Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz


Türkiye’yi Moskova’da düzenlenecek 54. Eurovision şarkı yarışmasında temsil etmeye hazırlanan Hadise, Belçika’da Flamanca yayın yapan devlet televizyonu VRT1’in geleneksel “Kanseri Yenmek” gecesine onur konuğu olarak katılarak, “Düm Tek Tek”i canlı olarak söyledi.

AA

BrükselHadise‘nin şarkısıyla başlayan, Belçika’nın önde gelen sanatçılarının katıldığı “Kanseri Yenmek” gecesinde çocuklara yönelik kanser araştırmaları için yaklaşık 1,6 milyon Avro para toplandı.

Hadise, 2 milyon Belçikalının izlediği canlı yayının ardından “Belçika’da ilk defa ‘Dün Tek Tek’i canlı okudum. Bunu çok özel bir programda yapabildim” diyerek, kanserle mücadeleye katkıda bulunmaktan büyük mutluluk duyduğunu belirtti.

Eurovision şarkı yarışması için tanıtım çalışmaları hakkında da bilgi veren Hadise, Tarkan‘ın gelecek ay Romanya’da 60 bin kişiye vereceği konserde kendisini de sahneye davet ederek, seyircilere tanıtacağını ve desteklerini isteyeceğini anlattı.

Hadise, Moskova’da annesini de yanında görmeyi çok istediğini belirterek, “Annem bugüne kadar sadece 5 tane konserime gelmiştir. Ödül törenlerine gelmeyi hiç sevmiyor. (Kızım ablanları, kardeşlerini al siz gidin, ben evdeki koltuğumdan izlerim) diyor. Annemle şöyle anlaştık, eğer yarı finali geçersem, gelecek” dedi.

Yarışmaya katılacak diğer şarkılar arasında kendi parçasının “çok enerjik ve güçlü durduğunu” ifade eden Hadise, “Ben şarkıyı tamamlıyorum, şarkı da beni tamamlıyor. Bunu çok hissediyorum. Bu yüzden özgüvenim arttı. Çünkü şarkımla birlikte kendimi çok mutlu hissediyorum” diye konuştu.

Yarışma kıyafetiyle ilgili basında çıkan haberlerden “ismini kullanarak reklam yapmak isteyenleri” sorumlu tutan Hadise, “Herkes bunu bilsin istiyorum; Bugüne kadar kıyafet konusunda yazılan bütün haberler yalan. Haberlerde adları geçen hiçbir tasarımcıyı tanımıyorum” şeklinde konuştu.

Moskova’da giyeceği elbisenin “çiziminin yapıldığını fakat henüz tamamlanmadığını” belirten Hadise, “Kimin yapacağını ve kimin bu kıyafeti çizdiğini yakında açıklayacaklarını” söyledi.

Eurovision’un kendisini dünyaya tanıtma açısından iyi bir fırsat olduğunu ancak bununla yetinmek istemediğini kaydeden Hadise, sonucu ne olursa olsun yarışmanın ardından tanıtım çalışmalarını daha fazla ülkeyi kapsayacak şekilde sürdüreceğini bildirdi.

Hadise, Eurovision yarışması öncesinde tanıtım faaliyetleri dışında en çok ne yapmak istediğinin sorulması üzerine, “Anne ve kardeşlerimi görüp 2 gün aralıksız uyumak istiyorum. Çünkü yeterince uyumayınca sesim değişmeye başlıyor” dedi.


Türk Androloji Derneğince ocak ayından itibaren başlatılan ”Erkek Erkeğe Sağlığı Konuşuyoruz” projesi kapsamında 10 ilde 31 bin erkek sağlık tırında muayene edildi. Prof. Dr. Atilla Gör, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, erkeklerin cinsel hayatlarındaki sorunları konuşmaktan çekindiklerini söyledi.

AA

Trabzon– Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Gör, Türk Androloji Derneği’nce ocak ayından itibaren başlatılan ”Erkek Erkeğe Sağlığı Konuşuyoruz” projesinin tanıtımı dolayısıyla Zorlu Grand Otel’de düzenlenen törende yaptığı konuşmada, Anadolu erkeklerinin cinsel yönden yaşadığı problemleri söylemekten çekindiklerine dikkati çekti.

Cinsel sağlığı olumsuz etkileyen hastalıklar

Proje sayesinde halkın erkek sağlığını ilgilendiren konularda bilinçlendirilmesinin sağlanacağını ifade eden Gör, şunları söyledi:
”Çalışmadan elde edilecek verilen, bilimsel çalışmalarda kullanılacak. Böylece Türkiye’nin erkek sağlığıyla ilgili profilinin çıkarılması sağlanmış olacak. Erkeklerin huzurlu ve mutlu olabilmesi için huzurlu ve mutlu cinsel hayatlarının olması şart. Erkeklerin cinsel sağlığını olumsuz yönde etkileyen birçok hastalık var. Erkeğin cinsel yaşamını şeker, tansiyon ve obezite gibi çeşitli hastalıklar olumsuz şekilde etkiliyor. Bir erkek cinsel yönden problem yaşıyorsa, bu durum başka yönden sağlık problemleri olduğunu gösterir.”

Erkekler problemlerini konuşmaktan çekiniyor

Prof. Dr. Gör şöyle devam etti:

‘Erkekler bu tür sorunlarını çözmek için daha çok eczacılarla işbirliği yapıyorlar. Bu doğru bir yaklaşım değil. Erkeklerin yaşadıkları sağlık sorunlarını belirlemeyi, çözmeyi ve sağlıklarına kavuşmasını amaçlıyoruz. Erkek cinsel sağlığının tedavisinde bir çok yöntem var. Ağız yoluyla kullanılabilen bir takım ilaçlar var. Bunların kullanımıyla hastalarımızda iyi netice alıyoruz. Hasta mutlu oluyor. Bu ilaçlar fonksiyon sorununun altında yatan diğer problemlerin çözümünde de etkili oluyor.”


Spor cinsel yaşam için faydalı

Sporun hem cinsel yaşam hem de fizyolojik yaşama pozitif etkisi olduğunu vurgulayan Gör, ”yapılan bilimsel araştırmalar, spor aktivitesi sırasında vücudun endorfin denen haz ve hoşluk veren maddelerin salgısının arttığını göstermiştir. Bu nedenle insan sağlığı açısından sporu tavsiye ediyoruz” diye konuştu.

İstanbul’da ocak ayında başlanan sağlık taraması kapsamında İzmir, Denizli, Konya, Antalya, Gaziantep, Şanlıurfa, Kayseri, Adana, Nevşehir ve Mersin’de toplam 31 bin erkek ücretsiz şeker, tansiyon, yağ kitle indeksi taramasından geçirildi.

Atatürk Alanı’nda kurulan sağlık tırı, Trabzon’da 15 Mart pazar akşamına kadar erkeklere sağlık taraması hizmeti verecek


Sağlık Bakanlığı Özel Hastaneler Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklik ile sektör önündeki engelleri kaldırarak, özellerin yüzünü güldürdü. Yeni düzenleme ile tıp merkezleri birleşip ‘hastane’ statüsüne geçebilecek. Özel hastanelerin birbirlerine yüksek teknolojik tıbbi cihaz satması engelleyen hükmü de kaldırdı.

ANKA

Ankara– Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürü İrfan Şencan, gazetecilere yaptığı açıklamada, yeni düzenleme ile bir yıl önce çıkarılan yönetmelik sonrasında ortaya çıkan sıkıntıların çözümünü amaçladıklarını söyleyerek, ayrıca özel hastanelerdeki hekimlerin çalışma şekilleriyle ilgili “kısmi, tam zamanlı ve konsültan” tanımları getirildiğini de belirtti.

Yeni düzenlemeyle yan dal ihtisası yapan hekimlere, aynı hastanede hem uzmanlık hem de yan dal uzmanlık alanları ile ilgili kadro verilmesinin önünü açtığını ifade eden Şencan, “Böylece özel hastanelerin yaşadıkları kadro sıkıntıları da giderilebilecek” dedi.

Şencan, daha önce bir poliklinik muayene odasında sadece bir hekimin çalışabilmesinin mümkünken bu sayının ikiye çıkarıldığını belirterek, şunları söyledi:

“Laboratuar ruhsatlarının da ilgili hekim yerine kurum üzerine çıkarılabilmesine olanak sağlandı ve bazı bürokratik işlemlerin azaltılmasına yönelik düzenlemeler de yapıldı. Ayrıca, daha önce özel hastane ve sağlık kurumlarının sadece kamu hastanelerinden hizmet alması mümkünken, artık tüm sağlık kurumlarından hizmet satın alabilecekler. Özel hastaneler bundan böyle Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi, illerde halk sağlığı laboratuarları gibi kurumlardın da hizmet satın alabilecek. Bu onlar açısından olumlu bir gelişme.”

Özel hastanelerin başka bir binaya taşınmalarının önündeki engelin de kalktığını kaydeden Şencan, “Bir özel hastane aynı il içinde nispeten daha az gelişmiş bir bölgeye taşınmak isterse, bu talep söz konusu ildeki hastane planlaması dışında değerlendirilerek onay verilecek” dedi.

Bir hekim başka özel hastanelerde de çalışabilecek

Özel hastanede tam zamanlı görev yapan bir hekimin, farklı 2 hastane ya da dal merkezinde daha kısmi zamanlı çalışabilmesine yönelik düzenleme de yapıldığını belirten Şencan, “Bu özellikle hasta yükü az branşlardaki doktorlar için önemli bir gelişme. Bir özel hastane hasta yükü az olan bir branşta tam zamanlı hekim istihdam etmek zorunda kalmayacak” diye konuştu. Daha önceki düzenlemeyi de hatırlatan Şencan, “Önceden özel hastanelerin mevcut yatak sayılarını artırma imkanları bulunmuyordu. Artık kadrolu doktor sayısının 3 katına kadar yataklarını artırabilecekler” dedi. Özel hastanelerin aynı zamanda yeni tıbbi hizmet binaları açabilmelerinin de önünün açıldığını ifade eden Şencan şöyle devam etti:

“İleri teknoloji yoğunluklu cihazların özel hastaneler arasında devrine imkan sağlanıyor. Yeni hekim istihdamı da olanaklı hale getirildi. Emekli hekimler, kadrosuzluk nedeniyle istihdam edilemeyenler ve 2 yıl yurt dışında çalışıp ülkeye dönenler özel hastanelerde istihdam edilebilecek.”

Tıp merkezleri birleşip özel hastaneye dönüşebilecek

Özel hastanelerle ayakta tedavi yapan sağlık kurumlarına binalarında küçük tadilatlar yapma olanağı verildiğini, büyük tadilatların ise yine ön izinle yapılabileceğini kaydeden Şencan, yeni düzenlemenin getirdiği en önemli yeniliklerden birinin de tıp merkezlerinin birleşmesine olanak sağlanması olduğunu söyledi.

Bir tıp merkezinin gerekli şartları taşıması durumunda hastaneye dönüştürülebileceğini ifade eden Şencan, “Eğer iki tıp merkezi bir araya gelince gerekli şartlara sahip olabiliyorsa, bu tıp merkezlerinin birleşerek hastane haline gelmelerine olanak sağlandı. Ancak hastane daha az gelişmiş tıp merkezinin bulunduğu bölgede faaliyet gösterecek” dedi


”14 Mart Tıp Bayramı” nedeniyle Adana ve Malatya’da çeşitli etkinlikler düzenlendi. Adana Tabip Odası Başkanı Rıza Mete, Sağlıkta Dönüşüm Projesi’yle, sağlık sisteminin kâr-zarar üzerine inşa edildiğini ileri sürerek, ”Hastaları ‘müşteri’ olarak görmeye başladık” dedi.

AA

Adana/Malatya– Adana Tabip Odası Başkanı Rıza Mete, 14 Mart Tıp Bayramı nedeniyle Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hipokrat Toplantı Salonu’nda düzenlenen etkinlikteki konuşmasında, Tıp Bayramı’nı kutlayan doktorların, gelecek ve iş güvenliği kaygılarının arttığını, sağlık sisteminini de ”piyasalaştığını” savundu.

Hekimlerin özlük haklarının geri plana itildiğini belirten Mete, ”Gecemizi gündüzümüze katarak elde ettiğimiz bilgilerimiz hiçe sayılıp, emeğimiz ucuz iş gücü haline getirilmeye çalışılmakta” diye konuştu. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Figen Doran da kadro isteyen öğretim görevlilerinin 1 yılı aşkın süredir beklediğini, pek çok akademisyenin doçentlik kadrolarına geçemediğini, profesörlüğü hak etmiş akademisyenler için de sıkıntıların ve bekleyişin sürdüğünü belirtti.

Vali Yardımcısı İbrahim Avcı ise Adana Valisi İlhan Atış‘ın yoğun programı nedeniyle etkinliğe katılamadığını ifade ederek, tüm tıpçıların bayramını kutladığını söyledi. Daha sonra Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencileri tarafından müzik eşliğinde bir sunum gerçekleştirildi. Etkinliğe akademisyenler ve öğrenciler katıldı.

Malatya

İnönü Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezi’nde 14 Mart Tıp Bayramı dolayısıyla tören düzenlendi. Malatya Valisi Halil İbrahim Daşöz, burada yaptığı konuşmada, hekimliğin evrensel bir meslek olduğunu, bir doktorun dünyanın neresine giderse gitsin mesleğini icra edebilecek eğitime sahip olarak yetiştiğini söyledi.

Tıp Bayramı kutlamalarının değişmesi gerektiğini dile getiren Daşöz, şöyle konuştu:

”Bu kutlama programlarına her yıl sınırlı katılımın olması, protokol olarak bizleri katılmak zorunda olduğumuz için buraya geldiğimiz hissine itiyor. Bu durum değişmeli, farklı bir kutlama yapılmalıdır. Tıp Bayramı konusunda toplumda farkındalık yaratabilirsiniz. Kortejler düzenleyebilir, kentte kampanyalar yapabilirsiniz. Böylece, bu kutlamalar bu şekilde sınırlı kalmaz, topluma mal olur.”

İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ramazan Özdemir, tıp fakültelerinin amacının fazla hekim yetiştirmek değil, ”yeterli, yetenekli, öz saygılı, öz güvenli, hoşgörülü, onurlu ve acıları paylaşan hekimler yetiştirmek” olduğunu aktardı.

Sağlık İl Müdürü Hacı Bayram Zengin de hastanelerde ve sağlık ocaklarında, hastalara hekim seçme hakkı verildiğini, bu yolla hastaların hastane koridorlarında sıra beklemesinin ortadan kalktığını ifade etti. Malatya Tabip Odası Başkanı Mustafa Eroğlu da doktorların performansa dayalı ek ücret alma ve döner sermayeden fazla pay olmak için daha çok çalışması gerektiğini, bunun da doktorları hem yorduğunu hem de körelttiğini savundu.


Mısır’da, 7 bin yıl önce piramitlerin yapımında çalışanlara sağlıklarını korumak için verildiği bilinen sarmısağın, özellikle nezle, grip, boğaz ağrısı ve burun iltihabına iyi geldiği, zencefilin ise kansere karşı koruyucu etkisinin bulunduğu açıklandı.

AA

Bursa – Uludağ Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mihriban Korukluoğlu, son yıllarda antimikrobiyal özellikler taşıyan baharat ve tıbbi bitkilerin üretimlerinin arttığını söyledi.

Dünya üzerinde 750 bin ile 1 milyon arasında bitki türünün bulunduğunun tahmin edildiğini belirten Korukluoğlu, ”Bunlardan yaklaşık 10 bini gıda olarak kullanılırken, 13 bininin ise tıbbi tedaviye destek amaçlı kullanıldığı düşünülmektedir” dedi.

Bitkilerden ekstreler hazırlanarak ilaç olarak kullanılmasının Çin’de M.Ö 2700 yıllarına kadar uzandığını belirten Korukluoğlu, Anadolu halkının yabani bitkileri ilaç olarak kullanışının ise Hititler’e kadar dayandığını anlattı.

Son 10 yılda tedavi amaçlı bitki satışlarındaki artışın fazla olduğunu dile getiren Korukluoğlu, sadece ABD’de bitkisel ürünlerin satışının 15 milyar dolara yaklaştığını bildirdi.

Türkiye’de halen tedavi amaçlı kullanılan 1500’ün üzerinde bitki olduğunu ifade eden Korukluoğlu, şu bilgileri verdi: ”Sarmısağın antimikrobiyal özelliği eskiden bu yana bilinmektedir. 7 bin yıl önce Mısır piramitlerinin yapımında çalışanların sağlıklarını korumaları için her gün sarımsak verildiği bilinmektedir. Orta çağda salgın hastalıklardan korunma amacıyla kullanılan sarmısağın, ezilerek 2. Dünya Savaşı’nda Rus askerlerinin yaralarına konması bu ürünün tarihi hakkında önemli bilgiler vermektedir. Antimikrobiyal, antiviral ve antiparazit etkisi bulunan sarmısağın, nezle, grip, boğaz ağrısı ve burun iltihabına iyi geldiği bilinmektedir.”

Özellikle kekiğin halk arasında çoklukla etli yemeklerde lezzet verici olarak kullanıldığını belirten Mihriban Korukluoğlu, bu ürünün gıda bozucu mikroorganizmalara karşı da güçlü bir katkı maddesi olduğunu söyledi.

Adaçayı ve karanfilin özellikle boğaz ağrısına neden olan virüsler ile enfeksiyonların ve ağız içindeki zararlı mikroorganizmaların gelişmesinin engellenmesinde yararlanılan çok önemli iki baharat olduğunu anlatan Korukluoğlu, şunları kaydetti: ”Zencefilin ise antibakteriyel, antioksidatif, antiviral ve antitümör etkisi bulunuyor. Antitümör etkisi kansere karşı koruyuculuğunu gösteriyor. Antiviral ise virüs kaynaklı hastalıklara karşı iyi geldiğini ortaya koyuyor. Ancak baharat ve tıbbi bitkilerin etki mekanizmaları birbirinden farklıdır. Özellikle herhangi bir ilaçla olası olumsuz etkileşimin olmaması için dikkatli ve kontrollü kullanılması gerektiği unutulmamalıdır.”


Türk tiyatrosunun usta ismi Yıldız Kenter ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Kültür Bakanı Talat Halman, ”Çağlar Boyu Türk Sanatları” adlı gösteriyle Ankara’ya konuk olacak. Gösteride, Kenter ile Halman, Türk kültürünün panoramasını yansıtan şiirler okuyacak.

AA

Ankara– Türk tiyatrosunun değerli ustaları arasında yer alan Yıldız Kenter ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Kültür Bakanı Talat Halman, Ankara’ya konuk olacak. ‘‘Çağlar Boyu Türk Sanatları” adlı gösteriyle başkentlilerle buluşacak olan isimler Türk kültürünün panoramasını yansıtan şiirler okuyacak.

Hacettepe Üniversitesi’nden yapılan yazılı açıklamaya göre, üniversiteden onursal doktora sahibi de olan Yıldız Kenter, 16 Mart Pazartesi günü izleyiciyle buluşacak.

Hacettepe Senfoni Orkestrası başkentlilerle

Bu arada, Hacettepe Senfoni Orkestrası da yarın akşam Fransız Şef Dominigue Fanal yönetiminde sahne alacak.

Piyanist Hacıbaba Adiloğlu’nun solist olarak yer alacağı konserde, Honnegger’in ”Pastoale D’ete”, Rachmaninov’un ”Paganini’nin Bir Teması Üzerine Rapsodi” ile Mozart’ın ”40. Senfoni” isimli eserleri seslendirilecek.

Hacettepe Üniversitesi Kültür Merkezi M Salonu’ndaki konserin biletleri, Dost Kitabevi ile M Salonu Fuayesi’nden edinilebilecek.


 

Kerem Akça 27 Şubat 2009, Cuma 02:27

“Maskeli Beşler” serisinin yönetmeni Murat Aslan‘ın hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstlendiği yapım, “Babam ve Oğlum” ile başlayan Yeşilçam etkisindeki melodramların bir yenisi. Elbette yapmak istediğini yapan diğer filmler gibi ancak eski, zayıf, özensiz, yapay, kolaya getirilmiş gibi kavramlarla anılabiliyor.

Halimize gülsek mi ağlasak mı bilemiyorum. Filmin sonunda “Türk sineması ayaklara düştü” diye ağlamak herhalde en doğrusu olacaktır. Zaten böylesine sömürücü ve geri kalmış numaraların sonucunda ağlayarak filmin oynadığı salonu terk edenlerin, esas ağlama sebebi bu olmalı. “Umut”, “Babam ve Oğlum” (2006) ile Türkiye’de maalesef açılan ve üç yıldır da yakamızdan düşmeyen o ‘Yeşilçam etkisindeki melodramlar’ eğiliminin yeni bir halkası. Kısaca ‘Yeşilçam’ın trajik izleri’ diyebiliriz.

“Babam ve Oğlum”, formül olarak çok eski olsa veya Yetkin Dikinciler‘in karakterinin Çetin Tekindor‘u koşarak tedavi ettiği sahneyle kişisel olarak benim ‘kültlük antoloji’me dahil olsa da, şu üç yılda yaşadıklarımızı göz önünde bulundurup geriye baktığımda maalesef ‘kaliteli bir iş’ gibi duruyor. Çünkü melodram çekme konusunda yerlerde sürünüyor Türk sineması. ‘Yeşilçam etkisi iş yapıyor’ mantığından yola çıkıp, senaryo niyetine tek cümleli bir sinopsisle sinemaya girmenin pek de bir anlamı yok açıkçası.

Hollywood teen slasherlardan ne çektiyse, aynısını biz de melodramlardan çekiyoruz!

“Umut” da işte öyle filmlerden biri. Aynen “Sözün Bittiği Yer”, “Unutulmayanlar”, “İlk Aşk”, “Hayattan Korkma”, “Hicran Sokağı”, “Hayatımın Kadınısın” gibi kısa ama uzun bir sürece, üç seneye sığan sayısız filmin arasına yerleşiyor. Yanlış anlamayın bu filmlerde bildik oyuncular olması onları “Martılar Açken”, “Papatya ile Karabiber” gibi aynı ekolü “Babam ve Oğlum”dan önce izleyen çağdışı filmlerden farklı yapmıyor. Sadece “Babam ve Oğlum başarı sağladıysa, biz de sağlarız” mantığıyla üretimi arttı bu formülü benimseyen filmlerin. Toplu üretim dedikleri de bu olmalı herhalde! Hollywood, nasıl “Çığlık”ı (“Scream”, 1996) takiben ortaya çıkan teen slasherlardan hala çekiyorsa, biz de melodramlardan çekiyoruz. (“Çığlık” gibi bir başyapıtı “Babam ve Oğlum”la karşılaştırmak durumunda kaldığım için herkesten özür dilerim.)

“E ne yapalım temelimizde Yeşilçam var” deyip bu mantık karşısında polyannacılık oynayabiliriz. Ancak film temelde bir sömürü sineması örneği olsa da bunun dışında çok daha trajik tarafları var. Dramatik yapıdaki gedikleri, karton karakterleri, olay akışı kuramamasını ve aceleye gelmişliğini bir kenara bırakırsak, melodram türünün sinema tarihindeki gidişatından dahi haberi yok bu filmin. Aynen yukarıda ismini saydığımız filmler gibi. Çünkü bunlar evde oturup ‘Yeşilçam melodramları’ ve ‘TV dizisi’ izleyen kitleyi hedefleyerek, “dizilerde nasıl numara çekersek sinemada da öyle para kazanabiliriz” kafasıyla icraata dökülen işler temelde.

Murat Aslan’ın senaryoyu yazdığını görünce ‘eyvah!’ demiştim

Zaten “Umut”un senaryosunu yazdığını öğrenince ‘eyvah!’ diye içimi çektiğim filmin senarist-yönetmeni Murat Aslan, bir sinema tüccarı. Belki Faruk Aksoy gibi geriye çekilip yapımcılık yapsa o zaman konumundan dolayı biraz daha hoşgörüyle yaklaşabiliriz kendisine. Ancak şu anda piyasada farklı filmler için çağırılan memur yönetmenlerden biri. Bu durumun trajik tarafı ise, Hollywood’da bu mantığı benimseyen yönetmenler senaryoya karışmayıp ‘hikaye anlatma’ya odaklanırken onun farklı bir yola sapması.

Aslan, üç “Maskeli Beşler” filminden sonra şimdi de “Umut”un yönetmenlik koltuğunda. Yerine göre Yeşilçam’ın film gramerini veya Amerikan sinemasının film gramerini uygulayabiliyor. Zira birinci ve üçüncü “Maskeli Beşler” filmleri Amerikan klasik sinemasının film grameriyle, ikinci “Maskeli Beşler” filmi “Maskeli Beşler: I.R.A.K” ise Yeşilçam ekolünün sinema diliyle çekilmiş filmler. Bu da piyasada ABD’deki durumun aksine ne kadar ‘konumsuz’ olduğunu kanıtlıyor. “Umut” da zaten izleyiciyi yakalayabilecek mantıkla çekildiği için TV dizisi ile Yeşilçam melodramları arasında bir yerde duruyor.

Bu bağlamda da yukarıda saydığımız filmlerden herhangi bir farkı yok. Murat Aslan, Mazlum Çimen‘in geleneksel Yeşilçam esintisi sağlayan müziklerini çok kolaycı numaralar için kullanıyor, yavaş çekim tekniğini en beklenen yerde damardan devreye sokuyor, senaryodaki didaktik mesajları her cümlede öne çıkarmaya çalışıyor ve dramatik etkinin en abartılısını dahi yabancılaştırıcı derecede gerçekmiş gibi iddialı kullanıyor. Yani Aslan belli ki Robert Benton‘ın 1970’lerde melodram türünün sinema dilini yenilediğinden ve bu yönetmenlik tarzını Yavuz Turgul‘un Türkiye’ye getirdiğinden habersiz, ya da haberi olmasına karşın bu konuda bilinçli olarak koşulsuz kalmış.

Zira Benton, özellikle “Kramer Kramer’e Karşı”da (“Kramer Vs. Kramer”, 1979) daha geniş kitlelere yayılan görsel yapısıyla dikkat çekmişti. Oyunculukları öne çıkarıp duyguları daha iyi alan, bu yolla karakterlerin üzerine giden ve aynı zamanda mesafesini korumayı da ihmal etmeyen bir yönetmenlik stili benimsemişti. Minimaliste yakın bu anlayışı oyunculukları öne çıkaran filmlerde görmemiz mümkün.

Yavuz Turgul‘un özellikle “Gönül Yarası”nda bu anlayışı aktif hale getirdiğini görebiliriz. Bu sayede de melodram, kolaycı duygu sömürülerinden kaçıp karakterlerin ‘gerçekçi’ ruh hallerine odaklanabiliyor. Böylece yeni neslin melodramı olan karakter dramasına da göz kırpabiliyor. “Elinde iyi oyuncu var mı ki, bunları yapabilsin Murat Aslan?” diye düşünebilirsiniz. Ancak bu anlayışın o durumla alâkası yok. Zeynep Tokuş, Fikret Hakan ve Zafer Algöz iyi kullanılırlarsa yeteneklerini ortaya koyabilecek becerikli oyuncular.

‘Yılmaz’san ‘Umut’un var demektir!

Film, eski model melodram iskeletini benimserken baba-oğul ilişkisinin sömürü tarafının üzerine çok fazla gitmek yerine ‘kör göze parmak’ şeklinde sokulan didaktik diyaloglar, karakterler ve isimlerle sonuç almak istemiş. Örnek olarak Umut adlı çocuğun daha önce tanıştığı babası Yılmaz‘a garip bir şekilde “Yılmaz amca benim adım Umut” repliğiyle “Hayatta umut ederek yaşayın. Hiçbir şeyden yılmayın!” gibisinden mesajlar amaçlanılması verilebilir. Tabii ana karakterlerin ‘Hayat Oteli’nde kalması da bir o kadar trajik noktalara götürüyor filmi.

Karakterler demişken, filmin o konudaki derinsizliğine de dikkat çekmek lazım. Zafer Algöz‘ün karikatürize karakteri, Meryem isimli aşık olunan şarkıcı, Fikret Hakan‘ın Marlon Brando özentiliğinin dibine vuran mafya babası karakteri ve daha nicesi, adeta kafalarında beyin değil de odun varmış gibi hareket ediyorlar. Çünkü karakterlerin tamamı tek boyutlu. Bu da elbette Yavuz Turgul‘un kendine özgü yaklaşımıyla başarılı olduğu karakterler arasındaki dramatik çatışmalar konusunda filmin yerlerde sürünmesini sağlıyor.

Tabii filmin ‘Baba-oğul ilişkisindeki fedakarlığa odaklanan melodram’ formülünü kullanırken aslında tam da bunun üzerine gitmediği söylenebilir. Çünkü Türkiye’yle ilgili başka dertleri de var. Bu da aklımıza 90’lar Türk sinemasındaki fazlaca dertli ve kafası karışık olduğu için dağılan filmleri getiriyor. Örnek olarak “Yeşil Işık” ve “Mumya Firarda” verilebilir. Bir taraftan gangster filmi, bir taraftan bir şarkıcının yükselme hikayesi, bir diğer taraftan ise organ mafyası meselesi devreye giriyor ki, onlar da bu duyguyu dağıtmaktan başka bir işe yaramıyorlar.

Murat Aslan, Erdal Murat Aktaş’la aynı kefeye konulabilir

Çünkü Murat Aslan belli ki organ mafyası meselesiyle ilgili Stephen Frears‘ın filmi “Kirli Tatlı Şeyler”i (“Dirty Pretty Things”, 2002) dahi izlememiş. Aynen Erdal Murat Aktaş‘ın “Kirpi”de tanık olduğumuz “her şeyi bildiğini zannedip hiçbir şey bilmediği için uçurumdan aşağıya yuvarlanması” konumuna düşmüş. Ancak bunda Çağan Irmak‘a mı, yoksa o filme ağlamak için giden 3 küsur milyon kişiye mi kızmak lazım onu bilemiyoruz.

Son üç yılda ortaya çıkan sonuç ise “Babam ve Oğlum, kötü melodramlara çoktan ön ayak oldu bile!” oluyor kuşkusuz. Ana kaynağın pek matah olmayan bir film olması da durumu aslında anlaşılır kılıyor. Zira Türk sinemasındaki yapımcı, yönetmen ve senaristlerin ‘eski olan’ın üzerine giderek sonuç almaya çalışması gibi trajik bir sonuç çıkıyor karşımıza. Halbuki “Vicdan” gibi başarılı olamasa da en azından Yeşilçam melodramlarını yenilemeye çaba gösteren bir örnek de var bu sezon izlediğimiz. Denemek, başarmanın yarısıdır demezler mi? Birazcık cesaret!

 (1/10)

Kimler izlemeli?

  • ‘Ölüm arefesinde çocuk’ kavramını duyunca hassaslaşanlar.
  • Türk sinemasında ne kadar kötü filmler çekilebildiğini görmek isteyenler. 

    Kimler izlememeli?

  • “Babam ve Oğlum”un şişirildiğini düşünenler.
  • Yeşilçam melodramlarından nefret edenler.
  • Sam Mendes Amerikan banliyösüyle uğraşmaya devam ediyor. Türün gereklerini çarpıcı bir sinema diliyle yerine getiren “Hayallerin Peşinde”, 1950’lerden günümüze ayna tutabilen güncelliğiyle övgüye değer bir çalışma.
    Sam Mendes‘in ilk filmi “Amerikan Güzeli” (“American Beauty”,1999) Amerikan rüyasının banliyödeki çözülüşünü, sorunlarla ve ikiyüzlülükle örülü iç dünyasıyla hesaplaşmasını, muhafazakârlık kılıfıyla sarmalanmış olduğunu, çarpıcı ve eleştirel bir sinema diliyle anlatıyordu. Mendes dışarıdan bakıldığında basit ama mutlu bir izlenim veren ailelerin ve genelde toplumun aslında nasıl çürümüş ve sorunlu olduklarını, daha da ötesinde aile ve toplum bile olamadıklarını söylüyordu. Bunu da hem bireyin sorumsuzluğunu hem de toplumun önyargılarla canavarlaşan muhafazakârlığını topa tutan bir bakışla yapıyordu.
    Sam Mendes “Hayallerin Peşinde”de (“Revolutionary Road”, 2008) çevrelerinin gıptayla baktığı örnek çift Wheeler‘ların dramını anlatıyor. Mendes‘in filmografisine hakim olan “geleneksel ve tabulaşmış de9 Ferlerin sorgulanıp sertçe eleştirilmesi” tavrını yoğun ve güncelliğini yitirmeyen okumalar eşliğinde bu filminde de devam ettiriyor.
    Hızlı ve sorunlu bir başlangıç
    Frank ve April birbirlerinin toplumdan farklılaşma hayallerinden etkilenip evlenirler. Filmin belki de en büyük handikapı çiftin tanışmasından sonra ilişkinin başlangıç ve gelişim aşamalarını es geçip, çiftin iki çocuklu bir aile olduğu döneme sıçrayarak hikayeyi anlatmaya devam etmesi oluyor. Hikayenin temellendiği banliyödeki hayatın sıkışmışlığı ve monotonluğundan kaçmaya çalışan bireylerin durumu, öncelikle bireylerin hayallerinin çehresinin ve içeriğinin vurgulanmasıyla etkin hale getirilebilirdi. Çiftin içinde bulundukları hayattan kaçmayı ne kadar arzuladıkları, ne kadar idealist veya gerçekçi oldukları, amaçları doğru çizilmiş karakterlerle veya dramatik gelişimlerle daha etkileyici bir şekilde yansıtılabilirdi. Ne var ki Mendes bunları yapmak yerine karakterlerin geçmişlerini karanlıkta bırakmayı20tercih etmiş. Yönetmenin tek kelimeyle özetlenebilecek tiplerle ve bilgiyle yola çıkması, böylesi yoğun ve çetrefilli bir konuyu ele alırken ilk anda filmin elini zayıflatıyor.
    Ağır, kasvetli ama etkileyici bir gelişme bölümü
    Yönetmen ilk bölümde çiftin bireysel olarak iş ve ev hayatındaki davranışlarını gözlemliyor. Frank‘in işindeki memnuniyetsizliği ve sıkışmışlığı ile April‘in evdeki ve banliyödeki tekdüzeliğe olan isyanı birbiriyle örtüşüyor. Beraberliklerini başlatan iç dinamiklerin varlığını sürdürdüğünü fakat banliyö kapanında hayallerin biraz ertelendiğini düşünüyoruz. Ayrıca çiftin komşularıyla olan ilişkilerine baktığımızdaysa toplum ile Wheeler‘lar arasındaki hayat algısındaki ve konumlanışındaki farklılık da daha net vurgulanmış oluyor.
    Film ikinci yarısıyla beraber derme çatma da olsa kurduğu yapı üzerinden hareketle çok keskin ve zıt fikirleri birbirleriyle çatıştıran, eleştirel ve sorgulatıcı hamlelerde bulunuyor. Mendes, iki ana kırılım noktasıyla dert edin diği konular üzerinden ailenin nasıl bir değişim yaşadığını gösteriyor. İlk kırılım noktası, çiftin Paris’e yerleşme planlarını yaptıkları an.. Burada Paris’e, yani hayatın daha özgürce yaşandığı bir yere taşınmak yalnızca banliyöden kurtuluş anlamına gelmiyor. En az onun kadar önemli bir farklılaşma da kadının iş hayatından soyutlandığı bir düzenden, iş hayatına atıldığı, evin sorumluluğunu almaya karar verdiği; erkeğinse kendine hitap edecek mesleği bulana kadar çalışma hayatından muaf olduğu, yani maddi iktidarı eşine bıraktığı planlarının yapılması.

    Hikayedeki asıl etkiyi yapan ikinci kırılımsa, Frank‘in işinde yükselme, daha fazla kazanma, hayatını garantiye alma yani Amerikan rüyasına bir adım daha yakın hissetme fırsatını yakaladığı an. Bu eşik noktasının asıl önemiyse çiftin hayat karşısındaki konumlarının, hayat tercihlerinin farklılaşmaya başladığı, bu yolla da banliyödeki sistemin sorgulanmasını n aile üzerinden yapılmasını sağlamasına etki etmesi. Bu noktadan sonra ev, bireyin hayatını tümden değiştirme cesaretinin, hayallerinin ne kadar gerçekçi ve sağlam olduğunun sınandı ı bir arenaya dönüşüyor sanki. Frank‘in gelenekselliğin ve tekdüzeliğin konformist doğasını tercih etmesiyle, film ailenin de sorgulandığı bir denklem yaratmış oluyor. Ayrıca işyerindeki terfisi erkeğin aile içi iktidarı çok daha sağlam bir şekilde ele geçirdiğini düşünmesini, hayatını buna göre şekillendirmesini sağlıyor.

    Çocuğun ailedeki yerinin değişkenliği
    Filmde ailenin konumu, bireylerin tercihleri ve banliyönün muhafazakâr baskısı arasında iç dengesini bulmaya çalışıyor. Özellikle çocuk üzerinden, aile hakkında şartlara göre değişen bir söylem geliştiriliyor. Çocuk ilk olarak aileyi banliyöde yaşamaya zorlayan zamansız bir hata veya hayallerin peşinden koşulmasının önündeki engel olarak çiziliyor. Fakat banliyödeki hayatın konformizmine kapıldıktan sonra, çocuk muhafazakârlığın ve aile kurumunun en önemli yapıtaşlarından, koruyucularından bir haline geliyor.. Kürtajın ele alınışı da çocuğa bakışla paralel ilerliyor. Ailenin Paris hayalleri kurduğu sırada kürtaj savunulurken, sonrasındaki gelişmelerle aile kurumunu tehdit eden ahlâkdışı, hatta cinayetle eşdeğer bir eyleme dönüştürülüyor.
    Filmin kürtaj haricinde muhafazakârlık zincirini kırdığı bir başka nokta da evlilik içindeki aldatmalar oluyor. İlişkinin tekdüzeliğe düştüğü veya arada sorunların başladığı zamanlarda aile dışı yasak ilişkiler veya beraberlikler iktidarı bir başka kişi üzerinden sağlama veya öç alma gibi nedenlerle yaşanıyor.
    Filmin en önemli erdemlerinden biri de yardımcı karakterlerin hikayenin zenginleşmesine yaptığı katkılar. Özellikle elektroşoklarla pasifize edilmeye çalışılan, deli damgasıyla toplum tarafından ötekileştirilen John Givings, hikayenin gelgitli doğasında çok önemli bir işleve bürünüyor. Banliyö üzerinden toplum genellemesi yaparsak, aykırı seslerin nasıl susturulduğunu, yaftalandığını gösteren, bir anlamda Mendes‘in görüşlerinin dışavurumu olarak görebileceğimiz karakter, John‘un dramıyla April‘in trajedisini, yani Amerikan toplumunun kanayan yaralarından birini harika bir şekilde yansıtıyor.
    Son olarak çokça merak edilen oyunculuklara değinirsek, Kate Winslet vasat üstü ve ölçülü bir performans sergilerken, Leonardo DiCaprio sadece rol kesiyor. DiCaprio‘nun rolünün ağırlığı altında ezildiği, du yguları inandırıcı bir şekilde seyirciye geçiremediği hissedilen oyunculuğu, oyuncunun kariyerinin en kötü performansları ndan biri oluyor.
    Oyunculuklar nasıl olursa olsun Sam Mendes kurduğu atmosferle ve özellikle ikinci yarıdaki cesur, detaycı anlatımıyla günümüze de ışık tutan gerçekten iyi bir filme imza atıyor. Antolojilere geçecek karamsar ama vurucu finaliyse, yüreğimize ve insanlığımıza indirilmiş bir yumruktan çok daha fazlasını ifade ediyor.
    Kimler izlemeli?

    Sam Mendes’in banliyö eleştirilerinden hoşlananlar. Başarılı ve derinlikli bir trajedi izlemek isteyenler.

    Kimler izlememeli?

    Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio’dan oyunculuk resitali bekleyenler. Dönem filmlerinden hoşlanmayanlar. “Amerikan Güzeli” gibi türü yenileyen bir film bekleyenler.

    SİYAD, dörder ödülle ‘Sonbahar’ ve ‘Üç Maymun’ arasında kardeş payı yaptı. ‘Sonbahar’ en iyi film seçilirken Nuri Bilge Ceylan de yönetmen ödülünün sahibi oldu. Oyuncu ödülleri de Hatice Aslan ile Onur Saylak’a gitti

    ERKAN AKTUĞ
    İSTANBUL – 41. SİYAD Türk Sineması Ödülleri, dörder ödülle, Özcan Alper’in hayli beğeni toplayan ilk filmi ‘Sonbahar’ ile Türk sinemasının uluslararası arenada medarı iftaharı Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi ‘Üç Maymun’ arasında kardeş kardeş paylaştırıldı. ‘Sonbahar’ en iyi film ödülünün sahibi olurken Nuri Bilge Ceylan en iyi yönetmen ödülünün sahibi oldu. Erkek oyuncu ödülü ‘Sonbahar’la Onur Saylak’ın olurken kadın oyuncu ödülü ‘Üç Maymun’la Hatice Aslan’a gitti. Böylece her iki oyuncu da ilk sinema filmleriyle ödüle uzanmış oldu. ‘Sonbahar’ senaryo (Özcan Alper) ve görüntü yönetmeni (Feza çaldıran), ‘Üç Maymun’ ise yardımcı erkek oyuncu (Ahmet Rıfat Şungar) ve kurgu ödüllerini de alarak geceden dörder ödülle ayrıldı.
    CRR’de yapılan SİYAD törenine katılım her zamanki gibi fazlaydı. 800 kusur kişilik CRR, tamamen doluydu. Gece SİYAD Başkanı Murat Özer’in törene ilişkin kısa konuşmasıyla başladı. Töreninin kadrolu sunucusu, onursal başkan Atilla Dorsay, bu yıl görevinden ayrılmıştı. Murat Özer, ‘Dorsay gibisini bulamayız’ diyerekten gecenin sunucusuz olmasına karar verdiklerini anlattı. Tören dış ses olarak Metin Belgin’in komutlarıyla ilerleyecekti. Ancak gece ilerledikçe anlaşıldı ki, SİYAD’ın bu sunucusuz tören sistemi pek tutmadı. Zira törenin akışında bir monotonluk vardı. Herkesin hislerine senaryo ödülünü almak üzere sahneye çıkan Özcan Alper tercüman oldu. Alper, “Salon çok fazla karanlık geldi bu akşam bana” dedi ve ekledi: “Seneye de evsahibi olmazsa, galiba hekes ‘yurtdışında’ olacak!”

    Cem Yılmaz espirileri
    Murat Özer’in ardından FIPRESCI Genel Sekreteri Klaus Eder’e SİYAD Özel Ödülü’nü sunmak üzere onursal başkan Atilla Dorsay çıktı sahneye. Sunuculuktan kendi isteğiyle el çektiğini, genç arkadaşların önünü açmak gerektiğini anlatan Dorsay, “Az önce Oscar’dan arayıp ‘Bu sene olan oldu ama seneye töreni bizimle aynı tarihe koymazsanız seviniriz. Reyting kaybediyoruz’ dediler” diyerek gençlere takılmayı da ihmal etmedi. Yıllar önce bir Türk’e gönül verdiğini anlatan Klaus Eder, konuşmasını Türkçe yaptı ve Türk sinemasından övgüyle bahsetti.
    Gecenin en eğlenceli anı, kısa film ödülünü vermek üzere Cem Yılmaz sahneye çıktığında yaşandı. Kısa film ödülü için sahneye çağrılmasının manidar olduğunu söyleyen Cem Yılmaz, esprilerini art arda sıraladı. Atilla Dorsay’ın esprilerini kendisinin yazdığını, ‘Mavi Gözlü Dev’ Yetkin Dikinciler’in arkasına oturtulduğu için sahneyi hiç göremediğini anlatan Yılmaz, bir anda yükselen müzik sesiyle irkilince “Dorsay sunsaydı böyle olmazdı” deyiverdi. Hemen her filmiyle tam altı kez aday olduğu SİYAD ödülleri törenini hiç kaçırmayan Cem Yılmaz, geceden yine eli boş döndü.

    ‘Paha biçilmez bir insan’
    Törenin doruk noktası, Şener Şener ‘e onur ödülünün sunulduğu dakikalardı. Kuvvetli alkışlar eşliğinde sahneye gelen büyük oyuncu Şener Şen’e ödülünü kadim dostu, büyük yönetmen Yavuz Turgul sundu. Turgul, “Hem Türk sinemasına hem de benim filmlerime yaptığı katkılardan dolayı hepinizin huzurunda Şener Şen’e teşekkür ederim. Paha biçilmez bir insan. Bundan sonra da birlikte devam edeceğiz” diyerek ödülü sunarken Şen de “Yavuz’un elinden bu onuru almak benim için çok önemli. SİYAD’a da teşekkür ederim beni layık gördükleri için. SİYAD’a bir teşekkürüm daha var. 41 yıldır bıkmadan herkese sinemanın bir sanat dalı olduğunu gösteriyorlar” deyip ödülünü havaya kaldırdı.
    Nuri Bilge Ceylan’ın yurtdışında olduğu için katılamadığı törende ödülü onun yerine Hatice Aslan aldı ve Ceylan’ın mesajını okudu: “Günümüzde sinema sanatının varlığını sürdürmesi ve gelişmesi konusundaki işlevleri ve katkıları her geçen gün daha da önemli hale gelen sinema yazarlarına başarılar diler, ödüle teşekkür ederim.” Özcan Alper de ödül konuşmasında sinema yazarlarına hitaben “İyi ki varsınız” dedi. En iyi erkek oyuncu ödülünün sahibi Onur Saylak da İstanbul dışında çekimde olduğu için törene katılamadı. ‘Rıza’daki roleyle yardımcı kadın oyuncu dalında SİYAD’a aday Nurcan Eren ise şahane şarkılarıyla geceye renk katan isimdi.

    41. SİYAD Ödülleri
    * En iyi film: Sonbahar (Yapımcı: Serkan ACAR,
    yönetmen: Özcan Alper)

    * Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun)

    * Kadın oyuncu: Hatice Aslan (Üç Maymun)

    * Erkek oyuncu: Onur Saylak (Sonbahar)

    * Yardımcı kadın oyuncu: Tülin Özen (Vicdan)

    * Yardımcı erkek: Ahmet Rıfat Şungar (Üç Maymun)

    * Senaryo: Özcan Alper (Sonbahar)

    * Görüntü yönetmeni: Feza Çaldıran (Sonbahar)

    * Müzik: Demir Demirkan (Devrim Arabaları)

    * Kurgu: Ayhan Ergürsel, Bora Gökşingöl, Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun)

    * Sanat yönetmeni: Natali Yeres (Rıza)

    * Genç yetenek: İnan Temelkuran (Made in Europa)

    * En iyi belgesel: Devrimci Gençlik Köprüsü (Yönetmen: Bahriye Kabadayı)

    * En iyi kısa film: Unus Mundus (Yönetmen: Senem Tüzen)

    * En iyi yabancı film: Kan Dökülecek (Yönetmen: Paul Thomas Anderson)

    * Emek ödülü: Nijat Özon

    * Onur ödülü: Şener Şen