Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Her Alman Nazi değildir

The Usual Suspects (Olağan Şüpheliler/1994), X-Men (2000), Superman Returns (Superman Dönüyor/2006) filmlerinin başarılı yönetmeni Bryan Singer ve Oscar ödüllü (Olağan Şüpheliler)senarist arkadaşı Christopher McQuarrie, çocukluklarını geçirdikleri New Jersey’deki evlerinin arka bahçesinde 8 mm kamerayla İkinci Dünya Savaşı konulu filmler yaparlarmış.

Aslı Selçuk

Hafta Sonu / Cumhuriyet Ünlü yıldız Tom Cruiseun çocukluğu da Nazileri, Hitleri öldürme isteğiyle geçmiş. Nazi Almanyasına ilgi duyan bu üç sinemacının yolları 2007’de Valkyriede (Operasyon Valkyrie) kesişir. Apt Pupi l(1998) ve X-Mende Nazileri anlatan Bryan Singer, üç çizgi roman (X-Men, X-Men 2 (2003), Superman Dönüyor) uyarlamasının ardından küçük bütçeli bir film yapma kararı verir. Konu hem Bryanın hem de Christopherın ilgi duyduğu Nazi Almanyası olacaktır.

Ön araştırma için 2002de Berline giden Christopher, Hitlere yapılan onbeşinci suikast girişiminin lideri olan Albay Claus von Stauffenberg ve grubunun kurşuna dizildiği, Alman direnişinin simgesi olan Bendlerblock anıtını görünce derinden etkilenir. Yönetmenle senaristi, Avrupada, 20 milyon dolar bütçeyle, tanınmamış oyuncularla Hitlere karşı direnen subayları anlatan ufak bir yapım gerçekleştirmeyi düşünürler. Chris, projeyi Tom Cruiseun sahibi olduğu United Artistse götürmeyi önerir. Tom Cruiseun filmlerini izleyerek büyüyen Bryanla Chrisin kafasında Stauffenbergi aynı yaşta olan, fizik olarakta benzeşen Cruiseun oynaması düşüncesi vardır. Olağan Şüphelileri gördükten sonra Singerla çalışmak isteyen Cruise, Valkyrienin yapımcılığını kabul eder, filmin bütçesi böylece 20 milyon dolardan 75 milyona çıkar. Cruise aynı zamanda başrolü de üstlenir.

 

Hümanist bir kahraman 

Oyuncunun Scientology üyesi olmasından ötürü Alman hükümeti ve albayın ailesi Nazizme kafa tutan kült kahraman Stauffenbergi Cruiseun canlandırmasına karşı çıkarlar. Ancak albayın torunu Philipp von Schulthess, Tom Cruisela görüşüp oyuncunun role profesyonel yaklaşımını gördükten sonra onayını verir. Berline yerleşen çekim ekibi burada ayrıntılı bir ön araştırmaya girişir. Savaş fotoğrafları incelenir, dönemin belgesel ve konulu filmleri izlenir, askeri danışmanlara başvurulur. Gerilim, gizem, dram, aksiyon dolu Operasyon Valkyrie bir soykırım filmi değil, bir savaş gerilimi, Hitlere yapılan başarısız onbeş suikast girişiminin sonuncusunu baştan sona sürükleyici bir anlatımla yansıtıyor. Tümgeneral Henning von Tresckowun (Kenneth Branagh) içki şişesine yerleştirdiği bomba patlamayınca Hitler ondördüncü kez ölmekten kurtulur. Tresckowla birlikte Hitleri ortadan kaldırmayı tasarlayanlar arasında Führeri protesto edip ordudan ayrılan General Ludwig Beck(Terence Stamp), General Friedrich Olbricht (Bill Nighy), politikacı Dr. Carl Friedrich Goerdeler (Kevin McNally) vardır. Nazilerin hergün binlerce Yahudiyi katlettiği, bu cinayetlerin Almanlarca durdurulması gerektiğini düşünen, vatanlarını çok seven bu gruba 1943te Tunusta sol gözünü, sağ elini, sol elinin iki parmağını kaybeden Albay Claus von Stauffenbergde (Tom Cruise) katılır.

Stauffenbergi bir hümanist olarak tanımlayan Singer, Albay olarak görevini biliyordu ama aynı zamanda Nazilerin korkunç şeyler yaptıklarını da biliyordu. Onun albay ve suikastçı olarak çifte kişiliğini Supermankine benzetiyorum diyor. Karısı Kontes Nina (Carice van Houten) ve dört çocuğuna uzun bir süre sonra yeniden kavuşan soylu, katolik Claus von Stauffenberg, Hitler Almanyasını artık tanıyamamaktadır. Böyle bir Almanya istemediğini, ülkesini sevdiğini, yoketmeye, soykırıma, dünyayı ele geçirmeye kalkan ülkesini bu zorbadan temizlemeye karar veren Albay, ailesinin geleceği pahasına bu zorlu görevi üstlenir: O ülkesini ve dünyayı bu inanılmaz zulümden kurtaracaktır.


Karakter odaklı gerilim 

Stauffenberg ne Naziydi ne de SSti, onlardan çok farklı olan Wehrmachttı. Bu ulusal kahramanı canlandırırken üstlendiğim büyük sorumluluğun bilincindeyim. Anısını ve ailesini onurlandırmak için bu özgün karakteri doğru yorumlamaya çalışacağım diyen Tom Cruise, Stauffenbergin son derece yürekli, onurlu, dürüst, verdiği kararın kendisine ve ailesine getireceği risklerin bilincinde olduğunu buna karşın son ana dek kararından vazgeçmediğini, örnek yazgısının günümüz toplumu için iyi bir ders olacağını belirtiyor. Valkyrie karakter odaklı bir gerilim, ne biyografik bir çalışma ne de tam bir belgesel. Savaşın bitiminde Hitler karşıtı subaylar Almanlarca vatan hainleri olarak algılandılar. Soykırım ancak altmışlardan sonra tartışılmaya başlandı. Altmışlardan sonra Alman çocuklar ebeveynlerine savaşta neler olduğunu sormaya başladılardiyen Bryan Singer, uluslararası bir oyuncu kadrosuyla çalışmış. Yapım tasarımları kusursuz, Adolf Hitlerin karargahı Kurt İni, Berlinin 60 km güneyinde inşa edilmiş, içindeki eşyalar özel koleksiyonculardan toparlanmış. Görüntü çalışmasında, Nazi ideolojisini yansıtan kırmızı renk ön plana çıkarılmış. Amacım tarihi drama ve gerilim arasında bir denge kurarak genel izleyiciye yönelik sürükleyici, soluk kesici bir film yapmaktıdiyen Singer amacına fazlasıyla ulaşmış. Finali bilmemize karşın filmi heyecan içinde izliyoruz, filmin başarısı da burada. Dün gösterime giren Operasyon Valkyrie, görev, sorumluluk, vatan sevgisi, vicdan, insanlık temalarını sorgulayan çağdaş bir seyirlik.

Lumieres kardeşlerin sinema makinesini icat etmesinin üzerinden 114 yıl geçti. Sinema artık hem eğlencenin, hem bilginin hem de ideolojilerin sunulduğu ciddi bir araç haline geldi.

 

Hayatımızın bazen anlamaya, bazen takip etmeye yetmeyeceği ya da kişisel deneyimlerimizle ulaşamayacağımız hayatları, olayları ve bilgileri 110 dakika gibi kısa bir süre içinde gözümüzün önüne getiren ”büyülü dünya” sinema bugün 114 yaşında.
Acaba Lumieres kardeşler, 1895 yılının 1 Şubat’ında sinema makinesini icat ettiklerinde, bu buluşlarının tüm dünyayı sarsıp etkisini hiç kaybetmeyen bir sektöre dönüşeceğini düşünmüşler miydi? Bu sorunun cevabı bilinmiyor, ancak dünyada görünen o ki sinema kitleleri etkilemeye başladığı günden bu yana hem eğlencenin, hem bilginin hem de ideolojilerin sunulduğu ciddi bir araç haline dönüştü.
“Yedinci sanat” olarak görülen sinema, aslında perdeye arka arkaya gelen saydam bir film şeridi üzerindeki görüntülerin, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kısa bir süre daha saklaması sayesinde hareketli görünmesinden ortaya çıktı. İlk bulunduğunda insanları şaşkına uğratması nedeniyle ”büyülü fener” adını alan sinemanın gelişmesini sağlayan ilk ögelerden biri, 1824’de İngiliz fizikçi Peter Mark Roget’ın yayımladığı ”Hareketli Cisimlere İlişkin Olarak Görüntünün Sürekliliği” adlı kuramsal çalışma oldu. Çeşitli ülkelerden birçok mucidi harekete geçiren bu kuramdan, görüntünün sürekliliğini sağlayan birbirine benzer aygıtlar geliştirdi. Bu nedenle sinemayla ilgili aygıtların ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını kesin olarak söylemek güç.
Sinema için önemli bir diğer gelişme, 1882’de Fransız fizyolog Etienne-Jules Marey‘in kuşların uçuşunu saptamak amacıyla saniye de 12 fotoğraf çekebilen ”fotoğraf tüfeği” bulması oldu. ABD’li Hannibal Goadwin de 1887’de fotoğraf çekiminde ilk kez selüloit film kullandı. Thomas Alva Edison ise 1888’de üzerine ses kaydedilen mum silindirli fonografı, daha sonra da kameranın ilk biçimi sayılan ”kinetoskop’ ‘ adını verdiği gösterim aygıtıyla 15 metrelik bir film şeridinin üzerindeki görüntüleri kesintisiz olarak art arda yansıtmayı başardı.
Kinetoskopu Paris’te gören Fransız Lovis ve Auguste Lumiere kardeşler de geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntü elde ettiler. İşte sinemanın doğuşunu müjdeleyen ve tarihe geçen en önemli gelişme bu oldu. Sinemanın ”babası” olarak adlandırılan Lumiere kardeşler, halka açık ilk film gösterimlerini de 1895’te Paris’te yaptı.
Süresi 15 dakikayla sınırlı bu ilk dönem filmler, iskambil oynayanlar, bir demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler. Sinema yoluyla belirli bir öykü anlatma dönemi ise Fransız yönetmen Georges Melies ile başladı.

Sinema: Bir ‘düş sarayı

Başlangıçta deney ya da basit eğlence türü olarak görülen sinema, hızla artan ilgi karşısında geniş salonlarda kitlelere hitap etmeye başladı. Kısa zamanda yaygın eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir ticaret ve sanayi dalı durumuna geldi. Avrupa’da ve ABD’de halk arasında ”düş sarayları” adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları yapıldı.

İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt olmadığından filmler sessizdi. Sessiz sinema sürecinde çekilen filmler, gerek filmin imalatçıları ve gerekse filmlerin türleri açısından büyük bir çeşitlilik sergiledi. Filmin konusu bazen ”sirk” ve ”vodvil”, bazen dünyanın çeşitli yerlerine gönderilmiş kameramanları n saptadıkları haber ve belgeseller oldu.
Ancak I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa sineması neredeyse çöküntüye uğradı. Çünkü filmin ana maddesi olan selüloit barut yapımında kullanılmaktaydı . Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne oldu. Bir ”Milletin Doğuşu” ve ”Hoşgörüsüzlük” gibi filmlerle adını duyuran ABD’li yönetmen David Griffith, sinemayı salt bir eğlence aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda düşünmeye de yönelten, çok yönlü bir anlatım aracına dönüştürdü.
O yıllarda ABD’de sinema alanında büyük bir patlama yaşandı; uzun ve yüksek maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. ”Star” tipi oyuncular bu dönemde çıkmaya başladı.

Sinema büyüyor

I. Dünya Savaşı sonrasında, savaşın yıktığı Almanya’da sinema adına büyük atılımlar yapıldı. Filmlerin geneli tarihi temalar üzerine, kostümlü ve gösterişli siyasal-ideolojik ögeler yerleştirilmesiyle oluştu.

Aynı dönemde, SSCB’de dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü kuruldu. Çağdaş sinemanın öncülerinden Sergei Eisenstein, ”Potemkin Zırhlısı”nı, dönemin önde gelen yönetmenlerinden Vsevolod Pudovkin sessiz sinemanın başyapıtlarından olan ”Ana”yı bu dönemde çekti.
Yine bu dönem, savaştan yara almadan çıkan ABD’de, sinema en büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi. Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun olan Los Angeles kentinde Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. Metro-Goldwyn- Mayer, Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri o dönemde kuruldu. Western filmler ile komedinin revaçta olduğu bu yıllar en önemli aktörlerden biri Charlie Chaplin oldu. 1920’lerde bir haftada otuz milyondan fazla Amerikan sinemaya uğruyordu.

Sesli film geliyor

Sinemada sesli film dönemi 1920’lerin sonu ile 1930’larda başladı. Seyirci sayısını büyük ölçüde etkileyen sesli sinema, oyunculuk alanında önemli değişikliklere yol açtı. Sessiz sinemanın abartılı el kol hareketlerine dayanan üslubu yerine doğallık ve yalınlık önem kazandı.

Walt Disney ilk sesli çizgi filmini bu yıllarda gerçekleştirdi. Dönemin önde gelen yönetmenleri John Ford, Howard Hawks, Frank Capra, George Cukar ve Orson Welles özgün üsluplarıyla sinema sanatına önemli katkılarda bulundu. Gerilim filmlerinin babası sayılan Alfred Hitchcook da bu dönemin isimlerinden.
Renkli sinemaya geçişi de simgeleyen bu dönemin renklendirme yöntemi ilk filmi Walt Disney’in ”Üç Küçük Domuz” adlı çizgi filmi oldu. Ancak, II. Dünya Savaşı yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Bu dönemde, genellikle ordulara moral vermeyi amaçlayan savaş filmleri çekildi. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan ”Sapık” adlı gerilim filmini 1950’lerde çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sinemasındaki sansür ve senaryo yazarı ve yönetmenlerin ”kara listeye” alınması sinemayı derinden etkiledi.

Beyaz perdeye rakip: “Beyaz cam”

Sinemayı etkileyen bir diğer önemli gelişme, 1950-1960 arasında yaşandı. ”Beyaz cam” olarak da nitelenen televizyonun hızla yaygınlaşması sinema izleyicisini azalttı ve bazı büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bunun sonucunda yeni arayışlara giren bazı yönetmenler, Hollywood’un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar ve sinemada gençliğe yönelindi.

Sinema salonları, 1970 ve 1980’lerde etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı serüven ve bilimkurgu filmlerini ağırladı. Film maliyetleri ciddi oranda arttı. Ancak, videonun yaygınlaşmasıyla birlikte bu dönemde de ”elektronik sinema” önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma olanağı buldu. Bunun etkisiyle bağımsız yenilikçi sinema canlandı.
Günümüzde ise sinema, insanların günlük yaşamdan kopmak, eğlenmek veya hoş vakit geçirmek için sık sık gittiği eğlence araçlarından biri haline geldi. Her ne kadar büyük ekran televizyonlar sinemayı etkilese de karanlık salonlarda dev ekranda film izlemenin verdiği zevk değişmedi. Ancak sinema için en önemli unsur, artık Hollywood’dun bariz egemenliği… Her ne kadar bağımsız filmler gelişse ve Avrupa sineması kendine özgün yapıtlar ortaya koysa da küreselleşmenin etkisiyle ABD sineması etkisini artırdı. Sinema, artık 110 dakikada, sanayileşmenin etkisiyle yalnızlaşan ve sürekli değişen gündem karşısında duyarsızlaşan insanlara hem kaçış hem de dünyayı tanımlama imkanı sunuyor.
Cumhuriyet ile atağa geçen, ancak 1980’lerde çöküş dönemine giren Türk sineması, 1990’larda yeniden yükselişe geçti. Son yıllarda gişe rekorlarına ve ödüllere doymayan Türk filmleri artık Hollywood’un gözde yapımlarını geride bırakır duruma geldi.
Sinemanın doğum gününün 1 Şubat olmasına rağmen, Türk sinemasının başlangıç tarihi 14 Kasım 1914. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’na girdiği ilk günlerde Ayestefanos’ taki (Yeşilköy) Rus Anıtı yıkılırken, yedeksubay Fuat Uzkınay tarafından görüntülenen ve ”Ayestefanos’ taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı tarihi belgesel ilk Türk filmi olarak kabul ediliyor.
Cumhuriyetin ilanı ve sinema tekniklerinin gelişmesiyle Türk sinemasının ”Yeşilçam Dönemi” başladı. Filmler dönemlere uygun olarak ya tiyatro eserleri ve romanların uyarlamaları ya da yabancı filmlerin Türkçe versiyonu olarak piyasaya çıktı. Türk halkının sinema perdesine ilgisinin artmasıyla da film çekimleri gün geçtikçe artı. Nitekim, Türk sinemasında en fazla film 1914-1973 yılları arasında üretildi ve bu dönemde tam 3 bin 359 film çekildi. En fazla film çekilen yıl da ”türler sineması” olarak nitelendirilen bu döneme rastlıyor; 1972 yılına. O yıl tam 301 film yapıldı. Bunun yanında film sayıları 1966’da 239, 1967’de 209, 1971’de 265 ve 1973’de 209 gibi önemli rakamlardaydı . Bu yıllar Türk sinema tarihinde önemli bir yere sahip oldu.
Bu dönemi izleyen 1974-1990 yılları arasında ise üretilen film sayısı 2 bin 219’a düştü. 1975 yılında 225, 1979’da 193, 1974’te 189 film çekilirken, 1980-1983 yıllarında yapılan film sayısı ortalama 70 civarında kaldı. Sosyal içerikli fantastik filmler, 12 Eylül filmleri, arabesk filmler, seks komedileri nedeniyle eleştirilen bu dönem, aynı zamanda Türk sinemasının yurt dışında ödüller aldığı bir dönem de oldu.
Bu dönemde Yılmaz Güney‘in senaryosundan Şerif Gören’in yönettiği ”Yol” filmi, 1982 Cannes Film Festivali’nde en iyi film seçildi ve Altın Palmiye Ödülü’nü Costa Gavras ile paylaştı. 1990’lara doğru çekilen film sayısı ise maliyetlerin yüksekliği nedeniyle giderek düştü.

Yeniden yükseliş

Ancak, 1990’lı yıllar, ”büyük çöküşü” 1980’lerde yaşayan Türk sinemasının, tekrar eski günlerine dönemese de ”Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasını” temsil etti.
Nitekim, 1996’da vizyona giren ”Eşkıya”nın 2,5 milyon kişilik hasılata ulaşmasıyla Türk sineması için umut doğdu. Bu rakam, o dönem için büyük bir izleyici rekoruydu. Ardından seyirciler, 1997’de ”Ağır Roman”, ”Masumiyet’ ‘ ve ”Hamam”; 1998’de ”Gemide”, ”Akrebin Yolculuğu” ve ”Hoşçakal Yarın”; 1999’da ”Propaganda’ ‘, ”Her Şey Çok Güzel Olacak”, ”Gülün Bittiği Yer”, ”Salkım Hanımın Taneleri”, ”Harem Suare” ve ”Mayıs Sıkıntısı” gibi peş peşe birçok popüler ve sanat filmini görme fırsatı buldu. 1990’lı yılların en fazla film üretilen dönemi 1993-1994 dönemi oldu. En az film de 20 film ile 1997’de çekildi.

Bu dönem, Türk sinemasının yurt dışında çok sayıda ödül almasıyla da dikkati çekti. Sinan Çetin‘in yönettiği ”Berlin In Berlin”de oynayan Hülya Avşar, 1993 Moskova Film Festivali’nde ”En İyi Kadın Oyuncu”; Memduh Ün de ”Zıkkımın Kökü” adlı filmi ile 1993 yılında İspanya Sinema Festivali’nde ”En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Yine, ”Tabutta Rövaşata” Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Derneği Jüri Ödülü’nü, ”Hamam” filmi de Cannes Film Festivali’nde İtalyan Sinema Yazarları Derneği’nin seçiminde ”En İyi Film”, İtalya’da yabancı basının seçiminde ”En İyi Yönetmen ve En İyi Müzik” Golden Globe ödüllerini aldılar.

Asıl dönüm noktası

Yerli yapımlar, Amerikan filmlerinin neredeyse tümüne hakim olan pazar payını 2000’li yıllardan itibaren düşürmeye başladı. 2000 yılında vizyona giren 15 yerli film arasından ”Kahpe Bizans” yaklaşık 2 milyon izleyiciye ulaştı. ”Vizontele’ ‘, 2001’de 3 milyonu geçen izlenirlikle ”Eşkıya”yı geride bıraktı. Derviş Zaim ”Filler ve Çimen”, Serdar Akar ”Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” adlı filmlerine bu yıl imza attı.

Bu tırmanış, ilk yıllarda seyirci sayısına çok fazla yansımadı. TUİK’in verilerine göre, 2001 yılı hariç, 1997’den 2003 yılına kadar yerli yapımlara 2,5 milyon civarında seyirci ilgi gösterdi.
Türk filmleri için asıl dönüm noktası 2004 yılı oldu. ”Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”, ”Bekleme Odası”, ”Hababam Sınıfı Merhaba”, ”Neredesin Firuze”, ”Mustafa Hakkında Her Şey” gibi filmlerin sinema salonlarına geldiği 2004 yılında, ”G.O.R.A” ve ”Vizontele Tuuba” ciddi rakamlarda seyirci topladı. Aynı yıl yerli filmleri izleyen toplam seyirci sayısı 6 milyon 657 bine çıktı.
2005’te vizyona giren 27 yerli yapımı toplam 6 milyon 795 bin kişi izlerken, Türk sineması 2006’da rekor yılını yaşadı. Gösterilen 33 yerli filme 10 milyon 838 bin kişi talep gösterdi. Bunun yanında, o yıllarda ”Kurtlar Vadisi-Irak’ ‘, ”Babam ve Oğlum”, ”Organize İşler”, ”Hababam Sınıfı Askerde”, ”Hababam Sınıfı Üçbuçuk” seyirci sayısıyla dikkati çekti.
Türk sinemasında 2006 ve 2007 yılları gişe başarıları ve ödüllerin geldiği yıllar oldu. 2008 ise sinemanın ”altın yılı” haline geldi. ”Rıza”, ”120”, ”Vicdan”, ”O.. Çocukları”, ”Recep İvedik”, ”Devrim Arabaları”, ”A.R.O.G” ve ”Osmanlı Cumhuriyeti’ ‘ geçen yılın gözde yapımları arasında yer aldı.
Son birkaç yıldır Türk sineması gösterime giren yabancı filmlerle yarışır hale geldi, hatta onları geçti. Bu nedenle Türk halkı ”kendi sinemasını en fazla izleyen halk” oldu. Bunlardan geçen yıl gösterime giren ve 31 hafta gösterimde kalarak en yüksek izleyici rekorunu alan 4 milyon 301 bin 641 izleyici ile ”Recep İvedik” adlı yapım oldu. Şahan Gökbakar‘ın senaryo yazarlığını ve başrolünü üstlendiği film, aynı zamanda tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi unvanını da taşıyor. Bu filmi sırasıyla 4 milyon 256 bin 566 izleyici ile 2005 yapımı ”Kurtlar Vadisi: Irak” ve 4 milyon bin 711 izleyici ile 2003 yapımı ”G.O.R.A” izliyor.
Çağan Irmak‘ın yönettiği ve hala sinemalarda gösterilen ”Issız Adam” iyi bir çıkış yaptı. Can Dündar‘ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını üstlendiği ”Mustafa” adlı belgesel de 1 milyon seyirciyi aştı.

2008, ”Altın yıl”

Son yıllar Türk sinemasının hem ulusal hem de uluslararası arenada birbiri ardına ödüllerin alındığı yıllar oldu.

Örneğin, Cannes Film Festivalinde Nuri Bilge Ceylan‘a ”En İyi Yönetmen” ödülünü getiren ”Üç Maymun”, Oscar’da ilk 9 film arasına girerek ”aday aday”ı oldu. Almanya’da yaşayan yönetmen Fatih Akın‘ın yönettiği ”Yaşamın Kıyısında”, Özer Kızıltan‘ın yönettiği ”Takva”, yönetmen Semih Kaplanoğlu‘nun filmi ”Yumurta”, Abdullah Oğuz‘un ”Mutluluk” adlı filmleri festivallerden eli boş dönmedi.
Yönetmenliğini Mahsun Kırmızıgül‘ün yaptığı ”Beyaz Melek”, 41. Houston Film Festivali’nde, ”En İyi Uluslararası Yabancı Film” ve ”Jüri Özel En İyi Yönetmen Ödülü” aldı. Ayrıca film, vizyona girdiği 2007 yılında 2 milyon 30 bin 444 kişiyi sinema salonlarına çekti.
2000’li yıllarda izleyici çeken veya ödül alan yapımlarından bazıları da şöyle:
”Beynelminel’ ‘, ”Dondurmam Gaymak”, “Takva”, ”Babam ve Oğlum”, ”Eve Dönüş”, ”Anlat İstanbul”, ”İki Genç Kız”, ”İklimler”, ”Beş Vakit”, ”Bulutları Beklerken”, ”Gönül Yarası”, ”Eğreti Gelin”, ”Son Osmanlı Yandım Ali”, ”Cenneti Beklerken”, ”Beş Vakit”, ”Kader”, ”İklimler”, ”Küçük Kıyamet”, ”Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü”.
Çok güzel bir köşe yazisi, sizlerle paylasmak istedim…Hak, siyaset ve ırkçılık ayrımına parmak basmis, hepimizin ders almasi gereken noktalar iceriyor…
 
 
MEHMET TEZKAN-Vatan Gazetesi
 
Onlar da bu toprakların sahibi..Eskişehir’de o pankartın açıldığı gün tepki gösterilecekti. .

Ne diyordu o ırkçı pankart:

“Ermeniler ve Yahudiler giremez, köpeklere serbesttir.”

İstanbul’da billboardlara “Sen Musa’nın çocuğu olamazsınız” afişlerinin asıldığı gün ‘ne ya pıyorsunuz’ denilecekti. .

İzin verilmeyecekti. .

Geç kalındı..

Sonunda Musevi vatandaşlarımız hedef gösteriliyoruz diye isyan ettiler..

Haklılar..

Hele ilkokul çağındaki çocukların bu işe alet edilmesi şık olmadı.. Okullarımızda Musevi çocuklar yok mu?

Dinci gazetenin attığı manşetlere, hedef gösteren yayınlarına, dinler arası düşmanlığı körükleyen yazılarına hiç değinmeyeceğim. .

Başlı başına bir felaket..

*

Bakın iki olayı birbirinden ayırmamız lazım.. İsrail hükümetine kızmak, yaptığı katliama tepki göstermek, isyan etmek, çocuklar ölmesin diye haykırmak başka şeydir..

Bu saldırıyı bütün Yahudilere mal ederek Yahudi düşmanlığı yapmak başka şeydir..

Birincisi haktır..

Siyasettir..

Sonuna kadar mücadele edilmesi gerekir..

İkincisi ırkçılıktır..

Buradan yola çıkarak bir dini karalamak, kötülemek, aşağılamaya çalışmak günahtır..

Günah..
*

Ne yazık ki işin ucu kaçtı.. Gerçi Başbakan dün partisinin adaylarını tanıtırken ‘olayı toparlayan’ bir konuşma yaptı, Musevi vatandaşlarımızı n gönlünü almaya çalıştı ama..

Dedim ya biraz geç kalındı..

Başbakan’ın heyecanlı, hararetli konuşmalarıyla kendinden geçen bazı kişiler bu ülkede Musevilerin de yaşadığını unuttular..

Düşmanlık yaptılar..
*

Onlar bu ülkenin vatandaşı.. Bizim parçamız.. Yüzyıllardır yan yana iç içe yaşıyoruz..

İsrail hükümetinin orantısız saldırısından..

Çocukları bile öldürmesinden onlar mı sorumlu?

İsrail’de yaşayan Yahudilerin de bir bölümü bu acımasız saldırılara karşı.. Onlar da kendi hükümetlerine nefret yağdırıyorlar..
*

Bu ülkede 25 bin Musevi Türk var.. Ne yazık ki sayıları bu kadar kaldı.. Onlar da bu toprakların sahibi..

Unutmayalım..

Başbakan dün bunun altını çizerek iyi yaptı..
*

Bir Musevi vatandaşımızın şu sözleri çok etkileyici..

Diyor ki; “Dinimi kendim seçmedim.”

Dünyaya Musevi olarak geldi..

Diyor ki; “Bu ülkeyi de biz tercih etmedik.”

Evet, Osmanlı kapılarını açınca, İspanya’dan kaçıp bu topraklara geldiler..

Ama diyor; “Bu topraklarda yaşamak benim tercihim.”

Yani çekip gitmemiş..

Vatanım demiş..

Bizim gibi, sizin gibi..

Farkımız yok..

SELAHATTİN DUMAN-Vatan Gazetesi

Yakın tarihin sorusu bu.. “Üç Maymun” filmi bize bir Oscar getirir mi? Getirdiğinde sinemanın öbür istemezleri ne yapar? Biz her konuda fikri olan medya leşkerleri ne yaparız?

Sorularla başa çıkamadım.. Diyeceğimi peşin peşin diyeyim de karnım ağrımasın, siyaseti güttüm..

Eskinin Eurovision inatlaşmasının yerini şimdi “Oscar” telaşesi aldı..

Aziz ahalimiz “Eurovision kazanırsak başımız göğe erecek” azmiyle bu işin peşinden yılarca gitti..

Ajda Pekkan’a saten şalvar giydirdik, Topkapı Sarayı’nın damlarına çıkarıp, ırgalattık..

Allah rahmet eylesin, Çetin Alp’i Üç Silahşörler çetesinden Dartanyan’ın silah arkadaşı kılığına sokup, Avrupalı milletlerine asıl opera nedir gösterdik..

Ali Rıza Binboğa, Cici Kızlar, Semiha Yankı, Kayahan, MFÖ, Nilüfer..

Bütün ağır silahlarımızı kullandık.. Taaa ki Sertap Erener’in birinciliğine kadar denemediğimiz yetenek kalmadı..

***

Sonunda muradımıza erdik ermesine ama baktık ki bu işi bizden başka sallayan yok..

Birkaç yıldır, yeni takıntımız “Oscar” ödüllerinden biri.. “En İyi Yabancı Film Oscar’ı..”

İnşallah onu da alırsak, sanat ve edebiyat aleminin akademik kurumlarından hiçbirinin inadımıza dayanamadığını ispatlayacağız..

Cümle aleme “Oscar pes etti sendeki inada Türk!” dedirteceğiz..

Aday adayları arasında son dokuza kalan “Üç Maymun” filminden beklediğimiz budur..

AMAN YAVAŞ!

O filmi seyrettim..

İyi bir hikâyenin sündürülmüş hali olarak aklımda kaldı.. Yavuz Bingöl ile Hatice Aslan’ın oyunculukları çok iyi.. Oğullarını oynayan Ahmet Rıfat Sungar’ın da bir gıdım eksiği yok..

Hikâye ile iyi bir oyuncu kadrosu yanyana gelince mesele kalmıyor.. Lakin yönetmen Nuri Bey’in sinemaya bakışı biraz farklı..

Bir yönetmen arkadaşım var.. Çok sever, sayarım.. Çağırdığında, çağrısını emir sayıp filmlerinde figürasyona giderim..

Allah selamet versin, onun sineması da böyle ağır aksaktı.. Eleştiriye de gelmiyordu.. “Yahu şu filme biraz tempo katsan..” türünden bir laf ettik mi ağzımıza tıkıyordu:

Bir keresinde “Benim sinemada tek kaygım..” deyip sustu..

Konuşurken kelimeler arasında verdiği “es” zaten normalin iki üç katıydı..

Bu kez cümleyi de bölüp, bir paragrafa yetecek kadar “es” verdikten sonra devam etmişti:

“Yeteri kadar yavaş çekememek..”
***

Yani biz “Film çok yavaş.. Biraz tempo..” dürtüklemesi yaparken o içinden “Acaba çok mu hızlı çektim?” diye düşünüyormuş..

Filmlerinin bütün galalarında hazır bulundum..

Sevgili yönetmen arkadaşımın “Acaba çok mu hızlı çektim?” kaygusu yüzünden o filmlerden hiçbirini sonuna kadar seyretmek nasip olmadı.. Kiminin yirminci, kiminin otuzuncu dakikasında uykuya geçmişim..

Filmlerin insan ruhu üzerindeki etkisi buydu.. Perdede “Son” yazısı gözükene kadar müşteriyi bitkisel hayata sokmak..

ALGIYI ZORLAMA

Ne demek istediğimi anlatmak için “Üç Maymun”un nasıl başladığını özetleyeyim yeter..

Bir cip yolda ilerliyor..

Kamera yakın plandan sürücüsünü gösteriyor.. Otuz saniye belki daha fazla adamın suratına bakıp duruyoruz.. Derken esniyor..

(Yönetmen sürücünün uykusuz yola çıktığını göstermek istiyormuş..)

Sonra kamera yola dönüyor.. Bir otuz saniye de yola bakıyoruz.. Yağmur yağıyor, yol da öylece yerinde duruyor..

(Yönetmen yolun yağış yüzünden kaygan olduğunu anlatıyor..)

Mesaj açık.. Yağış yüzünden yol kaygan.. Trafik canavarı olmayın..

Başka bir yönetmenin beş, bilemedin altı yedi sanineye sığdıracağı şeyi biz neredeyse bir dakika seyrediyoruz.. Sürücü esnediğinde biz de esniyoruz..

Kaza da oluyor.. Birini ezip öldürüyor..

Anlıyoruz ki adam nüfuzlu.. Hem milletvekili hem de zengin.. Şoförü Yavuz Bingöl’ü para karşılığı suçu üstlenmeye razı ediyor..

O hapisteyken de kendisinden para istemeye gelen karısını baştan çıkarıyor..
***

Sonrası ihanetin anlaşılması, cinayet ve suskunluk..

Yönetmen; hikâyeye ivme kazandıran ne varsa Amerikan sinemasının en eli çabuk yönetmenlerinden bile hızlı, üç dakika içinde halletmiş..

Diğer detayları da sündürmüş

Temsil Yavuz Bingöl merdivenden iniyor.. Merdiven yirmi iki basamaksa hepsine tek tek basıyor..

Kameraman da üşenmeden kayda geçiyor..

Montajda tek karesi bile zayi edilmeden filme giriyor..

AYILAN BAYILAN

Yukarıdaki ara başlık bizim “Üç Maymun” filmine Avrupa’dan gelen tepkileri ifade eder..

Fransız sinemacılar tarafından terbiye edilen Avrupa seyircisinin sinemada acelesi olmadığından Nuri Bilge Ceyhan’ın filmini baş döndürecek kadar hızlı bulmuş dahi olabilirler..

Zırt pırt dışarı gidip geldiğimden biliyorum..

Ölmeyi akıl edemediği için Avrupa ülkelerinin sosyal güvenlik sistemlerini tehdit eden yaşlı bir kadın eczaneden aspirin alıyordu..

Aspirini ilk kez görmüş gibi evirip çevirdikten sonra satıcıya on tane soru sordu..

Neredeyse kutunun üzerindeki bütün küçük punto yazıları okuttu..

Niye mi? Kadının derdi sosyalleşmek.. Yalnızlık yüzünden konuşmayı unutmamak için talimini böyle yapıyor..
***

O yüzden de ağır aksak filmler meşreplerine uygun geliyor.. Tam tersine film ne kadar yavaşsa onların ruhunu o kadar okşuyor..

Kadınlarda ömür ortalaması seksen yediye gelmiş Avrupa ahalisi için bu tür filmler zamanı durduruyormuş hissi verdiğinden iş yapıyor..

Rağbet görüyor, alkışlanıyor..

Biri akıl edip “Üç Maymun” dan daha ağır bir şey çekse, Avrupa’da omuzlarda gezdirirler..

Ama iş Oscar almaya gelince..

Bu yavaşlık, hatta baygın tempo oralarda iş yapar mı bilemem.. Belki şu kriz.. Hayatı biraz durdurdu ya! Onun bir faydası olabilir..

Durun bakalım.. Buradan nasıl bir ekmek çıkacak?

Woody usulü aşk dörtgeni

Son yıllarda izlemeyi epeyce ihmal ettiğim Woody Allen filmlerinin Barcelona Barcelona adıyla gösterime giren sonuncusu Vicky Cristina Barcelona’yı geç de olsa görmeden yapamadım bu hafta.

Sungu Çapan

1970-80 ve 90lı yıllarda ışığına kapıldığımız seçkin yazar-yönetmenlerimden olan, yazıp çektiği, kendi âlemlerindeki sorunlarla kıstırılmış New York-Manhattanlı entelektüeller üstüne sofistike komedileriyle belleğimize yerleşerek tüm dünyada gitgide markalaşan bir güldürü ustası olduğu kadar her fırsatta filmlerinden çokça etkilendiğini belirttiği ustası Ingmar Bergmanın izinden giden, aydın işi, psikolojik dramalar da üreten ama sonradan kendini tekrarlamaya koyulmasıyla gözümüzden düşen, son 40 yılın hınzır sinemacısı Woody Allen son dönemde New York-ABD dışında, Avrupada dilediğince çalışmayı yeğliyor malum. İngilterede çektiği son üç filmini (Maç Sayısı, Scoop, Kassandranın Rüyası) çeşitli nedenlerle peş peşe es geçtiğim ama artık girdiği olgunluk döneminde, doğrusu kocamış mızmız muamelesini pek de hak etmeyen, hâlâ her yıl bir film attırmaktan da geri durmayan, 70li yaşlarının yarısındaki Woody Allenin enerjisine ve çalışma azmine şapka çıkarmamak ne mümkün.

 

Aşk, kadın – erkek ilişkileri

İlk filmlerinde aşk ve kadın-erkek ilişkilerinin ıcığını cıcığını çıkarmış üstadın bizi yeniden üçlü (hatta dörtlü), karmaşık ilişki girdaplarına sokarak iyi bildiği sulara yelken açtığı bu son filmi, adından da anlaşılacağı gibi Barcelonada geçiyor. Bir anlatıcı sesi de, edebi tonlarda, esprili ifadelerle hikâyeye yer yer müdahale ediyor. Barcelona gibi filme adını veren Vicky ile Cristina ise zengin mimari örnekleriyle donatılmış, bu güzelim Katalan kentine yaz mevsimini geçirmeye gelen, çok yakın arkadaş olan ama aşk konusunda birbirlerinden akla kara kadar farklı iki Amerikalı fıstık. Gaudi hayranı, gitarı ve İspanyol müziğini seven, zaten tutkunu olduğu Katalan kimliği üstüne tez yazan Vicky (ilk kez seyrettiğimiz ve gözümüzü alamadığımız Rebecca Hall filmin hoş sürprizi), ciddi, gerçekçi ve borsacı Dougla (Chris Messina) nişanlı, geleceğini programlamış, dalyan gibi, güzel bir genç kadın. Kankası Cristinaysa (Maç Sayısından beri Allenin gözdeleri arasına katılmış Scarlett Johansson), çektiği 12 dakikalık bir kısa filmden hoşnut kalmamış, bir sanat ya da zenaat aracılığıyla kendini ifade etmekte zorlanıp sonuçta fotoğrafçılığa yönelen, kronik tatminsizlikten muzdarip, bitirdiği bir ilişkinin hüznünü yeni cinsel serüven arayışlarıyla geçiştiren, özgür ve uçarı bir sarışın. Şu kısacık hayatta en iyisi, yiyip içip, güzel şarapların tadına bakarak güzel güzel sevişmektir ilkesini benimsemiş İspanyol bohem ressam Juan Antonio Gonzalo (Javier Bardem) tanışır tanışmaz hadi bu hafta sonu, Oviedodaki evime gelin ve bir güzel üçlü (sandviç) yapalım diye iki turist kızı doğrudan yoldan, yatağa davet edince tutucu Vickyde şafak atıyor. Bu çok açık ama densiz, erotik öneriye çok sıcak bakan, şehvetli dudaklara sahip Cristinaysa Juanla her çeşit maceraya zaten çoktan hazır. Ama şarap Cristinanın ülserini azdırınca nişanlısını filan unutup latin erkeğinin çekimine kapılan Vickynin ruhsal durumu altüst oluyor Juanla geçirdiği ateşli aşk gecesinin ardından. İki kıza eşlik eden Juanı vaktiyle bıçaklayıp ayrılmış ve dile düşmüş, eski fıttırık karısı, ressam ve müzisyen Maria Elena (Gitgide Sophia Lorenin ince, uzun haline dönüşen, yönetmen Bigas Lunanın 1992de Jamon Jamon filmiyle keşfettiği Penelope Cruz oynuyor bu tutkulu, deli kadını.) da hikâyeye karışınca bu üçlü-dörtlü ilişki yumağı karmakarışık bir hal alıyor…

 

Alaycı ve eğlenceli

Ünlü mimar Gaudinin eserleriyle bezeli (bu arada dikilmiş bir de Joan Miro heykelini gördük kısacık bir çekimde) Barcelonada gezmiş kadar olarak çıktığımız filmde bildik aşk ve cinsellik klişelerini tersine çeviren Allen her kahramanının ipliğini pazara çıkarıyor, zayıf yanlarını gözümüze sokarak. Öteden beri Avrupa kültürü takıntılı üstadın gelgitli kadın erkek ilişkilerine alaycı ve eğlenceli bakışının ürünü olan ve uzun planlardan oluşan Barcelona Barcelona tüm klişe yüzeyselliğine karşın zevkle seyredilen, Woody Allen usulü, hafif ve uçarı bir romantik komedi (parodi) denemesi. Görkemli mekânları, kültürü, müziği ve coşkulu insanlarıyla tüm Barcelona kentinin de katkısı ve desteği sonucu oluşturulmuş son filminde denenmiş formülleri ve alışılmış durumları tersine çeviren Allen, rahatça tüketilen, şenlikli-şamatalı ve alaycı bir ilişkiler güldürüsü (ya da seks komedisi) ortaya koymuş bu kez. İki insanın birlikte mutlu olup olamayacağına ilişkin temel sorunsalı çevresinde, bütün filmografisi boyunca dolanıp durmuş olan Allen, orta sınıf Amerikan ahlakçılığından beylik Akdenizli bohem ressam figürüne, ahlaki sınırlamalardan sadakata ilişkin suçluluk duygusuna kadar her şeyle dalgasını geçerek günümüz ilişkilerinin hüzünlü bir parodisini önümüze sürüyor Katalan kültürü dekorunda.

 

Romantik aşk komedisi

Kimi zaman karikatürize edilmiş kahramanlarının afalladıkları durumlarda verdikleri tepkilerden kaynaklanan keskin bir mizah öğesi de barındıran filmde özellikle Rebecca Hallla Javier Bardemin önlerine katıp sürüklediği oyuncu kadrosu da epeyce göz alıyor. Üstadın eski başyapıtlarından, sözgelimi bir Kocalar ve Karılarının İspanyada geçen hafif bir versiyonu gibi algılanan bu sivri dörtgen ilişki çeşitlemesi, ( Maria Elenayla kuması Cristinanın öpüştüğü) lezbiyenliğe, biseksüelliğe davetiye çıkaran sahneleriyle de oldukça ileri görüşlü sayılabilir. Almodovarın usta kameramanı Javier Aguirresarobeun saptadığı, kırmızı filtreli, kimi sevişme sahneleri de 74lük Allenden umulmayacak ateşlilikte. İspanya beklentileri farklı iki Amerikalı kızın yaz tatili serüvenlerini konu edinen ve meraklısınca kaçırılmayacak nitelikteki bu Woody Allenvari romantik aşk komedisi, gişede de parlak bir başarıya aday görünüyor şimdiden.

Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği ”3 Maymun” adlı film, 81. Oscar Ödülleri yabancı film adayları elemesinde, ilk elemeyi geçti. Oscar ödüllerinin resmi internet sitesindeki habere göre, ilk elemeye alınan 65 filmden eleme komitesince izlenerek ikinci aşamaya girmeye hak kazanan 9 film arasında ”3 Maymun” da bulunuyor.

 

Ankara– Yabancı film adayları elemesinde ikinci aşamaya geçen 9 film ve ülkeleri ile yönetmenleri, ülkelerin İngilizce adlarına göre yapılan alfabetik sıralamaya göre şunlar:
Avusturya, ”Revanche”, Gotz Spielmann
Kanada, ”The Necessities of Life”, Benoit Pilon
Fransa, “The Class”, Laurent Cantet
Almanya, ”The Baader Meinhof Complex” Uli Edel
İsrail, ”Waltz with Bashir”, Ari Folman
Japonya, ”Departures”, Yojiro Takita
Meksika, ”Tear This Heart Out”, Roberto Sneider
İsveç, ”Everlasting Moments”, Jan Troell
Türkiye, ”3 Monkeys”, (3 Maymun) Nuri Bilge Ceylan

Yabancı film ödülü adayları dahil 81. Oscar Ödülleri adayları, 22 Ocak Perşembe günü ilan edilecek, ödül kazananlar ise 22 Şubat’ta açıklanacak.

Moskova’da Mayıs ayında yapılacak 54. Eurovision şarkı yarışmasında Türkiye’yi temsil edecek olan Hadise, yarışma sonucunun iyi olacağına inandığını ve sahnede izleyicileri şaşırtacağını söyledi. Hadise,” İstiyorum ki insanlar sahnede hadise, olay çıktı desinler” dedi.

 

Brüksel – Hadise, ”Düm Tek Tek” isimli şarkısının Eurovision havasına çok uyduğunu ve olumlu tepkilerin kendisini şaşırtacak boyutta fazla olması nedeniyle büyük mutluluk duyduğunu belirtti.
Yarışma hazırlıklarının çok yoğun geçtiğini anlatan Hadise, ”Her şeyin mükemmel olmasını, Türkiye’yi en güzel şekilde dünyaya tanıtmak istiyorum. En önemlisi budur. Ayrıca, benim için sadece şarkı değil, tüm sahne performansım çok önemli” dedi.
Eurovision’a uyum sağlamanın ve bu arada kendi çizgisini yansıtmanın önemine değinen Hadise, yarışma kuralları çerçevesinde ”pek çok sahne sürprizi” düşündüğünü, sonucun iyi olacağına inandığını ifade etti.
”Düm Tek Tek parçasının sözleri çok güzel” diyen Hadise, özetle şöyle konuştu:
”Ben bir şarkıcı olarak öncelikle şarkı sözüne bakarım. İngilizce şarkı seçiminin bir nedeni de budur. Daha çok sayıda insan şarkının sözlerini anlayabilecek. İngilizce sözler Türkiye açısından daha avantajlı ve ben İngilizceyi çok iyi okuyabiliyorum. Sesime, tavrıma ve sahnedeki duruşuma İngilizce daha çok yakışıyor. Düm Tek Tek kalbin atışını simgeliyor. Şarkının mesajı budur.”
Şarkının, çok takdir ettiği Sinan Akçıl‘in bestesi olduğunu belirten sanatçı, ”İlk dinlediğimde gözlerimi kapadım ve bu şarkı ile kendimi sahnede hayal ederek, nasıl bir Hadise olurum diye düşündüm” dedi.
Yarışma için Erdem Kınay ve Volga Tamöz‘ün şarkılarının da değerlendirildiğini, bu güzel besteleri de ileride ele alacağını anlatan Hadise, ”Düm Tek Tek” şarkısının İngilizce sözlerini fazla beğenmediğini, nakarat bölümünden çok hoşlandığını, sözleri Belçikalı Stafaan Fernande ile birlikte tekrar yazdıklarını, Sinan Akçıl’in de beğenisini aldıklarını belirtti.
 
“Sertap ile tanışmayı çok istiyorum”
Hadise, sözlerine şöyle devam etti: ”Sertap Erener’in yarışmayı kazandığı günü hiç unutamıyorum. Çok çekişmeli geçmişti. O gece menajerime mesaj çekerek, çok mutlu olduğumu söylemiştim. Sevinçten ağlamıştım. Sertap ile tanışmayı, onun Eurovision deneyimini paylaşmayı, tavsiyelerini dinlemeyi çok istiyorum.”
Hadise, hangi duygularla sahneye çıkacağı konusunda da şunları belirtti: ”Ben sahneye her zaman çok heyecanlı çıkarım. Sahne öncesinde yemek yiyemem ve sürekli konuşma ihtiyacı duyarım. Eurovisyon döneminde herhalde heyecandan 4-5 kilo veririm. Sahnede insanları şaşırtmayı seviyorum. Türkiye denince akıllara göbek dansı geliyor. Ben sahnede daha önce denenmemiş bir şey yapmak istiyorum. İstiyorum ki insanlar sahnede hadise, olay çıktı desinler.”
”Program hazırlanıyor. Ocak ayı sonunda katılımcı ülkeler kurayla gruplara ayrılacak ve buna göre promosyon turumuzu düzenleyeceğiz” diyen Hadise, Düm Tek Tek albümünün yarışmadan önce satışa sunulacağını bildirdi.
 
Araba kullanmayı seviyor
Küçüklüğünden beri şarkıcı olmak istediğini belirten Hadise, tiyatro, ayakkabı ve kıyafet tutkusunun da çocukluğundan beri sürdüğünü, sinemayı, araba kullanmayı, sporu sevdiğini anlattı. Vücudunda üç dövme olduğunu ifade eden sanatçı, bileğindeki dövmenin kız kardeşinde de bulunduğunu ve kardeşler arasında bitmeyen sevgiyi simgelediğini söyledi.
Sahneye çıkmadan önce hep mavi boncuk taktığını anlatan Hadise, Eurovision’da da bunu yapacağını, aksi takdirde kendisini ”mikrofonsuz’ ‘ hissettiğini söyledi.
Hadise, Belçika’daki yaşamını da özetle şöyle anlattı: ”Mol şehrinde doğdum. Annem ve babam Belçika’da evlenmişler. Daha sonra ablam Hülya, ben ve arkamdan Derya ve en küçük kardeşim Murat doğduk. Annem ve babam, ben 11 yaşımdayken ayrıldılar ama bizi hep desteklediler. Belçika’da okudum, 2006’da pazarlama bölümünden mezun oldum. Benim için tahsil önemliydi. Annem ve babam sayesinde Türkçe ve Flamanca’yı öğrendim, Fransızca, İngilizce ve Almanca da biliyorum.”
Beğenilmekten hoşlandığını, insanlara günlük haliyle görünmekten çekinmediğini, sadeliği tercih ettiğini anlatan Hadise, Zeki Müren‘e ve Frank Sinatra‘ya olan hayranlığını da dile getirirken, ”Ben de bir gün, Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nazan Öncel gibi kalıcı olmak istiyorum. Şimdi 23 yaşımdayım ama 50’li yaşlarımda sahnedeki halimi düşünüyorum” dedi.
20- Se7en David Fincher, 1995
‘Kutudaki kesik kafa’ gerçekten de insanı donduracak kadar dehşetli ve unutulmaz bir finaldi.

19- Blair Witch Project Daniel Myrick, Eduardo Sanchez, 1999
Heather’ın son video görüntüleri –ki filmin afişinde de kullanılan görüntü buydu- korkunun ve dehşetin gerçek yüzüydü.

18- Akıl Defteri Christopher Nolan, 2000
Leonard’ın amnezyak bir şekilde intikam peşinde koşması onu seri katile çevirmiştir. Ve bu eylemlerini sürekli tekrarlayarak hayatına devam edecektir. Kendimizi ona ‘sempati’ duyar halde buluruz.

17- Maymunlar Gezegeni Franklin J Schaffner, 1968
Meğerse orası bizim dünyamızmış ve bütün o felaketler bizim dünyamızda gerçekleşmiş. George Taylor (Charlton Heston) acı ve öfkeyle haykırır: “Sizi manyaklar! Mahvettiniz her şeyi! Lanet olsun! Allah hepinizin belasını versin.”

16- Esaretin Bedeli Frank Darabont, 1994
Umutsuzluğun ve haksızlığın en üst düzeye ulaştığı bir hayatın bile bir Meksika plajında mutlu sona ulaşabileceğini düşünmek güzel bir final.

15- Rüzgar Gibi Geçti Victor Fleming, 1939
Scarlett O’Hara (Vivien Leigh) kocası Rhett Butler (Clark Gable) tarafından terk edilirken “Samimi olarak söylüyorum sevgilim, umurumda değil!” lafını da yemiştir. Gene de yıkılmaz. Gözünden bir damla yaş akarken “Onu geri getirmenin bir yolunu bulacağım. Yarın yeni bir gündür.” diyecektir.

14- Doctor Strangelove Stanley Kubrick, 1964
Vera Lynn’in ‘We’ll Meet Again’ şarkısı eşliğinde o patlamaları izlerken Kubrick bize son darbesini indirir.

13- Les Diaboliques Henri-Georges Clouzot, 1955
Amerikan versiyonunu boşverin. Siyah-beyaz orijinal Fransız filminde banyo küvetinden kalkan ve bu görüntü karşısında kadının kalp krizine geçirmesine neden olan o sahne, şeytani planın başarısının da ispatıdır.

12- Oz Cadısı Victor Fleming, 1939
Uzaktaki diyarların dayanılmaz cazibesine karşın Dorothy “Ev gibisi yoktur” diyecek ve kaderini böylece belirlemiş olacaktır.

11- Thelma ve Louise Ridley Scott, 1991
Susan Sarandon’ın gazı kökleyip arabayı uçuruma sürdüğü final sahnesinde içimiz acır ama bir yandan da pişmanlık duymaksızın ve muzaffer bir şekilde ölüme giden bu kızlara saygı duyarız.

10- Altıncı His M. Night Shyamalan, 1999
Filmin anlamını veren sahne zaten finaliydi. Crowe kendisinin de bir hayalet olduğunu öğrenir ve biz seyircilere bu finalin yaratılmasındaki dehaya hayran olmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.

9- Olağan Şüpheliler Bryan Singer, 1995
Verbal Kint (Kevin Spacey) hikayenin büyük bölümünü kendisi uydurmuştur, o Keyser Söze’nin ta kendisidir. Ve sadece ‘çenesini ve aklını’ kullanarak serbest kalmayı bilmiştir.

8- İtalyan İşi Job Peter Collison, 1969
Otobüsle kaçış iyi bir fikirdi, ta ki geçirdikleri kaza sonucunda kayaların ucuna savrulana kadar. Ve finali getiren o müthiş cümlede bir ipucu vardı: “Dayanın çocuklar, bir fikrim var..”

7- Bazıları Sıcak Sever Billy Wilder, 1959
Mükemmel bir komedi filmine mükemmel bir final. Jack Lemmon peruğunu fırlatıp “Ben bir erkeğim!” diye haykırınca Osgood’un verdiği cevap sinema tarihine geçecektir: “Kimse mükemmel değildir.”

6- Tiffany’de Kahvaltı Blake Edwards, 1961
Manhattan’da sağnak yağmur altında Audrey Hepburn’un Holly Golightly karakteri umutsuzca kedisini aramaktadır çünkü o kedi kalbini aşka kapatmadığının bir simgesidir. Ancak kediyi bulabilirse George Peppard’in canlandırdığı fakir yazar Paul’le devam edebilecektir. En sonunda kedi bulunduğunda bütün gözler yaşlıdır ve kedinin öfkeli görüntüsü bu sahne içinde son derece komiktir de…

5- Chinatown Roman Polanski, 1974
Özel detektif Jake Gittes (Jack Nicholson) aradığı bütün cevapları öğrenmiştir ama Noah Cross’u (John Huston) durduracak gücü yoktur. Ölümcül sahnenin etrafında kalabalık birikirken ona geri dönmesi söylenir “Boşver Jake, burası Çin mahallesi…”

4- E.T. Steven Spielberg, 1982
Final sahnesinde E.T. Elliott’ın alnına dokunur ve “Ben hep burada olacağım” mesajını verir. Duygusallığın doruk yaptığı bir finaldir.

3- Casablanca Michael Curtiz, 1942
Bogart hayatının aşkına sarıldığında birbirlerini bir daha görmeyeceklerini hem onlar hem de biz seyirciler iyi biliriz. Böyle sert bir adamın içinde bu kadar yumuşak bir ruh olduğunu keşfetmek de bizi ayrıca yaralar.

2- Butch Cassidy ve Sundance Kid George Roy Hill, 1969
“Bir an için başının belada olduğunu sandım” diyecektir Butch. Oysa fonda çalan müzik yaklaşmakta olan felaketi haber vermektedir. Gene de final sahnede görüntü bu iki adamın üstünde donar. Perde beliren cesaret ve deliliğin mükemmel bir portresidir.

1- Carrie Brian De Palma, 1976
O felaketten sağ kalan birkaç kişiden biri olan Sue (Amy Irving), Carrie’nin taze mezarına gelir ve çiçek bırakır. Carrie’nin eli topraktan çıkar ve onu yakalar. Dehşet verici bir kabustur bu, Sue korkuyla uyanır. Ama bu kabus asla bitmeyecektir.

“Evin varsa bir sıfır koymalısın varlıklar hanene,
İşin varsa bir sıfır daha koymalısın,

İş seninse üç sıfır daha koymalısın,
İşin iyi gidiyorsa üç sıfır daha,
Araban varsa bir sıfır,
Yazlığın varsa bir sıfır daha,
Daha sıralanabilir sıfırlar hanesi…
Ancak, Sağlığın varsa bir koyarsın başına,
o zaman bütün sıfırlar anlamlı bir değere ulaşır.
Yoksa sonuç sıfırdır, hiç uğraşmayasın boş yere…”

VEHBİ KOÇ


   
Part of being a psychiatrist is dealing with a € ’³black sheep  ’´ image that our specialty still encounters. At times we may feel looked down on by other physicians, as if somehow (despite having survived the same educational obstacle course) we weren  ’²t as clever as they. However, time in the field has begun to help me appreciate just how intelligent you have to be to be a good psychiatrist. It€  ’²s an open question whether the human brain, with its ineffable complexity, is capable of understanding itself. We have to try and make sense of someone else ’²s brain in about an hour.
Being a psychiatrist means dealing with ambiguity all the time. Most people reflexively assign meanings to their perceptions all day. If I sniffle, my mother says,  ’³Do you have a cold? Or is it sinus?€ ’´ (After 11 years in medicine, I still don€ ’²t know what she means by   ’³sinus. ’´) The truth is I don  ’²t know. I can pick one and that will satisfy her, but assigning this name to the condition doesn€ ’²t make it true. I go to work and listen to someone describe a vague uneasiness felt for a lifetime. Then after about 45 minutes I€  ’²m asked to assign it a name. I can call it  ’³depression  ’´ or   ’³demon possession  ’´ or   ’³sinus,  ’´ but that doesn  ’²t make it true. How I choose to conceptualize this person€  ’²s complaint is not merely a matter of my own intellectual satisfaction; in addition to the implications for what treatment is applied, what I say will probably become an integral part of this person  ’²s life story.
In such situations I may reflect that I ’²ve previously met people who described their life in a similar way, and when I wrote a prescription for Prozac, they sometimes came back and said they felt better. I have to have some sort of model for what I ’²m doing. So sometimes I think,  ’³She needs her serotonin levels tweaked, that  ’²s why she feels this way.  ’´
The truth is I don  ’²t really know why she feels this way. If I asked the right questions, I ’²d probably find something that happened in her childhood that could be considered traumatic. If not, I could probably find something in her current life that is a  ’³stressor.  ’´
I could develop a sense that this problem is more €  ’³psychological€  ’´ than   ’³biological  ’´ (as if thoughts and feelings weren€  ’²t biological events and there were really two organs inside her cranium).
The one thing I can  ’²t think, that I really can ’²t tolerate at all, is that I don€ ’²t know what  ’²s wrong and I don’²t know what I  ’²m doing that is helping. Furthermore, thanks to placebocontrolled trials, I don€  ’²t know if what I€  ’²m doing is €  ’³really€  ’´ helping or if she and I are just imagining that it is helping.
In medical school we learned about the pathophysiology of cancer. On a surgery rotation I looked inside someone€  ’²s thoracic cavity and saw cancer. We learned about the treatment of infection. This was a little harder to visualize: very small organisms, unable
to complete their cell wall formation because of antibiotic therapy. I couldn€  ’²t see this happening, but I could imagine it, I could see the patient€  ’²s temperature going down on the bedside chart, and I could believe it. When it came time to learn about depression, they told us, €  ’³Depression is when a person says he has been unhappy for at least 2
weeks.€  ’´ Why has he been unhappy? €  ’³According to our book, it doesn€  ’²t really matter.€  ’´
As a psychiatrist, I€  ’²ve learned to imagine various things €  ’³causing€  ’´ an illness. Some of them are relatively easy to conceptualize. A child being beaten or raped. A man watching a plane sail into a skyscraper. Cultural icons telling a young girl she should be thin.
Some are a little harder to visualize. Neuronal pathways €  ’³kindling€  ’´ and driving their owner into madness. A sluggish cell failing to emit enough neurotransmitter. A €  ’³G€  ’´ in place of an €  ’³A,€  ’´ resulting in a molecule that is shaped wrong. A depressed parent failing to respond to a toddler, not once but a million times over several years. Harder still is to
imagine all of the causes happening together, responding to each other, making each other worse, compensating for each other, benefiting the person, harming the person, comforting the person, killing the person.
The hardest cause of all to imagine is the one that you don€  ’²t know and you will probably never know. And that€  ’²s what I have to think about all day to be an honest psychiatrist. That€  ’²s why psychiatry is the hardest specialty.