Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"M. Cemal BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Yeşilay Derneği Konya Şube Başkanı Sabri Pişkin, sigarayı bırakmak için ilk önce iradenin kuvvetlendirilmesi gerektiğini, sigaranın zamana yayılarak değil bir anda bırakılmasının etkili olacağını söyledi.

Konya– Bir Hayalim Var Eğitim, Sağlık, Kültür ve Çevre Derneği Konya Şubesi tarafından, 9 Şubat ”Dünya Sigarayı Boykot Günü” dolayısıyla, Konya Dedeman Otel’de ”Sigarasız Ailem ve Sigarasız Beldem” projesi kapsamında toplantı düzenlendi. Derneğin Konya Şube Başkanı Kadir Dikici, toplantının açılış konuşmasında, gelecek nesillerin sağlıklı bir hayat sürmesi için sigara içenleri sigara bırakmaya davet ettiklerini söyledi.

Bir takım maddi kazanç elde etmek isteyenlerin çocukları hedef olarak gördüğünü savunan Dikici, dünya markası olma yolunda ilerleyen Türkiye’nin sigara engeliyle karşı karşıya olduğunu, bu engelin toplum desteğiyle aşılacağının mümkün olduğunu belirtti.

Özel Nakiboğlu Bilgi Hastanesi Başhekimi Dr. Kutsi Öncü ise gelişmiş ülkelerin sağlık politikasının, hastalığa yakalanmadan önce önlem alınması şeklinde olduğunu söyledi. Hastane açılarak ya da çok sayıda ilaç üretimi yapılarak hastalıklarla mücadele etmenin yetersiz olduğunu ifade eden Öncü, şunları kaydetti:

”Sağlığın evrensel ilkeleri; temiz hava, dengeli beslenme, spor yapma gibi kurallardır. Bunlardan temiz havayı yok eden en etkin şey de sigaradır. Bunun yanı sıra, insan vücudunda her gün 1 trilyon civarında hücre ölürken 1 trilyon hücre doğar. Yani insan vücudundaki hücreler 100 günde yenilenir. Ancak yenilenmeyen bazı bölgeler ve organlar vardır. Beyin hücreleri, sinir hücreleri, kalp kası, akciğer, böbrek ve kadınlarda yumurtalıklar insan vücudunun yenilenmeyen organlarıdır. Sigaranın bu organlarımıza zararı oldukça fazladır.”
 

Sigara nasıl bırakılır?

Toplantıya katılan Yeşilay Derneği Konya Şube Başkanı Sabri Pişkin de dünya genelinde günde 300 bin kişinin sigara nedeniyle öldüğünü açıkladı. Sigaranın zararlarının insan vücudunda yavaş ve sinsice ilerlediğini belirten Pişkin, şöyle devam etti:

”Sigarayı bırakmak için önce irademizi kuvvetlendirmeliyiz. Sigara bir anda bırakılmalıdır, zamana yayarak sigara bırakılmaz. Bırakan kişiler sigarayı hatırlatacak ortamlardan uzak durmalıdır. Sigara aklına geldiği zaman bu kişi spora yönelmeli, strese girmemelidir.” Konya İl Müftüsü Şükrü Özbuğday da bütün ilahi dinlerde ”dinin, canın, aklın, malın, neslin korunması” ilkelerinin bulunduğunu belirtti.

Sigaranın bazı din adamları tarafından ”mekruh” bazı din adamları tarafından da ”haram” olarak nitelendirildiğini anımsatan Özbuğday, ”Zararları konusunda herkes hemfikirdir. Hem tıbben hem dinen zararlı olduğu belirlenmiştir. Ama son yıllarda sigaranın sağlığa ciddi anlamda zarar verdiğini söyleyip, sigaraya ‘haram’ diyen din adamı sayısı arttı” diye konuştu.

Balbay ve Özkan’dan Uğur Mumcu mektubu

İkinci ”Ergenekon” davasının tutuklu sanığı gazeteciler Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan’ın, gazeteci Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin 18. yılı dolayısıyla, kamuoyuna duyurulmak üzere Türkiye Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanı Atilla Sertel’e mektup yazdığı bildirildi.

İzmir– İzmir Gazeteciler Cemiyetinden (İGC) yapılan yazılı açıklamaya göre, İGC ve Gazetecilere Özgürlük Platformu Dönem Başkanı da olan Atilla Sertel‘e gönderdiği mektupta Balbay, şu görüşleri ifade etti:

”Yıllar geçtikçe Uğur Mumcu’nun niçin katledildiği daha berraklaşıyor, daha netleşiyor. 2011 yılından 1993’e baktığımızda şunları görüyoruz, Uğur Mumcu, Türkiye’nin Ankara’dan yönetilmemesi için öldürüldü. Bugün, Türkiye’nin uluslararası alanda attığı pek çok adımdan, verdiği pek çok sözden, en son Ankara’daki Türkiye Cumhuriyeti devleti kurumlarının haberi oluyor.

Uğur Mumcu, yönü uygarlığa, çağdaşlığa değil Ortadoğu bataklığına dönük bir Türkiye’nin oluşması için öldürüldü. Bugün, bakmayın sahte AB söylemlerine; hükümet, Lübnan’daki hükümetin devrilmesine ülke sorunlarından daha çok üzülüyor. Uğur Mumcu, Türkiye’nin tüm temel değerlerinin, Cumhuriyetin tüm kazanımlarının yıpratılması, tüketilmesi için öldürüldü.”

Özkan ise Mumcu’nun ”Bir inanç, iman ve mücadelenin adı” olduğunu belirterek şunları kaydetti:

”Mustafa Kemal düşüncesinin 20. yüzyıla ulaşan en değerli kaynaklarından biriydi. O kaynak, Anadolu’nun gürül gürül akan nehirlerinden biri oldu 24 Ocakta. O güne kadar bizim Uğur ağabeyimizdi, şimdi özgürlük, bağımsızlık ve doğruluğun mihenk taşı oldu. Biz o ırmaktan beslenmeye o ırmağın mihenk taşlarına bilincimizi bilemeye devam ediyoruz. Anadolu ondan beslenmeye hep devam edecek.”

İstanbul’a ait kültürel değerleri tek çatı altında toplamak ve elektronik ortamda herkesin kullanıma sunulmasını amaçlayan ”İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri Projesi” tamamlandı.

İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili, Richmond Otel’de düzenlenen bilgilendirme toplantısında, projenin Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi ortaklığında, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansının desteğiyle gerçekleştirildiğini söyledi.

İstanbul’un neyi olup olmadığına ilişkin bilgilerin elde olması ve herkesin kullanıma açık halde bulunması ana fikriyle yola çıkıldığını vurgulayan Bilgili, konuşmasını şöyle sürdürdü: ”Bundan sonra elektronik ortamda, her isteyen, İstanbul’un bilgilerine sahip olabilecek. İstanbul üzerine proje geliştirebilecek, kentin kültür, kültür endüstrisi ve turizm politikasını ortaya çıkarabilecek. İstanbul dünyada iddialı bir şehir. İddialı olmanın gereklerini de yerine getirmek gerekiyor. En büyük eksiklerimizden biriydi. İstanbul’un kültür ve turizm potansiyeline yönelik envanterimizi yarından itibaren kullanıma açmış olacağız.”

”Türkiye’de bir ilk, dünyada da iddiaya sahip”

2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansının desteğiyle geç de olsa bu projeyi hayata geçirmeyi başardıklarını vurgulayan Bilgili, envanterin hem kültürel mirasa ilişkin bütün bilgileri içerdiğini hem de kültür endüstrisini ve kültürün tüm boyutlarını kapsadığını kaydetti.
Bilgili, ”Bu yaptığımız çalışma Türkiye’de bir ilk, dünyada da bir iddiaya sahip” dedi.

”İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri Projesi” kapsamında İstanbul’da 200 kurumla iş birliği yapıldığını ve ülkenin en iyi uzmanlarıyla çalıştıklarını ifade eden Bilgili, ”Bu çalışma, Türkiye’nin diğer şehirleri için model olacaktır. Mardin böyle bir envanter hazırlayacaksa yöntem burada. Gerekirse danışmanlık da yaparız. Her şehir kendi envanterini bizim yaptığımız bu usulle hazırlarsa Türkiye’nin kültür mirası ve endüstrisi envanteri de ortaya çıkmış olur” şeklinde konuştu.

Emre Bilgili, sadece Türkiye’deki değil dünyadaki şehirlere de talep etmeleri halinde destek verebileceklerini kaydetti. Bilgili, envanterin elektronik ortamda sürekli geliştirilip güncelleneceğini, projenin bundan sonraki asil sahibinin İstanbul Valiliği veya İstanbul Büyükşehir Belediyesi olacağını, onların kendi aralarında bu konuda anlaşacağını vurguladı. İnternet sitesinin, şu anda sadece Türkçe olduğunu, daha sonra farklı dillerde de hazırlanabileceğini aktaran Bilgili, bu çerçevede 17 kitap hazırlandığını ve 3’ünün İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından basıldığını anlattı.

”İnsanlığa ve Türk milletine adanmak üzere hazırlandı”

TÜBA Başkanı Yücel Kanpolat da tarih boyunca 3 büyük imparatorluğa başkentlik yapmış, bulunduğu coğrafyanın en önemli kenti İstanbul’un neyi olup olmadığını ortaya koyan bu projenin çok büyük önem taşıdığını vurguladı.

Projenin kar amaçlı değil, insanlığa ve Türk milletine adanmak üzere hazırlandığını dile getiren Kanpolat, projeyi başka ülkelerle de paylaşmaya hazır olduklarını söyledi. Proje koordinatörü Hakan Tanrıöver de projenin 15 ay boyunca 48 kişilik bir ekibin, İstanbul’da kültürün yaratıldığı ve tüketildiği alanlarda yaptığı saha çalışması sonucunda tamamlandığını belirtti.

Analitik verilerin yer aldığı 150 bin web sayfası ve 60 bin fotoğraftan oluşan ”www.istanbulkulturenvanteri.gov.tr’‘ adresinden ulaşılabilecek dinamik bir web sayfası tasarlandığını anlatan Tanrıöver, sitenin yarın sabahtan itibaren açılacağını belirtti. Tanrıöver, bilgi ve verilerin ”kentsel mimari”, ”arkeoloji”, ”halk kültürü”, ”kültür ekonomisi”, ”haritalar” ve ”İstanbul bibloyografyası” olmak üzere 6 başlıkta toplandığını kaydetti.

Aynı mekanın 200 yıllık serüveni

Siteden, 1776 yılından bu yana aynı mekanın geçirdiği 200 yıllık değişimin takip edilebileceğini, tüm tarihi haritaların da sitede yer aldığını kaydeden Tanrıöver, ”İstanbul’un var olduğu bilinen, ama derli toplu bir hali bulunmayan kültürel ve geleneksel değerler toplanarak kayıt altına alındı. Böylece İstanbul meraklıları ve araştırmacılara yol gösterecek olağanüstü bir kaynak sağlandı” diye konuştu. Tanrıöver, İstanbul ile ilgili yazılan tüm kitapların, doktora ve yüksek lisans tezlerinin künyelerinin de siteye konduğunu dile getirdi.

Sistemde 39 ilçedeki kentsel mimari alanında 27 bin 690 yapının kayıtlı olduğunu ifade eden Tanrıöver, ”Bu çalışma kapsamında, yarından itibaren yeni belirlenen bin kentsel mimari öğeyi koruma kurullarına tespit ettireceğiz” dedi.

Tanrıöver, yeni envanterlerin Silivri, Çatalca ve Arnavutköy’de bulunduğunu, bunların, tek yapı ölçeğindeki küçük yapıları içerdiğini söyledi. Kentteki kayıp eserlerin envanter kapsamında bulunmadığına işaret eden Tanrıöver, ”1776’dan 2010’a kadar İstanbul’un geçtiği tarihi evrelerini nokta bazında görebileceğiz” ifadesini kullandı.

Deniz surları envanter altına alındı

İstanbul deniz surlarının, ilk defa bu detayda envanter altına alındığını vurgulayan Tanrıöver, çalışmalar sırasında deniz surlarının etrafında tespit ettikleri kötü yapılarla kirli görüntüleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarih Çevre Koruma Müdürlüğüne ilettiklerini söyledi. Tanrıöver, Süleymaniye bölgesindeki özgün olmayan çalışmaları Vakıflar Müdürlüğüne bildirdiklerini anlattı.

Kentin kültür altyapısının mekansal dağılımını da harita üzerine yerleştirdiklerine işaret eden Tanrıöver, proje kapsamındaki yayınların, projede elde edilen verilerin analitik incelemesini içerdiğini söyledi. Tanrıöver, ”İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Ekonomisi Envanteri Projesi” için toplam bütçenin 1 milyon 512 bin TL olduğunu ifade ederek, bunun 1 milyon lirasının İstanbul 2010 Ajansının, geri kalanının ise TÜBA ve Kültür ve Turizm Bakanlığının katkılarıyla sağlandığını kaydetti.

 

Keşke bize Atatürk’ü bu denli sevdirmeselerdi…

O zaman kolaydı…

Onun bize bıraktığı değerler tarumar edilirken umursamaz,

Emaneti ilkelere kulak asmaz, umut ve şevkle kurduğu

Cumhuriyet totaliter rejime dönüşürken dönüp bakmazdık.

Diyelim ki laiklik mi tekmeleniyor?

..Şöyle deyip geçerdik:…

 

“Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en büyük tahribatı vermiş olan sistemin

ilkelerinden birisi de laikliktir…”(Abdullah Gül -1992)

 

Ya da “Ne mutlu Türküm diyene” mi demişti Atatürk?.

Şunları söyleyip dönüp giderdik:

 

“…Milliyetçilik öyle olmuş ki Türkçülük şeklinde olmuş…

 Mesela ‘Ne mutlu Türküm diyene’ lafını tutup

Her yere yaza yaza, özellikle hiç olmayacak yerlere yaza yaza,

Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür…”(Abdullah Gül-1992)

 

Atatürk’ü bize sevdirmeselerdi…

Diyelim ki bize onun “vatan sevgisini” soranlara atıp-tutardık:

 

“…Seyahat ederseniz Doğu ve Orta Anadolu’ya geldikçe ‘Önce vatan’ yazdığını da görürsünüz. Yani bunlar tek parti döneminden kalan, halkın kendi inanç değerleriyle bütünleşmemiş bir dünya sistemini halka zorla kabul ettirmektir…”(Abdullah Gül-1992)

 

Misal Atatürk’ün rüyası ve ideali “çağdaş yaşam” mı söz konusu?.

Soran olursa kılıfına uydururduk:

 

“…Başörtüsü (türban) fiili olarak çözülmüş durumda. Biliyorsunuz özel televizyon yayınları da böyle olmuştu. Fiili uygulama hukuki düzenlemeden öne geçmiştir. Şimdi hukuki düzenlemenin yapılması gerekir…”(Cumhurbaşkanı Abdullah Gül – 2010…Bundan üç gün önce…)

 

Ne yapalım ki bizim yüreklerimizde Atatürk sevgisi var…

 

Bugün 10 Kasım…

Bu yüzden; onun kurduğu Cumhuriyeti her fırsatta tekmeleyenlerin, bir gün onun yerine çıkıp oturmalarına ve fiili durumu hukukun üstüne bastırıp da ülkemizi Arabistan’a çevirmelerine katlanamayız…

İtirazımız var…

 

10.Kasım.2010 

Bekir COŞKUN 

CUMHURİYET 

Balbay’ın ‘Silivri’ kitabına ilgi yoğunluğu

Silivri’de tutuklu bulunan Mustafa Balbay’ın, Ergenekon davasını ve yargılama sürecini anlattığı “Silivri Toplama Kampı – Zulümhane” isimli kitabı büyük ilgiyle karşılandı. Kitap daha piyasaya çıkmadan yurdun dört bir yanından sipariş yağmaya başladı.

Cumhuriyet Kitapları yetkilileri kitaba olan ilgiyi zaten beklediklerini ama gelen taleplerin tahminlerinin de üstünde olduğunu belirttiler.

Önümüzdeki günlerde okurla buluşacak olan “Zulümhane üç bölümden oluşuyor. Balbay birinci bölümde Ergenekon iddianamesinde yer alan suçlamaları ayrıntılarıyla irdeliyor. Genelkurmay’ın, Emniyet’in, MİT’in ve Jandarma’nın var olmadığını resmi olarak mahkemeye bildirdikleri, uydurma Ergenekon örgütü üzerinden sanıklara yöneltilen suçlamaları anlatıyor. İkinci bölümde suçlamalara verdiği yanıtları özetlerken, uydurma iddiaların sanıklar tarafından nasıl çürütüldüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Üçüncü bölümde ise, “Silivri Toplama Kampı” adını verdiği cezaevinde, delilsiz suçlamalarla tutuklanan diğer sanıklarla birlikte yaşadıklarını, başlarına gelenleri ve duygularını anlatıyor. Kitabın sonundaki “Sayın Yargıçlar” başlıklı bölümde ise, Balbay’ın duruşmalar sırasında, yargıçlara hitaben yaptığı konuşmaların metinleri yer alıyor.

Balbay kitabını şu sözlerle bitiriyor: “Sayın yargıçlar… Öylesine tartışmalı delillerle hakkımızda öylesine ağır cezalar istiyorsunuz ki; Hammurabi kanunları, bu uygulamaların yanında ‘Hamur Abi’ kalırdı. Şu gerçeği tarihteki hiçbir yargılama değiştiremediği gibi, Silivri mahkemeleri de değiştiremeyecek: Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür. Türküleri yakılanlar, yasaları uygulayanlardan daha güçlüdür. Bizim türkülerimiz yakılacak, o türkülerle Silivri yıkılacak!”

“İstanbul’a yapılmış bir saldırı”

Yazar Ahmet Ümit, farklı kesimlerden İstanbulluyu bir araya getirdiği son kitabı ”İstanbul Hatırası”nda, polisiye kurgu içerisinde şehrin tarihine ışık tutuyor.

Yazar Ahmet Ümit, İstanbul’un tarihi ve kültürüne her zaman ilgi duyduğunu belirterek, bu konuyla ilgili yaklaşık 10 yıl önce bir kitap yazma fikrinin oluştuğunu aktardı. Ümit, 2 bin 600 yıllık bir şehri anlatmanın zor olduğunu vurgulayarak, bu nedenle uzun süren bir araştırma çalışması yaptığını anlattı.

Kitabı yazdıktan sonra İstanbul’a hayranlığının artığını ifade eden Ümit, ”Bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki… Ben de bilmiyorum, çünkü ben İstanbul tarihçisi, kent sosyoloğu değilim. Karşılaştığım bilgilerin muazzamlığı o tarih, o kültür beni şaşırttı. Açıkçası bu kadarını ben de beklemiyordum. Hayranlığım arttı, diğer yandan öfkem de arttı. Ancak İstanbul’a değil, İstanbul’da yaşayan insanlara. Böylesi muhteşem bir şehir var ve biz bunu tanımıyoruz, talan ediyoruz, yağmalıyoruz. Burayı sadece rant getiren bir toprak parçası, bir deniz olarak görüyoruz. Bu çok çirkin bir şey. Bu da öfkemi artırdı” diye konuştu.
Ümit, şehrin tarihi ve kültürüyle ilgili farkındalık oluşturmak istediğini dile getirerek, şöyle devam etti:
”Tarihi bütünlüğü çok doğru bir şekilde anlattım gibi bir iddiam yok. Ben tarihçi değil, romancıyım. Amacım bir farkındalık yaratmaktı. Aldığım tepkiler de bunu başardığımı gösteriyor. Kitap, manevi anlamda da beni çok mutlu etti. Bir yazar olarak duygularımı, düşüncelerimi, ruhumu besleyen bir kitap oldu.”

Sanat galerisindeki arbede

Ahmet Ümit, zamanla şehirde yaşanan toplumsal değişime de değinerek, şu görüşlerini dile getirdi:
”Tophane’deki o hareketi sanata veya farklı hayatlara yönelik bir saldırı olarak alırsak, bu İstanbul’a yapılmış bir saldırıdır. Bu şehir her zaman çok kültürlüydü. Bu şehirde Paganlar, Hristiyanlar, Museviler, Müslümanlar, Türkler, Ermeniler, Rumlar, Venedikliler, Cenevizliler, dünyanın çok değişik yerlerinden kültürler burada bir arada yaşadılar. Dolayısıyla bugün artık bir alt kültür grubunun ya da bir dini grubun ‘bize uymuyor’ diye bir başka gruba saldırması İstanbul’un ruhuyla çelişen bir şeydir. Bunun bir tek adı vardır ‘barbarlık’. Sadece İstanbul’un değil, Anadolu’nun da çok sesli, çok kültürlü olması, doğal olarak hoşgörüyü, birlikte yaşamayı ve mahalle baskısının ortadan kaldırılmasını gerektiren bir şey.”

Olayın ayrıntılarını bilmediğini belirten Ümit, ”Olay hakikaten nasıl olmuş? Orada gerçekten mahalleli yapmamış da fanatik bir grup kendi içinde örgütlenerek mi yapmış bunu yoksa fanatik grup bunu mahalleliyi provoke ederek mi yapmış? Bilemiyorum… Ne olursa olsun tümüyle yanlış bir hareket. Ancak yanlış hareket deyip geçilmeyecek bir şey. Burada hükümet birinci derecede sorumludur, çünkü oradaki sanatseverlerin, sanat etkinliğinin, çağdaşlaşmanın garanti altına alması gereken hükümettir” şeklinde konuştu.

Türkiye Güçsüzler ve Kimsesizlere Yardım Vakfı Genel Başkanı Gülgen Dural, emekliler ve yaşlılar için yaşamın giderek zorlaştığını belirterek, devletin yaşlılara ”katkı payı” ayırmasının zorunlu hale geldiğini belirtti.

Gülgen Dural, 1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada, Birleşmiş Milletlerin, yaşlılara hak ettikleri değerin ve saygının gösterilmesi amacıyla, 20 yıl önce, 1 Ekim’i ”Dünya Yaşlılar Günü” olarak ilan ettiğini hatırlattı.

Yaşlıların, yaşanmışlıklarıyla bir milletin temel unsuru olduğuna dikkati çeken Dural, ”Gönül ister ki her yaşlımız, aile ortamında, anne babasının ya da çocuklarının yanında yaşamını sürdürsün, toplumdan soyutlanmasın, kopmasın’‘ dedi.

Şartların bazen buna izin vermediğini ve insanların şu veya bu sebeple kurum bakımına ihtiyaç duyduğunu ifade eden Dural, toplumların, yaşlılık dönemini, sağlıklı ve üretken geçirebilmeleri için, güçlü ve sürekli, gönlü sevgiyle dolu sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç olduğunu belirtti.


Yaşlılara katkı payı ayrılmalıdır

Emekliler ve yaşlıların, devletin müşfik ve sıcak eline ihtiyacı olduğunu belirten Dural, bu bağlamda, devletin, ”yaşlıya katkı payı” ayırması ve ”yaşlılık fonu” oluşturması gerektiğini kaydetti.

Yaşlılığın herkesi ilgilendiren bir konu olduğuna dikkati çeken Dural, ”Devletimizin, eğitime katkı payı gibi, yaşamını devam ettirmek için hizmet satın almak zorunda kalan bu insanlarımıza, yaşlılarımıza ‘katkı payı’ ayırması zorunlu hale gelmiştir. Ayrıca, emeklilerin hak kaybının önüne geçilmeli ve emekliler arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılması gerekmektedir” dedi.

Avrupa Birliği üyesi ülkelerde olduğu gibi, acilen ”Yaşlılık Havuzu” sisteminin kurulmasını isteyen Dural, devletin, yaşlılar için oluşturacağı bu havuzda toplanan paraları doğrudan yaşlıların ihtiyaçları için kullanması gerektiğini belirtti.

Gazeteci Esra Açıkgöz ilk kitabı “Tank, Tüfek ve Cezaevi: 12 Eylül ve Çocukluğum”da çocukluğundan 12 Eylül geçenleri anlatıyor. Kahramanlık maskesiyle bize dayatılan resmi tarihin riyakarlığını sorguluyor. 12 Eylül’de devletin sistemli şiddetini yaşamak zorunda kalan, o dönemin çocuklarıyla yapılan söyleşiler karanlık bir tarihe ışık tutuyor.

Pazar Dergi’deki çalışma arkadaşımız gazeteci Esra Açıkgöz’ün ilk kitabı “Tank, Tüfek ve Cezaevi: 12 Eylül ve Çocukluğum.” Kitabını hazırlarken ondan epey uzak kaldık çünkü mümkün olduğunca, şiddetin yayıldığı tüm Türkiye coğrafyasını gezmeye çalıştı. 12 Eylül’ün dinmeyen öfkesinin ve korkusunun kuşaklar boyunca aktarıldığını gördü. Bu kandan, şiddetten 12 Eylül’de çocuk olanların payına düşenleri araştırdı. 30 kişiyle yaptığı röportajları da bu kitapta bir araya getirdi. Onun bu karanlık tarihe yolculuğu kolay değildi elbette. Çünkü acıları ve kayıpları konuşmak zor. Zaten o da utanç ve öfkeyi hissetmiş yazarken en çok. İçinden zaman zaman vazgeçmek de gelse, bu topraklarda yaşananların farkına varmanın hem kendine hem de bu şiddete göğüs gerenlere bir borç olduğunu düşünmesinden güç almış hep. Böyle devam etmiş yoluna. İşte bu ve pek çok nedenden Esra Açıkgöz’ün kitabı güçlü bir toplumsal bellek oluşumunda önemli bir adım. Unutmamak, hatırlamak ve yüzleşmekten kaçmamak için bize nereye bakmamız gerektiğini işaret etmesi açısından da yol gösterici.

– İlk olarak kitap neyi anlatıyor? Çünkü resmi tarih ve yaşanan tarih arasındaki büyük uçurum bizi bilinmezliğe itiyor. Bu karanlığa inmeye nasıl karar verdin?

– Kitap çocukluğundan 12 Eylül geçenleri anlatıyor. O dönemin çocuklarıyla hayatlarını, 12 Eylül’le kesilen çocukluklarını konuştum. Kahramanlık maskesiyle bize dayatılan resmi tarihin doğru olmadığını her ne kadar çok önceden öğrenmiş olsam, bu topraklardaki karanlığı bilsem de kitap için yaptığım görüşmelerde derinliğinin daha da iyi farkına vardım. Editörüm Berat Günçıkan böyle bir kitap hazırlamamı teklif ettiğinde başta çok heyecanlandım, Türkiye’de devlet şiddetinin büyük olduğunu yaptığım pek çok haberden biliyordum, o nedenle bu işin kolay olmayacağının farkındaydım ancak kitap için görüşmelere başlayıp, şiddetin en ağır şekliyle daha çocukken karşılaşan kişileri dinledikçe üzerimdeki ağırlık arttı.

– “12 Eylül” bir girdap. İçindeki bunca acıdan nasıl bir derleme yaptın?

– Mümkün olduğunca o dönem Türkiye’de farklı şehirlerde yaşayanlarla görüşmeye çalıştım. Küçük bir köyde ya da çatışmaların yoğun olduğu şehirlerde 12 Eylül’ün tezahürü nasıldı, onu da görmek istedim. Bu nedenle Türkiye’nin ilk sosyalist belediyecilik anlayışının hayata geçirildiği Fatsa’da, dönemin belediye başkanı Fikri Sönmez’in oğlu Naci Sönmez’le de konuştum, Maraş Katliamı’nda anne-babası ve kardeşi gözü önünde öldürülen Yurdagül Yurtsever’le de. 12 Eylül’de tam olarak ne yaşandığından yıllar sonra haberi olan ve şimdi Hrant İçin Adalet girişiminden, barış çağrılarına kadar pek çok eylemde yer alan Şevval Sam da kendi 12 Eylül’ünü anlattı. Daha 16 yaşında Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşeti, işkenceleri yaşayan, seslerini duyurmak için kendini yakan arkadaşlarının et kokusunu solumak zorunda bırakılan, altı yıl sonra da beraat eden Fehmi Bahçeci de var kitapta… O dönemin çocuklarıyla konuşmak, 12 Eylül’ün bugün bu topraklara bıraktıklarını, yaptıklarını anlamak adına da önemliydi. Çünkü onlar şimdi bugünün yetişkinleri. Kendi çocuklarını yetiştiriyorlar. Onlara, yaşadıklarını çocuklarına anlatıp anlatamadıklarını sorduğumda, gördüm ki 12 Eylül’ün öfkesi de, korkusu da kuşaklar boyu aktarılıp duruyor.

– O dönemi yaşamadın. Ama pek çok kişinin yaşadıklarını dinledin. Nasıl bir ruh haliyle yazmaya başladın?

– En ağır basan iki duygum, utanç ve öfkeydi. Kendim, kuşağım ve giderek daha da ilgisiz olan sonraki kuşaklar adına duyulan bir utançtı bu. Üzerinden yıllar geçmiş, çoktan unutulmuş, daha da kötüsü hiç öğrenilmemiş 12 Eylül 1980, sadece bir tarih değil, hâlâ içinden çıkamadığımız bir dönem çünkü. Yani 16 yaşındayken, abisi gözaltında “kaybedilen” Faruk Eren’e hâlâ kimse kardeşinin nerede olduğunu söylemiyor. Kimse, on yaşındayken annesi bombalı bir paketle öldürülen Mehmet Yılmaz’a annesinin katillerinin kim olduğunu açıklamıyor. Üstelik buna benzer olayların tekrar yaşanmayacağını bile söyleyemiyoruz.

– “Röportajlara ilk olarak Doğu’dan başladım diyorsun.” Aslında bu “12 Eylül”ün ilk nereyi vurduğunun da bir göstergesi sanırım…

– İlk demekten ziyade daha şiddetli vurduğu yerin oralar olduğunu söylemek daha doğru olur. En azından yaptığım görüşmelerle benim ulaştığım sonuç buydu. Ancak tabii 12 Eylül Konya’nın küçük bir köyünde yaşayanları da İstanbul gibi büyükşehirleri de, herkesi vuruyor.

– Acıları konuşmak kolay değil, kayıplar, ölümler. Zorlandığın zamanlarda kendini nasıl telkin ettin?

– Zaman zaman “Acaba bıraksam mı” diye düşündüğüm oldu. Yaşanılanları dinledikçe insanlığa dair güveni kaybetmemek elde değil. Ama madem ki bu topraklarda yaşıyorum, yan yana durduğum, karşılaştığım insanların gerçeklerinin farkına varabilmeyi de en azından kendime borçluyum diye düşündüm. Ayrıca bu şiddetle yüzleşilmesi için insanların nelere göğüs gerdiğini görmek de bir devam etme nedeniydi.

– Seni en çok şaşırtan ve üzen hikâye neydi?

– Acılar için derecelendirme yapmak mümkün değil. Çünkü 12 Eylül’le sürülen hâkim babasından dört ay uzak kalmak zorunda kalan Şelda Şenol için de, 12 yaşında annesiyle birlikte gözaltına alınan, işkenceye uğrayan, cezaevinde yatan Meral Batlaş için de acıları derin ve hâlâ taze. Ya da 17 yaşında asılan Erdal Eren’in kızkardeşi Sevil Eren için yaşamak zorunda bırakıldıkları, abisinin elinden alınmasını kabullenmesi hâlâ öyle zor ki…

– Herkesin bir “12 Eylül’ü var” diyorsun. O zaman doğmamış olanların bile…

– Evet, çünkü o tarihte doğmayanları da 12 Eylül’den geçen kuşaklar yetiştirdi. Onların üzerine sinen, şiddet ve korku ne yazık ki bizlerin de üzerinde. Çocuğuyla yaşadıklarını konuşmayı bırakın siyasi tercihine dair bile renk vermeyen ailelerin ellerinden çıktık. Diğer yandan, o yıllarda ekilmiş ve bugün artık toplumun her kademesine işlemiş bir şiddetle terbiye edildik. Okuldan, kişisel ilişkilerimize kadar hayatımızın her yerine sinmiş bu şiddet, 1980 sonrası kuşak için de kendi 12 Eylül hikâyesini yaratıyor.

– Türkiye gerçek anlamda “12 Eylül” ile yüzleşebilecek mi?

– Üzerinden 30 yıl geçti, hâlâ bunu başaramadık ama yine de umutsuz değilim. Aslında öyle bir noktaya gelinecek ki, bundan başka çıkar yol kalmayacak diye düşünüyorum. Umarım bunun için bir 30 yıl daha beklemek zorunda kalmayız.

– Unutmak ve hatırlamamak, yokmuş gibi davranmak en iyi yaptığımız şeylerin başında. Bu tür belgesel kitaplar, sistemli bellek kayıplarına karşı bir alternatif oluşturabilir mi?

– Bu tür kitapların güçlü bir toplumsal bellek oluşumunda önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii bunların genç kuşaklara ulaşmasını sağlamak da ikinci adım. Acının, şiddetin yoğunluğu, sürekli değişen ya da değiştirilen gündemler nedeniyle belgeleme çalışmalarımız eksik kalıyor. 12 Eylül bile üzerinden 30 yıl geçtiği halde, henüz her yönüyle işlenemedi.

Kılıçdaroğlu’yla görüştü: Oy kullanamayabilirim

Kılıçdaroğlu, AKP anayasasına ‘evet’ diyen Orhan Pamuk’u arayarak ‘hayır’ın nedenlerini anlattı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “12 Eylül ile hesaplaşılacağı” gerekçesiyle referandumda “evet” oyu kullanacağını açıklayan Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’u arayarak CHP’nin görüşlerini aktardı. Ünlü yazara “Bu değişikliklerle bırakın hesaplaşmayı 12 Eylül rejiminin bile aklına gelmedik şekilde insanların hakları gasp ediliyor” açıklamasını yapan Kılıçdaroğlu, Pamuk’un kendisine “Ben edebiyatçıyım ve böyle siyasi bir tartışmanın tarafı olmaktan rahatsızım. Yurtdışında olacağım için referandumda da oy kullanamayabilirim” dediğini açıkladı.

Pamuk’u arayacağını ilk kez Cumhuriyet’e açıklayan Kılıçdaroğlu dün gerçekleşen görüşmede Pamuk’a söylediklerini şöyle anlattı:

12 Eylül’den daha ağır: Kendisine paketin 12 Eylül’le hesaplaşma olduğu yönünde AKP iktidarının tezlerine karşı partimizin görüşlerini anlatma fırsatı buldum. Kendisine şunları söyledim: “Bu anayasa bırakın 12 Eylül dönemi ile hesaplaşmayı, o dönemden daha ağır biçimde var olan haklarınızı dahi elinizden alacak. Danıştay’a gitme hakkını vatandaşın elinden almayı 12 Eylül paşaları bile akıl edememişti. Ama bu pakette maalesef bu da var.”

Siyasetçi değil edebiyatçıyım: Sayın Pamuk ise görüşlerime saygı duyduğunu belirttikten sonra kendisinin siyasetçi değil, edebiyatçı olduğunu ve bu tartışmalara girmeyi hiç doğru bulmadığını belirtti. Basında bu şekilde yer almaktan da rahatsız olduğunu anladım.

Oy kullanmayabilir: Sayın Pamuk’un görüşleri bizi dinledikten sonra değişti mi, değişmedi mi bunu bilme imkânımız yok. Ama yarın (bugün) yurtdışına çıkacağını ve o nedenle oy kullanamayacağını söyledi. Tercihi ne olursa olsun görüşlerine saygı duyuyoruz. Oldukça içten bir görüşme olduğu kanaatindeyim.

Pamuk’tan Kılıçdaroğlu’na tavsiye

Pamuk’un görüşme sırasında CHP liderine, kendisini yakından takip ettiğini belirterek “Kendi bildiğiniz doğruları söylemeye devam edin. Nasılsanız öyle davranın. Ben de yıllardır öyle yapıyorum. Başarımda bu özelliğimin rolü büyüktür” tavsiyesinde de bulunduğu öğrenildi.

Pamuk kendi yazdığı daha önceki kitaplarını Kılıçdaroğlu’nun okuduğunu öğrenince kısa süre önce çıkan son kitabı “Manzaradan Parçalar: Hayat-Sokaklar-Edebiyat’ı da imzalayarak gönderme sözü verdi.

Cumhuriyet’e ‘arayacağım’ demişti

Kılıçdaroğlu, Orhan Pamuk’u arayacağını geçen hafta sonu ilk kez Cumhuriyet’e açıklamıştı. Kılıçdaroğlu, “Kararına saygım var, ama beni de en azından dinlemesini arzu ediyorum. Bu oylanan 12 Eylül’le hesaplaşma değil, AKP’nin tek parti dayatmasıdır. 12 Eylül ancak yeni bir anayasa ile kapatılır” demişti.

Dostları ve meslektaşları, öldürülen gazeteci-yazar Uğur Mumcu’yu 68. yaş gününde mezarı başında andı.

Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfınca, Uğur Mumcu‘nun 68. doğum günü dolayısıyla Cebeci Asri Mezarlığı’nda tören düzenlendi. Mezarı karanfillerle süslenen Mumcu ve ”öldürülen tüm aydınlar” için saygı duruşunda bulunuldu.

Vakıf adına bir konuşma yapan Orhan Tüleylioğlu, Uğur Mumcu’nun 68. yaşını kutlamak amacıyla gömütü başında toplandıklarını ifade etti.

Türkiye’de araştırmacı gazeteciliğin öncüsü; laikliği, cumhuriyeti, demokrasiyi savunmanın bir simgesi olan Mumcu’nun bundan 17 yıl önce aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldüğünü belirten Tüleylioğlu, ”Öldürülen, halkın özlemleri, düşleri ve geleceğiydi. Hükümetler değişip davalar sürerken Türkiye’nin aydınları birer birer teröre hedef olmaya devam etti” dedi.

Mumcu’nun bir düşünce işçisi olduğunu ve onurlu yaşamın savaşını verdiğini kaydeden Tüleylioğlu, Mumcu’nun yazılarından örnekler vererek, şöyle konuştu:
”Uğur Mumcu, hepimiz için ve hepimizin adına tek kişilik ordu gibi korkusuzca ve ödün vermeden karanlıklarla savaştı. Tehditlerden yılmadı, susmadı. Susturulamadığı için de katledildi ama yok edilemedi. Uğur Mumcu yazı ve araştırmaları ile bir devrim meşalesi gibi gericiliğin, tutuculuğun, sömürünün, yolsuzluğun ve cinayetlerin üstüne gitmeye, bize yol göstermeye ve uyarmaya bugün de devam ediyor. Bizler susmadan, yılgınlığa düşmeden onun düşüncelerini yaşatacağız. Yitirdiğimiz tüm aydınlarımızı unutmadığımızı ve hiçbir zaman unutmayacağımızı bundan sonra da hep birlikte göstereceğiz. Seni unutmadık, unutmayacağız Uğur Mumcu, doğum günün kutlu olsun yürekli gazeteci.”