Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Banu LIFE" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Düzene mahkum olanların tragedyası

“Kendini feda, düzene başkaldırı gibi kavramların en hafif haliyle romantik bir aptallık, ama en yaygın haliyle de enayilik olarak kabul edildiği günümüz dünyasında, tanrılardan ateşi çalan ve Zeus’a başkaldıran Prometheus, düşünsel olarak linç edilmiş durumda. Ama bence zaten çağdaş insanın farketmediği, farketmemek için elinden geleni yaptığı tragedyası tam da bu.”

Eğer vicdanınızın sesini dinlerseniz bu çağdaş sistem içinde pek de mutlu yaşamanız mümkün değil…
Şahika Tekand  “Promethiade Projesi” kapsamında ele aldığı “10 Adımda Unutmak (Anti-Prometheus)”la, Prometheus mitini ters yüz ediyor.

Aeskhylos’un “Zincire Vurulmuş Prometheus” tragedyasının konsepti çerçevesinde,  üç ayrı tiyatro eserinin dünya mirası mekanlarda sahnelenmesi üzerine oturan ve üç ülkeden sanatçılarla gerçekleşen projenin İstanbul ayağını kapsayan oyun,  Aeskhylos’un Prometheus’una göndermede bulunuyor.

Yunanistan’dan Attis Tiyatrosu, Almanya’dan Rimini Protokoll ve Türkiye’den Studio Oyuncuları’nın  katıldığı projede Tekand, “10 Adımda Unutmak” derken de, gelişmenin ‘adım’larını vurguluyor. 

Tiyatro tarihinin en devrimci metinlerinden biri olarak nitelenen Prometheus’un hikâyesini dünyanın ve sistemin değiştirilemez olduğu safsatasının dünyada yaygınlaştırıldığının altını çizerek anlatıyor Tekand. “Promete belki Zeus’un sistemini yıkamayacağını biliyordu, ama…” diyor, “Zincire bağlanmayı göze aldı. Bizim de böyle bir promete dürüstlüğüne ihtiyacımız var. Tam anlamıyla çağdaş insanın tragedyasını ortaya çıkardım. ‘Anti- prometheus’ ismi çağdaş insanın genel karekterini çok iyi tarif ediyor bence.”

 “10 Adımda Unutmak (Anti-Prometheus)” Studio Oyuncuları ve İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları ortak yapımı. Oyun, bugün ve yarın saat 21.00’de Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde.

– Daha önce de “Oidipus Nerede”, “Oidipus Sürgünde” gibi özel projeler yaptığınızı biliyoruz. Antik tragedyaları çağdaş yorumlarla sahneye koymanın önemi üzerine neler söylersiniz?

Antik Yunan tragedyalar hem biçimsel olarak çağdaş olana verdiği imkanlar hem de “trajik olan”ın ifade edilmesi için sunduğu anlamsal imkanlar ile çağdaş tiyatro için tükenmez bir kaynak. Bugünün insanının tragedyası, aslında varolan “trajik olan”ı görmezden gelmesinde, hesap vermeyi unutmuş olmasında yatıyor. Antik metinlerin temel konseptleri de bunları yeniden ifade etmede olağanüstü kaynaklar sunuyor.

– Anti-Prometheus, düzene teslim olmayıp düzene gönüllü olarak boyun eğen bir karakteri anlatıyor tragedyanın tersine. Bir yandan da tragedya içinde tragedyaya açılan bir yorumu içeriyor. Bu tersten ve karşılıklı bakış yolunuzu açmış, malzemeyi zenginleştirmiş olmalı…

Yazmaya başladığım anda kafamda yankılanan da buydu. Düzenin mahkumu olmaktan korkup düzene mahkum olanların tragedyasını yazmaya karar verdim. Anti-Prometheus adı da  daha ilk başta konuverdi böylece.

– Yani sisteme karşı çıkan Prometheus’un trajedisi, bir taraftan da bugünün sisteme boyun eğen insanlarının çıkmazı..

Prometheus’un tragedyası, bugünün insanı için bırakın anlaşılmayı, hatırlanması bile huzursuzluk verecek bir hikaye. Camus’nun belki biraz abartarak söylediği gibi bugünun insanı, Prometheus’la karşılaşsa onu ancak linç ederdi. Kendini feda, düzene başkaldırı gibi kavramların en hafif haliyle romantik bir aptallık, ama en yaygın haliyle de enayilik olarak kabul edildiği günümüz dünyasında, tanrılardan ateşi çalan ve Zeus’a başkaldıran Prometheus, düşünsel olarak linç edilmiş durumda. Ama bence zaten çağdaş insanın farketmediği, farketmemek için elinden geleni yaptığı tragedyası tam da bu .

– Bu iki dilli bir oyun, üç Alman üç Türk oyuncu var. Farklı iki dili sahnede nasıl kullandınız?

Kültürlerarası nitelik taşıyan böylesi projelerde sizden genellikle yine ‘kültürlerarasılık’ sorununa ilişkin bir fantezi geliştirmeniz beklenir. Ben inatla oyunu böyle ele almayarak dünyadaki çağdaş sistem sorunu ile ilgilendim. Bu nedenle sahne üzerinde Türkler ve Almanlar yok bu oyunumda. Türkçe ve Almanca var ve bunlar sadece müziği itibariyle farklı diller. Ama bu iki farklı müziğin yanyana getirilmesiyle bana ait yeni bir teatral dil ve müzik elde ettim.

– Sahnede ‘ışık’ oyuncularınız da var, Oyundaki ‘ışık’ın rolünden bahseder misiniz biraz?

Oyunu izleyenler, yine seyirciye yabancı olmayan ışık sistemimle karşılaşacaklar. Ancak bu kez  bir sürpriz olarak yeniden biçimlendi ışığın kullanımı. Işık tasarımı, bir yandan oyunun matematiğinin asal aktarıcısı haline gelirken, bir yandan da sahne üzerinde eğlenceli bir oyun alanı, adeta bir sirk alanı yarattı. 

– Oyundaki sandalyeler, kullanılması gereken reel malzeme mi yoksa herhangi bir şeyin sembolü mü?

Ben hiçbir zaman sadece sembolik anlamlar taşıyan nesneler kullanmam oyunlarımda. Burada da sandalyeler, sandalye olarak kullanıldı tabii. Ama bütün olup bitenin toplamında, seyircide oluşacak  “miş gibi” durumu için de katmanlı anlamlar taşıyor. Oturacak yer, statü, mülk, yük, geçmiş…

Namık Kemal Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Burhan Turgut, ter önleyici deodorantlara karşı yurttaşları uyardı.

 Namık Kemal Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Burhan Turgut, hava sıcaklığının arttığı bu günlerde vücut ısısının 36-37 santigrat derecede tutulması gerektiğini söyledi.

Bu ısının sabit tutulabilmesi için vücudun terlemeye ihtiyaç duyduğunu ifade eden Turgut, ”Isıyı vücudumuzdan terleyerek uzaklaştırabiliriz. Ancak çok sıcak ve nemli havalarda vücut ısısının düşürülmesi pek mümkün olamayabiliyor. Özellikle koltuk altı ter önleyici deodorantlar böyle havalarda çok zararlıdır. Sıcak havalarda önemli bir mekanizma olan terlemenin deodorantlarla engellenmesi vücut ısısının artmasına neden olmaktadır. Böylece meydana gelebilecek güneş çarpması, sağlığı risk grubunda bulunanlarda ölümle sonuçlanabilir” diye konuştu.

Ter önleyici deodoranların normal ısıdaki havada ve risk grubunda olmayan kişilerde önemli bir problem oluşturmadığını anlatan Turgut, konuşmasını şöyle sürdürdü:
”Ter önleyici deodorantlar vücut ısısı 40 santigrat üzerine çıktığında riskli gruplarda bulunanlar için tehlike oluşturabilir. Bundan normal ısıda, sağlık kişilerin kullandığı lokal terlemeyi azaltıcı deodortların her zaman zararlı olduğu anlamı çıkartılmamalı. Ama risk grubu altındaki kişilerin kullanmaması faydalı olacaktır.

Risk grubunu 65 yaş üstü ve çok küçük çocuklar, süt çocukları, kronik hastalığı olanlar, özellikle kalp yetmezliği, kroner kalp hastaları, akciğer hastaları, sigara içiminden gelişen bronşit hastaları, böbrek ve tansiyon hastaları oluşturmaktadır.
Vücutta ani bir ısı yükselişiyle oluşan rahatsızlık halk arasında sıcak çarpması olarak ifade ediliyor. Bu beyinde hasar oluşturabilir ve bazen ölümle de sonuçlanabilir.

Ancak sıcak çarpması oluşmadan da sıcak hava vücuda zarar verebiliyor. Aşırı sıcak dolayısıyla fazla sıvı kaybedilmesi böbreklerin yeterli sıvı alamaması, böbreklere giden kan miktarının azalmasıyla böbrek fonksiyonlarında bozulma çıkabilir. Risk gruplarında bulunanların buna da dikkat etmesi gerekli.”


Sıvı tüketimi

Turgut, sıcak havalarda sıvı tüketiminin önemli olduğunu, sıvı tüketiminin kişinin vücut yapısına bağlı olarak değişebileceğini anlatan Turgut, ortalama vücut ölçülerine sahip olan bir kişinin 2-2,5 litre su içmesi gerektiğini söyledi.

Havanın ısısı ve fiziksel aktiviteye göre bu oranın artırabileceğini bildiren Turgut, şunları kaydetti.
”Susama hissi, genelde sıvı içimiyle ilgili uyarıcı bir duyudur. Fakat vücut her zaman susama hissi vermeyebilir ya da algılayamayabilirsiniz. Yüksek ısılarda susama hissetmeseniz bile mutlaka sıvı alımı olmalıdır. Risk gruplarında bu daha fazla önemli kazanıyor. Akli dengesi yerinde olmayanlar, çocuklar, aşırı yaşlılar bu kişiler kendi ihtiyaçlarını göremeyecekleri için onların sıvı alımına dikkat edilmesi. Özellikle alkollü ve çok şekerli olan sıvılar tercih edilmemeli. Çünkü bu tip sıvılar sıvı kaybına yol açabilmekte. Bunun dışında bütün sıvılar tüketebilir.”

‘Kavga adamı değilim, ama kaçmam da’

Genç bir bilim insanı olarak üniversiteye adım attığından bu yana tam 42 yıl geçti… Dolu dolu ve hiç duraksanmayan bir hayat sözün konusu… Türkiye’nin tarihsel, toplumsal yapısıyla içselleşerek gelişen bir hayat her şeyden önce… Davalar, karmaşık, geleceği belirsiz yıllar, tekerrür-ü tarihler…

Gamze Akdemir

Usta yazar Feridun Andaç, ‘Herkesten Bir Şey Öğrendim-Emre Kongar Kitabı’ adlı uzun bir nehir söyleşi yaptı; Kongar’ın yaşamını, fikirlerini tüm oylumlarıyla değerlendiren tam bir kaynak vücuda getirdi. Birazdan okuyacağınız bu söyleşi hem Emre Kongar ile daha çok günümüze odaklanarak yaşamının kilometre taşlarına değinmek hem de Andaç’ın büyük emeğine bir saygı sunmak üzere yapılmıştır. Emre Kongar ile söyleşmek her zamanki gibi çok keyifli ve bilgilendiriciydi, umarım okuması da öyle olur.

‘Ben katıldığım bir kuruluşun yapısını değiştirmeye, orada egemenliği ele geçirmeye, devrim yapmaya filan çalışan iddialı bir insan değilimdir. O zaman Hürriyet’te de öyleydi, Cumhuriyet’te de öyle. Çünkü benim iddiam bilim yapmakta, yazmakta. Kendimi başka türlü kanıtlamaya ihtiyacım yok; bulunduğum yerde benden ne isteniyorsa ne bekleniyorsa, sadece onu yaparım.

‘ Emre Kongar-İlk soruda sizden rol çalarak usta yazar Feridun Andaç ile söyleşmeyi soracağım söyleşen olarak… Size göre nasıl bir nehir söyleşi, külliyat vücuda getirdi Andaç? Yaklaşımı… Sizi anlatan kitabı size değerlendirtelim?

Feridun Andaç beni en iyi tanıyan ve değerlendiren yazarlardan biridir. O açıdan bu nehir söyleşiyi Feridun ile yapmış olmak benim için büyük bir şans. Beni tanıyor, kafa yapımı biliyor, yaşamöyküme ilişkin birçok ayrıntıdan haberi var. Tabii sadece o da değil, kendi birikiminin getirdiği felsefi ve edebi çerçevelere uygun sorular da sordu. Beni felsefe ve edebiyat paradigmaları içinde çözümledi. Bu arada kendimi keşfetmeme de yardımcı oldu. Yaşamımda pek çok düşünmediğim noktayı Feridun Andaç’ın soruları sayesinde yeniden düşünmek ve aydınlığa kavuşturmak olanağını elde ettim.

– Feridun Andaç ile tanışıklığınız?

– Çok eskiye dayanıyor. İlk söyleşimizi galiba müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra ‘Ben Müsteşarken’ adlı kitabım üzerine yapmıştık ama ondan önce de tanışıyorduk. Ben Feridun’u çok önemseyen, ona çok değer veren bir okuruyum. O da anlaşılan aynı duygulara sahip.

‘Kader kurbanıyım’

– Genç bir bilim insanı olarak üniversiteye adım attığınızdan bu yana tam 42 yıl geçti… Türkiye’nin tarihsel, toplumsal yapısıyla içselleşerek gelişen, dolu dolu ve hiç duraksanmayan bir hayat… Davalar, karmaşık, geleceği kimi belirsiz yıllar, tekerrür-ü tarihler…. Ama tanıdığım siz durmayı da bilmiyorsunuz’ Öyle bir devinim… Sizin için bir emeklilik ya da salt bir kariyer söz konusu değil. Tercihiniz hep bundan yana olmuş

– Daha da ilginci şu anda yaşamımın sonuna doğru yaklaşıyorum ve hiçbir zaman çalışmadığım kadar çok uzun ve yoğun çalışıyorum. Yaşlandıkça yüklerim arttı ve şu anda ‘artık biraz köşeme çekileyim, rahat edeyim’ dediğim sırada inanılmaz bir koşuşturma içinde buldum kendimi.

– Ama öyle ki yaşamaktan anladığınız daha çok çalışmak gibi, öyle anlaşılıyor

– (Gülerek) Gamze bir defa ben bir kader kurbanıyım! Şu anda bulunduğum yere toplum tarafından savruldum. Çünkü benim yaşamaktan anladığım, yaşamdan beklediğim çalışmak, üretmek ve sevmek. Buna hiç kuşku yok. Ama başka bir şey daha var; kader kurbanıyım derken onu kastediyorum. Sakin, sessiz, derinliği olan, kendi başıma kalabileceğim, öğreneceğim, öğreteceğim, tabii ki yazacağım bir bilimsel çalışma atmosferini tercih ederek hayata başladım. Fakat olaylar beni 12 Mart, 12 Eylül, Hacettepe, YÖK, sakal dolayısıyla zorlandığım istifa, Hürriyet, kamuoyu araştırmacılığı, siyaset, müsteşarlık, CHP, CHP’deki liderlik sorunları, istifalar, şimdi Cumhuriyet, bu davalar, NTV’de Mehmet Barlas ile tartışma programı derken hep toplumun en kırılgan, en uç noktalarında yaşamaya itti. Hiç de amaçlamadığım halde bu kırılma noktalarında tavır koymak zorunda kaldım ahlaken. Onun için kader kurbanıyım diyorum.

– Ama bunu siz istediniz… (gülüyoruz)

– Ben bu değişim zamanlarında yaşamak istemedim. Biliyorsunuz bir Çin atasözü vardır beddua olarak söylerler ‘değişim zamanlarında yaşayasın’ diye. Ve ben de bu ‘değişim zamanlarında’ kader kurbanı olarak boynumu büktüm, toplumun beni sürüklediği yerde, bana biçtiği görevi yerine getirmeye çalıştım, hâlâ da ona çalışıyorum. Bu benim toplumsal ve bireysel ahlak ve görev anlayışım. Karşıma çıkan sorunlardan kaçmayı, saklanmayı pek sevmem. Kendimi bu toplumun bir üyesi bir parçası gördüğüm için, burada yaşamayı seçtiğim için üzerime düşen laik ve demokratik, insan haklarına dayalı uygar bir rejimi savunma görevini yerine getirmeye çalışıyorum.
 

‘Beni aforoz etmek isteyen çok’

– Tansiyonu çok yüksek ortamlar

– Bir defa kavga adamı değilim ama asla ilkelerimden ödün vermem. Ödün vermeyince işte böyle sürükleniyorsunuz. Kavga adamı değilsiniz ama size öyle şeyler yapıyorlar ki ilkelerinizi korumak için belli mücadelelerin içinde buluyorsunuz kendinizi. Mecburen dışarıdan kavga ediyormuş gibi görünüyorsunuz. Hayatımda belirgin olarak ortaya çıkan bir nokta da hangi ortamda, pozisyonda bulunursam bulunayım insan sevgimi ve belki daha da önemlisi insan saygımı hiçbir zaman kaybetmemiş olmam. Öğrencilerime de ilke olarak yazdırdığım şudur: ‘Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma’.

– Sizde aforoz etme anlayışı yok, toplumun birbirine en aykırı kesimleriyle bile diyaloğu reddetmiyorsunuz…

– Doğru ama başka bir şey daha var: Daha doğrusu beni aforoz çabaları var. Pek çok yazar, köşe yazarı, kendilerini belli çevrelerin militanı veya lideri sayan insan, beni çeşitli biçimlerde suçlamak ya da karalamak istedi. Ama tutmadı çünkü gerçeklere uygun değildi. Aforoz bu nedenle bende asla yok ama başka bir şey daha yok; cemaat koruması. Burada cemaati illa dini anlamda kullanmıyorum. Siyasal cemaat, edebi cemaat yani ‘klik’ koruması, kalkanım da yok. Ne partide, siyasette şurada burada, ne edebiyatta’ Medyada da yok. Çünkü klik insanları ne yaparlarsa alkışlanıyorlar, ne yazarlarsa satıyor, yanlışlarının üstü örtülüyor. O kadar ki en son, bir çocuğu taciz eden o adamı, Hüseyin Üzmez’i bile korumaya kalktılar. Benim aforoz edip etmeme durumuma gelince asla kimseye ‘aforoz edilecek insan’ olarak bakmam. Çünkü siyasi, dini bütün inançlara saygılıyım. O nedenle aforoz etmem. Tartışmaya girdiğim nokta tamamen zihinsel, bilimsel, düşünsel düzeydir. Eğer söylenen şey tarihi gerçeklere, mevcut toplumsal gerçeklere ve ideal seçtiğim temel insan hakları, özgürlük ve demokrasi ideallerine, hukuk devletine uygun değilse karşı çıkıyorum. Ama sadece düşünsel düzeyde karşı çıkıyorum. Diyorum ki siz bunlara inanmakta, savunmakta serbestsiniz de ama bunlar bence şu, şu nedenlerle yanlış. Bu bazı insanları çok kızdırıyor ve beni aforoz etmek istiyorlar. Oysa ben onların inançlarına, arzu ettikleri yaşam biçimlerine karşı değilim, ben onların bunu dayatmalarına karşıyım. Bu tabii beni klikler dışı diyelim, cemaatler dışı tutuyor, yani koruma kalkanı sağlamıyor. Ama bana karşı bir saygı mı diyeyim, bir merhamet mi diyeyim böyle bir bakış da yaratıyor.
 

‘Korkarım ama sonuna kadar giderim’

– Kendinizi eleştirir misiniz?

– Sürekli eleştiririm. Günlük hayat anlamında çok korkak bir adamımdır. Kavgadan hoşlanmam. Ne bileyim örneğin işkenceden korkarım, ailemin başına bir şey gelecek diye korkarım, özgürlüğümü kaybetmekten korkarım. O anlamda bakıldığı zaman korkak bir adamımdır. Ama iş ilkelere ve bilimsel tartışmaya gelince inanılmayacak kadar cesur olabildiğimi görüyorum; çünkü yanlış, kötü bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Zihinsel, düşünsel tartışma platformunda sonuna kadar da giderim, o nedenle korkusuzum. Böyle bir çelişki var hayatımda. Bu sanıyorum ailemin bana verdiği kişilik özellikleriyle ilgili.

– Bütün yaşamınız aslında bir baskı altında geçti değil mi?

– Doğru, ailede çok özgür yetiştirildim ama sonrası zordur. Hacettepe’de maalesef, oradaki doktorların çok parlak olmalarına, tıbbi başarılara rağmen muhafazakâr bir siyasal ve sosyal ortam içindeydim ve üniversitedeki arkadaşlarım bana tek solcu hatta komünist diye bakar ve bir de yüzüme karşı suçlarlardı. Hepsi benden 10-15 yaş büyük tıp profesörü, sevdiğim arkadaşlarımdı. Sürekli bir eleştiri ortamında yaşadım. Daha gerilere gidersek ki kitapta da anlatıyorum; Siyasal Bilgiler Fakültesinde İstanbullu arkadaşlarla İngilizce Kulübü diye bir kulüp kurmuştuk. Hani sonuna kadar giderim diyorum ya, orada da üye olan sevgili dostlarımızla eleştiri babında birbirimizin ciğerini sökerdik. Hayatım müthiş bir eleştiri ve baskı altında geçti ama o ortamlarda kişiliğimi geliştirdim, kendimi asla bırakmadım.

– Ama belli bir raddeden sonra işte küçük ayak oyunlarını gördünüz mü istifayı da bastınız. Hacettepe, CHP, Hürriyet

– Tabii o ortamda yaşayamayacağımı görünce basıyorum/basarım istifayı.
 

‘Asıl mücadele sandıkta’

– Kitabınızda ‘Hiçbir devrim sandıkla filan olmaz’ da diyorsunuz… Bugüne zorlayarak da olsa uyarlarsak şimdilerde karşıdevrim de aynen böyle mi oluyor dersiniz?

– Yok şimdilerde karşıdevrim sandıkla oluyor.

– Sandığa güveniyor musunuz, doğruluğuna, sayım sonuçları falan..

– Hayır, sandık ilk koşul olarak günümüzde tabii şart. ‘Hiçbir devrim sandıkla filan olmaz’ derken endüstrileşmenin ilk dönemini, tarım toplumundan geçişi kastediyorum. Tarım toplumundan endüstri toplumuna geçerken demokrasinin temelinde yatan kurumlar, ilkeler yoktu ki’ Bu ilkeler büyük mücadelelerle ve kanlı olarak kabul edilmiştir. Tarihte devrimler döneminde demokrasi yok, sandık yok. Orada Türkiye tarihi açısından anakronizm denen bir tarihi hata yapılıyor. Yani Atatürk halka sorsaydı yazı devrimi olur muydu diye. Sandık yok ki sandığı koysun halka sorsun, soracağı halk yok ki.

– Kitleler kul’- Kul’ Cemaat anlayışı içinde bireysel kimliklerine kavuşmamışlar ki kitleler. Sovyet Devrimi de öyledir. Dünyadaki devrimler tarihine baktığınız zaman sandık olmadığı için zaten devrimler oluyor. Günümüzde ise şu veya bu biçimde ve tabii iyi de bir şey sandığın olması. Dolayısıyla olumlu gelişmelerden geriye gidişler de sandık aracılığıyla oluyor. Onlarla yine sandıkta mücadele edilecek. Başka çaresi yok.
 

‘Ergenekon iyi bir şeydir, ama”

– Ergenekon… Neler söylersiniz bu konuda? Hayatınızda nasıl bir paragrafla yer alacak Ergenekon?

– Medyada Ergenekon denilen soruşturma, Türkiye’deki devlet politikasından kaynaklanan bazı kötüye kullanımların, bazı bireysel istismarların ve yasadışı davranışların soruşturulmasıdır benim gözümde. Ve bu iyi bir şeydir. Ergenekon denen ve mahkemece de ‘Ergenekon diye bir örgüt kararı henüz yoktur ve bu terimi kullanmak yasaktır’ diye karar alınan konu da benim gözümde devlet görevlisi olup da bu görevini kendi kişisel çıkarları ve anlayışı çerçevesinde kötüye kullanan insanların soruşturulması ve suçları varsa cezalandırılmasıdır. Tekrar ediyorum bu iyi bir şeydir. Bu açıdan sonuna kadar da gidilmelidir ve deşilmelidir.

– Ama..

– Ama, siz devlet görevlisiyken kişisel veya siyasal nedenlerle görevini istismar edenleri soruşturuyorum diye Türkiye’de kadınların, kızların eğitimine destek veren, bu amaç için örgüt kuran, bütün hayatını bu ülkenin kalkınmasına vakfetmiş sivil toplum örgütlerinin Türkan Saylan gibi kurucularını ve yöneticilerini içeri alıyorsanız; Mehmet Haberal gibi hayatlarını bilime adamış, dünya çapında tıpta, cerrahide öncülükler yapmış insanları içeri alıyorsanız; Ferit Bernay, Mustafa Yurtkuran gibi her anları, her konuşmaları, her adımları şeffaf ve denetim altında olan üniversite rektörlerini tutukluyorsanız ve Erol Manisalı gibi yazarları, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay gibi gazetecileri içeri alıyorsanız o zaman ben onun hukukun kötüye kullanılması mı, siyasete alet edilmesi mi olduğunu sorgularım.
 

Ergenekon tabii korkutuyor!

Bu soruyu eminim ki size ne ilk ne de son soran benimdir ama serde gazetecilik var soracağım; sizi de Ergenekon kapsamında içeri alırlar diye bir tedirginliğiniz ya da düşünceniz oldu mu?

– Çok sık soruluyor evet’ Çünkü herkes, adına Ergenekon denilen Mehmet Barlas’ın Estergon diye artık mizahi bir biçimde yorumladığı, Estergon adını taktığı bu davanın Cumhuriyet gazetesi üzerinde de odaklandığını görüyor. Ben de Cumhuriyet gazetesinin hem yazarı hem de yayın kurulu üyesi olduğum için bu soru bana çok sık soruluyor. Buna iki tane yanıtım var. Başta söylediğim o kişisel korkaklık ve zihinsel cesaret çerçevesinde buna yanıt vereceğim. Kişisel olarak tabii korkuyorum haksızlığa uğramaktan. Özgürlüğümü kaybetmekten, hapse atılmaktan, toplum içinde daha yargı aşamasındayken bile suçlanıp manşetlerde mahkûm edilmekten. Hem itibar kaybetmekten hem özgürlüğümü yitirmekten, bu yaşta ailemden, sevdiklerimden ayrı kalmaktan ve muhtemelen de içerde, zaten sahip olduğum birtakım sağlık sorunlarının daha da derinleşmesinden korkuyorum hiç şüphe yok. Bu dalganın beni de kapsayabileceği ihtimali bana o kadar sık hatırlatılıyor ki bu kaygılara sahip olmamak mümkün değil. Ayrıca kendimden çok, önce içerdeki arkadaşlar, sonra da toplum için korkuyorum.Şimdi bu işin bir tarafı. Ama ikinci bir tarafı daha var. Bütün hayatı boyunca daima önce demokrasiden sonra da sosyal demokrasiden yana tavır almış ve bunun mücadelesini yapmış bir insanım. Kendini tanımla dedikleri zaman yanıtım ta 20’li yaşlardan itibaren ‘önce demokratım sonra sosyal demokratım’ olmuştur. Dolayısıyla şimdi Ergenekon çığırtkanlığı yapan Ergenekon savunucularının bir bölümü demokrasiye inanmayıp gerillacılık yaparken, bir bölümü demokrasiye inanmayıp halk ihtilali peşinde koşarken, bir bölümü yine demokrasiye inanmayıp askeri darbecilerin getir-götür işlerini görürken (ki her üç grubun da bugün isimleri de var, medyada köşeleri de var) ben o zaman da bunlara karşı demokrasiyi ve sosyal demokrasiyi savunuyordum, bugün de demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorum.Bunlar Ergenekon veya Estergon (her neyse) denen dava çerçevesinde toplumun üstüne bir korku dalgası yaymakla, iktidara karşıt olan herkesi darbeci ilan etmekle meşgul olduklarında ben yine demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorum. Bu açıdan tarihe, hukuka, kendi vicdanıma, savcıya, yargıçlara, topluma karşı verilemeyecek hiçbir hesabım yok. İşte o açıdan da hiç korkmuyorum.

– Bir marka mısınız?

– Bu terimlerle konuşmak istemiyorum. Mevcut küreselleşmenin dayattığı kapitalist piyasa koşullarında ve yine mevcut küreselleşmenin dayattığı popüler kültür terminolojisiyle kendimi değerlendirmekten hoşlanmıyorum. Ama bu ortamda, bu ülkede, bu dünyada doğru düşündüklerinizi anlatmak için o popüler kültür içinde bir rolünüzün olması gerektiğine de inanıyorum. Dolayısıyla hiç tasvip etmediğim halde, düşüncelerimi, savunduğum ilkeleri anlatabilmek için hem o piyasa içinde hem de o popüler kültür içerisinde bir yer sahibi olmaya mecburum. Bu bana popüler kültürün veya o serbest piyasanın, küresel piyasanın terminolojisiyle bir marka kimliği getirmişse, bu sonuç toplumun bulunduğu yer bakımından üzücü ama benim etkimi kabul etmesi bakımından da sevindirici bir olay olarak görülmeli diye düşünüyorum..
 

‘Bende kaçamak yanıt yoktur’

Bende kaçamak yanıt yoktur Gamze, bunu ekle lütfen (gülüyoruz). Bende kaçamak yok, ne sorarsanız dürüst ve namuslu cevabımı veririm. Burada popüler kültür konusuna giriyoruz, artık toplumları etkilemek münzevi, kapalı kutunda, evinde, fildişi dünyanda olmuyor. Eğer bir toplumsal etki, siyasal etki, ahlaki etki yapmak istiyorsanız, moralist yönünüzden dolayı bir görev duygusu taşıyorsanız onu mutlaka ve mutlaka, maalesef büyük bir üzüntüyle söylüyorum, popüler kültürün içinde bir yer sahibi olarak yapmak zorundasınız. Bunun bilincindeyim bunun için Cumhuriyet’te köşe yazıyorum, bunun için NTV’de günlük program yapıyorum.

– ‘Ben katıldığım bir kuruluşun yapısını değiştirmeye, orada egemenliği ele geçirmeye, devrim yapmaya filan çalışan iddialı bir insan değilimdir. O zaman Hürriyet’te de öyleydi, Cumhuriyet’te de öyle. Çünkü benim iddiam bilim yapmakta, yazmakta. Kendimi başka türlü kanıtlamaya ihtiyacım yok; bulunduğum yerde benden ne isteniyorsa ne bekleniyorsa, sadece onu yaparım.’ diyorsunuz Andaç’a… Son soruda bu ifadeyi de açar mısınız?

– Fevkalade güzel bir soru. Şimdi bu bir defa insanların kendine biçtiği görevle, rolle ilgili. Bazı insanlar kendilerinde dünyayı değiştirmek, düzeltmek veya bulundukları kurumu devrimci bir görüşle ele alıp onu değiştirmek, düzeltmek gibi misyonlar, görevler vehmederler. Bunlara güçleri yeter veya yetmez’ Bu arada şunu da söyleyeyim: Siyasal veya toplumsal liderler de bunların arasından çıkar. Ama ben öyle bir görev duygusuna hiçbir zaman sahip olmadım. Yani dünyayı düzeltmek, ülkeyi kurtarmak veya çalıştığım kurumu devrimci bir biçimde düzeltmek gibi bir görevle kendimi hiçbir zaman yükümlü hissetmedim. Bu, başında bulunduğum Kültür Bakanlığı açısından da böyleydi, Hacettepe’de de öyleydi, Hürriyet’e gittiğimde de öyle oldu, Cumhuriyet’te de öyle. Ne bekleniyorsa, o kurumun gelenekleri ne diyorsa, o kurumun sahipleri ne istiyorsa (ki özel teşebbüste patron vardır malum) veya o kurumun toplumsal işlevleri neyse onu yerine getirmesine yardımcı olmaya çalışırım. Bazı insanlar bununla yetinmez. Ben onu da çok saygıyla karşılıyorum hatta onu kendi yaptığımdan daha büyük bir saygıyla karşılıyorum. Hemen bir örnek vereyim; Aziz Nesin tam bir devrimciydi ve tam bir liderdi. Nereye girse orada hemen yönetimi ele alıp orada bir devrim yapmak isterdi. Keşke ben de öyle olabilsem ama öyle bir adam değilim.

Yaşamın anlamı

Gelelim Hacettepe, Kültür Bakanlığı, Hürriyet ve Cumhuriyet kurumlarına’ Hacettepe’de İhsan Doğramacı, Nusret Fişek, Hacettepe’nin kuruluş hedefleri benden ne bekliyorsa onları yapmaya çalıştım ve çok iyi şeyler başardım. Hacettepe’de tam bir devrim gerçekleştirilmesine büyük katkılarda bulundum. Tam zamanlı hekimliği getirdik, tıpta sosyal bilimler eğitimini getirdik, o zamanlar yalnızca ODTÜ’de olan ve Türk üniversitelerinde bilinmeyen kredi sistemini getirdik. Bütün o devrimlerde Doğramacı’nın ve Nusret Fişek’in isteği ve desteğiyle bir numaralı rolü oynadım ve bununla iftihar ediyorum. Hürriyet Gazetesi’nin sahibi Erol Simavi benden gazetenin düzgün ve iyi bir biçimde çıkması için bir denetim istedi. Onu da en iyi biçimde yaptım. Ama bunu yaparken o sırada gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olan Çetin Emeç’in yerine geçmeyi aklımdan bile geçirmediğim gibi böyle yoklamalar olduğunda da onları reddettim. Çünkü öyle bir isteğim yoktu. O sırada aynı zamanda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı’nın yeni baskılarını hazırlamakla yani zihinsel bir üretimle de meşguldüm. Hacettepe’de de kitaplarımın ilk nüshalarını hazırlıyordum. Ondan sonra da Kültür Bakanlığı’ Devletin bir bakanlığı, ne bekleniyor? Hukuka uygun şekilde vatandaşa hızlı ve adil hizmet, tarihin ve doğanın en üst düzeyde korunması’ Onları gerçekleştirmeye çalıştım. Cumhuriyet’e geldim, Cumhuriyet’in sahibi zaten okurları, vakfın sahibi çalışanlar. Dolayısıyla Cumhuriyet’in yolu da son derece belli, kitapta da anlattım: Cumhuriyet’e gelirken bana Genel Yayın Yönetmenliği önerdi İlhan Bey. Ben onu reddederek geldim. Cumhuriyet’teki ilişkilerin keyfi benim için anlamlı. İlhan Selçuk gibi, Ertin Akgüç gibi düşünce bazında, derinlik bazında, dil bazında anlaştığım, sevdiğim insanlarla etkileşimimi sürdürmek; benim için yaşamın anlamı burada.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Herkesten Bir Şey Öğrendim-Emre Kongar Kitabı / Feridun Andaç / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 432 s.

‘İçim hiç büyümedi, hep çocuk kaldı’

Can dostu Bircan Silan Usallı’nın kaleme aldığı Hepsi Bu adlı kitapta tüm yaşamöyküsüyle, okurlarla buluşuyor Nilüfer, buğulu sesiyle en güzel şarkılarından nağmeleri duyurarak zihnimize.

Gamze Akdemir

Çok fazla röportaj vermediği bilinir Nilüfer’in, o nedenle hakkında bilinenler hayli azdır emsallerine göre. Saygındır, işinde ustadır, dünya tatlısı evlatlık kızı Ayşe Nazlı’sı vardır, unutulmaz şarkıları malumdur. Ama hepsi o kadar değildir. Bu kitapta bilinen ve bilinmeyen Nilüfer’i anlatıyor Bircan Silan Usallı. Usallı ve Nilüfer ile Hepsi Bu üzerine konuştuk.

-Nilüfer ile dostluğunuzun başlaması nasıl oldu; nasıl tanıştınız?

BİRCAN SİLAN USALLI- 80’li yıllarda Güneş gazetesinde çalışırken, Çanakkale Seramik Evleri’ne kendisiyle röportaj için gittiğimde tanıştık. Nasıl kar yağıyordu anlatamam. Dönüşte neredeyse mahsur kalıyordum onun için o günü hiç unutamam.

– Nilüfer Hanım öyle her şeyini anlatan, hayatını kitlelerle kolay paylaşan bir sanatçı olmadığını biliyoruz. Röportaj vermeyi de öyle çok sevmediği bilinir. Nasıl karar verildi kitaba bu noktada?

SİLAN USALLI- Birincisi aynı dönemin insanlarıyız, birbirimizi çok iyi anlıyoruz, ikincisi gerçekten can dostuz. Birbirimizin hayatını yakından biliyoruz. Bana karşı kitabı yazarken çok hakiki, samimi davrandı; hani şu olmasın bu olmasın asla demedi. Yoksa bu kadar derinlere giremez, açamazdım.

NİLÜFER- Bircan yıllardır bana böyle bir kitap yapma düşüncesinden bahsediyordu. Ben dur bakalım, biraz daha bekleyelim diyordum. Ama herkesin bir patlama noktası var tabii, içini dökmek ihtiyacı da. Ben de artık anlatayım da beni seven insanlar beni daha iyi tanısın isteği var. Kafalarda pek çok konuyla ilgili soru işareti de kalmasın, neyi neden yaptığımı daha iyi anlasınlar, artık zamanıdır diye sonunda kitaba ‘evet’ dedim.

‘İÇİNE DOĞRU AĞLAYAN KADIN’

– Çocukluğunuzu okuduğumuzda özellikle babanızı kaybedişinizi… Aslında sizin için kolay olmasa gerek onları anlatmak.

NİLÜFER- Yorucu tabii ama bir yandan da terapi gibi. Kitap çıktığından beri kendimi daha özgür hissettiğimi fark ediyorum.

SİLAN- Arka bahçeler temizlendi, rahatlama oldu tabii.

NİLÜFER- Dilerim ki bu kitabı çok insan okusun ki amaç da bu zaten. Kendimi tanıtmak, anlatmak, derdim o. Kitap hem çok riskliydi hem de çok doğru bir karardı. Ama sonunda Bircan’ın başarılı kalemiyle de çok tatlı, roman tadında bir şey çıktı ortaya.

– Evet öykü gibi, biyografi sınıfına sokulamaz rahatlıkla’

SİLAN- Nehir söyleşi olmasını ne Nilüfer istedi ne de ben. Nilüfer duygularını çok rahat anlatan bir kadın değil, ağlarken biraz daha içine doğru ağlayan bir kadın. Böyle olunca yazarken daha özgürleştim o içe kapanmaları açarken, rol çaldım da biraz. Bir de yıllardır yakından tanıdığım için Nilüfer’i roman kahramanı gibi ele almayı istedim, Nilüfer de bunu onayladı.

– Ama öyle torpil yok’

SİLAN- Yok, kesinlikle. Onu hem bir insan hem de bir star gözüyle yansıtabilmek istedim. Tabii ben şanslıyım; onu her haliyle çok iyi tanıyorum. Son derece yakın, doğal bir insandır. Bazen öyle sıradan davranır ki dayanamam ya Nilüfer dudağına bir ruj sür, günlük kıyafetleri çıkar, sen Nilüfer’sin derim. Gider alışveriş merkezlerinde alışverişini yapar, öyle maiyetle dolaşmaz, bazı sanatçıların tersine. Kibir nedir bilmez.

– Kitabın sonunda mektuplar bölümü var’

SİLAN- Nilüfer babasının mektuplarından söz ettiğinde çok etkilendim. Çünkü ben de babama çok düşkündüm ve kaybının verdiği acıyı, babaya duyulan özlemi iyi biliyorum. Mektuplardan bahsedince bunlar mutlaka kitapta yer almalı dedim.

– Ayşe Nazlı’nın mektubu da sıcacık…

SİLAN- Değil mi? Onda da ben çok ısrar ettim. Nilüfer bu anlamda Ayşe Nazlı’yı yormak istemedi ama mektup okunduğunda nasıl muhteşem bir sevgileri ve iletişimleri olduğu açıkça görülüyor.

– Ayşe Nazlı’yı evlat edindiğinizde sanki Türkiye bir çocuk evlat edinmiş gibi sevinmişti, çok güzel bir örnek olmuştunuz anne-kız.

NİLÜFER- Bu destek hiç eksilmedi. Mesela bugün bir taksiye bindim, şoför beni tanıdı, bebek nasıl diye sordu. Dedim ki bebek artık 10 yaşında. Ama bütün Türkiye’nin gözünde o hep bebek olarak kaldı, sahip çıktılar Ayşe Nazlı’ya da, benim sevgime de. Bir yere gidiyoruz beni tanımıyorlar, Ayşe Nazlı’yı tanıyorlar. O da çok mutlu oluyor, böyle hafif şımarıyor falan. Çocukluk ne güzel’

– Çocuklarla iletişiminizin bu kadar iyi olmasında kendi çocukluğunuzun da payı vardır muhakkak.

– Şöyle, Bircan’ın da yazdığı gibi çocukluğum anavatanım gibi, vazgeçemem. Göztepe’de çok güzel, bahçeli, ağaçlar içinde iki katlı evimizi hatırlıyorum mesela. İncir ağaçlarını, o özgürlük duygusunu hatırlıyorum. Sığınağım gibiydi o bahçe. İncir ağaçları, hercaimenekşeler, papatyalar, sardunyalarla çevriliydi. Şimdi oturduğum ev de öyle. Ayşe Nazlı da bu duyguları yaşasın istiyorum. Koşup oynasın… Ama itiraf etmeliyim sadece Ayşe Nazlı için değil kendim için de, şimdi de aynısını istiyorum. Çocukluğumun o bahçelerini aslında nasıl hiç unutmadığımı, içimde hep o bahçelerde koşturduğum günleri nasıl sakladığımı bu kitapla daha iyi anladım. Bilinçaltında ne varsa su yüzüne çıktı yani. Hep bahçe der dururum, deniz göreyim diye hiç düşünmedim mesela ev alırken. Çengelköy’de oturduğum evin bahçesinde de erik ağaçları var, incir ağaçları, kiraz ağaçları var. Beni çocukluğuma götürüyor. Aslında anlıyorum ki içim hiç büyümedi hep çocuk kaldı.

‘ÇEKİNGENLİĞİMİ İLERLEYEN YAŞLARDA ÜSTÜMDEN ATTIM’

– Kitapta yalnız bir çocuk olduğunuz imlemesi var.

NİLÜFER- Ayşe Nazlı hiç öyle değil mesela, tenis kursuna, bale kursuna, piyano kursuna gidiyor. Son derece sosyal bir çocuk, pek çok arkadaşı var. Yoğun ve mutlu bir çocuk, öğretmenleri de çok memnun; derslerinde gayet başarılı olduğunu söylüyorlar hatta matematikte de aşama kaydettiğini düşünüyorlar. Biraz konsantrasyon problemi olan, hiperaktifliğe yakın bir çocuktu Ayşe Nazlı. Bana gelince, evet yalnız bir çocuktum. Yazın yazlığa gidildiğinde yine arkadaşlar ediniyorum falan ama kışın Cihangir’deki evimizin beşinci katında kalakalıyordum yani. Asla tabii sokağa bırakılmıyorum. O zaman da kendi kendime oyunlar icat ediyordum, hayal gücüm alıp başını gidiyordu yani. İlaçları topluyordum, eczane yapıyordum. En çok da tezgâhtar olduğumu hayal ediyordum, bibloları paketliyordum falan. O zaman televizyon yok ama radyomda müziğim var. Sonradan bir teybim oldu. O zamanki çocuklar böyle şeylere ne kadar çok vakit ayırabiliyormuşuz. Şimdi Ayşe Nazlı televizyon izlemek için kendini paralıyor. Ben çocukken o müzik setinin başında olmak, o soğuk odaya gidip plakları çalmak, teybin başında şarkılar söylemek bana yetiyordu.

– Fazladan bir ihtimam da var çocukluğunuzda, astımınız haklı olarak ailenizin gözünü korkutuyor…

NİLÜFER- Çok marazdım ben. Astımım hep var, on yıl öncesine kadar yılda bir, üç beş gün hastanelere bile yatırıyordu beni. Hele çocukluğumda kâbus gibiydi çünkü o zamanki astım ilaçları şimdiki gibi gelişmiş değildi. Krize girdiğim zaman anne babam perişan oluyorlardı. Annem çok evhamlı olduğu için ben de evhamlı büyüdüm sanırım.

SİLAN- Astım korkusuyla annesinin arkadaşlarını eve çağırmasından pek hoşlanmadığını da anlattı. Ama Nilüfer de her anne gibi çocuğunun üzerine titrese de karantinaya almıyor Ayşe Nazlı’yı. Arkadaşlarına gitmesine, onların gelmesine, koşmasına, oynamasına, elinden geldiğince izin veriyor. Gerçek hayatın içinde büyütüyor kızını.

– Bir de Nilüfer hep babasının kızı gibi değil mi? Hani kahramanı en çok baba’

NİLÜFER- Kızlar babaya düşkündür ya, ben de öyleydim. Babam çok ağır bir adamdı o nedenle baba-kız olarak az diyaloğumuz olsa da güçlü bir bağımız vardı. Annemle ise bütün gün evde beraberiz dolayısıyla didişip dururduk kimbilir hangi nedenlerle. Daha büyüyünce flörtlerle ilgili kavgalarımız ortaya çıktı ama ben de hep biraz dikbaşlıydım. Aslında annemin baskısıyla kendine güveni az olan bir insan olarak da yetişebilirdim ama bende tam tersi oldu.

SİLAN- Çocukken öyle kendine güveni çok olan bir çocuk olmadığını anlıyoruz Nilüfer’in yani bu anlamda büyüyünce toparladı sanıyorum.

NİLÜFER- Kesinlikle. Çocukken toplum içinde konuşmaya çekinirdim. Nerede sahneye çıkıp insanların önünde şarkılar söylemek falan…

SİLAN- Ama çocukken evde ne konserler vermiş. Sanat orada başlamış yani…

NİLÜFER- Yıllarca da devam etti çekingenlik ama ilerleyen yaşlarda aştım bunu, bu durumdan kurtuldum yani.

– Derken babanızın kaybı ve sonrası zorlu bir dönem tabii’

NİLÜFER- Şok; çünkü bilmiyordum hasta olduğunu, bana hiçbir şey söylenmemişti.

SİLAN- Öğreniş şekli tabi tam bir travma. O süreçler de yer aldı kitapta.

NİLÜFER- Şok çünkü bilmiyordum hasta olduğunu, bana hiçbir şey söylenmemişti.

O fotoğraf gözümün önünde. Babamın benimle birlikte çekilmiş bir fotoğrafı vardı, duvarda asılıydı, ben ona bakıp kendisiyle konuşarak ağlardım; annemden gizli ağlardım. Annemle paylaşmadım, kızdım ona çünkü. Bir de annem, nedenini bilmiyorum belki kocasını erken kaybetmiş olmanın getirdiği depresif bir hal olabilir, tek başına kaldı ve bana adadı hayatını. Yapısında yoktu karşısındakini anlamaya çalışmak, bir çocuğun ruh dünyasını anlamaya çalışmak… İletişimimiz sınırlı kaldı o nedenle. Şimdi annemin teşhisi neredeyse 15 yıl öncesine dayanan Alzheimer hastalığı var. Belirtiler başladığında yani akli melekeleri henüz tam sarsılmamışken bile Ayşe Nazlı’yı evlat edindiğimde ‘ah yavrum ne güzel bir şey yaptın’ demedi bana… Biraz da yapısıyla ilgili bir durumdu.

SİLAN- Pek farkına varmadı belki de?

NİLÜFER- Belki, sonra da zaten hastalığı ilerledi, artık beni de tanımıyor maalesef.

‘SESİM ANNEMDEN MİRAS’

– Baba-kız demişken Ayşe Nazlı ve Reha Muhtar’ı sormamak olmaz; sevgileri, iletişimleri’

NİLÜFER- Görseniz çok şekerler. Pazar günleri görüşüyorlar. Ayşe Nazlı’ya karşı hep dürüst oldum, öyle bir iletişimimiz var. Hiçbir şeyi saklamadım, ne evlatlık alındığını, ne Reha ile ayrılığı. Geçenlerde, 19 Mayıs’ta hep beraber Bodrum’a tatile gittiler kardeşleriyle beraber. İkizlere bayılıyor, özellikle kızı çok seviyor, Mina’nın yeri ayrı onun için. Reha’nın yaptığı çok önemli, çok özel, çok takdir edilmesi gereken bir şey. Reha zaten çocuk delisi, Ayşe Nazlı’yı da inanılmaz seviyor.

– ‘Müzik çocuklukta başlıyor’a dönersek ailece şarkılar söyleniyor..

SİLAN- Evet biraz büyüyünce annesiyle birlikte şarkılar söylemeye başlıyor. Babası piyanonun başına geçiyor, Nilüfer ve annesi de günün sevilen şarkılarını birlikte söylüyor.

– Lütfiye Hanım’ın sesinin de çok güzel olduğunu öğreniyoruz.

SİLAN- Hatta o da bir radyo yarışmasına girmiş zamanında.

NİLÜFER- Çok güzel bir sesi vardı annemin, bana da ondan miras. Hatta ses yarışmasına girmemi de hiç beklemediğim halde desteklemişti. Peşimden geldi tabii 15 yaşındaydım.

– O ses yarışmasının jürisi de önemli isimlerden oluşuyor ama asıl halk seçiyor sizi.

NİLÜFER- Hürriyet Haftasonu düzenliyordu, ön eleme de Rumelihisarı’ndaki Lalezar’da yapıldı. Ajda Pekkan, Alpay, Doğan Şener, Fecri Ebcioğlu, Nino Varon, Şehrazat, yanlış hatırlamıyorsam Sezen Cumhur Önal gibi çok önemli müzisyenler ve sanatçılar vardı jüride. İlk katıldığım yarışmaydı. Ön elemelerde beş erkek beş kız finalist belirlendi. Daha sonra o finalistler Caddebostan Budak Sineması, Yeşilköy’de bir açıkhava sineması ve Açıkhava Tiyatrosu’nda olmak üzere üç konser verdi. Bu konserlerde konuk sanatçılar da vardı. Birinde Ajda Pekkan, diğerinde de Hümeyra… Konser biletlerinin üstünde oylama bölümü vardı. Halk erkek ve kızlarda kendi birincisini oyluyordu. Halk oylarıyla kazandım, yani halk seçti beni.

‘YENİ MÜZİK BİR ÇIKMAZDA’

– Kayahan’ı sormak istiyorum. Sıkı dostluktan sizin şarkılarını okumanıza ilişkin aldırdığı mahkeme kararına kadar üzücü şeyler yaşandı. Anlatır mısınız o süreci?

NİLÜFER- Bu konuda hiçbir zaman paralar falan bahsederek asla cevap vermedim. Hep suskun kalmayı tercih ettim. Ancak artık öyle bir noktaya geldi ki bundan birkaç ay önce bir programa çıkıp çok haksız, çok yanlış şeyler söyledi. İzlerken bu duruma artık daha fazla tahammül edemeyeceğime karar verdim. O akşam Bircan’ı aradım dedim ki artık daha fazla bu konuda suskun kalmak istemiyorum bu aşamaya nasıl geldik, nasıl küstük tüm gelişmeleriyle anlatmak istiyorum, kitapta yer alsın istiyorum.

– Okuyunca, Kayahan konusunda kendisiyle çalışmaya başlamanızdan bu yana hep bir diken üstünde olduğunu anlıyoruz, hani bir idare etme durumu gibi.

SİLAN- Çok doğru nitelediniz, aynen öyle.

NİLÜFER- Her şeyden önce arkadaşım, dostum olarak hayatıma girdi. Daha sonra müzikte bir tırmanış gerçekleşti. Bu benim daha evvelden öngörmediğim bir şeydi. Belki o da öngörmemişti ama onun hedefi oydu aslında. Sonradan tabii böyle bir başarı gelince onu devam ettirmek gerekti fakat arkasından yaşanan birtakım tatsız meseleler sonucunda zaman zaman çok mutsuz oldum, üzüldüm, öfkelendim. Bu kadar güzel şarkılar yaratan bir insanın farklı bir yapıya sahip olduğunu düşünüp yine de saygıyla, anlayışla bakmaya çalıştım. Ama artık öyle bir noktaya geldik ki barışır mısınız diye soranlara şunu diyorum; bu dakikadan sonra geri adım atarsam ben ben olmam ki, nasıl barışacağım yani. O benim artık bu duruma bir nokta koyabileceğimi de öngöremedi bence.

SİLAN- Kayahan’ın parayla ilgili bu kadar çok laf etmesine ilişkin şunu da belirtmeliyiz; tabii ki her insan emeğinin karşılığını, hakkı neyse alacak. Kayahan da alacak. Ama Nilüfer 17 yıl boyunca aslında hiç ödememesi gereken paraları bile ödemiş, bırakın hak yemeyi, fazlasını vermiş.

NİLÜFER- Sahneden bile para ödedim kendisine. Fazlasını ödedim. Şarkıdan para alıyordu, sonra yüzde alıyordu. Ne yazık ki son gelinen noktada mahkeme onu haklı buldu. Ama halk bana hak veriyor biliyorum, her şeyin o kadar farkındalar ki… Mesela geçenlerde Bilgi Üniversitesi’nde bir konserim vardı, biri bile bize ‘Geceler’i söyler misin demedi. Kitabın bir amacı da bu, beni daha iyi anlasın insanlar, bir de benim açımdan konuyu bilsinler. Gerçekdışı anlatılan şeylerden de çok sıkıldım, çok tehlikeli bir şey bu yani kendisi de inanıyor gibi bir şey söz konusu.

– Nilüfer’in hak yememe ve yedirmeme konusunda ta yıllar öncesine dayanan bir vukuatı bile var değil mi? Gazino olayı…

SİLAN- Aa tabii, yarım yevmiye verilmesine bayrak açıyor, gazino patronuna rest çekiyor.

NİLÜFER- 18 yaşındayım, gazino her gece tıklım tıklım bize yarım yevmiye verecekler. Solist Zeki Müren’di hatta haber gönderdi bana Zeki Bey, o daha çok genç kabul etsin diye. Bugün olsa kırmazdım kendisini belki ama o zaman 18 yaşında, dediğim dedik. Oysa daha sonra neler yaşadım, kaç yarım yevmiyeler gördük. Mesela İzmir Fuarı’nda her zaman bu tutumla karşılaşırdı bütün sanatçılar maalesef. Birkaç gece ücreti herkesin kesilirdi.

– Dünyada ve Türkiye’de müzik son yıllarda dalgalar halinde değişiyor. Yeni müziği nasıl değerlendiriyorsunuz?

NİLÜFER- Bir çıkmazdayız diye görüyorum. Farklı türlerde müzik yapan insanlar tutuyor. Göksel örneğin, nostaljik şarkılar söylüyor. Ben Göksel’in müziğini çok beğenirim. Bazı sanatçılarımız, İzel gibi Türk müziği şarkıları yapıyor. Geçenlerde internette gördüm, Şevval Sam’ın arabesk albümü çıkmış. Sonra Işın Karaca da çok iyi, bence dünya çapında bir ses, inanılmaz bir gırtlak. Demek ki böyle bir piyasa var burada. Bir kıvılcım, bir atılım lazım müzikte. Dünyayı çok sıkı takip ediyorum. Beyonce, Rihanna dinlediklerim arasında, onlar da hep dans müzikleri yapıyor. En son Amy Winehouse’un albümünü satın aldım, yaptığı müzikleri seviyorum… Asya’yı tabii hem insan hem müzisyen olarak çok seviyorum.

– Bu arada yeni albüm çalışmalarınız hakkında bilgi alabilir miyiz?

NİLÜFER- Bir tanesi değişik konseptte olacak, ön çalışma aşamasında, netleşirse sonbaharda çıkacak. Bir tane de Türk müziği projem var, o hep duruyor, uygun anı yakalayınca yapacağım. Ayrıca onlardan sonra çıkartmayı planladığım bir başka albümün şarkı seçimlerine de yavaş yavaş başladım.

gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Acil Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gürkan Ersoy, aşırı sıcaklar nedeniyle sıcak çarpmasına dikkat edilmesi gerektiğini söyledi.

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Acil Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gürkan Ersoy,  hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği dönemlerde, sıcak çarpması vakalarında artış gözlendiğini anlattı. Haziran ayı itibariyle acil servis başvurularının, sıcaklığa bağlı olarak yüzde 10 ila 20 oranında arttığına işaret eden Ersoy, ”Özellikle yaşlılar, çocuklar ve hamileler sıcaktan çok etkileniyor. Kalp hastalıkları, sıcak çarpmaları artıyor. Sıcakla birlikte insanların tahammülü gücü azalıyor ve kavgalar yaralanmalar, darplar artıyor” dedi.

Sıcak havanın olumsuz etkileri konusunda çocuklar, hamileler ve yaşlıların yüksek risk grubunda bulunduğunu, ancak çeşitli meslek gruplarında bulunanların da sıcak havadan etkilenme riskine karşı önlem alması gerektiğini belirten Ersoy, şöyle konuştu: ”Tatil sezonu başladı ve havalar son derece sıcak seyrediyor. Geçen haftalar biraz serin olmasına rağmen, sıcaklıklar birden arttı. Ağustos ayında görülen sıcaklık değerlerine vaktinden önce ulaşıldı. Sıcak çarpmasına dikkat edilmeli. Sıcak çarpmasına karşı en ucuz ve etkili yöntem, tedbir almaktır. 11.00 ile 17.00 saatleri arasında çok mecbur kalmadıkça dışarı çıkmamak gerekiyor. Dışarı çıkılması gereken hallerde, açık renkli, ince giysiler giyerek, şapka ve şemsiye kullanılmalı, güneş gözlüğü takılmalı ve yüksek koruma faktörlü güneş kreminden yararlanılmalı. Eğer doktorunuz aksini söylemediyse 2 litrenin üzerinde sıvı tüketmelisiniz. Alkol kullanımı, mümkün olduğunca akşam saatlerinde olmalı ve az miktarlarla kısıtlanmalı. Kızartma ve baharatlı yemeklerden uzak durulmalı. Kalp, tansiyon ve böbrek hastalığınız yoksa, kortizonlu ilaç kullanmıyorsanız, doktorunuz tarafından yasaklanmadıysa, aldığınız tuzu biraz artırabilirsiniz. Terle birlikte tuz da kaybettiğimiz için halsizlik, yorgunluk, bitkinlik yapabilir.”

Güneş çarpması halinde yapılması gerekenler

Doç. Dr. Ersoy, güneş çarpan kişilere yapılacak en önemli yardımın, süratle 112 Acil Servis ekibine haber verilerek, sistemin harekete geçmesini sağlamak olduğunu söyledi. Acil durumların her an gerçekleşebileceği ihtimaline karşı bireylerin ilkyardım eğitimi almasının faydalı olacağını söyleyen Ersoy, şunları kaydetti: ”İlkyardım eğitimi bulunmayan kişilerin yapılabileceği en iyi şey, sağlık ekiplerine haber vermek olacaktır. Doktorlar gelene kadar, hasta, usulüne uygun olarak serin bir yere taşınmalı, üzerine ıslak çarşaf örtüldükten sonra el bileği, kasıklar, koltuk altı gibi damarların yüzeye yakın geçtiği bölgelere havluya sarılı buz torbaları konulmalı, vücut sıcaklığının düşmesi sağlanmalıdır. Eğer şuuru açıksa, vücut sıcaklığını düşürmek amacıyla hastanın soğuk içecekler tüketmesine yardımcı olunmalıdır.” Ersoy, sıcak havalarda çocukların kesinlikle otomobilin içinde yalnız bırakılmaması gerektiğini, araç içi sıcaklığın yüksek oluşunun, çocuğun hayatını tehlikeye düşüreceğini sözlerine ekledi.

Kelaynaklar gibiyiz neslimiz tükeniyor

Bu yıl Fikret Hakan, sanat hayatındaki 60. yılını kutluyor. Onca yıllık emeği de arşiv niteliğinde bir kitapla, ‘Türk Sinema Tarihi’ ile taçlandırıyor. Artık onun için 70’inden sonrası yeni bir dönem. Üretimini yazın dünyasına kaydırdığı ve kendini yenilediği bir devir. Hayat onun için şimdi başlıyor.

Zuhal Aytolun

 Fikret Hakan, sanatta 60 yılını devirdi. 60 yıl içinde sinemaya büyük emek harcayan, 200’ü aşkın filmde oynayan Fikret Hakan, işin mutfağında acısını da yaşamış tatlısını da. Yarı yolda bırakanları da tanımış, sözde “dürüst”leri de. Anlatacak çok şeyi var, sözlerinden ve gözlerinden belli oluyor. “Biz Sizin Çocuklarınızla Büyüdük” adıyla yazacağı anı kitabına saklıyor asıl söyleyeceklerini.

Şimdilerde akademik bir yayınla karşımızda Fikret Hakan. “Türk Sinema Tarihi” adıyla yayımladığı, 60 yıldır arşivlediği belgelerle düzenlediği yaklaşık bin sayfalık arşiv niteliğinde bir kitapla. Üç yıl boyunca gece gündüz çalışarak ortaya çıkardığı bu kitap 1914-1996 yılları arasında, 82 yıl içinde sinema tarihiyle beraber Türkiye’nin de bir dönemine ışık tutuyor. “Bağrına taş basıp gerçekleri, tarafsız bir şekilde ortaya koyacaksın. Bu akademik bir kitap. Ama daha söyleyecek çok sözüm var” diyor Hakan.

Edebiyatçı yönüyle de tanıdığımız Hakan yazıyor, yazmaya da devam edecek. 1950’li yıllarda Türkiye’deki sınıf atlama savaşını veren kadınların öyküleri üzerine kurduğu Gece Limanı romanı yayın evinde. Yakın zamanda da üçlü bir nehir romana başlayacak. Onun için artık varsa yoksa mürekkep ve kağıt. Yıllardır ertelediklerini hayata geçiriyor ve diyor ki “Hayat 70’inde başlar.” İşte Hakan’ın yeni bir enerjiyle başladığı yeni dönemi… Anlatıyor.

– Türk Sinema Tarihi kitabını yazmaya nasıl başladınız? – 1952 yılında tiyatrodan sinemaya geçtim. O yıllarda baktım ki başı boş ve gelişmekte olan bir sinema var. Birtakım belgeleri arşivlemek gerektiğini düşündüm.

– O yıllarda çok da gençsiniz.

– Daha önce Abdi İpekçi’nin çıkardığı İstanbul Express gazetesinde öykülerim ve küçük röportajlarım çıkıyordu. Gençtim ama edebiyatçılıktan gelmenin vermiş olduğu bir uyanıklık vardı. O yıllarda başladım şirket şirket dolaşarak belge toparlamaya. Kitaba karar verdiğimde ise öğretim üyeliği yapıyordum ve öğrencilerin bilgi çaresizliğinin farkındaydım. O yüzden de akademik bir kaynak olarak hazırladım.

– En hassas olduğunuz nokta neydi kitabı hazırlarken?

– Akademik bir kitap yazmak için tarafsız olmak gerekiyor. Sanıyorum bunu yapabildim. Hırslarımı, küfürlerimi ve övgülerimi bir sonraki anı kitabıma saklıyorum.

– Donanımlı bir sanatçısınız. Sinema tarihinin 60 yılını da bizzat içinde yaşadınız. Ancak sinemada alaylısınız. Bu çalışma sizin için nasıl bir serüven oldu?

– 1968 yılında bir dergide çok ünlü Fransız bir yazarın günah çıkardığı bir makaleyi okudum. Yunanlıların ünlü drama oyuncusu Katina Paxinou ile görüşüyor. Yazar, Katina’ya Fransız ukalalığı içinde “alaylı olduğunuz söyleniyor, siz hangi akademiden mezunsunuz?” diye soruyor. Kadın gülümsüyor, “Atina’da akademiyi ben kurdum” diyor. Yazar, yazısında utancından nasıl yerlere düştüğünü anlatmıştı. Baktığınız zaman akademik yapıları alaylıların kurduğunu görürsünüz. Bu kitabı yazabilecek o kadar çok akademisyen varken, ben yazdım. Demek ki onların zamanları yoktu.

– Bu çalışmanın sizin için bir yenilenme süreci olduğundan da söz edebilir miyiz?

Her ne kadar ayakta kalmak için Yeşilçam’ın bazı kurallarına boyun eğip harcı alem bir yığın film yapmış isem de hiçbir zaman o edebiyatçı ve şair yönümü bırakmadım. Olaylara onların ışığında baktım. O yıllar benden sadece bir şey çaldı. Yazmam gereken ürünlere engel oldu. Şimdi de yazabildiğim için yenilendiğimi hissediyorum.

– Peki sinema uğruna erteledikleriniz için pişmanlık duyuyor musunuz?

– Kesinlikle hayır. Çünkü beni yoğuran onlardı. Türk yazınında, sineması ve tiyatrosunda işin mutfağının hem pisliğini hem de güzelliklerini gördüm. O kayıp, yitik diye gördüğüm yıllar aslında benim karanlıklarıma ışık tuttu.

– Kitapta son sözlere baktığımızda büyük bir kızgınlık, kırgınlık ve öfke çıkıyor satırlarınızdan.

– O kadar da olacak. Türk sineması, evet kabuk değiştirdi. Yeşilçam, işletmeci tezgâhına dayanan garip bir sinemaydı ve 1996 yılında bitti. 96-2000 arası da geçiş dönemi oldu. Gençler film yapmaya başladı. Ama bunlar hep bireysel kaldı. O süreç, Türkiye’deki izleyicinin daha önce yapılan parkalı sahtekârlıklardan bıktığı dönemdi. Zaten 80 kuşağı da apolitize edilmişti. O yüzden şimdilerde bireysel filmler ön planda. Çünkü yetişme tarzları içinde sosyolojik endişeler, öğretiler yok. Bunları da söylemeden geçemezdim.

– Peki bu da mı bir geçiş süreci?

– Çok fazla film çekiliyor diye seviniyoruz. Aralarında bireysel sinemanın çok güzel örnekleri olsa da, salt bireysel sinemayla bu iş olmaz. 1980 ile 2010 arasında, yani 30 yılda Türkiye’de çok şey değişti. Ama toplumsal sorunları kimse irdelemiyor. Tek kollu bir insandan dünyanın en büyük savaşçısı olmasını bekleyemezsiniz, değil mi?

– Tüm bunlara bir etken de sinemanın yıllar içinde sektörleşememesi değil mi?

– “Adam olacak çocuk b…dan belli olur” Araştırıp yapsalardı.

Eleştirmenler bize savaş açtı

– Bu yıl sanattaki 60. yılınız. Dünü konuştuk ama yarına baktığınızda nasıl bir duygu kalıyor size?

– Kelaynaklar gibiyiz, neslimiz tükeniyor. Ay geçmiyor ki bizden birini musalla taşına yollamayalım. Geriye dönüp baktığımda bürokratlar, politikacılar, bizim yıllarımızı nasıl yediler, buna nasıl izin verildi diye düşünüyorum. Ülkeyi bu hale onlar getirdi. Türkiye’de komik bir şekilde demokrasi adı altında faşizan düzenler kurdular.

– Peki ya sanat dünyası?

– Eleştirmenler bize savaş açtı diyorum, kızıyorlar. Ben onları eleştirmiyorum ki. Önce sınıflandırma yapmak gerek. Eleştirmen, tenkitçi, münekkit. Eleştirmenler aynaya baksın ve kendini hangisinin sınıfına koyabildiğine namuslu bir şekilde karar versin. Kendisiyle hesaplaşırken “ben sadece eleştirmenim” diyorsa, onu alkışlarım. Ama geçen yıllar içinde yabancı sinemacıların borazanını çal, Türk sinemasını yok say, ondan sonra kahramanlık yap. Ne güzel memleket!

– Siz hep düşüncelerinizi net ve sert bir şekilde ifade ettiniz. Bu konuda da epey eleştiriliyorsunuz.

– Açık açık söylüyorum çünkü. İnsanlar doğruyu duymak istemiyor. Eleştiren varsa çıksın, hesaplaşalım. Herhangi bir canlı yayında her kim olursa dokümanlarla karşı karşıya gelir, hesaplaşırım. Yürek ister.

Doğada yapılan yürüyüşler
Yürüyüş… Adımların birbirini takip etmesi… Ayrıca bir spor… Arabaların çoğalmasıyla neredeyse unutulan yürüyüş aslında bir yaşam şekli ve incelikleri olan bir spor aynı zamanda. “Doğada yapılan yürüşüyler Trekking&Hiking” yürüyüşün tüm incelikleri okurlara sunuyor.

Şehir ve insan hayatının yoruculuğundan kurtulmak isteyenlerin en sık başvurduğun kaçamaklardan biri trekking. Aynı zamanda doğayı tanımanın da ilk adımı olan trekkingin de kendine has incelikleri var.

Kutsal Zafer Şahin’in hazırladığı “Doğada yapılan yürüşüyler Trekking&Hiking” yürüyüş meraklılarına rehber olmaya aday.Bir Trekking rehberi olan Şahin’in kitabı, Dijital Sanat Yayınları tarafından çıkarıldı. Kitabı aynı zamanda internet sitelerinden de temin edebilirsiniz.

Kutsal Zafer Şahin

Şahin, yazar, paraşüt, atıcılık, dağcılık lisanslarına ve çeşitli sertifikalara sahiptir. 1998 de kısa bir süre Beyoğlu’nda Fotografevi isimli acentede Trekking Yardımcı Rehberi ve Trekking Rehberi olarak çalıştı. Böylelikle profesyonel trekking rehberliği hayatı başlamış oldu. 1998-2001 seneleri arasında İstanbul ve Yıldız Teknik Üniversitelerinin yamaç paraşütü branşında ilk eğitmenliklerini yaptı. 2001 de ilk çalışmalarına başladığı Pusula Doğa Sporları Merkezi’ni 2003 de resmileştirdi ve 2004 de de “Serüvenci Kahvesi” ismini verdiği kafeyi açtı. 2006 de “Doğada Yapılan Yürüyüşler-Trekking & Hiking” İsimli başvuru kaynağı niteliğindeki bu kitabı hazırladı. 2006-2007 de Ogzala Turizm’in işletmesini yürüttü. 2007’de ortak çalışmalara başladığı 4×4 Super Sport Dergisi’nde kısa bir süre yazı işleri müdürlüğü yaptı ve halen derginin doğa sporları editörlüğünü yürütmekte.

Mercedes-Benz Türk’ün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile 2004 yılında başlattığı ”Her Kızımız Bir Yıldız” projesi kapsamında desteklenen öğrencilerin sayısı 2010-2011 eğitim öğretim yılında 1.000’e çıkarılacak.

 Mercedes-Benz Türk’ün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile 2004 yılında başlattığı ”Her Kızımız Bir Yıldız” projesi kapsamında bu yıl Adana, Aksaray, Denizli, Sinop, Trabzon ve Van’dan gelen ”yıldız kızlar”, ÇYDD Başkanı Prof. Dr. Aysel Çelikel ve Mercedes-Benz Türk Direktörler Kurulu Başkanı Wolf-Dieter Kurz ile buluştu.

Aysel Çelikel, konuşmasında, her bireyin insanca yaşam hakkı bulunduğunu ve bunun yolunun, çocukların, özellikle kızların eğitiminden geçtiğini belirterek, dernek olarak bireyin eğitiminden yola çıkmak gerektiğini fark ettiklerini söyledi. Eğitime verilen desteğin, sadece burs vermekten ibaret olmadığını, kız öğrenci yurtları, okullar, anaokulları, anasınıfları, kütüphaneler açıklarını kaydeden Çelikel, şu anda 42 projeyi aynı anda aynı biçimde yürüttüklerini vurguladı. Çelikel, Türkiye’nin 2020’ye kadar kız-erkek arasındaki eğitim farkının ortadan kaldırılamayacağı ülkeler arasında görüldüğünü dile getirerek, ”Ama biz bunu aşacağız” dedi.

Wolf-Dieter Kurz da programı kriz yılında da sürdürmüş olmaktan dolayı mutluluk ve gurur duyduklarını ifade ederek, ”Böylece bu sosyal sorumluluk projesi, kişilerden bağımsız, sürdürülebilir, istikrarlı bir proje olduğu kanıtladı” diye konuştu. Eğitime destek verenlerin sayısının artığını belirten Kurz, sadece kendilerinin desteklediği kızların sayısının artmadığına dikkati çekti.

”Her Kızımız Bir Yıldız Projesi”, olanakları kısıtlı, çalışkan ve kısa sürede meslek sahibi olmayı amaçlayan ilköğretim okulu mezunu kız öğrencileri mesleki eğitime teşvik etmeyi amaçlıyor. Bu kapsamda desteklenen öğrencilerden bir grup, geleneksel bir etkinlik halini alan ”yaz buluşması” için bir hafta İstanbul’da ağırlandı. Öğrenciler, İstanbul gezileri sırasında Mercedes-Benz Türk’ün Hoşdere Otobüs Fabrikası’nı gezip Mercedes-Benz Türk’ün üst yönetimi ile bir araya geldi, Dolmabahçe Sarayı, Miniatürk, Florya Atatürk Köşkü, Koç Müzesi ve İstanbul Akvaryum’unu ziyaret etti.

Proje kapsamında, Adana, Afyon, Aksaray, Ankara, Antalya, Aydın, Batman, Bingöl, Bolu, Bursa, Çanakkale, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Gümüşhane, Hakkari, Hatay, Isparta, İstanbul, İzmir, İzmit, Kayseri, Kırklareli, Konya, Malatya, Mardin, Mersin, Muğla, Osmaniye, Samsun, Sinop, Sivas, Şanlıurfa, Tekirdağ, Trabzon, Van ve Zonguldak olmak üzere 42 ilden öğrencilerle yürütülen projede, öncelik verilen mesleki branşlar motor, elektrik/elektronik, torna/tesviye, makine ressamlığı, bilgisayar ve muhasebe olarak sıralanıyor.

2004-2005 eğitim-öğretim yılında 200 kız öğrenci ile başlayan proje, Mercedes-Benz Türk’ün yanı sıra bayiler, yan sanayi firmaları ve Mercedes-Benz Türk çalışanlarının desteği ile bugün 950 öğrenciyi kapsıyor. Desteklenen öğrencilerin sayısı 2010-2011 eğitim-öğretim yılında 1.000’e çıkarılacak.