Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

YÖK, öğretim üyesi ihtiyacını karşılamak amacıyla tıp fakültelerinde rotasyon başlattı.

YÖK Yürütme Kurulu, Abant İzzet Baysal, Afyon Kocatepe, Cumhuriyet, Dicle, Düzce, Fırat, Gaziosmanpaşa, Harran, Kafkas, Kahramanmaraş Sütçü İmam, Mustafa Kemal, Yüzüncü Yıl ve Zonguldak Karaelmas üniversitelerinin bünyesindeki tıp fakültelerinin anabilim ve bilim dallarındaki öğretim üyesi ihtiyacının karşılanması amacıyla 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 41. madde hükümlerinin uygulanmasını kararlaştırdı.

Bu çerçevede, söz konusu üniversitelerdeki tıp fakültelerinin öğretim üyesi ihtiyaçlarının, 2009-2010 öğretim yılı sonuna kadar en az 1 yıl süreyle belirlenen diğer üniversitelerdeki tıp fakültelerinden karşılanmasına karar verildi.

İhtiyaç duyulan üniversitelerdeki tıp fakültelerinde görev alacak öğretim üyelerinin 15 gün içinde yeni görev yerlerinde iş başı yapmaları gerekiyor. Bu öğretim üyelerinin kadroları kendi üniversitelerinde kalacak ve kadrosunda bulundukları üniversitedeki akademik yükseltmelerde 2547 sayılı Kanun hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla öncelik verilecek.

İhtiyacı olan tıp fakültelerinin öğretim üyeleri, Ankara, Gazi, Hacettepe, İstanbul, Marmara, Dokuz Eylül, Ege, Akdeniz, Uludağ, Trakya, Karadeniz Teknik, Çukurova, Süleyman Demirel, Osmangazi, Celal Bayar, İnönü, Selçuk, Adnan Menderes, Ondokuz Mayıs, Cumhuriyet, Mersin ve Gaziantep üniversitelerinin tıp fakültelerinden karşılanacak. Belirlenen tıp fakültelerine ve bölümlere gidecek öğretim üyeleri de saptandı.

 

”Eşleştirdik”

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, bazı tıp fakültelerinin anabilim ve bilim dallarında ”ciddi birikmeler” olduğunu belirterek, buna karşın öğretim üyesi eksiği olan fakülteler bulunduğunu belirtti. Bu soruna çözüm bulmak için aylarca çalıştıklarını kaydeden Özcan, şöyle konuştu:

”Mesela bir fakültede 19 profesör var, onların altında ne doçent, ne yardımcı doçent, ne araştırma görevlisi var. Aynı şekilde bir fakültede de 43 hoca var, altlarında hiç kimse yok. Piramit tersine dönmüş durumdaydı. Hangi üniversitenin ihtiyacı, hangi üniversitenin fazlası olduğunu belirledik ve sonra eşleştirdik. Öğretim üyesi fazlası olanların ihtiyaç olan yerlerde görev almalarını istedik.”

Bulundukları fakültedeki öğretim üyesi fazlası olanların ”norm kadro”ya göre belirlendiğini kaydeden Özcan, bu uygulamanın yaklaşık bin kişiyi kapsayabileceğini bildirdi.

Oscarlar Milyoner’e!

Sinema dünyasının heyecanla takip edip aylar öncesinden konuşmaya başladığı Oscar ödül töreninde heykelcikler bu yıl Milyoner / Slumdog Millionaire filmine gitti. 10 dalda Oscar’a aday olup, bunların 8’ini kazanan film masal kıvamında sıra dışı bir hikâye anlatıyor.
Filmin senaristi, Vikas Swarup’ın kitabından uyarladığı senaryoyla, “En İyi Uyarlama Senaryo” ödülünü alan Simon Beaufoy. Beaufoy neredeyse yeniden kurguladığı orijinal hikâyeyi başarılı bir dille sinemaya aktarabilmiş. Zaten Milyoner‘in anlatım gücünü gördüğünüzde ödüle hak vermemeniz imkânsız. Oscar’ın yanı sıra BAFTA töreninden 7 ödülle dönen, bunun yanında birçok önemli festivalde de başarı kazanan Milyoner, yetenekli bir ekibin elinden çıktığını herkese gösteriyor.
Milyoner‘in yine ödül alan kurgusu da muhteşem. Filmi izlerken, başarıyla kotarılmış hikâyenin içine çekildiğinizi hissediyorsunuz.
Filmin görüntüleri ise sinematografik yönden keskin bir etkileyiciliğe sahip. Çarpıcı sahneler, baştan çıkarıcı renkler, heyecanlı geçişler ile bize gözümüzü kırpmadan dâhil olacağımız bir seyirlik sunuyor. Tüm bu başarının arkasındaki isim ise Oscar’da “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödülünü kazanan Anthony Dod Mantle’den başkası değil. Sanatsal yönden kuvvetli bir yeteneğe sahip olan Mantle, zaten önceki yıllarda özellikle Lars von Trier ile yaptığı çalışmalar ile adını duyurmuştu.
Filmin başarısının arkasındaki sır
Milyoner sinema dünyasındaki en büyük ödülleri toplamakla yetinmedi, gösterime girdiği günden beri ABD ve İngiltere listelerinde de üst sıralardaki varlığını haftalardır koruyor. İnsanların filmi sevdiğine şüphe yok. Peki, Hindistanlı bir sokak çocuğunun zengin olup olmaması bizi neden bu kadar ilgilendiriyor?
Milyoner, Jamal Malik’in çileli yaşamından yola çıkan, ama her sahnesinde ayrı bir toplumsal yarayı yüzümüze vuran bir film. Güçlünün zayıfı ezdiği, rant sağlamak isteyen bir takım güçlerin din çatışmalarını ve saldırıları tetiklediği, küçücük çocukların sakat bırakılarak sırtlarından para kazanıldığı, genç kızların sermaye, genç erkeklerin tetikçi olarak kullanıldığı, aslında hepimizin az çok bildiği, kötü bir dünya bu dünya. Üstelik bir kez ezilenler arasına girmişseniz, kendinizi o bataklıktan kolay kolay çıkaramayacağınız bir dünya.
Jamal ve abisi de dünyanın zalimliğinden paylarını alır, çıkan bir dini saldırıda annelerini ve evlerini kaybederler. Sokaklarda yaşamaya başlayan iki çocuk bir tesadüf sonucu kendileriyle aynı yazgıyı paylaşan Latika’yla karşılaşıp, onu da aralarına alırlar. Bu üç kişinin hayatları ve kaderleri artık birbirine kenetlenmiştir…
Biz Jamal’la polis merkezinde işkence görürken tanışıyoruz. Olayların paralel olarak verildiği filmde oraya nasıl geldiğini öğrenmemiz uzun sürmüyor. Yalnızca Latika’ya ulaşmak isteğiyle katıldığı, Hindistan’ın en çok izlenen yarışma programı “Kim Milyoner Olmak İster?” Jamal’ı milyonerden önce suçlu yapıyor! Yarışmanın başında çaycılık yaptığı için alay edilen, ilk soruda eleneceğine kesin gözüyle bakılan bir çocuğun tüm sorulara seri halde cevap vermesiyle başa çıkmak kolay olmuyor tabii. Program sunucusu Prem Kumar da ondan kurtulmak için her yolu deniyor, hiçbir şey kar etmeyince de son çareye başvuruyor, onu polise teslim etmek! Elbette, sırf sokaklarda yaşamak zorunda kaldığı ve eğitimden yoksun bir yaşam sürdüğü için bir çocuğun potansiyel suçlu olarak kabul edilmesinden daha kolay ne var ki?
Jamal ise polis tarafından yapılan tüm işkencelere rağmen gerçeklerden biran olsun sapmıyor. Sonunda anlatmaya başladığı hikâyesiyle polise ve seyirciye doğru cevaplarının sırrını da açıklamış oluyor.
Filmin birazcık eleştirilebilecek tek yönü, geneline baktığımızda ayrıksı duran sonundaki iyimserlik. Romantik komedi filmlerini aratmayan ve her şeyin pürüzsüzce halledildiği “mutlu” sonuyla, Milyoner’in başından itibaren bu kadar sert vermeye çalıştığı gerçeklikten bir parça uzaklaştığını düşünüyorum. Aslında içinde çok derin toplumsal mesajlar saklayan bir filmken, ani bir çalımla dönerek seyirciye “acı bir dünyada yaşıyoruz, ama bu salonu mutlu terk edeceksiniz!” mesajı veriyor. Belki de iyi yapıyordur, belki de filmin bu kadar sevilmesinin nedeni, insanlara hala bir umut olduğunu söyleyebilmesidir…
Ne olursa olsun, Milyoner, aldığı her ödülü sonuna kadar hak ediyor, inanın! Yılın en iyi filmlerinden biri olan bu Hint masalını sakın kaçırmayın!

Türkiye’de insanlar genellikle kendileri için değil, başkaları için yaşar.

Güzel bir evde oturmanın ya da iyi bir otomobil kullanmanın vereceği zevk, başkalarının bu eve ve otomobile nasıl özlemle ve gıpta ile bakacağını bilmenin vereceği keyfin yanında solda sıfır kalır.

Servet sahibi olanların, her gün servetlerini medyada sergilemeleri bu yüzdendir.

Makam ve mevki için de böyledir durum.

Otoriteyi ele geçirmenin sarhoş ediciliği de buradadır: Başkalarını susta durdurmak, onlardan üstün olmak, onlara emir vermek!

Bazı siyasiler bunu bir parça gizleyebilirler ama kimilerindeki zevk kasılmaları her gün ekranlara yansır.
***

Birbirine bu kadar çok çiçek gönderen ülke yoktur dünyada.

Ama bunlar gönülden gelen alçakgönüllü kır çiçekleri değil, ille dev çelenkler olmalı ve üzerinde isminiz yazmalıdır.

Yerli yersiz herkese çelenk gönderilir: Cenazeye, düğüne, kebapçı, oto galerisi ya da umumi hela açılışına.

Düğünlerde çok cayırtı yapılması; mesela Anadolu köylerinde göğe ateş edilmesi ve İstanbul köylerinde havai fişek gösterisi yapılması da bunun bir göstergesidir.

***

Bu yüzden Türkiye’de birey olarak kendi varoluş problemleriniz ya da metafizik kaygılarınızla uğraşamazsınız.

Ne kadar köşenize çekilmiş olursanız olun kur hesabı, manken aşkları ve arabesk feryatlar gelip sizi bulur.

Medyanın en çok söylenti ürettiği ülkedir burası. Çünkü insanlar buna meraklıdır.

Bu yüzden bireysel olan hiçbir şey derinleşemez, kök salamaz; insanlar kendi iç hesaplaşmalarına dalamaz, olgunlaşamaz.

Her şey “bir rivayete göre”dir buralarda!

“Bir hadisenin şuyuu vukuundan beter”dir! (Yani; söylentisinin çıkması, gerçekleşmesinden daha kötüdür!)

***

Ortega y Gasset’in felsefi mesajı sanki daha çok bizim için söylenmiş gibidir: “Ben, kendimin ve çevremin toplamıyım!”

Her T. C. yurttaşı, kendisinin ve çevresinin toplamıdır.

Yani hangi erdemleri taşırsanız taşıyın, hangi ilkelere inanırsanız inanın; toplumun akmakta olduğu çamurlu dere yatağından kurtulamazsınız.

Gelir, size bulaşır!

Sizi de kendisi gibi kılmak için müthiş uğraş verir.

Milyonlarca satır üzerinize saldırır; milyonlarca televizyon imgesi gözünüzü ve beyninizi hırpalar.

Çünkü siz bir bireysinizdir.

Ve Türkiye’nin bireye tahammülü yoktur.

Hele bağımsız, özgür düşünceli, kendi kendisine sorular soran, vicdanlı bireylere asla!

Bu yüzden Türkiye’de bireyselliğini korumak isteyen insanların ömrü, sürüleştirme çabalarına karşı direnmekle geçer.

Çevresi iyi değildir.

Her sabah yeni bir güne uyanıyoruz; hayat değişiyor, biz değişiyoruz, çevremiz değişiyor ama bunu fark etmiyoruz.

Geçip giden günler, birer tespih tanesi gibi aynı geliyor bizlere.

Gabriel Garcia Marquez’in ölümsüz romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ta, emekli olmuş Albay Buendia sorar: “Bugün günlerden ne?”

“Salı” derler.

“O zaman dün de salıydı” der Albay. “Çünkü bugünün dünden hiçbir farkı yok.”

Biz de Albay Buendia gibi günlerin hep birbirinin aynı olduğunu düşünürüz.

Gözümüzün önünde 50 santimden 1.80’e uzayan çocuğun büyümesini fark etmediğimiz gibi.

Çocuk her gün aynı boydaymış gibi gelir ama dört misli büyür.

Zamanı algılamaktaki yetersizliğimizdir bu ama bildiğimiz gibi insanoğlunun kültürü, algısıyla sınırlı.

Yine de donmuş, mühürlenmiş zamanın kırıldığı bazı anlar vardır.

Kitaplığınızdan eski bir kitap çekersiniz ve ülkenizin elli yıl önceki haliyle bugünü arasındaki fark, bir tokat gibi çarpıverir yüzünüze.

Dün böyle bir kitap geçti elime, kitaplığımdan gelişigüzel alıverdim.

Pembe bir kapağı var, üstünde Şiirle Fransızca yazıyor. Sabahattin Eyüboğlu hazırlamış, 1964 yılında yayımlanmış.

Eyüboğlu, Fransız şiirinin en yetkin örneklerini bir sayfada aslı, bir sayfada Türkçe çevirisiyle sunuyor.

Rimbaud’un Sarhoş Gemisi’nden, Baudelaire’e, Mallarme’ye, Verlaine’e, Eluard’a, Soupault’ya uzanan bir zeka, incelikler ve yüce ruhlar demeti.

Bizim dünyamız da bir zamanlar böyleydi.

Soupault, İstanbul’a geldiğinde Eyüboğlu ona genç şair Orhan Veli’nin dizelerini çevirmiş.

“Gökyüzünü ben boyarım her sabah

Uyanıp bakarsınız ki mavi.”

Soupault şiire hayran kalmış ve “Doğrusu bu dizeleri yazmış olmayı çok isterdim” demiş.
***

Verlaine “Renklerle işimiz yok, nüansların peşindeyiz” diyor.

Bu dizenin neyi anlattığını acaba kaç belediye meclis üyesine açıklayabilirsiniz.

Rant, imar izni, delege, ihale peşine düşmüş kaç kararmış ruhu, bu engin denizlere, bu duygu ve düşünce yüceliğine taşıyabilirsiniz?

Ey ölü şairler;

Gelin de acıyın halimize.

Biz artık giderek hoyratlaşan bir it dalaşının göbeğinde, şiiriyeti kalmamış hayatlar sürdürme cezasına mahkum edildik.

Nüans değil renk bile kalmadı siyah-beyazdan başka. 

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Recep Akdur, Türkiye’deki hastalık tablosunun değiştiğini söyleyerek “Geçmişte Türkiye’de salgın korkusunun adı; kızamık, boğmaca, sıtma, tüberküloz, iken, günümüzdeki salgın korkumuzun adı değişti ve tabloya AIDS, Hepatit, Kuş Gribi ve Kırım Kongo Ateşi hakim oldu” dedi.

Ankara – Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Recep Akdur, yaptığı açıklamada, “Türkiye’de son elli yılın hastalık tabloları incelendiğinde, bundan otuz yıl öncesine kadar zatürre, sıtma, tüberküloz, kızamık ve ishalle seyreden hastalıklar ilk on sıraya giren hastalıklar içinde sayılırken günümüzde ilk on sıraya giren hastalıklar içinde bu bulaşıcı hastalıkların adı bile geçmiyor” dedi.

Prof. Dr. Akdur, günümüzde hastalıkların ilk on sırasında ise; kalp-damar hastalıkları, özellikle hipertansiyon ve damar setliği, kanser, metabolik sendrom, obezite yaşlılık sorunları ve kazalar gibi sorunların ön plana çıktığını; gerek hastalıklar gerekse ölümler açısından tabloya bu görüntünün hakim olduğunu söyledi. Prof. Dr. Akdur şunları söyledi:
“Bundan kırk elli yıl önce bulaşıcı hastalıkları denildiğinde Türkiye’de; difteri, boğmaca , tetanos, kızamık, kolera, dizanteri gibi hastalıklar akla gelmekte ve tabloya bu hastalıklar hakim olmakta idi. Çoğu aşı ile korunabilen bu hastalıkların artık adı bile anılmıyor ve neredeyse sahneden tamamen silindi. Günümüzde bulaşıcı hastalıkları denildiğinde AIDS, Kırım Kongo Ateşi, Sars, kuş gribi gibi yeni enfeksiyon hastalıkları akla gelmekte ve tabloya tamamen bu hastalıklar hakim oldu.”
 

“50 yıl önce bebek ölümleri vardı, şimdi yaşlı ölümleri var”

Prof. Dr. Akdur, 50 yıl öncesine göre ölüm tablosunda da değişiklikler yaşandığına işaret ederek “Bundan elli yıl önce ölümler içinde genç yaş ölümleri özellikle de bebek ölümleri tabloya hakim iken artık günümüzde yaşlı ölümleri tabloya hakim oldu” dedi.

Geçmişte bebek ölümleri içinde zatürree ve ishal ölümlerinin önemli bir paya sahip olduğunu ifade eden Prof. Dr. Akdur, “Artık günümüzde bu nedenlerle ölümler azaldı. Yerini yeni doğan ve doğumdan gelen anomalilere bağlı ölümlere bıraktı” dedi. Erişkin ölümlerinde ise eskiden tüberküloz, zatürree gibi hastalıkların önemli bir yere sahip olduğunu kaydeden Prof. Dr. Akdur, “Günümüzde ise erişkin ölümlerinin en önemli nedeni kap-damar hastalıkları, kanser ve kazalardır. Ölüm nedenleri içinde enfeksiyon ölümleri sahneden çekilirken, tabloya kalp damar hastalıkları ve kanser hakim olmaya başladı” diye konuştu.

Prof. Dr. Akdur şöyle devam etti:  “Türkiye’de bundan elli yıl öncesine göre ölüm oranları çok daha düşük. Azalma ise daha çok genç nesil ölümlerinde kendini gösteriyor. Özellikle beş yaş altı, yani çocuk ve bebek ölümlerinin önlenmesine bağlı. Buna karşılık yaşlı ölümleri, bir başka söylemle 65 yaş üstü ölümlerinin tüm ölümler içindeki payı hızla artıyor. Ölüm tablolarındaki temel değişikliklerden biri de ölüm nedenlerinde meydana gelmektedir. Geçmişte enfeksiyon hastalıkları ve benzeri önlenebilir nedenlerle meydana gelen ölümler tüm ölümler içinde önemli bir paya sahip iken, bu pay hızla azalmıştır. Buna karşılık kalp damar hastalıları, nsere ve kazaları gibi nedenlerle ölümlerin tüm ölümler içindeki payı hızla artmaktadır.”

Rusya’nın başkenti Moskova’da yapılacak 54. Erovizyon finallerinde Türkiye’yi temsil edecek olan Hadise Avrupa’da yaşayan Türklerden destek istedi.

Oberhausen– Hadise, Almanya’nın Oberhausen kentindeki verdiği konserden önce, Erovizyon finallerinde bir oyun bile çok önemli olduğunu belirterek, ”herkesten destek bekliyorum. Hakikaten her oy bile çok önemli. Bir oy o kadar önemli ki bunu anlatamam. Bu yüzden Avrupa’da yaşayan Türkler cep telefonlarını ellerinde tutsunlar ve oy atsınlar” dedi.

Almanya’da ikinci konserini Oberhausen kentinde vermekten mutlu olduğunu ifade eden Hadise, ”Almanya’daki ilk konserim Münih’teydi. Orada çok hastaydım. Serum takıldıktan sonra konser verebildim. Sahnede çok terledim. Ama iyi ki de çıkmışım. Konsere gelenler hasta hasta sahneye çıkmama saygı duydular. Tepkiler çok güzeldi. Bugün iyiyim, kendime döndüm. Bugün hazırım ve sahnede daha da bir Hadise çıkabilir” diye konuştu.

Avrupa’dan çok güzel bir ilgi aldıkları dile getiren Hadise, ”promosyon turumuz Malta’da başladı, daha sonra Yunanistan ile devam etti. İki ülkeden de güzel bir ilgi aldık. İki gün sonra Bosna-Hersek’e gidiyoruz orada da güzel bir ilgi olacağına inanıyorum. Çok yoğun bir hafta sonu ama amacımız şarkımızı tanıtmak ve her gittiğimiz yerde pozitif enerji bırakarak tekrar İstanbulumuza geri dönmek. Bunu da her seferinde başardığımızı düşünüyorum” şeklinde konuştu.

Erovizyon’da yarışacak diğer finalistleri de değerlendiren Hadise şunları söyledi:
”Diğer finalistlere bakınca şuna inanıyorum bizim şarkımız gibi şarkı yok. Bizdeki enerji başka şarkılarda da yok. Herkesin değişik tarzı var. Eurovizyon’da bu yıl çok değişik sanatçılar var. Ancak kıyaslamak için bir sanatçı yok. O nedenle çok güçlüyüz.”
Hadise’ye kaldığı otelde bulunan Belçikalılar büyük ilgi gösterdi. Hadise’yi görür görmez tanıyan Belçikalılar kendisine destek sözü verdiler ve fotoğraf çektirdi.

“New England Journal of Medicine” dergisinde yayımlanan bir araştırmada zayıflamanın anahtarı açıklandı. Araştırmaya göre en iyi zayıflama yöntemi az kalorili gıdalar tüketmek ve spor yapmak.

Protein, yağ ya da şeker miktarı ne olursa olsun, kalp-damar sistemi için faydalı, az kalorili gıdalar tüketme ve spor yapmanın en iyi zayıflama yöntemi olduğu bildirildi.

ABD Sağlık Enstitüleri tarafından yapılan araştırmada, son yıllarda moda haline gelen farklı diyet türleri karşı karşıya getirildi.

Yüzde 38’i erkek, yüzde 62’si kadın, 30 ila 70 yaşında, fazla kilolu ya da obez 811 gönüllünün katıldığı, iki yıl süren araştırmada, son dönemde çok tutulan, un, şeker, patates gibi karbonhidratlı besinleri yasaklayan, protein ve yağa izin veren tartışmalı Atkins ya da et ve et ürünlerini yasaklayan, sebze-meyve ağırlıklı Ornish gibi diyetler test edildi.

Dört farklı diyeti, temel besinler olan protein, yağ ve şeker bakımından farklı porsiyonlarda gönüllülere uygulayan araştırmacılar, 6 ayın sonunda ve daha sonra 2 yılın sonunda, tüm katılımcıların benzer şekilde zayıfladığını gördü. 6 ayın sonunda ortalama 5,9 kilo veren katılımcıların bel çevresinin 6 ayda 2,54 santimetre, 2 yılın sonunda da 7,62 santimetre inceldiği belirlendi.

Yemek yeme tutkusu, tokluk ve açlık hissi ile diyetten memnuniyet derecesinin de tüm katılımcılarda benzer olduğunu gözlemleyen araştırmacılar, bu sonuçların kalp-damar sistemine yararlı, az kalorili bir diyet yapıldığında zayıflanabildiğini, tek bir yaklaşımın olmadığını gösterdiğini vurguladı.

Araştırmacılardan Dr. Elizabeth Nabel, sonuçların kilo vermesi gereken kişilere diyet seçme konusunda esneklik sunduğuna, bunun da diyeti sürdürme şansını artırdığına dikkati çekti.

Günlük ihtiyaçlarına göre günde 1200 ila 2400 kalori tüketen katılımcılara haftada bir kez en az 90 dakika hızlı yürüyüş gibi orta yoğunlukta hareketler de yaptırıldı.

Araştırma “New England Journal of Medicine” dergisinde yayımlandı.

Farklı sinema diliyle dikkatleri üzerine toplayan usta yönetmen Woody Allen, yeni filmi için yıldızlar takımı kurdu. Filmin kadrosuna son olarak ünlü aktör Antonio Banderas ile ”Milyoner” filminin oyuncularından Hintli aktris Freida Pinto da yer alıyor.

Internetteki ”imdb” sitesinin haberine göre, son olarak ”Vicky, Cristina, Barcelona” adlı filmiyle izleyici karşısına çıkan usta yönetmen Woody Allen, tıpkı bu yapım gibi ünlü oyuncuların rol alacağı yeni bir filmin hazırlıklarını yürütüyor.

Ünlü aktör Antonio Banderas‘ın da başrollerden birini üstleneceği filmin ismi henüz açıklanmadı.

Daha önce Hollywood’un gözde yeni kuşak oyuncularından Josh Brolin, usta aktör Anthony Hopkins ile Naomi Watts‘ın rol alacağının açıklandığı filmin kadrosuna sürpriz bir isim daha eklendi. Yapımda, 8 dalda Oscar ödülü kazanan ”Milyoner/Slumdog Millionaire” filminin oyuncularından Freida Pinto da rol alacak. Güzel oyuncu, aynı zamanda ülkesinde ünlü bir model olarak da tanınıyor.

Ayrıntıların daha sonra açıklanacağı duyurulan filmin çekimlerine bu yaz Londra’da başlanacağı belirtildi.

Woody Allen’in yönetmenliğini üstlendiği ”Vicky, Cristina, Barcelona” isimli yapım, ünlü İspanyol oyuncu Penelope Cruz‘a ”En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında Oscar ödülü kazandırdı. Filmde, ayrıca Javier Bardem ile Scarlett Johansson da rol almıştı.

Telefona SOL kulağınızla cevap veriniz. (İngiltere’de bilimsel olarak ispatlandı!.. )

Günde 2(iki) kere kahve içmeyiniz.

SOĞUK su ile hap yutmayınız.

Akşam 21 den sonra YEMEK yemeyiniz.

Tükettiginiz YAĞLI gıdaların miktarını azaltınız.

Sabahları daha çok, akşamları ise daha az SU içiniz.

Cep telefonu BATARYA’ ları ile aranıza uzak mesafe koyunuz.

UZUN süre kulaklık takmayınız.

Gece 21-Sabah 06 en ideal uyuma saatleridir.

Uyku öncesi İLAÇ aldıktan sonra hemen uzanmayınız.

Cep telefonu şarjınız SON çizgide iken, telefona cevap vermeyiniz.Zira radyasyon 1000 kat daha fazladır.

Sanatseverlere müjde! Devlet Tiyatroları’nın, 19 değişik oyunla 16 turne sahnesinde 61 temsili hedefleyen Türkiye’nin dört bir yanındaki turneleri devam ediyor.

Ankara– Devlet Tiyatroları’nın 2 Şubat’ta başlayan, 19 değişik oyunla 16 turne sahnesinde 61 temsili hedefleyen turneleri devam ediyor. İzmir, Ankara, Diyarbakır, Adana, Van ve Konya Devlet Tiyatroları, birbirinden farklı oyunlarıyla Türkiye’nin dört bir yanındaki sanatseverlerle buluşuyor.

Ankara Devlet Tiyatrosu ise, Hasan Erkek‘in yazdığı, Vacide Öksüzcü‘nün yönettiği “Eşik” adlı oyununu 18-19 Şubat tarihlerinde Elazığ Devlet Tiyatrosu Devlet Korosu Konser Salonu’nda; 20-21 Şubat tarihlerinde Malatya Devlet Tiyatrosu Sabancı Kültür Sitesi’nde oynayacak.

İzmir Devlet Tiyatrosu, Muharrem Buhara‘nın yazdığı, Musa Zindan‘ın yönettiği “Ayının Fendi Avcıyı Yendi” adlı çocuk oyunu 16 Şubat Pazartesi günü Kuşadası’nda temsil edecek. 20 Şubat Cuma günü ise aynı oyun Muğla’da küçük sanatseverlerce izlenebilecek. Ahmet Mithat Efendi‘nin yazdığı, Türel Ezici‘nin uyarladığı, Levent Suner‘in yönettiği “Felatun Bey ve Rakım Efendi” ise 20 Şubat Cuma günü Muğla’da sahnelenecek.

Adana Devlet Tiyatrosu ise; Anton Çehov‘un yazdığı, Kemal Demirel‘in uyarladığı, Petru Vutcarau‘nun yönettiği “6. Koğuş”u 19 – 21 Şubat tarihleri arasında sürekli turne sahnesi Gaziantep Devlet Tiyatrosu’nda temsil edecek. Willy Russel‘ın yazdığı, Sevgi Sanlı‘nın çevirdiği, Işıl Kasapoğlu‘nun yönettiği “Rita’nın Şarkısı” adlı oyun ise 25 – 27 Şubat tarihleri arasında Hatay’da sahnelenecek.

Meral Babacan‘ın yazdığı, Fatih Kahraman‘ın yönettiği çocuk oyunu olan “Yağmurla Gelen” ise 26 – 28 Şubat tarihleri arasında Gaziantep Devlet Tiyatrosu’nda küçük seyircileriyle birlikte olacak.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu; Işıl Kasapoğlu‘nun yazdığı ve yönettiği “Dünyanın Eski Zamanlarında” adlı oyununu 16 Şubat Pazartesi günü Ergani’de sergilendikten sonra; 17 Şubat Salı günü Kocaköy’de; 23 Şubat Pazar günü Eğil’de ve 24 Şubat Pazartesi günü Lice’de sahneleyecek.

Van Devlet Tiyatrosu; Proje ve yönetmeni Emre Basalak‘a ait olan çocuk oyunu “Cuco Bilmiyor”u 23 Şubat Pazartesi günü Bitlis’te temsil edecek. Nazım Hikmet‘in yazdığı, Işıl Kasapoğlu’nun sahneye uyarlayıp yönettiği “Şu 1941 Yılında” adlı oyun 23 Şubat Pazartesi günü Bitlis’te; 24 Şubat Salı günü ise Tatvan’da sanatseverlerle buluşacak.

Konya Devlet Tiyatrosu’nun, Nikolay Gogol‘un yazdığı, Koray Karasulu‘nun çevirdiği, Tomris Çetinel‘in yönettiği “Evlenme” adlı oyunu ise 25- 26 Şubat tarihlerinde Elazığ Devlet Tiyatrosu Devlet Korosu Konser Salonu’nda; 27-28 Şubat tarihlerinde ise Malatya Devlet Tiyatrosu Sabancı Kültür Sitesi’nde sahnelenecek.