ve yaşam boyu sürecek izler bırakacaktır. Bu sömürüye maruz kaldığı yaş ve gelişim dönemine göre farklılık gösteren karmaşık ruhsal tepkiler ortaya çıkacaktır. Türkiye Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilen Çocuk Haklarına Dair Sözleşmeye ilk imza atan ülkelerden biridir. Sözleşmede; “Bu sözleşmeye taraf devletlerin, çocuğun ana-babasının ya da onlardan yalnızca birinin, yasal vasi veya vasilerinin ya da bakımını üstlenen herhangi bir kişinin yanında iken bedensel veya zihinsel saldırı, şiddet veya suistimale, ihmal ya da ihmalkâr muameleye, cinsel saldırı dahil her türlü istismar ve kötü muameleye karşı korunması için; yasal, idari, toplumsal, eğitsel bütün önlemleri alırlar. Bu tür koruyucu önlemler; burada tanımlanmış olan çocuklara kötü muamele olaylarının önlenmesi, belirlenmesi, bildirilmesi, yetkili makama havale edilmesi, soruşturulması, tedavisi ve izlenmesi için gerekli başlıca yöntemleri ve uygun olduğu takdirde adliyenin işe el koyması olduğu kadar durumun gereklerine göre çocuğa ve onun bakımını üstlenen kişilere, gereken desteği saklamak amacı ile sosyal programların düzenlenmesi için etkin yöntemleri de içermelidir.” “Taraf devletler, çocuğu, her türlü cinsel sömürüye ve cinsel suistimale karşı koruma güvencesi verirler. Bu amaçla taraf devletler özellikle: a) Çocuğun yasadışı bir cinsel faaliyete girişmek üzere kandırılması veya zorlanmasını; b) Çocukların, fuhuş ya da diğer yasadışı cinsel faaliyette bulundurularak sömürülmesini; c) Çocukların pornografik nitelikli gösterilerde ve malzemede kullanılarak sömürülmesini, önlemek amacıyla ulusal düzeyde ve ikili ile çok taraflı ilişkilerde gerekli her türlü önlemi alırlar”denilmektedir. Türkiye Psikiyatri Derneği ve Adli Tıp Uzmanları Derneği olarak önerilerimiz; 1. Cinsel istismar olgularının yargıya çok az yansıdığı göz önüne alınarak mevcut durumun ne olduğu konusunda kapsamlı araştırmalar yapılmalı, yargıya yansıyan veriler sistematik şekilde yayınlanmalıdır 2. Basın ve Medya, cinsel istismar olguları ile ilgili bilgileri yayınlarken saldırıya uğrayan kişinin kimlik bilgilerinin, görüntülerinin ve kimliğini ortaya çıkarabilecek diğer bilgilerin gizli kalmasına özen göstermelidir. 3. Türkiye’de sosyal devlete olan gereksinim her geçen gün daha da artmaktadır. Bu sorunun ortadan kaldırılmasında ve önlenmesinde yönetimlere, ilgili tüm kurum ve kuruluşlara, sivil toplum örgütlerine önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir. Tüm biçimleriyle istismarı önlemek öncelikle, olumlu bir anlam yüklenerek topluma sunulan, fakat dikkatli incelendiğinde sağlığın bir hak olmaktan çıkarıldığı, kamusal niteliğinden arındırıldığı, üzerinde ticaret yapılan bir ticari nesneye dönüştürüldüğü, bedeni ve ruhuyla insanın ve insana ait tüm değerlerin alınıp satılan bir eşyaya indirgendiği hem sağlıkta hem de diğer alanlardaki “dönüşüm” programlarının acilen durdurulmasını da gerektirmektedir. 4. Çocuk hakları sözleşmesini imzalayan ülkemizin artık sözleşme gereği Türk Ceza Yasası’nda gerekli düzenlemeleri acil olarak gerçekleştirerek bu yasayı çocuğun yüksek yararı doğrultusunda hızla hayata geçirmelidir. 5. Tüm yönleriyle çocuk istismarı ve yarattığı ruhsal sonuçlar toplumun ve ülkeyi yönetenlerin sürekli olarak önemli gündem maddelerinden birisi olmalıdır. Devlet çocukların sağlıklı ruhsal gelişimlerini sağlayacak bir aile ve yaşam ortamı sağlamak, bunu engelleyen sosyal, kültürel ve ekonomik koşulları ortadan kaldırmak, buna yönelik çocuk politikaları geliştirmeye katkıda bulunmak, elverişsiz koşullarda yaşamını sürdürmek zorundan kalan çocukların istismar kurbanı olmalarını önlemek, gereğinde onları koruma altına almak ve rehabilite etmek, bunun yanında çocukların ve erişkinlerin sağlık sisteminden tamamen ücretsiz yararlanmalarını sağlayan ve kolaylaştıran koruyucu sağlık uygulamalarını geliştirmek için gereken yasal ve idari düzenlemeleri yapmak zorundadır. Türkiye Psikiyatri Derneği ve Adli Tıp Uzmanları Derneği bu önemli konuda kamuoyunu, devletin ilgili kurumlarını bilgilendirme, bilinçlendirme ve duyarlı kılma konusunda üzerine düşen görevleri yerine getirmeye hazırdır. Tüm kamu kurumlarını ve ilişkili sivil toplum örgütlerini çocuk haklarının korunması ve iyileştirilmesi için göreve çağırmaktadır.

 Yrd. Doç. Dr. Ayşe Devrim Başterzi Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu Üyesi

Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu adına Doç. Dr. Halis Dokgöz

Adli Tıp Uzmanları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Adli Tıp Uzmanları Derneği Yönetim Kurulu adına

Doksan dört uzmanlık dalına ilişkin müfredat çalışmalarına devam eden Tıpta Uzmanlık Kurulu, tamamlanan müfredat programlarını peyderpey açıklayacak; rotasyonlarla ilgili çalışmaların da sonuna gelindi. Kurul bu ay sonu tekrar biraraya gelecek. Çekirdek müfredatların uygulanması sonucunda, eğitim sürelerinin değiştirilmesi yeniden gündeme gelebilir

ANKARA/MEDİMAGAZİN

Gündeminde çekirdek eğitim müfredatı ve rotasyon konusu bulunan Tıpta Uzmanlık Kurulu Nisan ayı sonunda tekrar toplanacak. Rotasyonlarla ilgili çalışmalar hemen hemen tamamlandı. Eğitim müfredatları ise tamamlanma aşamasında. Çekirdek müfredat ve rotasyonların belirlenmesinin ardından, uzmanlık dallarının eğitim ile ilgili standartları gündeme gelecek.

Sağlık Bakanlığı Sağlık Eğitimi Genel Müdürü Prof. Dr. Safa Kapıcıoğlu, Tıpta Uzmanlık Yönetmeliği’nin yayınlanmasının ardından, üzerinde çalışılan çekirdek eğitim müfredatı ve rotasyonlar konusunda bilgi verdi.

Müfredat komisyonlarının büyük oranda çalışmalarını tamamladığını belirten Kapıcıoğlu, “Çekirdek müfredat ile ilgili çalışmalarını tamamlamayan uzmanlık komisyonları da var. Çalışmalar Nisan ayının sonuna kadar devam edecek, süreyi uzattık. Nisanın son haftası yapılacak Tıpta Uzmanlık Kurulunun gündeminde de bu konu ele alınacak. Bundan sonra müfredatlar arasında uygun görülenler hızlı bir şekilde resmiyet kazanacak” diye konuştu.

Müfredat peyderpey açıklanacak
Yaşanılan sürecin son derece normal olduğunu belirten Kapıcıoğlu, şunları söyledi:

“İnsanlarda çok büyük bir beklenti var, bir an önce çekirdek müfredatların resmiyet kazanıp uygulanır hale gelmesini istiyorlar. Bunu biz de istiyoruz, ki bu çalışma ileride yapacaklarımız için bir ön adım niteliği taşıyacak. Bu süreçte biraz zaman geçmesi doğaldır. Bunu öngörüyorduk. Nisan sonuna kadar çalışmalar devam edecek. Tıpta Uzmanlık Kurulu da mutat olduğu üzere, her ay toplanıyor. Normalde en az yılda 2 kez toplanması öngörülen Kurul, çalışmaya başladığı günden bugüne kadar her ay en az iki gün olmak üzere toplanıyor.

Yılların birikimi var tabii, yıllardır ortaya konamamış bir çekirdek müfredat var. 94 dalda bunu yapmaya çalışıyoruz. Çalışmalarını büyük oranda tamamlayanların yanı sıra henüz tamamlalayamayanlar da var. Doksan dört uzmanlık alanının hepsi birden aynı anda resmiyet kazanmayabilir. Bunların içinde hazır olanlar Tıpta Uzmanlık Kurulunda görüşülerek uygun görülenler hemen çalışmalara başlarken, eksik olanlar bir sonraki sefer ele alınabilir. Bu şekilde kademeli geçiş de söz konusu olabilir. Arzumuz elbette hepsinin birden başlaması.

Yeni kurulan yan dallar da var, çok kadim eski dallarımız var; bunların içinde bazı tartışmalı konular var. Ama ben umutluyum. Çok fazla uzun sürmeden müfredatlar ortaya çıkacak. Ancak şunu da belirtmek isterim ki, çekirdek müfredatların belirlenmesinde öngörülenden daha fazla gecikme söz konusu olursa müfredatları belirlenmemiş dalların uzmanlık öğrencisi kontenjanlarının tespitinde de gecikmeler olabilir.

Müfredat komisyonlarındaki üyelerin bir kısmı zaten ilgili uzmanlık derneğinin müfredat çalışma komisyonunda ve kurullarında çalışmış kişiler. Dolayısıyla bugüne kadar yapılmış çalışmalar da komisyonlar aracılığıyla değerlendirilmektedir. Müfredat komisyonları, uzmanlık derneklerinin ve eğitim kurumlarının yaptığı çalışmaları dikkate alıyorlar; böylece uzmanlık derneklerinin görüşleri de değerlendirilmektedir.”

Rotasyonlar büyük ölçüde tamamlandı
Gündem çok yoğun olduğu için rotasyon konusunu geçen toplantıda ele alamadıklarını ifade eden Kapıcıoğlu, “Umuyorum ki bu ayki toplantıda rotasyonlarla ilgili hususu görüşmeye başlayacağız. Belki onu da önümüzdeki ay uygulamaya koyabiliriz, diye düşünüyorum. Çünkü rotasyonlarla ilgili çalışmalar hemen hemen tamamlandı. Problemli hususlar var mutlaka ama müfredattan daha hızlı resmiyet kazanacağını düşünüyorum. Öncelikle çekirdek müfredat ve rotasyonlarımızı resmileştirmemiz gerekiyor; ondan sonra standartlaştırma çalışmalarımıza devam edeceğiz” dedi.

“Yönetmelik değişiklikleri yapacağız”
Kapıcıoğlu, Uzmanlık Yönetmeliği’nin farklı açılardan dava konusu olmasına ilişkin olarak şunları söyledi: “Kurumlar gibi kişisel olarak da dava açılabiliyor. Herkesin Yönetmelik’te hoşuna giden-gitmeyen taraflar olabilir. Biz, eksik olan, ilave edilmesi gereken hususlarla ilgili değişiklik çalışmalarımızı yapacağız.

Gerekli değişiklikler gerçekleştirilecek. Yapılacak değişikliklerin neler olacağını şu an sıralamam mümkün değil. Bununla ilgili çalışmalarımızı önümüzdeki aylar içinde yapacağız” dedi.

Diş hekimliğinde değişiklik yok
Yönetmelik’te diş hekimliği uzmanlık ana dalı sayısının altıya yükseltilmesine ilişkin Danıştay’a açılan dava sonucu alınan yürütmenin durdurulması kararını değerlendiren Kapıcıoğlu, şunları kaydetti:

“Diş hekimliğindeki uzmanlık alanlarıyla ilgili birden çok dava var. Bunlardan bir tanesinde Danıştay yürütmeyi durdurma karar verdi. Bu, kişisel olarak açılan bir davaydı. Bu davada aslında Danıştay özet olarak şunu söylüyordu: ‘Neden 6 dalda uzmanlık ihdas edildi de ana bilim dalı olarak üniversitelerde kurulmuş olan “Diş Hastalıkları ve Tedavisi” dalı uzmanlık dalı olarak kabul edilmedi?’ Buradaki, yürütmeyi durdurma sebebi budur. Yönetmelik değişikliği yapıldığı takdirde konulardan biri de bu olacaktır. Diş hekimliğinde uzmanlık alanları oluşturma girişiminden geri dönüş söz konusu olmaz. Bu durum ülkemiz diş hekimliği eğitiminin gelişmesi açısından da çok önemlidir. Diş Hastalıkları ve Tedavisi adı altında üniversitelerde kurulan ana bilim dalının bir uzmanlık dalı olarak nasıl gerçekleşeceği bu çalışmalar sonucunda ortaya çıkacak. Çünkü “diş hastalıkları ve tedavisi” adı ile dünyanın hiçbir yerinde bir uzmanlık dalı yok. Bu ad altında çalışmış olanların ne şekilde uzmanlık alanı içinde yer alacağına ilişkin düzenlemelerin yapılması söz konusu olabilir, bu konuda çalışması olan hiç kimsenin uzmanlık alanları dışında kalmaması için gayret sarf edilecek. Değişiklikler bu yönde olacak.”

Eğitim süreleri değiştirilebilir
Bazı uzmanlık derneklerinin, Avrupa’da üyesi oldukları uzmanlık dernekleriyle eğitim süresi yönünden farklılık yaşayacağı ve üyeliklerinin tehlikeye gireceği yönündeki tartışmaların hatırlatılması üzerine Kapıcıoğlu şu açıklamayı yaptı:
“Üyeliğin tehlikeye girmesi neden söz konusu olsun? Avrupa’daki tüm ülkelerde ihtisas süreleri birbirinin aynı değil. Birinde 4 yıl, birinde 5 yıl olabiliyor. Yani ‘Bütün Avrupa ülkelerinde bir uzmanlık dalının ihtisas süresi şudur’ diyemiyoruz. Her ülke kendine göre bir sistem geliştirmiştir. Bizim de Avrupa Birliği üyelik sürecinde uymak zorunda olduğumuz, Avrupa Birliği belgeleri var.

Burada yer alan uzmanlık alanlarıyla ilgili minimum süreleri yönetmelik çalışmalarında temel alınmıştır. Bizim müfredatlarımız ve rotasyonlarımız belirleneceği için asgari süreler belirlenmiştir. Ülkemizin hekime de uzman hekime de ihtiyacı var. Bu sebeple mümkün olduğu kadar uzmanlık eğitimi sürelerini asgari düzeyde tutmamız uygun olacaktır. Zaman içinde, belirlenen çekirdek müfredatların uygulanması sonucunda, belirlenen süre yetmiyorsa sürelerin değiştirilmesi ileride söz konusu olabilir. Öte yandan bazı dallardaki rotasyon sürelerinin yeniden düzenlenmesiyle eğitim sürelerinde nisbi bir genişleme söz konusu olacaktır. Çekirdek müfredatımız ve o alana ilişkin rotasyonlar belli olduktan sonra eğitim sürelerini çok daha net konuşabiliriz.

‘Bu süre, bu uzmanlık alanının eğitimine yetmez’ deniyor. Neye göre deniyor? Ortada resmi bir müfredatımız yok. Şu an hangi kurumun hangi müfredatı uyguladığını bilemiyoruz, denetleyemiyoruz. Bunlar uygulanabilir hale geldikten sonra durum daha net ortaya çıkacak. Belki denecek ki, ‘Bu kadar süre fazla, belki de az.’ O zaman sürelerin değiştirilmesi gündeme gelebilir.”

 

Türk tiyatrosunun önemli isimlerinden Haldun Dormen’in yazıp yönettiği, Multipl Skleroz (MS) hastasının öyküsünün anlatıldığı ”Sil Baştan” adlı müzikli oyun, Antalya ve İzmir’in ardından 5 ilde daha tiyatroseverlerle buluşacak.

AA

İzmir– Gen İlaç ve Sağlık Ürünleri tarafından desteklenen ve Dormen’in dört bilimsel danışmandan görüş alarak yazdığı oyun, dün akşam İzmir’de çoğunluğunu MS hasta ve yakınlarının oluşturduğu kalabalık izleyici grubu tarafından ayakta alkışlandı. MS teşhisi konulan bir tiyatro sanatçısının yaşamını konu alan oyun, İzmir’in ardından Ankara, İstanbul, Trabzon, Adana ve Bursa’da da sahnelenecek.

Türkiye’de bulunan yaklaşık 40 bin MS hastasına destek olmanın yanında, bu hastalık hakkında insanları bilgilendirmek, tedavi sürecinde moralin ve yaşam sevincinin önemini vurgulamak için sahneye konulan oyunda Göksel Kortay, Ayça Varlıer, Gazi Şeker, Nuri Gökaşan, Hüseyin Gülhuy ve Nebi Birgi rol alıyor.

Oyunun sahnelendiği İsmet İnönü Sanat Merkezi’nde soruları yanıtlayan Dormen, sponsor olan firma yetkililerinden gelen teklifi kabul ederek oyunu yazmaya başladığını, bu süreçte çok iyi bilmediği MS hastalığı hakkında uzmanlardan bilgi aldığını söyledi.

Oyunu tamamladıktan sonra yeniden uzmanlarla görüş alışverişi yaptığını anlatan Dormen, şunları söyledi.

”Umut verici bir oyun yazmak istemiştim, sanırım başarılı olduk. MS hastaları için umut verici bir oyunun yazımının bana teklif edilmesi normal, çünkü ben hayata çok olumlu bakan bir insanım, en kötü durumlarda bile bir umut ışığı bulurum. Hayatı, insanları seviyorum, işimi çok çok seviyorum, böyle bir oyunu yazmak da beni mutlu etti, bu da beni genç ve dinç bırakıyor. Çok şükür enerjim yerinde, inşallah önümde birkaç sene olur, insanlara bir şey verdiğim sürece, üretebildiğim sürece mutlu oluyorum.”


Dormen Tiyatrosu

Dormen Tiyatrosu’nun kapanmasının kendisini çok üzmediğini, tiyatronun efsane işlere imza attığını ifade eden Dormen, artık patronluk yapmak ve bir tiyatro yönetmenin mali işleriyle uğraşmak istemediğini söyledi.

Dormen Tiyatrosu’nun kapanmasının ardından ”Sil Baştan”ın da aralarında bulunduğu çok sayıda farklı çalışma yapma olanağını bulduğunu belirten Dormen, ”Dormen Tiyatrosu olsaydı bunları yapamazdım, şu anda 30 yere yetişiyorum, Dormen Tiyatrosu’nun kapanması beni sevindirmedi ama çok da üzmedi açıkçası. O zaman da geleceğe umutla bakmıştım, doğru da bakmışım. Dormen Tiyatrosu bir efsane, okul olarak kaldı, görevini yaptı bence. Şimdi ‘iyi ki kapatmışım’ diyorum” diye konuştu.
 

”Tiyatroya dönüş var”

Dormen, son yıllarda tiyatroya büyük bir dönüş olduğunu, sahnelenen oyuncu ve izleyici sayısının artığını belirterek, şunları kaydetti:

”İstanbul’da bu sene 365 oyun sahnelendi irili ufaklı. New York’ta, Londra’da ancak bu kadar olabilir. Son gördüğüm bazı oyunlar, bana Türk tiyatrosunun nerelere vardığını gösterdi. Türk tiyatrosu çok hoş bir yerde artık, sinema da aynı pırıltıları göstermeye başladı. Gişe, hem tiyatronun, hem sinemanın damarlarından geçmesi gereken kan. Sinemada belki sanat ile gişeyi birleştirecek daha çok projeye ihtiyaç var, ikisinin ortasını bulmak lazım, yoksa sinema da devam etmeyecek. Gişeyi de tabi ki hesaba katmak gerekiyor.”

 

”Sokak kızı İrma” Taksim’de

Dormen, tiyatroda en çok emeği müzikallerin gerektirdiğini belirterek, ‘‘Sokak Kızı İrma” müzikalini yeniden sahneye koyma hazırlığında olduğunu söyledi.

Başrolünü tiyatrocu Erdal-Güzin Özyağcılar çiftinin kızları Zeynep Özyağcılar’ın oynayacağı müzikali Türkiye’ye uyarlayacağını, Paris’in arka sokaklarında geçen müzikalin bu kez Taksim’de geçeceğini anlatan Dormen, ”Sahneye koymak isteyip de henüz hayata geçiremediğiniz bir proje var mı?” sorusuna ise, şu yanıtı verdi: ‘‘İçimde kalan bir oyun olduğunu söyleyemem, 40 yıl boyunca kendi tiyatrom vardı ve orada istediğim oyunları sahneledim. İstediğim her şeyi yaptım, bundan dolayı çok mutlu bir insanım ama içimde tek şey kaldı, istediğim gibi bir tiyatro binası. Türkiye’de en büyük eksiğimiz bu. Aktörlerimiz yönetmenlerimiz harika, tasarımcılarımız inanılmaz, biraz teknik eksiğimiz var, bir de gerektiği kadar güzel binalarımız yok.”
 

Yepyeni bir araştırma alanı: Nostalji ve “olmayan” geçmişimizdeki geleceği!

Oylum Yılmaz

Gün gelir bir de bakmışsınız “nostalji hastalığına tutulmuşsunuz! İçinizde geçmiş günlere dair bir özlem, eve dönme arzusu; yoğun bir melankoli halinde çocukluğunuzun sokaklarında dolaşıp dururken buluyorsunuz kendinizi ya da eskiciler çarşısını her gün gezmeden içiniz rahat etmiyor; ilkgençlik yıllarının müziklerini dinliyor, kıyıda köşede kalmış eski hediyelerle avunup bazı mektupları tekrar tekrar okuyorsunuz. .. Pekala olabilir. Ancak bu dertten kurtulmak tamamen size kalmıştır, psikiyatristlere koşup kendinizi ilaçlayabilir ya da yavaş yavaş geçmesini bekleyebilirsiniz, zira çevrenizde de kimseler sizi pek ciddiye almayacaktır. Oysa bir zamanlar, bu hissettikleriniz neredeyse ölümünüze dair bir işaret olarak yorumlanırdı: Bu, dertli muhayyilenin hastalığı “beynin el değmemiş kanallarından geçerek alışılmadık yollardan bedene yayılır”, “canlı ruhunuzu” takatten düşürür, mide bulantısı, iştahsızlık, akciğerde patolojik değişiklikler, beyin iltihaplanması , kalp sekteleri, yüksek ateş derken zafiyet ve intihar! Ancak diyebilirim ki eğer bunlar başınıza 17.-18. yüzyıllarda gelseydi hemen doktora gidip kolaycacık bir tedaviyle de iyileştirilebilirdiniz: Sülükle tedavi, sıcak merhemler, midenin temizlenmesi, afyon ve o da kesmezse Alpler’e bir seyahat!

Dertli bir muhayyilenin hastalığı
Nostalji, zannedildiğinin aksine kültürel çalışmaların içinden değil,  bir hastalık adı olarak tıbbın içinden çıkmış ve 17. yüzyılda kullanılmaya başlamış.  19. ve 20. Yüzyıllara gelindiğinde şairler aracılığıyla edebiyatın alanına giren terim, günümüze yaklaştıkça siyaset bilimin ve kültürel çalışmaların içinde yer almaya başlamış. İşte Slav dilleri ve karşılaştırmalı edebiyat uzmanı, araştırmacı Svetlana Boym da “Nostaljinin Geleceği” adlı çalışmasında, nostaljinin bir dertli muhayyilenin hastalığından tedavi edilemez bir “yüzyılın hastalığı/sıkıntısı”na dönüşümünü; “romantik milliyetçiliğin pastoral sahnesinden modernliğin kent yıkıntılarına, zihnin şiirsel manzaralarından siberuzay ve uzaya kadar uzanan” son derece ilgi çekici rotasını takip ediyor.

Bugün gelinen noktada birbirinden ayırt edilen iki nostalji türünün altını çiziyor yazar: “Yeniden kurucu nostalji” ve “düşünsel nostalji”. Kültürel olarak bu ayrım biz 21. yüzyıl insanları için son derece önemli ve belirleyici. Yeniden kurucu nostalji, “yitirilmiş ev”in yeniden inşasının peşine düşer, bu arayışta kendini gelenekle ve hakikatle özdeşleştirir, komplo teorilerinden beslenir, mutlak hakikati korur. Düşünsel nostalji ise tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eski zamanları arayıp, aradığı yerlerde onu bulamamayı sevmesi, bu arayışı hikayeleştirmesi gibi, “eve dönüş” özleminin kendisini sever ironik bir biçimde; mutlak hakikati sorgular. İşte bu iki nostalji türü arasında toplumsal ve kültürel olarak gidip geldiğimiz, arada kaldığımız bugünlerde Boym için, hem teşhisi koyuyor hem de çeşitli tedavi önerileri getiriyor diyebilirim.

Kalp Hipokondrisinden teşhis ve tedaviye…
Çalışmanın “Kalp Hipokondrisi: Nostalji, Tarih ve Hafıza” adlı birinci bölümü özellikle dikkat çekici. Nostaljinin evrimleşme sürecine ışık tuttuğu bu bölümde modernlik ile nostalji arasındaki kan bağını açığa çıkarmakla, dolayısıyla da söz konusu kavramı kuramsallaştırmakla işe başlıyor Svetlana Boym.  Çiftdeğerli bu iki kavramın, modernlik ve nostaljinin, birbirlerinden beslendiklerini, birbirlerinden yaratıldıklarını işaret ediyor. Nostaljiyi, “Şairin kusurlu evi” ya da “aşkın evsizlik” olarak da tanımlayabileceğimiz modernliği özlemek, o özleyiş üzerine yeni bir hayat kurma, olarak nitelerken de “Yirminci yüzyılın sonunda nostalji üzerine düşünmek, eleştirel modernliği ve onun zamansal çiftdeğerliliği ile kültürel çelişkilerini yeniden tanımlamamızı sağlayabilir” diyor.

Yeniden kurucu nostalji ile günümüzdeki komlo teorileri ve kökene dönüş eğilimlerinin kaynağına doğru inerken, icat edilmiş “yeni” gelenekler, sağcı popüler kültürden beslenen aşırı çağdaş milliyetçilik örnekleri mercek altına alınmış “Nostaljinin Geleceğinde”. Sanal gerçekli ve kolektif hafıza aracılığıyla da sanatın ve edebiyatın alanına düşünsel nostalji aracılığıyla girilmiş. 

Çalışmanın birinci bölümünde teşhisi ve tedavi yöntemlerini ortaya koyan Boym, ikinci ve üçüncü bölümlerde şehirlere ve icat edilmiş geleneklere, sürgünlere ve hayali memleketlere uzanıyor. Günümüz şehirleri ve sanat eserleri ekseninde nostalji kavramına yeni bakış açıları getiriyor. “Nostaljinin Geleceği” tarih-kültür-felsefe bağlamında yeni bir araştırma alanı açarken, kültürel algımızın içine bambaşka sınıflandırmalar getirip, yeni estetik değerler öneriyor. Sosyal bilimler, sanat ve siyasetle ilgilenenlerin gözden kaçırmaması gereken bu çalışma, ortalama okurlar için de yaşadığımız dünyayı algılama bakımından son derece ufuk açıcı, diyebilirim. Yazarın son derece açık ve akıcı, hatta zaman zaman edebi bir tarza yaklaşan dili de okuma deneyimini kolaylaştırıyor, keyifli hale getiriyor. “Nostaljinin Geleceği”, hiç şüphesiz haftanın en şahane kitabı.

Oylum Yılmaz (idefixe)

Eğer ilginizi çektiyse,  “

                                Nostaljinin Geleceği

                                     Svetlana Boym

                                          Metis Yayınları      “               

isimli bu kitabı internetten kitap satışı yapan sitelerde ve seçkin kitapçılarda bulabilirsiniz.

Hakkârili çocuklar geçen hafta, Almanya’da yapılacak futbol turnuvasına katılmak için takım seçmelerindeydi. Taş atan çocuklar ile taşlanan lojmanda oturan hâkimin oğlu, aynı takımda ve aynı hayalin etrafında buluştu…

 SERKAN OCAK

Yüzlerce çocuk takıma girmeye çalıştı, 21’i seçildi.

HAKKÂRİ – Dilek Yeşilbaş, Hakkâri Devlet Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı olan bir doktor. Türkiye’de daha ‘demokratik açılım’ konuşulmaya başlamadan önce Hakkâri’de birçok gönüllü olarak projede çalıştı. Kurduğu Baran Yetenek Avcıları Derneği sayesinde Hakkâri’de ilk kez bir sinema açıldı. İlk kez çocuklara ÖSS danışmanlığı verildi. Özellikle kadın ve çocukları sosyal hayata sokmaya çabalayan Yeşilbaş’ın son projelerinden biri de Hakkârili çocukları Almanya’da yapılacak turnavaya götürerek ‘futbollarıyla’ dünyaya kafa tutmalarını sağlamak.
Türkiye Kadın Girişimcileri Derneği’nin de bir üyesi olan Yeşilbaş, Hakkâri çocuklarla futbol takımı  fikrini, daha önce Ağrı’da kurulan Anadolu Futbol Akademisi (ASA) ile ortaklaşa bir projeyle hayata geçiriyor. ASA, şubatta Ağrılı 12 yetenekle İsviçre’ye gitmiş, 26 takım arasında 11. olmuştu. Geçtiğimiz günlerde de, Almanya’da yapılacak ‘U-11 ELBTAL CUP’ için Hakkâri’de seçmeler yapıldı. Seçilen Hakkârili yetenekler Almanya’da Türkiye’yi temsil edecek. 

Seçmeler çocuklara farklı bir hayatın kapısını araladı.

Hayal ortak: Ronaldinho olmak
Seçmelere çocukların yoğun ilgisi vardı. İlk seçmeler Yüksekova ilçesinde yapıldı. 300’den fazla çocuk başvurdu. Hakkâri merkezde ise başvuranların sayısı 100’den fazlaydı. Kiminin forması boyundan büyüktü, kiminin ayağında sadece bir lastik ayakkabı vardı. Ama hepsinin hayalini yaşıtlarının aksine öğretmen, doktor, pilot filan değil, sadece ‘Ronaldinho’ olmak süslüyordu
Hakkâri merkezde seçmeye katılan çocuklardan Sinan Koç dokuz yaşında. 3. sınıfa gidiyor. O da ‘Ronaldinho’ olabilmek için ağabeyi İlyas gibi Hakkâri’deki stadın yolunu tutmuştu. Elemelerde pek şanslı olmadığı top sektirirken gözleri kapatmasından ve dişlerini sıkmasından anlaşılıyordu.
Sinan Kaya ise seçmelerin şanslılarındandı. 1999 doğumlu Sinan, orta saha oyuncusu olmak istiyor: “Büyüyünce futbolcu olacağım. Hem vücudum da sağlıklı olur.” 
Sait Uçar da çok iddialıydı: “Futbol oynarken çok heyecanlanıyorum. En büyük hayalim futbolcu olmak.”
Rojhat Orhan 13 yaşında. O seçmelere yaşından dolayı katılamamış ancak arkadaşlarını desteklemeye gelmişti: “7. sınıftayım. Keşke ben de Almanya’ya gidebilseydim. Okuldan sonra bazen boyacılık yapıyorum. 10 kardeşiz. Eve para da veriyorum.”

Kamp için evinden ayrı kalacağına üzülen çocuğu, projenin öncüsü Yeşilbaş teselli etti.

‘Polislere taş attım’
Almanya’ya gitme hayaliyle seçmelere katılan çocukların arasında zaman zaman bölgede meydana gelen olayların içinde de yer alanlar da vardı. Ne yaşadıklarının ve ne yaptıklarının henüz farkında olmayan bazı çocukları anlattıkları, bir çok insanın belki de hiç şahit olmadıkları türden. İçlerinden biri en son Hakkâri’de meydana gelen olayların arasında kalmış: “Geçen günlerde Keklik Mahallesi’nde bir olay yaşandı. Polisler geldi. Gaz bombası attı. Acı biber gibiydi. Yüzüm yandı. Duman çıkan bombaya tekme attım. Uzağa gitti. Sonra da polislere taş attım.”
Başka bir çocuk da kafasını uzatarak bir polisin yaraladığı yeri gösteriyor:
“Ağabey, bak kafamın ortasında yarık var. Polis vurdu. Ben de ona taş attım. Ama yakalayamadı hemen kaçtım.”  

Hâkim: Çocuklar kıymet gördü
Oğlu Hasan da seçmelere katılan, Hakkâri Asliye Hukuk Mahkemesi hâkimi  Okan Albayrak’ın çocuklarla ilgili söyledikleri ise oldukça çarpıcı: “Hakkâri için yapılmış çok iyi bir proje. Burada batıya hiç gitmemiş çocuklar var, şimdi Avrupa’ya gidip gelince anlatacaklar. Çocuklar kıymet görüyor, bunu ilk kez yaşıyorlar. Ben de o heyecanı burada baştan sonuna kadar yaşadım. Bu proje için takım da çalıştırdım ve takıma dört çocuk kazandırabildim. Benim çocuğum da onların içinde. Buraya çocukları getirirken, Hakkârili çocuklar da vardı. Kapıcımın oğlunu da getirdim, o da seçildi. Bizim lojmanın bahçesi var, dışarıdan çocukları da lojmana alıyoruz maç yapıyorlar. Halbuki bu çocuklar olaylarda bizim lojmanları taşlıyorlar. Lojmanları taşlıyor ancak onlar bunu spor gibi görüyor. Çocukların ideolojik boyutu ne olabilir ki? Sonra biz o çocukları alıyoruz, lojmanın bahçesinde top oynuyor. Lojmana gelip top oynayanların içinde taş atan çocukların olduğunu görüyoruz.”
Doktor Dilek Yeşilbaş da bu tür sosyal faaliyetlerin çocukların geleceğini etkilediğini belirtiyor: “Bu proje çocukları spora teşvik edecek. Enerjilerini bu yönde kullanacaklar. Çocuklara aynı zamanda maddi manevi de destek oluyoruz. Ancak burada en önemli olan, çocukları boşluktan, hedefsizlikten kurtarmak. Bu tür sosyal çalışmalar suça itilen çocukların taş atmasına da engel oluyor.” 
Almanya’da 20-24 Mayıs’ta yapılacak turnuvada Türkiye’yi temsil edecek Hakkârili yetenekler, İstanbul Riva’da kampa girecek. 21 çocuğu İstanbul’da süprizler de bekliyor olacak. Önemli kulüplerin altyapılarıyla hazırlık maçları yapılacak. Anadolu Spor Akademisi Futbol Takımı’nın Hakkârili oyuncuları ünlü futbolculardan oluşturulacak takımla da birlikte top koşturma fırsatı bulacak.

 

Şarabın yapılışı

Şarap yapmak için önce üzümler bağlarından toplanır, ardından ezilir sonra, maya (üzümde doğal olarak bulunur) üzüm suyundaki şeker ile birleşir ve aşamalı olarak bu şekeri tüketerek alkole dönüşür. Maya aynı zamanda havada buharlaşan karbondioksiti üretir. Mayanın işlemi tamamlandığında üzüm suyu şaraba dönüşür. Üzüm şarabı kırmızı, beyaz veya rose (pembe) olur. Bunun yanı sıra köpüklü şaraplarda mevcuttur. Ayrıca, şaraplar içindeki şeker miktarına göre de sınıflandırılabilir. Bu sınıflandırmaya göre; sek, dömi-sek, yarı-tatlı ve tatlı olmak üzere dört ana grup vardır. Üzümden imal edilmeyen şaraplara meyve şarabı adı verilir. Her meyveden şarap üretilebilir. Fakat dünyada şarapların büyük bir kısımı üzümden üretilmektedir. Arpa gibi nişasta içeren bitkilerden yapılan içecekler şarap sınıfına girmez. Şarap genelde üzüm ve meyvelerden elde edilir.En iyi içme zamanı on yıldan sonradır ve kırk yıla kadar içilebilir. Bunun yanı sıra uzakdoğuda yaygın bir şekilde pirinç şarabı da tüketilir. Pirincin buharla pişirilip mayalanmasıyla elde edilir.

Cabernet Sauvignon, Merlot, Pinot Noir, Shiraz/Syrah, Zinfandel, Nebbiolo, Sangiovese, Tempranillo, Aglianico, Gamay, Grenache, ve Barbera başlıca kırmızı üzüm türleridir. Chardonnay, Riesling, Sauvignon Blanc, Pinot Gris/Pinot Grigio, Gewürtztraminer, Chenin Blanc, Muscat, Pinot Blanc, Sémillon, Trebbiano ve Viogner ise başlıca beyaz üzüm türleridir.

Şarabın diğer kullanım yerleri

Din

Hıristiyanlıkta Kudas Ayininde hiçbir katkı maddesi eklenmeden kullanılır.

Eczacılık

Tıbbi Şarap; içine çeşitli maddelerin çözünmesiyle içmek suretiyle yapılan ilaçtır. Alkol derecesi en az 11 olan kırmızı veya beyaz şaraplar tercih edilir.

Edebiyat

Kırmızı rengi dolayısıyla sevgilinin dudağı, âşığın kanlı göz yaşıdır. Kadehi andıran biçimiyle lale, kırmızı rengiyle gül de şaraptır. ve tekkelerde saki adındaki şarap dağıtıcı aslında Allah’ın rahmetini dağıtır. yani şarap mecaz anlamda kullanılır edebiyatta.şarap ın diğer adı da mey dir.

Şarap üreten ülkeler

Dünyada 7 milyon 647 bin 743 hektar alanda bağcılık yapılıyor ve dünyada yıllık üzüm üretimi yaklaşık 65-66 milyon ton, Türkiye‘de ise 530 bin hektar bağ var ve yaş üzüm üretiminin 90-110 bin tonu şarapta kullanılıyor. [1]

Kişi Başına Şarap Tüketimi: ██ 1 litreden daha az ██ 1 ile 7 litre ██ 7 ile 15 litre ██ 15 ile 30 litre ██ 30 litreden daha fazla

Ülkelere göre şarap üretimi 2003[2]
Sıra Ülke Üretim
(ton)
1 Fransa Fransa 4.735.260
2 İspanya İspanya 4.623.750
3 İtalya İtalya 4.408.611
4 Amerika Birleşik Devletleri ABD 2.350.000
5 Flag of Argentina.svg Arjantin 1.322.500
6 Flag of the People's Republic of China.svg Çin 1.200.000
7 Avustralya Avustralya 1.019.400
8 Flag of South Africa.svg Güney Afrika 885.300
9 Almanya Almanya 828.855
10 Flag of Portugal.svg Portekiz 709.300
41 Türkiye Cumhuriyeti Türkiye 22.548

Şarap tadımı

Ana madde: Şarap tadımı

Şarap tadımı’ duyulara dayanarak şarapların değerlendirilmesi işlemidir. Sadece tat alma değil, görme, koklama ve ağız duyusuna da hitap eden, profesyonellere olduğu kadar amatörlere de seslenen bir uğraştır. Bu dalda profesyonel olarak çalışanlara ‘sommelier’ denir. Dilin tat alma hassasiyetini korumak amacıyla, profesyoneller kadar amatörler de aşırı derecede acılı, ekşili ve tuzlu yiyeceklerden kaçınmalıdırlar.

Şarap tadımı görme, koklama ve tat alma duyularına sırasıyla hitap eden, profesyonellere olduğu kadar amatörlere de seslenen bir uğraştır.

Türk Şarabı

Ana madde: Türk Şarabı

Türkiye toprakları, dünyanın en eski şarap bölgelerinden biridir. Anadolu şarabın beşiğidir. Anadoluda bağcılık Hititlere kadar uzanır. Hatta Batı dillerinde şarap anlamına gelen vin, vino, wine gibi sözcüklerin kökü Anadolu’ya ve Hitit diline uzanır. [3] Türkiye’de şarap hemen hemen bütün bölgelerde üretilmektedir. MarmaraTrakya bölgesinde, Adakarası, Savignon Blanc, Papazkarası, Karasakız, Semillon ve Gamay üzümleri üretilmektedir. Ege Bölgesinde Cabernet Sauvignon, Carginan, Alicante Bouchet, Çalkarası, Sultaniye, Bornova Misketi ve Merlot üzümleri üretilir. Diğer bölgelerde ise Kalecik Karası, Emir, Öküzgözü ve Boğazkere gibi değerli üzümler üretilmektedir.

Türkiye’nin toprakları üzüm yetişriciliğine son derece elverişlidir.Bugün dünyanın bir çok bölgesinde şarap yetiştirebilmek için pek çok sunni yöntem geliştirilmiştir. Türkiye’nin toprakları doğal olarak verimli olmasına rağmen Türk Şarabı büyük şarap üreticisi olan ülkelerin gerisinde kalmış olmakla birlikte giderek saygınlık kazanmakta ve Türk şaraplarının üretim miktarı hızla artmaktadır.

Şarap yapınında kullanılan üzümler

İlgili maddeler

Dış bağlantılar

Kaynakça

  1. ^ Hürriyet gazetesi, 1 Mayıs 2008
  2. ^ Avrupa Birliği Genel Sekreterliğinin Türk Şarapları raporu
  3. ^ Cumhuriyet gazetesi, 7 Mayıs 2009

Çok iyi bir şarap, eğer uygun bir yemekle içilmezse beklentilerimizi boşa çıkarabilir, bir hayal kırıklığı yaratır ve keyif planlarımız hüsrana uğrar.  Hangi şarabın hangi yemekle içilebileceğini bilmek için temel bazı bilgilere gerek duyulur.

“Koyu etlerle kırmızı, açık renkli etlerle beyaz şarap” klişesi geçerliliğini çoktan yitirmiştir. Doğal aroma maddelerine önem veren, yeni ve yaratıcı yemek pişirme teknikleri yepyeni kombinasyonları mümkün kılmış ve özellikle beyaz şarapların önemini artırmıştır.

Şarap ve yemek birbirine benzerse, yani yemeğin içindekiler ve hazırlanışı, şarabın kıvamı, yapısı,  kokusu ve tat nüanslarına benzerse, istenen ahenge ulaşılabilir. Burada her zaman akılda bulundurulması gereken üç temel kural vardır:

1) Şarabın tadı, yemeğin tadına baskın olmamalı.

2) Şarap ve yemek sıralaması aroma, tatlar, kıvam ve yapı açısında birbirine paralel olmalı.

3) Şarabın yemek masasında üç düşmanı vardır:

  • Sirke; örneğin çok fazla sirke katılmış bir salata
  • Çok keskin bir ekşiliği olan yiyecek ve içecekler (limon gibi)
  • Yağ (örneğin bazı çok yağlı yapılan balık türleri, özellikle kırmızı şaraba metalik bir tat verebilir)özellikle kırmızı şaraba metalik bir tat verebilir

 

Alkol, tatlının ve baharatların etkisini artırır, ayrıca hazmı kolaylaştırır.  Şarapta alkol seviyesi düşükse, kalan şeker kendini daha fazla gösterir. Kalan şeker içermeyen tam olarak mayalanmış şaraplar, tam olarak mayalanmış ama daha az alkol içeren şaraplardan daha yumuşak bir etki bırakırlar. Şarapta veya kavrulmuş, ızgara yapılmış ya da buğulanmış yemeklerdeki acılık veren maddeler,  tatlı algılanmasını uyumlu bir hale getirirler ve ölçülü bir asiditenin algılanmasını sağlarlar. Acılık veren maddeler, yavaş yavaş algılanırlar ama uzun süre kalıcıdırlar; tanenli ve çok alkollü şaraplarla uyumludurlar.

Çok yağlı yemeklerle asidi, taneni ve alkolü zengin şarapların içilmesi önerilir. İştah açan bu üç bileşen, hazmı da kolaylaştırır.

Çok baharatlı yemeklerin tatları, alkol derecesi yüksek şaraplarla birlikte daha da kuvvetlenir. Bu yüzden, alkol derecesi yüksek şaraplarda fazla derecede asit de varsa dikkatli bir seçim yapmak gerekir.

Özellikle köpüklü şaraplardaki karbonik asit, tatlı algılanmasını biraz önler. Bu tip şaraplar, yemeklerle birlikte olduklarından daha tatlıymış gibi gözükürler. Yemeklerle birlikte sekliği fazla olan köpüklü şaraplar daha uygundur (tatlılar hariç).

Tuz, şarap ve yemeklerdeki aroma ve acılık veren maddelerin algılanmasını  artırır.

Asit, tatlıyı destekler (bunu çileğe biraz limon sıkarak görebilirsiniz),  ayrıca geçici olarak acılığı gizler. Asiditesi yüksek şaraplarla, fazla asitli yemekler uymaz.

Tatlı tat, şaraptaki aroma maddelerinin algılanmasının kolaylaştırır, acı ve ekşi tadı dengeler. Çok sek yapılmış şaraplar, yemeklerle birlikte daha yumuşak ve ahenkli bir izlenim bırakırlar (yemekteki tuzdan ve şekerden dolayı).

En uygun şarap-yemek ikilisinin seçiminde önemli bir dizi faktör daha vardır: günün hangi zamanı olduğu, hangi mevsim olduğu, dışarıdaki sıcaklık,  içme nedeni (doğumgünü gibi), içen kişilerin yaşı ve şarap zevki, fiyat ve menü  sırası.

Mümkünse aşağıdaki sırayla servis yapılmalı:

Şarap Sıralaması
beyaz kırmızıdan
sek tatlıdan
soğutulmuş normal sıcaklıktakinden
zarif ve yumuşak baharat çağrışımlıdan
hafif kuvvetliden
az alkollü çok alkollüden
genç eskiden
önce içilmelidir

 

Yemek Sıralaması
zarif ve yumuşak baharatlıdan
hafif kuvvetliden
tuzlu yumuşak ve hafif tatlıdan
önce yenmelidir

Üç büyük kent kıyaslaması

ANKARA
En iyi kalpli Üvey ana,
Bu şehri bu kadar yalın anlatan başka bir şey olamaz sanırım.
Sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana
olan Ankara.

Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerin bitmesini,
rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını , suskun devletin
konuşmasını beklerler.
Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir
bekledikleri hayattır. Belki denizi görselerdi beklemezlerdi.
Denizi su sanırlar.
Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz.
Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara’nın göllerinde.
Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi
gökyüzüyle birleşmesi.
O vaatker ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir.
Her zaman ötelerde bir şey olduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi.
İnsanlar Ankara’da beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.

İSTANBUL’da
ise durum daha vahimdir.
Hayat sanki bir adım ötede duruyor gibidir.
Doğruya doğru, dünyanın en güzel şehridir İstanbul, ama hayat
eli çabuk davranır.
Daha siz elinizi uzatmadan işveli bir kadın gibi kaçar gider.
Bu yüzden hırsla kovalarlar hayatı İstanbullular.
Beklediği şeyin belki de hiç gelmeyeceğini söyleyen şeytani fısıltıya
rağmen,
Ankaralının dingin tevekküllü bekleyişinde bir huzur vardır.
Ama,
İstanbullunun hırslı kovalamacasında ne huzur vardır ne de tatmin.
Dünyanın en güzel şehri hemen kol mesafesindeyken kendilerini yiyip
yutan bir kovalamacanın içinde kaybolur giderler.
Hayat kaçar, onlar kovalar.

Ama İZMİR…
İzmir’de hayat beklenmez, kovalanmazda.
O zaten sizinle beraberdir.
Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır.
Mutlulukla dolu,sakin bir sevişmenin tadındadır körfez.
Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur,
Kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle
dolarsınız.
Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur.
Hafta sonları denize doğru bir göç başlar.
“Ey hayat, biz Çeşme’ye gidiyoruz sen de arkadan gel” der
İzmirliler muzipçe.
Ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider.

Ne garip, uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan IZM
harflerine sevgiyle bakıyorum.
Sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar.

Cemal Süreyya