Eğer boğazınıza olan düşkünlüğünüzü bir türlü yenemiyorsanız bu önerileri dikkate alın
Birçok yöntem denemenize rağmen yemek yemekten vazgeçemiyor yada iştahınızla başedemiyorsanız işte size 5 öneri… okumaya devam edin…
Eğer boğazınıza olan düşkünlüğünüzü bir türlü yenemiyorsanız bu önerileri dikkate alın
Birçok yöntem denemenize rağmen yemek yemekten vazgeçemiyor yada iştahınızla başedemiyorsanız işte size 5 öneri… okumaya devam edin…
Hekimler hasta olduğunda onlara en çok yapılan şakalardan biri “hekim adam hasta olur mu” sorusudur. Gerçekten de hastalıklara karşı insanların en önemli güvencesi olarak görülen hekimlerin kendilerini bile hastalıklardan koruyamamaları komik bir çelişki olarak görülebilir.
Acaba hekimler gerçekten kendilerini hastalıklardan daha iyi koruyabiliyor ve diğer insanlara göre daha sağlıklı yaşayabiliyorlar mı?
Bu soruya “evet” yanıtını vermek olanaksızdır. Yapılan çalışmalar hekimlerin sağlıkla ilgili birçok risk taşıdığını gösteriyor. Bunların başında mesleki tükenmişlik ve onun neden olduğu hastalıklar gelmektedir. İstatistiklere bakarsanız yeryüzünde her yıl yaklaşık 250 hekim intihar ediyor. İntihar oranı toplumla karşılaştırıldığında kadın hekimler arasında 2, erkek hekimler arasında ise 1,5 kat daha fazladır. Hekimler arasındaki intihar olasılığının yalnız yaşayan, çocuksuz ve bayan hekimler arasında daha sık olduğu ileri sürülmektedir.
Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan bir çalışma, intihar öyküsü ile mesleki uygulama sırasında hekimlerin uğradığı cinsel taciz ve depresyon arasında net bir ilişkinin varlığını ortaya koymaktadır. Nitekim gelişmiş batı toplumlarında, hekimlerin intihar nedenleri arasında ilk sırayı %30–70 arasında değişen oranlarda depresyon almaktadır.
Aslında buna şaşırmamak gerekir. Hekimlik mesleği başkaları adına karar verme sorumluluğunun en yoğun biçimde yaşandığı ender mesleklerden biridir ve depresyon, suçluluk duygusu gibi zorlanmalar da bu meslek grubu için kaçınılmazdır.
Yukarıda yer verdiğim bilgiler elbette hekimlerin yaşam olanaklarının iyi olduğu, mesleki saygı gördükleri, sağlık sistemindeki bozuklukların doğrudan ve acımasızca hekimlere fatura edilmediği ülkelere aittir. Bu ülkelerde çalışan hekimlerin 6 yılı bulan zorunlu hizmet yükümlülükleri yoktur, politikacılar tarafından her fırsatta azarlanmazlar, hastalar tarafından darp edilmezler, öldürülmezler. O ülkelerdeki siyasi otoriteler hekim örgütlerine ve uzmanlık derneklerine danışmadan sağlık alanında kararlar almazlar. Bu ülkeleri yönetenler sağlıkta büyük dönüşüm projelerine soyunmuşken, akrabaları sağlık sektörünün içindeki büyük özel hastane zincirlerine ortak olmazlar.
Yani ülkemiz hekimleri sadece başkaları yerine karar vermenin, verdiği bu kararla hiç tanımadığı insanların ölümü ile yaşamı arasında belirleyici bir rol oynamanın ve bunu hemen her gün ve defalarca yapıyor olmanın sıkıntısı yanı sıra, ülkemize özel zorluklarla da boğuşmak zorundadır.
Türkiye’de ekonomik ve sosyal anlamda her geçen gün biraz daha köşeye sıkıştırılan bu meslek grubunda “tükenmişlik” duygusu çok büyük bir hız ve derinlikle yerleşmektedir. Kendine güvensizlik, ümitsizlik, gerilim, sabırsızlık, kızgınlık, yoğunlaşma bozukluğu, doyumsuzluk, kendini işine verememe, işi savsaklama gibi bulgular sağlık çalışanları arasında hızla artmaktadır.
Dr. Ali Özyurt tarafından gerçekleştirilen bir çalışmaya göre tükenmişlik duygusu farklı düzeylerde olmakla beraber Türk hekimlerinin %30’unda önemli bir sorundur. Bu anket çalışmasında hekimlerin sadece %66’sının “tekrar aynı mesleği seçerdim” yanıtını vermiş olması, %61’inin ise çocuklarının hekim olmasını istememesi aslında çok dikkate değerdir.
Tıpta uzmanlık sınavının 2006 yılı birincisi genç ve çok parlak bir hekim henüz 25 yaşındayken bu yılın şubat ayında Rize’nin Pazar ilçesinde intihar etti. Yine bu yılın Ocak ayında Bursa Devlet hastanesinde görevli bir başka genç hekim daha 43 yaşındayken canına kıydı. Canına kıymadan önce geride bıraktığı not çok acıklıydı “Bu güne kadar namusumla şerefimle yaşadım. Ölümümden kimse sorumlu değildir.”
Usta tiyatro ve sinema sanatçısı Suna Pekuysal: Yaşarmış gibi oynadı, oynarmış gibi yaşadı…
Sevgili Suna Pekuysal işte bak, bu kez güldürmüyorsun… Kızardın, “Beni gören, benim oynadığımı duyan, illaki gelip gülecek sanıyor!” diyerek… Oysa sen öyle usta bir oyuncuydun ki, trajedi ya da komedi rolün gerektirdiği insan olur çıkardın. (Hayır ona seslenerek yazarsam gözyaşları egemen olur. Oysa…)
Tanrı vergisi bir yetenek… Yetenekle yetinmeyip, en iyisini, en mükemmelini yapmak için çalışıp didinme… Yaptığı işe sımsıkı sarılma, sevgiyle, aşkla sarılma… Bu üç özelliği içinde harmanladı Suna Pekuysal. Hırstan öylesine arınmıştı ki sanki yalnız kendi için oyunculuk yapar gibiydi. Ve öyle olduğu için de en geniş kitlelere mal oldu.
Tiyatro, Sinema, Televizyon… Sayısız rol… “Sanki televizyondan önce yoktum da beni televizyon keşfetti” diye hem kızar hem de televizyonun yaygınlığından ve popülaritesinden mutlu olurdu.
Çocuk yaşında “fırlatıldığı“ sahnede, tüm oyunları ezbere bilirdi. “Kulağım var” diye alçakgönüllülükle kabullenmişti bu özelliğini. Her fırsatta çocuk oyunlarında “piştiğini” anlatırdı. Kadirşinastı. Ferih Egemen‘e şükran duygusunu hep dillendirirdi. Eşi Ergun Köknar‘ın oyunculuğuna getirdiği olumlu katkıyı da her fırsatta açıklamayı severdi.
Çoğu kimse onu “alaylı“ tiyatrocu bilirdi. (Anneannesi, babası tiyatrocu ya…) Oysa 4 yıllık konservatuvar eğitimi vardı. Kendisiyle dalga geçerek, “ğrenci kartı almak için konservatuvara girdim” derdi. “Şehir tiyatrosundan ayda 94 lira yevmiye alırdık. Deli miyim tramvaya her gün üç yerine beş kuruş vereyim!“
Ah evet, en çok kendine gülerdi: Ergun Köknar’la evlenişlerini bir anlatması vardı, ömrüm boyu unutmam imkânsız. Zaten her anlattığını oynardı:
Cevat Fehmi Başkut‘un ‘Küçük Şehir‘i oynanacak. Suna “Ayşe“, Ergun, “Adem“ rolünde… “Birimiz Denizlili, öteki Konyalı gibi konuşmasın gel çalışalım” der Ergun Köknar’a ve çalışmaya başlarlar… Oyunun ilk gecesi perde açılmak üzere, Suna Pekuysal, kuliste şu tiradı duyar: “Ey ahali duyduk duymadık demeyin, ben bu kızı 40 güne kadar alacaaaam!“… Perde açılır. Ergun Köknar, Suna’ya, “Evet mi hayır mı, cevap vermezsen sahneye çıkmam“ deyince, yanıt evet gelir… Sonradan Suna Pekuysal “ben oyunu, tiyatroyu kurtarmak için öyle dedim“ diye çabaladıysa da boşuna… (Bunu bana anlatırken hem kendini hem kocasını oynamıştı!)
Akıllıydı. Oyunculuğunun en önemli yanı, seyirciden gelen elektriği hissetmesi, sahnede seyircinin tepkisini duyması, duyumsamasıydı . Zamanlamayı harikulade bir biçimde kullanmayı bilirdi. Yalnız sözlerle değil, mimiklerle de oynardı. Sahnede duruşu, hareketleri ve susuşuyla da oynardı.
Suna Pekuysal: Yaşarmış gibi oynadı, oynarmış gibi yaşadı…
Yüzlerce oyun, yüzlerce rol geride kaldı. Asla silinmeyecek, kaybolmayacak olan, içimize yaydığı sıcaklık ve sevgi… Işığı bol olsun.
There were a number of excellent presentations at the APA Annual meeting which highlighted recent advances in the detection and management of bipolar disorder. Wayne Drevets, MD, National Institute of Mental Health, presented a summation of recent data on the pathophysiology of bipolar depression with the potential to enhance diagnostic accuracy and targeting of intervention strategies.[1] The subgenual prefrontal cortex has long been implicated in the pathophysiology of the mood disorders — especially bipolar disorder — with studies demonstrating reduced metabolic activity, decreased volume, and decreased cell counts.[2,3] Recent data have also implicated the glutamatergic system as a potential target in the pathophysiology of bipolar depression with the demonstration that glutamatergic drugs like lamotrigine[4] and riluzole[5] are efficacious in bipolar depression. The demonstration of decreased serotonin transporter binding in the brainstem raphe in depressed bipolar depressed subjects vs healthy controls[6] and decreased muscarinic binding in bipolar depressed subjects[7] suggests that these may be molecular targets for the future.
Husseini Manji, MD, National Institutes of Mental Health, spoke eloquently about recent insights into cellular mechanisms in the understanding of bipolar disorder.[8] He characterized bipolar disorder as an abnormality of cellular plasticity cascades and a disorder of synapses and circuits, which could explain the enormous comorbidity of other illness with bipolar disorder. A series of studies have shown that prototypical mood stabilizers like lithium and valproate specifically modulate intracellular signaling pathways like protein kinase C (PKC).[9] Recent demonstration of the antimanic effects of tamoxifen, a protein kinase C inhibitor, also raised hope for the development of novel drugs to treat bipolar disorder.[10,11] The demonstration of a rapid antidepressant effect with ketamine in patients with treatment-resistant depression demonstrated proof of concept for the development of novel, rapidly acting treatment strategies for bipolar disorder.[12] Another extremely promising area for the development of novel therapeutics is BCL-2, an important neurotrophic/ neuroprotective protein, which mediates synaptic plasticity and protects against free radicals, ischemia, glutamate, growth factor deprivation, and toxins.[13] okumaya devam edin…
Ajda Pekkan’ın yeni albümü “Aynen Öyle”, 23 Temmuz’da tüm müzik marketlerde yerini alacak. Pekkan’ın prodüktörlüğünü de üstlendiği albümün düzenlemelerini Volga Tamöz, Mustafa Ceceli ve Emre Irmak yaptı.
Albümde, söz ve müziği Şehrazat’a ait “Aynen Öyle” ile Sezen Aksu imzasını taşıyan “Söz”ün yanı sıra “Flu Gibi”, “Gerisi Hikâye”, “Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak”, “Yan”, “Can Gidiyor” ve “Hepimiz Yaptık” adlı şarkılar yer alıyor…
NAMENDA® (memantine HCl) –– The first and only NMDA–receptor antagonist for the treatment of moderate to severe Alzheimer’s disease. NAMENDA has been used by over 2 million patients worldwide. Read Important Safety Information and Prescribing Information.
July 17, 2008 — Preliminary results from a randomized, double-blind, placebo-controlled trial suggest olanzapine (Zyprexa, Eli Lilly), an atypical antipsychotic used to treat schizophrenia and bipolar disorder, may be a safe, effective therapy for women with severe anorexia nervosa.
Led by Hany Bissada, MD, investigators at the Ottawa Health Hospital, in Ontario, found that compared with placebo, olanzapine resulted in a greater rate of increase in weight, earlier achievement of target body-mass index, and a greater rate of decrease in obsessive symptoms, with no difference in adverse effects between the 2 study groups.
“We need to do a much larger study, but nevertheless, based on these results, we can confidently say there is a reason to believe olanzapine may be useful in the initial treatment for anorexia nervosa, where to date, we’ve had no consistently successful drugs,” Dr. Bissada told Medscape Psychiatry & Mental Health.
The study is published online July 16 in the American Journal of Psychiatry. okumaya devam edin…
The Banker dergisinin “Dünyanın En Büyük 1000 Bankası” sıralamasında İş Bankası 86’ncı oldu. İş Bankası, sıralamada geçen yıla göre 16 basamak birden yükseldi
Türkiye’nin en büyük özel bankası olan Türkiye İş Bankası, The Banker Dergisi tarafından yapılan “Dünyanın En Büyük 1000 Bankası” sıralamasında ilk 100 içinde yer alarak 86’ncı oldu
İş Bankası’ndan yapılan açıklamaya göre Banka, dünyanın en prestijli yayınlarından The Banker Dergisi’nin Temmuz 2008 sayısında yer alan ve 2007 yılı finansal konsolide mali tablolarına göre bankaların ana sermaye büyüklükleri dikkate alınarak yapılan “Dünyanın En Büyük 1000 Bankası” sıralamasında geçen yıla göre 16 basamak birden çıktı. Geçen yıl 102’nci sırada yer alan Banka, bu yılki sıralamada 86’ncılığa yükseldi.
Atatürk’ün isteğiyle 1924 yılında kurulan ve Cumhuriyetle özdeş olan İş Bankası, 2007 yılında ulaştığı 10.2 milyar dolarlık ana sermaye toplamı ile söz konusu sıralamada 86’ncı olurken, 369 Avrupa bankasından 321’ini de geride bıraktı.
İsveçli ünlü pop grubu ABBA’nın en sevilen şarkılarıyla hazırlanan ve 1999 yılından bu yana 170’i aşkın ülkede sahnelenen “Mamma Mia” müzikali, Ekim ayında İstanbullu sanatseverlerin karşısına çıkacak.
Bütün dünyada 30 milyondan fazla seyirci tarafından izlenen “Mamma Mia”, Garanti Bankasının sponsorluğunda, Beşiktaş Kültür Merkezi ve İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının organizasyonunda Ekim ayında İstanbul’da olacak.
Dünyanın en neşeli, en eğlenceli, en coşkulu müzikali, tüm görkemiyle 7, 8, 9, 11 ve 12 Ekim tarihlerinde İstanbul Gösteri Merkezi’nde sahne alacak.
Masmavi bir Akdeniz hikayesini sahneye taşıyan müzikal, düğün hazırlığı yapan bir genç kızın babasını bulma hikayesini anlatıyor.
Gösterildiği tüm ülkelerde kapalı gişe oynayan müzikalin biletleri satışa sunuldu.
Seyirciyi ilk şarkısından itibaren coşkusuyla ayağa kaldıran, 2 saati aşkın bir süre boyunca neşesi ile bambaşka bir dünyaya taşıyan “Mamma Mia”, 1999 yılından bu yana 170’den fazla şehirde gösteri yaptı.
Broadway’de tüm zamanların en çok hasılat yapan gösterisi unvanını elinde bulunduran müzikal, dünyada 350 milyon albüm satan ABBA grubunun şarkıları ile hazırlandı. Londra’daki gösterimin ardından hızla büyüyen müzikal, İngilizce dışında Almanca, Rusça, İspanyolca, Japonca ve İskandinav dillerinde her akşam dünyanın farklı şehirlerinde perdesini açmaya devam ediyor.
SANATÇININ delilik kavramıyla ilişkisi ne kadar çok yazıldı, ne kadar çok tartışıldı.
Öyle konular vardır ki, her zaman ona yeni bir yaklaşım sağlanır, yeni yorumlar getirilebilir.
P Dergisi‘nin Delilik ve Sanat başlıklı sayısını okurken, dünyada delilik dairesinin içinde yaşayan, sınırında dolaşan, bıçak sırtında bir ömür tüketen adları saymaya kalkıyorum.
Elbette yalnız ressamları değil, edebiyatçıları da. Akıl hastanesinde bir ömrü noktalayanlar, hastaneye girip çıkanlar.
Sanatçıların öykülerinde, oyunlarında, romanlarında işlenen deliler, tuvale yansıyan deliler.
Onlar bize neyi anlatır?
Süleyman Velioğlu‘nun Şu Kulağını Kesen Garip Adam ve Diğerleri yazısından alıntıladığım cümle, delilik ve sanat arasındaki bağlantıya genel geçer bakışın özetidir:
“Genellikle sade insanlar, sanatçıyı, ya kendilerinden ayrı, gizemli, yarı tanrısal bir varlık sayarlar; ya da toplumsal kuralların dışında yaşayan, garip, acayip, yarı deli bir kişi sanırlar.” okumaya devam edin…
BİR müzik dergisinde hepimizi ilgilendiren bir haber(1) okudum:
“Gerilimli bir hayatınız mı var? Özellikle tansiyon hastası mısınız? Öyleyse her gün mutlaka Bach, Beethoven, Brahms dinleyeceksiniz.
Amerikan Yüksek Tansiyon Derneği’nin yıllık toplantısında, testler sonucu şu gerçek ortaya çıkmış: Günde 30 dakika müzik dinleyenin tansiyonu normale düşüyormuş.”
Bunu da açıklayan Floransa Üniversitesi’nden Profesör Modesti.
Yazıda güzel de bir illüstrasyon var: Beyaz gömlekli doktor, kızgın ve gergin görünen hastasına yazdığı reçeteyi gösteriyor:
“Beta-Hoven Blockers. Günde iki kez.”
Ben bu tavsiyeyi, Türkiye’de yaşayan her yurttaşıma tavsiye ediyorum. Eğer tansiyonunuz yoksa bile dert etmeyin, nasıl olsa bir gün olacak. Onun için şimdiden önlem alın. Ben bugünden itibaren tansiyon ilacımı kesiyorum, Bach, Beethoven, Brahms tedavisine geçiyorum. okumaya devam edin…