Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa, Türkiye’de en kısa zamanda ”Ruh Sağlığı Yasası” çıkartılması gerektiğini belirterek, ”Ruh sağlığı politikalarının çağdaş bir tıp ve sağlık anlayışı çerçevesinde yeniden biçimlenmesi ve uygun yasal düzenlemelerin yapılması gereklidir. Ülkemizin temel gereksinimi en kısa zamanda Ruh Sağlığı Yasası çıkarmaktır” diye konuştu.

Türkiye Psikiyatri Derneği’nce, ”Geçmişten Geleceğe, Teşhisten Tedaviye Psikiyatri…” temasını içeren ”45. Ulusal Psikiyatri Kongresi” kapsamında Sheraton Otel’de basın toplantısı düzenlendi.

Dernek Genel Başkan Yardımcısı Yeşilbursa, sağlıklı toplum yapısının oluşturulması için ruh sağlığının çok önemli olduğunu vurgulayarak, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) verilerine göre, dünya ülkelerinin yüzde 41’inden fazlasında ruh sağlığı politikası olmadığını söyledi.

Ruh sağlığı yasası olmayan ülkelerin oranının yüzde 25 olduğunu belirten Yeşilbursa, şunları kaydetti:
”Ülkelerin yüzde 33’ünde ‘bu ülkelerde toplam 2 milyar insan yaşadığı öngörülüyor’ ruh sağlığına toplam bütçenin yüzde 1’inden daha az pay ayrılmaktadır. Oysa DSÖ’ye göre, ruhsal bozuklukların tüm hastalıklar içindeki yükü yaklaşık yüzde 12’dir. Söz konusu verilerin toplandığı 185 ülkenin yüzde 50’sinden fazlasında 100 bin kişiye sadece 1 psikiyatr, yüzde 40’ında ise 10 bin kişiye 1 yatak düşmektedir.

Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bu ülkelerde diğer yüzde 50’lik grubu oluşturan gelişmiş ülkeler arasında ruh sağlığı hizmetleri açısından önemli eşitsizlikler olduğunu söylemeliyiz. Türkiye’de ruh sağlığı politikalarını çağdaş bir tıp ve sağlık anlayışı çerçevesinde yeniden biçimlenmesi ve uygun yasal düzenlemelerin yapılması gereklidir. Ülkemizin temel gereksinimi en kısa zamanda Ruh Sağlığı Yasası çıkarmaktır.”

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak, Ruh Sağlığı Yasası ve ilgili yasal mevzuatın düzenlenmesi için ”TBMM’yi ve ilişkili tüm kurumları göreve ve sorumluluk almaya” çağırdıklarını belirten Yeşilbursa, taleplerini şöyle sıraladı:

”Ruh sağlığına ayrılan kaynağın artırılmasını talep ediyoruz. Ruh sağlığı alanında var olan personel eksikliğinin giderilmesini istiyoruz.
Genel hastanelerde psikiyatri yatak sasının artırılması, gündüz hastaneleri, koruma evleri, yarıyol evleri, psikiyatrik rehabilitasyon merkezleri ve ayaktan tedavi birimlerinin sayısının ve niteliğinin artılmasını istiyoruz. Koruyucu ruh sağlığı ve ruhsal destek birimlerinin kurulmasını talep ediyoruz. Tüm bu düzenlemelerin devletin asli sorumluluğu olarak kabul edilmesi, hükümetlerin öncelikli konusu olması gerektiğini düşünüyor, kamusal bir sağlık sistemi anlayışı içinde çözülebileceğine inandığımızı vurgulamak istiyoruz.”


”Hastayı değil, kurumu kollayan genelge”

Derneği Dış İlişkiler Sekreteri Dr. Halis Ulaş da Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından ”Eşdeğer ilaç kullanımı” ile ilgili olarak hazırlanan genelgenin, ”Hastayı değil, kurumu kolladığını” öne sürdü.

Türkiye Psikiyatri Derneği Cinsellik ve Cinsel Sorunlar Bilimsel Çalışma Birimi Koordinatörü Uzman Dr. Ejder Akgün Yıldırım da ”Dünyada, her üç-dört kişiden birinde tedavi edilmesi gereken cinsel sorun olduğunun düşünüldüğünü” belirterek, cinsel sorunların tedavisinde, bu alanda uzman bir psikiyatristten destek alınması gerektiğini bildirdi.

Cinsel problemlerin sadece bir kişinin sorunu olarak algılanmaması, bir çiftin mutluluğunu etkileyen önemli bir problem olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Yıldırım, ”Arkadaş, yakın çevre, aile ile konuşularak çözümlenmeye çalışılmamalı. Özellikle hızlı bilgi akışının sağlandığı internetteki bilgilerle çözüm arayışına gidilmemeli. Mutlaka alanında uzman bir psikiyatra başvurulmalı” uyarısında bulundu.

 

Türkiye Psikiyatri Derneği Bilimsel Toplantılar Düzenleme Kurulu Başkanı Doç. Dr. Timuçin Oral ise kongrenin 2. kez derneklerince düzenlendiğini ve bundan büyük onur duyduklarını söyledi.

45. Ulusal Psikiyatri Kongresi’ne bin 200 kişinin katıldığını ve kongre programında 36 panel, 9 çalışma grubu, 8 kurs, 31 sözel 189 poster bildiri, 6 yabancı davetli konferansı ve 6 tane de endüstri destekli sempozyumun yer aldığını anlatan Oral, ayrıca meslekte 40 yılını dolduran hekimlere hizmet onur plaketi verileceğini belirtti.

Mikrobun vücuda giriş noktaları yalnızca burun delikleri, ağız ve boğaz yoluyla olmaktadır.   Çok bulaşıcı bir yapıya sahip olmasından dolayı her türlü önleme karşı H1N1 virüsüyletemas etmekten kaçınmak veya korunmak imkânsızdır.   H1N1 virüsüyle temas etmek virüsün vücutta çoğalması kadar önemli değildir.

Sağlığınız yerinde ve H1N1 hastalık belirtileri göstermiyorken virüsün vücutta üremesini, belirtilerin daha da şiddetlenmesini ve ikincil enfeksiyonları n gelişmesini önlemek için dikkatimizi N95 veya tamiflu gibi ilaçları stoklamaya vermek yerine çoğu bildirgelerde   bahsedilmeyen bazı çok basit önlemleri uygulayabiliriz.

 

1.      Ellerin sıklıkla yıkanması ( Bütün bildirgelerde bahsedilmiştir)
2.     Hands-off-the- face” “Ellerinizle yüzünüze dokunmayın” yaklaşımı.
 
          Yemek, banyo ve yara bakımı gibi zorunluluklar dışında yüzünüzün herhangi bir yerine dokunmaktan kaçınınız.

3.     Ilık tuzlu suyla günde iki kere gargara yapınız( tuza güvenmiyorsanı z listerin kullanınız). 
        
         H1N1 ‘in boğaz ve burun boşluklarında çoğalıp   enfeksiyona sebep olarak karakteristik belirtileri göstermesi için 2 -3 güne ihtiyacı vardır.  
 
         Sağlıklı bir kişinin ılık, tuzlu suyla gargara yapmasının etkisi hastalığa yakalanmış olan bir kişinin tamiflu kullanması ile aynıdır. 
       
        Bu basit ucuz fakat güçlü önleyici yöntemi küçümsemeyiniz.

 4.     Yukarıdaki 3. Önleme benzer olarak; Burnunuzun içini en az günde bir kere ılık tuzlu suyla temizleyiniz. 
         
        *Günde bir kere burnunuzu sümkürün ve sonra ılık tuzlu suya batırılmış pamuk tamponlarla silerek temizleyiniz.
        
         Bu yolla burnunuzda bulunak virüs sayısını etkili bir şekilde azaltmış olursunuz.

5.     Narenciye suları gibi C vitamin bakımından zengin olan yiyecekler kullanarak doğal bağışıklığınızı güçlendiriniz.
        
          Eğer ilave olarak C vitamin kullanmak zorunda iseniz emilimi artırmak için mutlaka Çinko ile birlikte alınız.

 6.     Bitkisel çaylar, çay, kahve gibi sıcak veya ılık içeceklerden içebildiğiniz kadar çok içiniz.                   * Sıcak içecekler içmek gargara yapmakla aynı etkiye sahiptir fakat ters yöne doğru.              Sıcak içecekler virüsleri yaşamaları mümkün olmayan ortama sahip olan mideye doğru yıkayarak götürürler.  

            H1 N1 virüsü mide’de çoğalamaz, herhangi bir zarar veremez ve hayatiyetını devam ettiremez.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, yeni sezonu yarın açacak. Şehir Tiyatroları, 2009-2010 sezonunda 8’i yeni 18 oyunla seyirci karşısına çıkacak.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sergilenecek olan ”Çıkmaz Sokak”, ”Bozuk Düzen”, Mecbur Adam”, Tarla Kuşuydu Juliet”, ”Gizli Oturum”, ”Bekleme Salonu”, ”Hizmetçiler”, ”Kafes”, ”Deri Ceket”, ”Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye”, ”Lüküs Hayat”, ”Kabare”, ”Onlar Ermiş Muradına”, ”İnek”, ”Coriolanus”, ”Balıkesir Muhasebecisi”, ”Maskeliler” ve ”Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı oyunlar Ekim’de seyirciyle buluşacak.

Bu arada, Şehir Tiyatroları oyun biletleri, Fatih Reşat Nuri, Kağıthane Sadabad, Üsküdar Musahipzade Celal, Üsküdar Kerem Yılmazer, Kadıköy Haldun Taner, Ümraniye ve İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği gişeleri ile www.ibb.gov.tr/sehirtiyatrolari sitesinden satın alınabiliyor.

802 yıl önce bugün dünyaya gelen ve doğumu Allah’ın huzurundan ayrılma, ölümünü ise düğün gecesi olarak gören ünlü düşünür Mevlana, 7 asırdan bu yana insanlığın önünü aydınlatmaya devam ediyor.

Mevlana’nın düşünceleri ve eserleri, bugün sadece Türkiye’de değil ABD başta olmak üzere dünyanın her yerinde büyük ilgi görüyor.

Bgün Afganistan sınırları içinde yer alan Belh şehrinde 30 Eylül 1207’de dünyaya gelen Mevlana’ya, Muhammed ismi konuldu. Dedesi’nin lakabı da Celaleddin olduğu için Mevlana Celaleddin denilmeye başlandı.

Dönemin en büyük alimlerinden olan Bahaeddin (Sultan) Veled’in oğlu olan Mevlana ve ailesi, Belh şehrinde siyasi istikrarın ortadan kalkması ve Moğol istilası tehlikesi üzerine göç ederek, dönemin ilim ve sanat merkezi konumunda olan Bağdat’a geldi.

Oradan Kutsal Topraklar’a geçip hac görevini yerine getiren aile, daha sonra Şam, Malatya ve Erzincan üzerinden eski adı Larende olan Karaman’a ulaştı.

Baba Bahaeddin Veled, 1225 yılında, 17 yaşında olan oğlu Muhammed Celaleddin’i (Mevlana), kafilenin üyelerinden Semerkantlı Lala Şerafeddin’in kızı Gevher Hatun ile evlendirdi.

Bahaeddin Veled, o dönemde Selçuklu devletinin başkenti olan ve ilim irfan sahiplerine kucak açmasıyla bilinen Konya’ya, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından davet edildi. 7 yıl Karaman’da kalan aile, 5 Mayıs 1228’de Konya’ya gelerek ovanın ortasındaki bu başkente kalıcı olarak yerleşti.

Çocukluk…

Çocuk yaşlarındayken babası Bahaeddin Veled’in derslerine devam eden Muhammed Celaleddin, babasının 1231 tarihinde vefatının ardından bir süre onun yerine babasının öğrencilerinin eğitimiyle görevlendirildi.

O güne kadar Farsça, Türkçe ve Arapça’yı iyi derecede öğrenmiş olan Muhammed Celaleddin, bir dönem Şam ve Halep’e giderek, Haleviye Medresi’nde dini eğitimini tamamladı. Ardından Konya’ya tekrar dönerek, Sultan Alaaddin Keykubad’ın kurduğu, bugün İplikçi Camii’nin bulduğu yerdeki Ebul’l-Fazl Medresesi’nde müderrislik görevine devam etti.

Ancak aldığı dini eğitimlerle kafasında doğan bazı düşünceleri sorgulamaya başlayan Mevlana, kendisini boşlukta hissettiği bir dönemde, Tebriz’den çıkıp Anadolu’ya gelen gezgin bir derviş olan Şems ile 24 Kasım 1244’de Konya sokaklarında karşılaştı.

İki denizin kavuşması…

‘İki denizin kavuşması’ (Marece’l Bahreyn) olarak nitelendirilen bu buluşmanın ardından Mevlana, medresedeki görevini ve camide verdiği ve halktan büyük ilgi gören vaazlarını bırakarak, Şems ile birlikte, inzivaya çekildi, 3 yıla yakın bir süre çok az halk içine çıktı.

Dünyada şu an en az Mevlana’nın fikirleri kadar ilgi gören semayı, çokça yapmaya başladı. Bu 3 yıllık manevi etkileşim sonucu Muhammed Celaleddin, Mevlana ismini aldı. Bu dönemde Farsça ve Arapça şiirlerinin sayısı artmaya başladı, bugün kendisiyle özdeşleşen Mesnevi’sini yazdı. Bu arada, sohbetlerinin sevenleri tarafından kaleme alınması ve dikte edilmesinden oluşan Fih-i Mafih (Onda olmayan bundadır), devlet büyüklerine yazdığı 147 adet mektubun toplandığı ‘Mektubat’ isimli kitap oluştu.

Selçuk Üniversitesi Mevlana Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Nuri Şimşekler, Şems’ten önce zahiri (genel, kitabi) ilimleri tahsil eden Mevlana’nın, Şems’ten sonra batıni (gönüle doğan) ilim aldığını, masa başında öğrendiği ilimleri gönül zenginliğiyle yorumlayarak içselleştirdiğini, bugün dünyanın ilgi gösterdiği evrensel fikirlerinin ortaya çıktığını vurguladı.

‘Ölüm ve doğum’

17 Aralık 1273’te vefat eden Mevlana’nın ölüm gününü, sevgiliye kavuşma anlamına gelen ”düğün gecesi’ yani Şeb-i Arus ilan etiğini anlatan Şimşekler, şunları söyledi: ”Bugün Mevlana’nın doğum günü. Ölüm gibi doğum günü de Mevlana için farklı anlamlar taşıyor. Mevlana, doğum gününü ‘Allah’ın katından ayrılma’ olarak gördüğünden, bir ölüm günü gibi değerlendirmektir. Mevlana’nın eserleri, sadece edebi açıdan değil içerdiği anlam bakımından da önemli ve evrensel olduğu için, tarih boyunca hangi dile çevrilirse çevrilsin, yoğun ilgi görmektedir. Bu onun sadece edebi dilinin değil, düşüncelerinin de çok değerli olduğunun göstergesidir. Belki daha da önemlisi, Mevlana’nın insanın şekline, diline, dinine ve inancına bakmadan, öncelikle onu Allah tarafından yaratılmış ve can olarak da Allah’tan bir parça taşıması düşüncesiyle değerli görmesidir.

Bu çerçevede, farklı görünüş ve yaşayıştaki insanların, bir alfabenin harfleri gibi farklı farklı olduğunu ancak bir kelime yazabilmek için tüm harflere ihtiyaç duyulduğunu belirtir. Bütün insanları ‘aynı ağacın dalları, aynı geminin yolcuları’ olarak niteler.”

Mevlana’ya ilgi…

Şimşekler, Mevlana’nın düşünceleri ve eserlerinin yanı sıra onun hayatı ile eserlerine dair yazılmış kitapların da, bugün sadece Türkiye’de değil ABD başta olmak üzere dünyanın her yerinde büyük ilgi gördüğünü söyledi.

Şimşekler, Konya’dan bütün bir Osmanlı coğrafyasına Mevlevihaneler ve dervişler yoluyla yayılan Mevlevi kültürünün bir parçası olan semanın da UNESCO tarafından ”Somut Olmayan Dünya Kültürel Miraslar Listesi’ne dahil edilmesi ve 2007’nin Mevlana Yılı ilan edilmesinin ardından, Mevlana’nın daha hızlı şekilde tanınmaya ve okunmaya başlandığını sözlerine ekledi.

Şimşekler, Mevlana’nın doğum günü nedeniyle bugün Konya’da, devam etmekte olan Uluslararası Mistik Müzik Festivali etkinlikleriyle birlikte, sema töreni başta olmak üzere çeşitli etkinlikler düzenleneceğini sözlerine ekledi.

Batı dünyasındaki etkileri

Avrupa’da çok iyi tanınan bir isim olan Mevlana, batı dünyasından pek çok sanat ve edebiyat insanını etkiledi.

1818’de Avusturyalı ünlü diplomat Joseph Von Hammer yazdığı kitapta Mevlana’nın Mesnevi ve Divanı’ndan örnekler verdi. Ünlü şair Goethe de ”Poems East and West” isimli eserinde, Mevlana’dan bir kaç beyiti ile bahsetti.

Frederick Hegel, sonradan geliştirdiği Dialectic of History adlı kitabında Mevlana’nın ne kadar çok etkisinde kaldığını yazdı.

Mesnevi, 1881 yılında Sir William tarafından Redhouse’da geniş bir şekilde yayınlandı.

19. yüzyılın başında Cambridge ve Oxford üniversitesindeki oryantalistler Mevlana ile ilgilenmeye başladı. Bunlardan Edward Granville Brown, R.A. Nicholson ve A.J. Arberry, Mevlana’dan bazı tercümeler yaptılar.

1922 yılında ise Mevlana hayranı düşünür Annemarie Schimmel, ünlü düşünür ile ilgili gerçek anlamda İngilizce ve Almanca yayınlar yaptı.

Kalp krizinin üç önemli tetikçisi olan sigara kullanımı, yüksek tansiyon ve kolesterol problemi bulunan erkekler, bulunmayanlara oranla hayata 10-15 yıl erken veda ediyor.

Oxford Üniversitesi tarafından yürütülen, İngiltere’de 19 bin erkek katılımcının 38 yıl süresince izlenmesiyle tamamlanan araştırmanın sonuçları, İngiliz Tıp Dergisi’nin (British Medical Journal) Eylül sayısında ve internette yayımlandı.

İngiliz Kalp Vakfı’nın finansman sağladığı projede, yaşları 40 civarındaki 19 bin erkeğin sağlık durumları, düzenli yapılan kontroller aracılığıyla 38 yıl boyunca izlendi ve elde edilen bulgular, Oxford Üniversitesin’den uzmanlarca değerlendirildi.

Araştırma raporuna göre, 50’li yaşların başında kalp krizinin üç temel tetikleyicisi olarak kabul edilen sigara kullanımı, yüksek tansiyon ve kolesterole sahip kişiler, sigara kullanmayan, tansiyon ve kolesterolü normal düzeyde seyredenlere oranla 10-15 yıl daha az yaşıyor. Uzmanların bulguları, üç unsuru barındıran kişilerin 70’li yaşların ortalarına kadar yaşarken, sigara, tansiyon ve kolesterol sorunu olmayanların 80’li yaşların ortalarına kadar yaşadıklarını ortaya koyuyor.

Araştırmayı kaleme alan Oxford Üniversitesinden Prof. Peter Weissberg, raporda, ”Bu çalışma, 50’li yaşlarda hala sigara içiyorsanız, kolesterolünüze ve tansiyonunuza dikkat etmiyorsanız, yaşamınızdan kaç yıl feda ettiğinizi somut şekilde göstermesi bakımından önem taşıyor” ifadelerine yer verdi.

Weissberg, üç temel faktöre, vücut kütle endeksi, diyabet, stresli ve olumsuz iş koşulları gibi faktörlerin eklenmesiyle birlikte, kişinin yaşamından eksilen yılların sayısının da arttığını kaydetti.

Raporda araştırmanın yalnızca erkekler üzerinde yürütüldüğünü belirten Prof. Dr. Weissberg raporunda, bu sonuçların kadınlar için de geçerli olduğunu düşünmenin yanlış olmayacağını, sağlıklı bir yaşlılık dönemi ve uzun ömür isteyenlere bir de iyi haberleri olduğunu bildirdi.

Weissberg’e göre, sağlık için 50 yaşında ve sonrasında atılan olumlu adımlar bile oldukça etkili oluyor. Yaşam ve yemek alışkanlıklarında yapılan değişiklikler, sigarayla vedalaşmak için 50’li yaşların bile geç olmadığını ifade eden Weissberg, herkesin 40 yaşından itibaren düzenli sağlık kontrolü yaptırmasını önerdi. Weissberg, ”Hastalıklara davetiye çıkaran üç temel faktörü hayatınızdan uzaklaştırmak için attığınız en küçük adımlar bile, size daha uzun ömür olarak dönecektir” dedi.

Mahsun Kırmızıgül’ün yönettiği ”Güneşi Gördüm” filmi, yabancı dilde en iyi film dalında Oscar aday adayı oldu.

Boyut Film’den yapılan yazılı açıklamada, sinema alanında verilen dünyanın en prestijli Akademi Ödülleri’nde bu yıl ”Güneşi Gördüm” filminin aday adayı olarak kabul edilmesinden filmin yönetmeni, senaristi ve baş rol oyuncuları arasında yer alan Mahsun Kırmızıgül’ün çok mutlu olduğu ifade edildi.

Açıklamada, filmi izleyen milyonlara teşekkür ettiği belirtilen Kırmızıgül’ün şu görüşlerine yer verildi:
”Oscar’a aday olmak güzel, ama yapılacak çok işimiz var. Bu daha başlangıç. Amerika’da Oscar adaylığı için yapılan lobilerin farkındayız. Bu konuda bize insanların katkısını bekliyoruz. Bu filmi çekerken de söylemiştim. Bu filmde anlatılanlar hepimizin, Türkiyemizin hikayesidir. Bu film hepimizin filmidir.”

Yönetmenliğini Mahsun Kırmızıgül’ün yaptığı ”Güneşi Gördüm” filminin, yoğun istek üzerine Ankara, Afyon, Batman, Bursa, Erzurum, Gaziantep, Isparta, İstanbul, İzmit, Kayseri, Manisa, Mersin, Şanlıurfa, Tekirdağ ve Tokat’ta yeniden vizyona girdiği belirtilen açıklamada, ”filmin, Demokratik Açılım’ın başlama sürecini tetiklediği” ve toplam 2 milyon 500 bin izleyiciye ulaştığı kaydedildi.

Açıklamada, ”Güneşi Gördüm”de son 25 yıla dair, bugüne kadar cesaretle söylenmekte zorlanılan sözlerin yer aldığı ve yüksek sesle tartışılamayan konuların işlendiği vurgulanarak, her türlü ayrımcılığa ve ötekileştirilmeye karşı duran, savaşın, kavganın, kendine benzemeyeni hor görmenin sorunun ta kendisi olduğunu anlatan filmin, bir anlamda ”Türkiye’nin hikayesi” olduğu, insana dair her şeyi samimiyetle içinde barındırdığı, filmin ”çocuklara ve umuda’‘ adandığı bildirildi.

Film hakkında

Kırmızıgül’ün senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği filmde; Ali Sürmeli, Ali Tutal, Alper Kul, Altan Erkekli, Buğra Gülsoy, Cemal Toktaş, Cezmi Baskın, Cihat Tamer, Demet Evgar, Deniz Oral, Emre Kınay, Erol Demiröz, Erol Günaydın, Gülhan Tekin, Hande Subaşı, Itır Esen, Kamil Sönmez, Macit Sonkan, Mahsun Kırmızıgül, Menderes Samancılar, Murat Ünalmış, Nurseli İdiz, Sarp Apak, Cem Aksakal, Şerif Sezer, Yıldız Kültür, Yiğit Özşener, Zafer Ergin ve çocuk oyuncular Serhat Çağlayan, Aleyna Kala, Aslıhan Kapanşahin, Cansu Aktay ve Tuğse Gökhan rol aldı.

Yapımcılığını Murat Tokat’ın üstlendiği filmin çekimleri Türkiye, Danimarka, Norveç, İsveç, Bulgaristan ve Yunanistan’da yapıldı.

Mahsun Kırmızıgül’ün 5 ayda oluşturduğu oyuncuların tipleri ve karakter analizleri önceden çalışıldı.

Oyuncuların ve figürasyonun giymesi için 3 bin 600 parça kostüm hazırlandı. Filmin sanat grubu, çekimlerden 4 ay önce kostüm ve saç-makyaj çalışmalarına başladı.

Filmde yerli ve yabancı toplam 2 bin figürasyon kullanıldı.

Çeşitli sosyal kategorideki çocukların dramını konu alan filmde, Türkiye’de zorda kalan çok sayıda çocuğun sessiz çığlıkları yansıtıldı.

Tüm olumsuzluklara rağmen umut kapısını hep açık tutan filmin kahramanları, gerçek hikayelerden yola çıkarak sinema perdesinde hayat buldu.

”Mithat Paşalar, Namık Kemaller, Tevfik Fikretler ve daha sonraları Mustafa Kemaller, Abdülmecit döneminde aydınlığa ve bilimselliğe açılan pencereden ışık alarak yetişmişlerdir.”

Batı kültüründen esinlenerek bir dizi reforma girişen, genç yaşta yaşama veda eden zarif ve duygusal bir padişahın hüzünlü öyküsünü “Abdülmecit, İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl” kitabında anlatan Hıfzı Topuz, “Abdülmecit’in Batı’ya açtığı pencere Türkiye’de bir takım müesseselerin kurulmasına neden olmuştur. O müesseselerde yetişen insanlar Türkiye’nin geleceğine yönler verdiler. Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Mithat Paşalar, Tevfik Fikretler, Mustafa Kemaller o dönemde kurulan müesseselerde yetiştiler ve onlar Türkiye’yi başka bir yöne götürdüler” dedi. Osmanlı padişahları arasında romanını yazmak için neden Abdülmecit’i seçtiğini sorduğumuz yazar Hıfzı Topuz, “Abdülmecit’i niye seçtim? Abdülmecit genel olarak az tanınan bir padişah. Romana başlamadan önce çeşitli toplantılarda okurlarla buluştuğum zaman okuyuculara ve öğrencilere ‘Abdülmecit hakkında ne biliyorsunuz’ diye sordum. Çoğunun Abdülmecit’i son halife Abdülmecit Efendi ile karıştırdığını gördüm. Oysa Abdülmecit önemli bir padişahtır. 16 yaşında tahta çıkıyor. ‘Tanzimat Fermanı’ onun zamanında ilan ediliyor. ‘Kırım Savaşı’ onun döneminde oluyor, ‘Islahat Fermanı’ ilan ediliyor. Ne yazık ki sarayın masrafları ve harem kadınlarının savurganlığı hazineyi batırıyor. Yine bu dönemde köle satışlarının yasaklanması gibi önemli kararlar alınıyor’’ dedi. Abdülmecit döneminde tarihte önemli rol oynayan olaylar arasında Batı’ya yaklaştığımıza da dikkat çekerek şöyle dedi: ‘‘Batı’yla yakınlaşma 3. Selim döneminde başlıyor. Ondan sonra da 2. Mahmut’un araladığı pencereyi Abdülmecit daha da açıyor. Batı müziği, tiyatro ve opera saraya giriyor. Batılı besteciler padişaha besteler yapıyorlar. Padişah Fransızca öğreniyor ve elçilerle Fransızca konuşuyor. Yabancı dergileri okuyor. Bunlar önemli ama Batı kültürüne geçiş için yeterli değil. Ve Abdülmecit Batı’yı uzaktan izliyor, bu kadar az bilgiyle aydınlanma akımını öğrenmesi mümkün değil. Aydınlanmayı öğrenmek için geniş bir eğitim gerekli, klasiklerin ve Avrupalı düşünürlerin yazdıklarını bilmeden Aydınlanmayı öğrenmek kolay değil. Bu da bir eğitim meselesidir. Bu bağlamda Abdülmecit’in ki yüzeysel bir Batı sempatizanlığıdır.’’ ‘Abdülmecit’i çevresi yönlendiriyor’ O dönem Batı’ya yaklaşılmasında Reşit Paşa’nın, Ali ve Fuat Paşalar’ın da rolü olduğunu kaydeden Topuz şöyle diyor: ‘‘Bir taraftan da devletin tutucu kanadı var. Bir takım sadrazamlar, paşalar, vezirler şeriatçı. Bunlar devrimlere engel olmaya çalışıyorlar. Abdülmecit bunların arasında bocalıyor. Abdülmecit aslında çok iyi niyetli, hoşgörülü, alçak gönüllü ve duygusal bir insan ama devleti yönetmek için bunlar yeterli değil. Belki iyi bir yazar, iyi bir şair, iyi bir besteci, iyi bir sanatçı olabilirdi. Ama devleti yönetmek için başka yetenekler lazım ve bu yetenekler onda yok.” Hıfzı Topuz, Abdülmecit’in çabuk etkilenen bir insan olduğunu belirterek ‘‘Padişah, kadınların ve sarayda çevresindeki insanların etkisindeydi. Bunlar Abdülmecit’e her zaman yön veriyorlar” dedi. ‘Ona suikast hazırlayanları bile affediyor’ Abdülmecit’in oldukça zayıf bir insan olduğunu söyleyen Topuz, şunları anlattı: ‘‘O devrim düşüncelerini gerçekleştirirken engellerle karşılaştı ve hoşgörülü olduğu için fazla dayatamadı. Ona suikast hazırlayan insanları bile affetti. Onun zamanında kimse asılmadı. Yurt gezilerinde halkını tanıdı ve çok etkilendi. İnsanlarla kucaklaştı. Padişahı dev gibi bir insan olarak düşünenler çok şaşırdılar.” ‘Onun zamanında Avrupa Topluluğu’na katıldık’ Abdülmecit önemli işlere de imza atıyor. Onun iş başına getirdiği insanlar Batı’ya yakınlaşmamızda önemli roller oynuyorlar. İlk defa Avrupa Devletler Topluluğu’na Osmanlı Devleti kabul ediliyor. Türkiye şimdi bunun için hala uğraşıyor. “Abdülmecit’in kadınların etkisinde kaldığını belirtmiştik. Hünkar çok aşık oluyor ama sevdiği kadınlar onu alabildiğine sömürüyorlar. O bunlara karşı koyamıyor. Kendisini aldatan kadınları bile affediyor.” Topuz, ‘‘Bu konuda önemli kaynaklarımdan biri anneannemdir. Bu ayrıntı kitapta yok. Anneannem Abdülmecit’in yaveri Şerif Paşa’nın gelini ve ilk romanımın kahramanı Meyyale Hanım’ın kızı Rebia Hanım’dır. Çocukluğumda anneannemden kayınpederinin hikayelerini dinlerdim. Serfiraz hikayesi de onlardan biri. Onlar beni etkiledi, sonra baktım tarih kitaplarında bunlar var, bunları değerlendirmeye başladım. Abdülmecit’in torunlarından Prenses Fevziye Osmanoğlu ile Paris’te Unesco’da 20 yıl beraber çalıştık. Ondan da büyük dedesinin insancıl yanlarını öğrendim. Bu da tabii ki beni etkiledi.” ‘22 yıllık bir iktidar’ Topuz, padişahın o zamanlar sarayda çok yaygın olan verem hastalığına yakalandığını söylüyor. Abdülmecit’in eşlerinin çoğunun, annesi Valide Sultan ile babası İkinci Mahmut’un da veremden öldüğünü kaydederek, “Kendisi de vereme tutuluyor. Bu kurutuluşu olmayan bir yol. 22 yıllık bir iktidarın sonunda 39 yaşında hayata veda ediyor.” ‘Ekonomik bağımsızlık yavaş yavaş kaybediliyor’ Abdülmecit zamanında olumlu işler yapılmış olmasına karşın padişahın bilincine varamadığı bazı kararların da alındığını belirten Topuz şöyle diyor: “İkinci Mahmut hastayken İngilizlerle imzalanan bir ‘ticaret anlaşması’ var. Bu anlaşma Türkiye’de İngilizlere ticari ilişkilerde bir takım haklar tanıyor. Abdülmecit zamanında bu haklar başka devletlere de tanınıyor. Devlet yavaş yavaş ekonomik ve mali bağımsızlığını kaybediyor.” Topuz konuşmasını şöyle sürdürüyor: “O dönemde Avrupa’da büyük gelişmeler olmuştur. Ama biz Sanayi Devrimi’nden çok uzaktık. Abdülmecit zamanında Avrupa’da büyük sosyal olaylar meydana geliyor. ‘1848 Devrimleri’ oluyor, ‘İşçi Devrimleri’ oluyor. Proudhon, Karl Marx, Engels, Bakunin gibi insanlar çıkıyor. Bu isimler Avrupa’da işçi hareketlerine yön veriyorlar. Sosyalizm akımları doğup gelişiyor. Komünist Manifestosu ilan ediliyor. Biz bunları izleyemiyoruz. Abdülmecit bunları merak ediyor, dışarıdan gelenlere sorular soruyor. Çevresindekiler de bu akımları benimsemiş insanlar değil. Onun için o sosyal ve siyasal olayların dışında kalıyoruz. Abdülmecit Osmanlı Devleti’nin bu gelişmelere ayak uydurması gerektiği kanısında değil. Padişah ‘Osmanlı Devleti’nin koşulları başkadır, bize uymaz onlar’ diyor. O zaman bizde sanayileşme yok, işçi sınıfı yok, bilinçlenme yok. Bunları izleyecek durumda değiliz. Ama tabii ki o dönemde bunların dışında kalmamız biraz üzücü.’’ ‘Beni karılarım ve kızlarım bitirdi’ Abdülmecit döneminde kadınların biraz özgürlüğe kavuştuğunu belirten Topuz şunları anlattı: ”O dönemde kadınlar sarayın dışına çıkıyorlar, dolaşıyorlar. O zamana kadar kadınlar dışarı çıkamıyorlardı. Kadınlar Kapalıçarşı’ya, mesire yerlerine gidiyorlar. Başka insanları görüyorlar. Kadınlar giyimlerine de özen gösteriyorlar. Mücevherciler saraya gelerek onlara takılar satıyorlar. Kadınlar bunları alabildiğine satın alıyorlar. Kadınlar fiyatlarını hiç düşünmeden mücevher satın alıyorlar. Kadınlar ne beğenirlerse alıyor. Kadınların aldığı mücevherlerin parası saray masraflarının yarısını geçiyor. Abdülmecit maalesef bunlara karşı koyamıyor. O zaman tutucu çevreler bu olaylara büyük tepki gösteriyorlar. Mesela Cevdet Paşa kadınların bu özgürlüklerine deli oluyor.” ‘Küçük Fesli’ Saraydaki cariyelerin sarayın dışındaki kişilerle gönül ilişkileri olduğunu söyleyen Topuz bu konuda şöyle bir hikaye anlatıyor: “Abdülmecit’in delicesine âşık olduğunu kızlardan biri Serfiraz adında bir Rus güzeliydi. Bu kızın roman konusu olabilecek ilginç bir yaşam öyküsü vardı. Onu Trabzon’da iki kızkardeşiyle birlikte valiye satmışlar. Vali bu kızları İstanbul’a dönüşünde Valide Sultan’a hediye ediyor. Kızlar o zaman 10 – 12 yaşlarında… Abdülmecit Serfiraz’ı gözüne kestiriyor ve bir süre sonra Serfiraz padişaha müthiş hakim oluyor ve yapmadığı rezillik kalmıyor. Saraya mücevher satan Agop adında bir Ermeni var, bir gün de oğlunu gönderiyor. Serfiraz bu Ermeni gencini beğeniyor ve ona ‘Küçük Fesli’ adını veriyor. Aralarında bir ilişki başlıyor ve bunu çevrede duymayan kalmıyor. Padişahın yakınları bu rezaleti bir türlü hazmedemiyorlar ve sonunda Küçük Fesli’yi yok ediyorlar. Her şeye rağmen hünkar Serfiraz’ı affediyor. ‘Abdülmecit, iki gözün kör olsun’ Hıfzı Topuz padişahın Bezmara adlı cariyesi ile yaşadıkları ilginç hikayeyi de kitabında şöyle anlatıyor: “Abdülmecit cariyesi olan Bezmara’nın kaprislerine dayanamadı, ona olan bütün sevgisini yitirdi ve sonunda Bezmara’yı boşadı. Haremden atılmak Bezmara’ya çok ağır geldi, onuru kırıldı, şaşkına döndü. Boşanmış ve saraydan atılmış bir kadın olarak yaşamak ona çok kötü geliyordu. Bu kadar güzel, zarif ve genç bir kadının konağına kapanması beklenemezdi. Yalnızlık canına tak etti. Mutlaka yeniden evlenmek istiyordu. Ama hünkârın boşadığı bir kadının başka biriyle evlenmesi görülmüş şey değildi. Bu bir rezalet sayılırdı. Ama böyle şeyler Bezmara’nın umurunda değildi. Kesinlikle evlenmeye karar verdi. Yakınları ona ressam Tevfik Paşa’yı önerdiler. Sordu, soruşturdu, paşayı bir gün uzaktan gördü, sonra da tanıştılar. Tevfik Paşa genç ve yakışıklı bir adamdı. Bezmara, ‘Paşa beni isterse bir an tereddüt etmem, varırım,’ diye haber gönderdi ve evlendiler… Bezmara, Tevfik Paşa’yla mutluydu ama Abdülmecit’ten boşanmış olmayı da bir türlü içine sindiremiyordu. Eski günleri aklına geldikçe ağlıyor ve Abdülmecit’e beddualar ediyordu. Yine böyle karalar bağladığı günlerin birinde piyanosunun başına geçerek yıllarca halkın ağzından düşmeyen şu şarkıyı besteledi: ‘Ah efendim, a sultanım Nedir suçum, günahım.’ Tevfik Paşa bunları duymazdan geliyordu. Kışın konağa taşındılar. Günün birinde cariyeler, ‘Sultanım, koşun koşun, bakın hünkâr geçiyor,’ diye bağırıştılar. Bezmara pencereye koştu, hünkâr arabasına kurulmuş yoldan geçiyordu. Bezmara kafesi kaldırdı ve kendisini tutamayarak, ‘Abdülmecit, iki gözün kör olsun!’ diye bağırdı. Hünkâr bu sesi işitince başını kaldırıp pencereye baktı, Bezmara’yla göz göze geldiler. Hünkâr, her zamanki hoşgörülü ve çelebi haliyle gülümseyerek geçti. Eski sevgili eşinin ona beddua etmesi umurunda bile değildi. Zaten yorgundu, günden güne çöküyordu, vereme yakalanmıştı, ama bunun farkında değildi. ‘Yarı sömürge dönemi o yıllarda başladı’ Daha önce derme çatma saraylarda otururlarken, bu dönemde saray yapımlarının başladığını söyleyen Hıfzı Topuz şöyle diyor: “Abdülmecit dışarıdaki sarayların ne kadar muazzam olduğunu okuduğu dergilerden, çevresindeki insanlardan biliyor. Ve İmparatorluğa yakışacak şanlı şöhretli saraylar yaptırmaya kalkıyor. Hatta Lamartine geldiği zaman onu nerede karşılayacağını çok düşünüyor. Diyor ki: ‘Topkapı Sarayı çok eski o sarayda bir yabancıyı konuk edemem. Keşke Dolmabahçe Sarayı tamamlanmış olsaydı da orada karşılasaydım. Eski Çırağan Sarayı var o da derme çatma onun üzerine daha basit bir yerde kabul edeyim.’ Ihlamur’da şimdiki Ihlamur Köşkü değil ama bir bağ evi var. padişah ‘Lamartine’i o bağ evinde kabul edeyim’ diyor. Lamartine de şaşırıyor. ‘Beni ağırladığı yer Fransa’nın güneyindeki bağ evleri gibi, ne kadar mütevazi adam’ diyor. Çok hoşuna gidiyor, böyle bir devletin başında olan birinin bu koşullar altında yaşamasını görmek onu çok heyecanlandırıyor?” Abdülmecit’in ise bu eksikliği gidermek için saray inşaatlarına hız verdiğini anlatan Topuz, şunları kaydetti: ‘‘Padişah yalnız kendine değil eşlerine ve kızlarına da saraylar yaptırdı. Bunlar büyük masraf kapıları açtı. Rokoko ve barok stili saraylar ve köşkler padişahın hoşuna gidiyor. Ama bunların masrafları nasıl karşılanıyordu? Borç gırtlağı aşıyordu. Onun üzerine sarraflardan borç aldılar. Yetmedi, dışarıdan borç almaya kalktılar. Fuat Paşa da borçtan yanaydı. Abdülmecit buna uzun süre karşı koyamadı ve borçlanmayı kabul etmek zorunda kaldı. O borçlar Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hazırladı. Devlet borç yüzünden mali bağımsızlığını kaybetti ve borç veren devletlerin egemenliği altına girdi. Onlar yönetime yavaş yavaş el koydular. Yani Türkiye’nin yarı sömürge olması o dönemde başladı. Şimdi IMF ve ABD nasıl maliyemize yön vermeye yöneliyorsa o zamanda Avrupa devletleri, Avrupalı iş adamları, tüccarlar, ülkenin ekonomisini ve maliyesini ele geçirmeye başladılar.’’ “Abdülmecit’in sonu” Topuz Abdülmecit’in son günlerini kitabında şöyle anlatıyor: “Hünkâr günden güne zayıflıyor, çöküyor ve saraydan çıkmak istemiyordu. Oysa daha otuz sekiz yaşındaydı. 1861 yılında bir Kurban Bayramı günü herkes Abdülmecit’in bayram törenine nasıl gideceğini merak ediyordu. Hünkâr ne derece güçsüz olduğunu biliyor, ama kötü yorumları önlemek için törene katılmasının zorunlu olduğuna inanıyordu. Yüzü sapsarıydı, gözleri içine çökmüştü, güçlükle yürüyebiliyordu. Yaveri Hüseyin Şerif Bey onu törene gitmekten vazgeçirtmek için ne kadar uğraştıysa da sözünü dinletemedi. Seyislerin yardımıyla atına bindi. Atın üzerinde güçlükle duruyor ve düşmekten korkuyordu. O halde ağır ağır Topkapı Sarayı’na geldi. Kendisini görenler ağlamaklı oldular. Hünkârın bu kadar genç yaşta bu hallere düşeceği kimin aklına gelirdi? Sadrazam da gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. Hünkârın halsizliği yüzünden tören kısa tutuldu. Hünkâr Topkapı Sarayı’ndaki dairesine çekilerek bir divana uzandı ve bir süre dinlendi. Sonra da Hüseyin Şerif Bey’e, ‘Buradan gidelim artık’ dedi. ‘Ben hemen Dolmabahçe’ye dönmek istiyorum.’ Hünkârın ata binecek gücü kalmamıştı. Arabası hazırlanan hünkâr Topkapı Sarayı’nda kalanlara veda ederek Dolmabahçe’ye döndü ve hemen biraderi Abdülaziz Efendi’yi huzura çağırttı. Az sonra Abdülaziz telaşla odaya geldi. Abdülmecit kendisini divanın üzerinde kabul etti, kucaklaştılar ve kardeşine şunları söyledi: ‘Birader, benden artık hayır yok. Ben bugün bayram törenine, vükela vesaireyle vedalaşmak için gittim. İşte her şey artık sana kalacak. İnşallah muvaffak olursun. Evlatlarımı sana emanet ediyorum, onlara zaruret çektirme.’ ‘Gönül eğlendirmek için yazmıyorum’ “Ben gönül eğlendirmek için roman yazmıyorum” diyen Hıfzı Topuz, ‘‘Ben bir mesaj iletmek için roman yazıyorum. Tarihten ders almak gerekir. ‘Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?’ diye de bir söz vardır. Ben her tarihi olayda ibret alınacak bir şeyler arıyorum. Yani Osmanlı Devleti’nin mali bağımsızlığını kaybetmesi çöküşüne neden oldu. Bugün Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerinde de tarihten ders almak gerekir.” Bir otele kapanıp roman yazmadığını söyleyen Topuz, roman yazarken nelere dikkat ettiğini şöyle anlattı: ‘‘Çalışırken masamın üstünde her zaman 10 – 15 tane kitap vardır. Onları karıştırırım, kaynaklarımın doğruluğunu araştırırım. Ve hata yapmamak için çok titiz davranırım. Bu kitabın sonunda da 20 – 30 kitap adı yazılı. Dil için sade bille yazmak çok önemli. Okuyucunun anlamayacağı sözcükler kullanmıyorum. Örneğin bu kitapta Valide Sultan’ın oğluna yazdığı mektuplar var. Bunları bugünkü dile çevirmeseydim anlaşılamazdı. Cevdet Paşa’nın yazılarını da bugünkü dile çevirdim. Bazı insanlar, ‘Okur arasın bulsun’ diyorlar. Ben o kanıda değilim. Okuyucu sözlüklere, ansiklopedilere başvurmak zorunda kalmamalı.” Halkı ilgilendirmeyecek ayrıntıları verirken dikkatli davrandığını ifade eden Topuz, ‘‘Ben olayları özetliyorum ve anlaşılır hale getiriyorum. Bir roman konusu seçerken çeşitli alternatifler üzerinde duruyorum. Topluma bir yarar sağlamayacağını düşündüğüm konuları eliyorum. Toplumla ve okuyucuyla sürekli ilişkide olmaya ve onlardan esinlenmeye her zaman özen gösteriyorum” dedi.

Cumhuriyet Gazetesi, Başyazar İlhan Selçuk’un daha önce yayımlanmış yazılarını tekrar yayımlayarak değerli kalemi okurlarıyla buluşturmaya devam ediyor.

İlhan SelçukCumhuriyet– Yazarın 19 Ocak 2003 tarihinde yayımlanan yazısı…

Edep!..

Yıl 2003..

Ocak’ın 16’sı..

Gazetelerde fotoğraflar, haberler, televizyonlarda filmler, çekimler..

Bu kaçıncı?..

Yine bir tarikat basılmış..

Kadınlar yakalanmış..

Kadınlar..

Bizim kadınlarımız..

Tesettürlü..

Örtülü..

Yüzlerini, saçlarını, burunlarını, ağızlarını, boyunlarını kapamışlar..

Hepsi Şeyh’in malı..

Şeyh, kimini imam nikâhıyla nikâhlamış..

Kimini nikâhlamamış..

Okumuş, üflemiş..

Kadınlar..

Bizim kadınlarımız..

Üniversite kapılarını şeriat siyaseti üzre talimatla zorlayan kızlarımızın kardeşleri..

Gönüllü cariye adayları..

Erkeklerin köleleri..

Şeyh’in haremleri..

Şeyh’in adı Yaşar Yılmaz..

Tarikatın adı:

“Edep Grubu”

Oysa Şirazlı Sadi’ye sormuşlar:

“- Edebi kimden öğrendin?..”

Demiş ki:

“- Edepsizlerden!..”

*

Cumhuriyet Devrimi 1925’te çıkarılan bir yasayla tekke, zaviye, dergâhları kapatmıştı.

Kemal Atatürk ne demişti:

“- Baylar ve ey Ulus!..

Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz!..

En doğru ve gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.

Tarikat başkanları, bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak; müritlerinin artık ‘rüşte’ kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir.

Biz uygarlıktan, bilim ve fenden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz.

Başka bir şey tanımıyoruz.

Tekkelerin amacı, halkın ussal dengesini yitirtmek ve onları aptal yapmaktır.

Oysa halk, ussal dengesini yitirmemeye ve aptal olmamaya karar vermiştir.’’

(Atatürk’ün “Söylev ve Demeçleri”nden)

*

1925’ten bu yana 78 yıl geçti…

1950’den bu yana, çok partili rejim, Türkiye’de demokrasiyi yaratacağına karşıdevrime dönüştü…

Bu gidişatın üstesinden “muhakkak’’ gelmeliyiz.

Keyifli ve verimli geçmesi arzusuyla çıkılan seyahatler, gerekli tedbirler alınmazsa çeşitli sağlık sorunları nedeniyle zehir olabilir. Bu nedenle gittiğiniz ülkelerde yakalanabileceğiniz hastalıklar hakkında fikir sahibi olmak ve gerekli önlemleri almak için bir uzmana danışmalısınız.

Seyahat sırasındaki sağlık sorunları; gidilen ülke ve bölgelere özgü enfeksiyon ajanlarına maruz kalmaya, tercih edilen ulaşım türüne, planlanan aktivitelere veya mevcut kişisel sağlık sorunlarının kötüleşmesine bağlı olarak gelişir. Seyahatle ilgili hastalık risklerinin belirlenip gerekli önlemlerin alınmasında “seyahat öncesi değerlendirme” çok önemli. Kişinin mevcut sağlık durumu, kullanılmakta olan ilaçlar, allerji öyküsü, gebelik varlığı ve seyahatin ayrıntısı (süresi, mevsimi, gidilecek ülkeler ve bölgeleri, seyahatte planlanan aktiviteler (dalma, dağlara tırmanma, safari vs), kalınacak yer (modern hotel, dağ evi, kamping) sorgulanır. Kişinin genel sağlık durumu ile birlikte seyahat planı değerlendirilir, sağlıkla ilgili oluşabilecek riskler belirlenir ve bu riskleri önleyici, hafifletici tedbirler anlatılır. Yabancı ülkeye seyahate gidecek kişi, en az 1 ay öncesinde uzmana başvurmalı.
 

Tıbbi öneriler

Seyahatte en sık görülen tıbbi sorun olan enfeksiyon hastalıkları su, besinler, solunum yolu, sivrisinek-böcek sokmaları veya seksüel yolla bulaşır. Önlemek için:

1. Turist ishali, hepatit A ve trişinellosis gibi pek çok enfeksiyon hastalığı su ve yiyeceklerle bulaşır. Bu nedenle hijyenik koşulları iyi olmayan bölgelerde, enfeksiyonu önlemek için su ve yiyeceklerle ilgili tedbirleri almak esastır. Musluk suyu mikrop içerebilir, fakat su 3 dakika kaynatılıp soğutulursa bu organizmalar ölür. Şişe suyu musluk suyuna göre daha emin olmakla birlikte, şişeleme işlemi standardize değilse yerel şişelenen su çok emin değil. Enfeksiyon riskini azaltmak için: Kaynamamış musluk suyunu içmeyin ve bu sularla diş fırçalamayın. Sadece kaynamış musluk suyu, karbonatlı içecekler, bira ve şarap için. Kaynamamış sudan yapılmış buzu içeceklerinize koymayın. Çiğ sebze yemeyin. Meyveleri yemeden hemen önce kendiniz soyun, soyulmayan meyveleri yemeyin. Pastörize olmayan süt ürünlerini yiyip içmeyin. Çiğ veya az pişmiş et, balık ve deniz ürünlerini yemeyin

2. Aşılama: Aşılamada kişinin eski aşı durumu ve seyahat güzergâhı önemli. Uluslararası Sağlık Tüzüğü’nün öngördüğü zorunlu tek aşı, “sarı humma aşısı” olup bazı ülkelere giriş için aşı belgesi gerekli. Sarı humma, Afrika’nın ekvatoral bölgeleri ve Güney Amerika’da sıktır, bu ülkelere gideceklerin 10 gün öncesinde “sarı humma aşısı” olmaları gerekir. Aşı 10 yıl geçerli.

Ayrıca, Suudi Arabistan, hac ve umre nedeni ile giren tüm yolculardan, süresi 10 günden az veya 3 yıldan fazla olmayan meningokoksik menenjit aşısı sertifikası istemektedir. Zorunlu olmamakla birlikte rutin aşıların (difteri-tetanoz, polio vs) halen geçerli olduğunun kontrolü ve gerekenlere rapel dozun yapılması uygun olur.

Tifo aşısı, tifo yönünden yüksek riskli bölgelere (özellikle de Hindistan’ın bazı bölgeleri) gidecek ve 2 hafta veya daha uzun süre kalacaklara öneriliyor. Kuduz aşısı, vahşi hayvanlarla teması olacaklara veya kuduzun sık görüldüğü yerlere gidip 1 aydan uzun süre kalacaklara yapılır.

Hepatit A’nın sık olduğu ülkelere seyahat veya çalışma için gideceklere Hepatit A aşısı, yapılmalı. Gidiş öncesi herhangi bir zamanda yapılacak hepatit A aşısı yeterli korumayı sağlar. Ancak yaşlılar, bağışıklığı zayıf olanlar ve kronik karaciğer hastaları 2 haftadan daha kısa süre içinde bu bölgelere seyahat edecekler ise ilk doz aşı ile birlikte immunglobulin yapılmalı. Immunglobulin 3 ay süreyle korur.

Seyahat sırasında hepatit B kapma riski düşüktür. Ancak hepatit B sık olan ülkelere gidecek sağlık elemanlarına, bu ülkelerde 6 aydan uzun süre kalacak kişilere, burada tıbbi veya dental girişim yapılacak olanlara mutlaka Hepatit B aşısı yapılmalı. Aşılamaya seyahatten 6 ay önce başlanmalı.

Grip aşısı, enfeksiyonu önlemede sık kullanılan bir aşı. Grip, Kuzey ve Güney yarımkürelerde kış aylarında, tropikallerde tüm yıl boyu ve Cruise’larda yaz aylarında olur. Özellikle 50 yaş üstündekiler daha önceki dönemde aşılı değillerse ve riskli mevsimde gidiyorlarsa mutlaka yapılmalı.

3. Böcek sokmaları: Sivrisinek, karasinek, bit, pire, kene gibi çeşitli böcekler, sıtma dahil pek çok ciddi enfeksiyonu bulaştırır. Mümkünse bu böceklerin sık olduğu bölgelere gitmekten sakınmalı, pantolon ve uzun kollu gömlek giymeli, böcek kovucular ve yatakta cibinlik kullanmalı. Sıtmanın sık olduğu bögelere gidenlere bu tedbirlere ek olarak koruyucu sıtma ilacı önerilmekte. Bu ilaçlara ilgili bölgeye gitmeden önce başlamalı ve döndükten sonra 4 hafta devam edilmeli.

4. Seks yoluyla bulaşan Hepatit B, AIDS, Gonore, Klamidia, Sifiliz’den karşı lateks condom kullanılması riski azaltır.

Seyahatle ilgili sağlık problemleri, ulaşım aracı ile ilgili olabilir. Gemi seyahati genellikle emindir. Ancak uçak seyahatinde çeşitli sağlık sorunları ortya çıkabilir. Kabindeki oksijen basıncı düşüklüğü, normal kişilerde herhangi bir sorun yaratmazken bazı kalp hastalarında, kronik obstrüktif akciğer hastalığı veya ağır kansızlığı olanlarda hayati sorun oluşturabilir ve destek oksijen tedavisi gerekebilir. Bu hastaların seyahat öncesi mutlaka doktor kontrolü gereklidir.

Ayrıca iniş ve kalkış sırasında hava basıncında oluşan değişiklik, özellikle üst solunum yolu enfeksiyonu olanlarda işitmede zorluk, kulak ve sinüslerde ağrıya neden olabilir. Uzun yolculuklarda uzun süre hareketsiz oturmaya bağlı olarak bacak damarlarında kan pıhtılaşması oluşabilir. Bu nedenle tüm yolcular 6-8 saatten uzun sürecek yolculuklarda önleyici tedbirleri almalı. Her 1-2 saatte bir kalkıp yürümeli, sık sık pozisyon değiştirmeli, ayak bileği ve dizler sık sık hareket ettirilmeli, bacak bacak üstüne atmamalı, sigara içmemeli, rahat ve bol giysiler giymeli, bol sıvı almalı, alkolsüz içecekler tercih edilmeli, dize kadar olan varis çorabı giymelidir. Tüple dalanlar, dalışın süresine göre değişmek üzere uçağa binmeden önce 12-48 saat beklemeli.

Karayoluyla seyahatte ise en önemli risk, uzun süren yolculuklarda hareketsiz oturmaya bağlı bacaklarda şişme ve damarlarında kan pıhtılaşması olmasıdır bu yönden tedbir alınmalı.
 

Özel tıbbi durumlarda seyahat

Gebelik: Gebelik seyahate engel değil. Ancak 36. haftadan sonra uçak yolculuğu önerilmiyor. Ayrıca yüksek riskli gebeliği olanlar veya önceki gebeliğinde komplikasyon yaşayanlar uçak yolculuğundan sakınmalı.

THY, 28 haftayı bitirmiş hamile yolculardan “uçakla seyahatinde sakınca yoktur” ibaresi yer alan doktor raporu istiyor. Gebeler, bacak damarlarında pıhtı oluşması sık olduğundan tedbir almalı. Seyahatle ilgili aşıların çoğu gebelikte yapılamaz. Sıtmanın sık olduğu yere seyahat eden gebeler, sıtmaya yakalanması halinde kendisi ve bebeği için tehlike olacağını bilmeli ve koruyucu ilaç almalı.

Diabet:
İnsülin kullanan şeker hastalarının uzun yolculuklarında insülin doz ve zamanlarının ayarlanması gerekli. Genel kural olarak, doğuya gidişlerde gün kısaldığı için daha az insüline ihtiyaç varken; batıya gidişlerde gün uzadığı için daha fazla insüline ihtiyaç vardır. Diabetikler durumlarını belirten bir künye taşımalı, ilaçları ve ara öğünlerini el çantalarında olmalı.

Kaynaklar: UpToDate ( Ocak 2009) www.cdc.gov/travel ; www.who.int/ith.

İnsan Neyle Yaşar?
11. Uluslararası İstanbul Bienali, başlığını Türkçe’ye “İnsan Neyle Yaşar?” olarak çevrilen “Denn wovon lebt der Mensch?” adlı şarkıdan alıyor. Bu şarkı Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası.

John Gay’in 18. yüzyılda yazdığı Dilenci Operası‘nın bir uyarlaması olarak yazılan oyun, 1928’deki galasında muazzam bir başarı kazanmış, kısa sürede hem sanatsal bir biçim hem de toplumsal ve siyasi değişimin bir aracı olan tiyatroda devrim niteliğinde değişikliklerin yolunu açmıştı. Üç Kuruşluk Opera, Brecht’in “Her suçlu bir burjuva, her burjuva bir suçludur” savına dayalı olarak, tiyatro “janrları”na ilişkin mevcut kavramlar ve oyunun izleyiciyle ilişkisinde yarattığı değişimle “tiyatro aygıtı”nda bir dönüşüm sağlamıştı.

Tom Waits, William S. Burroughs ve Pet Shop Boys gibi farklı tarzlardan sanatçılarınkini de içeren sayısız popüler yorumu gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, “İnsan Neyle Yaşar?” sarsıcı ve itici gücünden hiçbir şey kaybetmemiş durumda. Yine de bir serginin başlığı olarak bu cümle kuşkusuz kulağa fazlasıyla abartılı gelebilir; özellikle de asıl vurgunun cevapta değil de sorunun kendisinde olduğu düşünülürse, daha da iddialı ve hatta kibirli görünebilir. Ama neden olmasın? Brecht’in sorduğu soru bugün de aynı aciliyeti taşımıyor mu? 1929’daki ekonomik krizin ardından dünyayı dönüştüren değişimlerden pek de farklı olmayan, felaketle sonuçlanabilecek küresel değişimlerin yaklaştığı korkusuyla yaşamıyor muyuz? Sanatın toplumsal değişime önayak olmasıyla ilgili sorular, solun faşizmle ve Stalinizmle karşı karşıya geldiği 1930’lardaki kadar acil cevap beklemiyor mu? Yoksa sanat janrlarıyla sınırlanmış, kültürel eğilimler olarak adlandırılabilir ve pazarlama açısından kârlı görünen tam kapsamlı bir kültür endüstrisi sistemi ve onun güne ve duruma bağlı olarak büründüğü bozuk biçimlerin bu soruları cevaplamış olduğunu mu düşünüyoruz?

Ancak Uluslararası İstanbul Bienali gerçekten de büründüğü her hal ve taşıdığı her başlıkla yerel, ulusal ve uluslararası arasındaki dinamiklerin bilindik karmaşıklığının yükünü taşıyan son derece temsili bir sanat sunumu. Dolayısıyla pazarlamaya, siyasi, kuramsal ve sanatsal kullanım ve suiistimallere yeterince açık ve şatafatlı bir başlık son derece uygun da olabilir.

Brecht’in Marksizmi ile ütopya, ütopyacı potansiyel ve sanatın siyasete alenen dahline olan inancı, hâkim çağdaş bakış açısından/açılarından değerlendirildiğinde şüphesiz biraz modası geçmiş, tarihsel açıdan yersiz ve kurumsal solun çöküşüyle neoliberal hegemonyanın yükselişine tanık olduğumuz bu dönemle uyumsuz görünüyor. Ancak asıl soru bu durumun aslında yaşadığımız döneme özgü bir belirti olup olmadığı. Brecht’in 1960’lar ve 70’lerdeki inanılmaz popülerliği ve yumuşak bir geçişle “bir klasiğe” dönüştürülmesinin ardından bugünkü “unutulmuşluğu” ile “modası geçmişliği”, tam da çağdaş toplumla ve sanatın onun yaşamında oynadığı rolle ilgili bir şeylerin ters gittiğinin göstergesi değil mi?

Üç Kuruşluk Opera, burjuva toplumunda mülkiyet dağılımı sürecini konu edinir ve edebi bir anlatımla “kapitalizmin, ekonominin, dahası paranın kendine özgü gerçeklik ve dinamiklerinin”1 hâlâ geçerli bir temsilini sunar. Oyun 1928’de, Weimar Cumhuriyeti’nin zirvede olduğu dönemde ve Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesinden hemen önce, burjuva ideolojisinin hayırseverlik, adalet sistemi, emniyet örgütü, evlilik, romantizm, kardeşlerarası sevgi, din ve bağımsız otorite gibi çeşitli bileşenlerine acımasızca ışık tutar. Brecht kendisi de Gay’in Dilenci Operası‘nı yazdığı erken endüstriyel kapitalizm dönemiyle kendi dönemi arasındaki benzerliklere işaret eder: “Hâlâ, her nasılsa, aynı sosyolojik durum içerisindeyiz. Tıpkı iki yüz yıl önce olduğu gibi bugün de, neredeyse her seviyede, çok çeşitli yollarla da olsa, ahlaki prensiplere ahlaki bir yaşam sürerek değil ahlakın sırtından geçinerek hürmet eden bir toplumsal düzene sahibiz.”2 Bu durum, vurgunun periyodik olarak dini ahlak ile liberal demokrasi arasında gidip geldiği günümüzde de devam ediyor.

Liberal ekonominin hızlı gelişiminin toplumsal uzlaşmanın dağılması üzerinde 1928’de gösterdiği etki ile günümüzdeki etkisi arasındaki benzerlikler çarpıcı; bu açıdan, 20. yüzyılın bir diğer dev yazarının, temel eseri Büyük Dönüşüm’ü 1944’te yayımlayan siyasal iktisatçı Karl Polanyi’nin analizini hatırlamakta yarar var. Polanyi, “kısıtlamaları kaldırılmış piyasa ekonomisi”nin gelişimi ve ardından faşizmin yükselişi üzerine yaptığı analizde, toplumsal gelişimle ekonomik gelişimi uzun vadede ayırma eğiliminin, son noktada toplumsal karmaşa ve totaliter rejimlerin yükselişiyle sonuçlanacağına dikkat çekiyordu.

Tıpkı Polanyi’ninki gibi, Brecht’in İkinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelere ilişkin analizi de günümüzdeki durumla ürpertici benzerlikler taşıyor. “İnsan Neyle Yaşar?” sergi açısından hem bir tetikleyici, hem de bir tür senaryo işlevi görecek. Şarkının sözlerine şöyle bir göz gezdirdiğimizde bile birçok olası tema keşfedebiliyoruz: Zenginlikle yoksulluğun, besin kaynaklarıyla açlığın dağılımı, siyasi manipülasyonlar, cinsiyete dayalı baskı, toplumsal normlar, nabza göre ahlak, dine dayalı ikiyüzlülük, kişisel sorumluluk ve baskıya boyun eğme… Bunlar kesinlikle “önemli” ve neredeyse önceden tahmin edilebilecek konular.

Bugün bienaller, kentlerin kendilerini uluslararası iletişime elverişli özellikleriyle küreselleşen dünya haritasında konumlandırmak için kullanmaya çalıştıkları kültürel turizm bileşenleri, bir başka deyişle, sanatın genellikle havalı, hoş, eğlenceli olarak sunulduğu birer “kültürel alışveriş” öğesi olma eğilimindeki sergiler haline geldi… Brecht, sanatın “lezzete dair” muamele görmesi olarak nitelendirdiği, sadece eğlence amaçlı kullanımına şüphesiz eleştiriyle yaklaşıyordu, ama onun eğlendirici rolünden de uzak durmadı. Popüler kültür ve kitle kültüründe sorun, Brecht’in bizi uyardığı üzere, haz değil, hazzın işlevidir. Dolayısıyla sorun, Zizek’in işaret ettiği gibi, süper-egonun eğlenme talebinin toplumsal düzen ve baskının ana mekanizması haline geldiği bir toplumda “hazzın nasıl özgür kılınacağı” ve zevk alma yeteneğine devrimci rolünün nasıl iade edileceğidir.

Brecht’i tekrar gündeme getirmek çağdaş kapitalizm koşullarında sanatsal uğraşın rolü hakkında bir düşünme denemesine girişmek, günlük pratiklerimizi, değer sistemlerimizi ve eylem biçimlerimizi yeniden değerlendirmek anlamına geliyor. Elbette, Fredric Jameson’ın işaret ettiği gibi, “‘günümüz için bir Brecht’i’, ‘Brecht’te yaşayanı ve ölmüş olanı’, postmodern veya gelecek için bir Brecht’i, post-sosyalist hatta post-Marksist bir Brecht’i, eşcinsel kurama veya kimlik siyasetine uygun bir Brecht’i yeniden keşfetmek veya hayata geçirmenin Brecht’e fazlasıyla aykırı bir çaba”3 olacağına şüphe yok. Bienal kavramsal çerçevesini geliştirmede Brecht’i bir başlangıç noktası olarak alırken yöntem sorunu da hayati bir önem taşıyor. Brecht’in izinden giderken, onun günümüzde akademik solun bir Che Guevara’sı veya geleneksel ortodoks solun değişmez yazarı imgesini görmezden gelerek “Brechtoloji”ye ve onun deneylerinin sayısız yeniden keşfinin son bulduğu çıkmaz sokağa umursamazca yüz çevirmek mümkün mü? Bunun yerine Brecht’i serginin biçim ve yapısını ararken önderlik edecek (kızıl) bir hat olarak takip etmek, bu “bakmanın ötesinde”ki yaklaşımla izleyiciyi daha üretken bir katılımcı, hatta bir suç ortağına dönüştürmek mümkün mü?

Brecht’in bizim bugün sanatçılar, yazarlar ve küratörler olarak tekrar edebileceğimiz jestleri, yaklaşımları ve teknikleri nelerdir? Bunun sonucu ne olabilir? Kolektif yaratıcılık, epik tiyatro, yabancılaştırma efekti (Verfremdungseffekt), bir popüler eğitim ve siyasi ajitasyon aracı olarak sanat… Bugünün perspektifinden bakıldığında Brecht’in bir çözüm veya doğrudan bugüne tercüme edebileceğimiz unutulmuş bir yöntem önerdiği anlamına gelmiyor bu, hatta, tam aksini söylüyor: Asıl mesele, şimdinin sorunlarını doğru formüle edebilmek için bizi harekete geçirecek bir siyasi-estetik boz-yap yaratabilmek.

Brecht bizi, kuralları hakkıyla öğrenip eleştirel yetilerimizi veya müdahale ve değişim potansiyelimizi köreltmeden nerede durduğumuzu tekrar tekrar yeniden düşünmeye, dünyayı amatör aktörlerden oluşan bir yer olarak görmeye davet ediyor. Brecht, yazar ve yönetmen olarak, tiyatronun “üretim aygıtı”nı sürekli kesip açmayı ve ortaya sermeyi, sonra da yapısını bozarak onu dönüştürmeyi hedefledi; bizi “çağdaş sanat aygıtı”nın mevcut çıkmazından kurtaracak yaklaşım da bu olsa gerek. Brecht’in ortaya koyduğu “işe yararlık” sorunu burada öncelikle sanat ile toplumsal ilişkilerin etkileşimini gözlemleme ihtiyacı anlamına geliyor.

“İnsan Neyle Yaşar?”ın mekânları Antrepo No.3, Feriköy Rum Okulu ve Tütün Deposu (Tophane). İkisi daha önce birincil ekonomiyi besleyen bu mekanlar şimdi düzenli sergi alanlarına dönüştürülmüş durumda. Öğrenci yokluğundan kapatılmış Feriköy Rum Okulu’nun da “yeniden geliştirilmesi/iyileştirme”si açısından en iyi senaryonun bir “kültür mekânı”na dönüştürülmesi olduğu söylenebilir. Sergi mekânlarının ikisi (Antrepo No.3 ve Tütün Deposu) izleyiciye önceki bienallerden tanıdık gelecek. Mekânların üçü de İstanbul’un Avrupa Yakası’nın ilk akla gelen, çoğu kültürel etkinliğin gerçekleştiği merkezi bölgesinde yer alıyor. Son yıllarda birçok bienal ‘ev sahibi-şehirleri’yle daha etkin bir ilişkiye geçip kentsel kimlikleriyle ilgili yeni bakış açıları önermeye ve bu kimlikleri yeniden tanımlamaya çalıştılarsa da, “İnsan Neyle Yaşar?” bienal formatının verili parametrelerini merkezi görüşe ait bir kültürel kurumun hakim toplumsal çerçeveleri hem dayatma hem de zorlama potansiyelini sorgulamak amacıyla kullanacak. Bu denli görünürlüğe sahip bir serginin bu durumuna rağmen ortaya serebildiği sorular nelerdir, bu sergi nasıl bir bilgi üretebilir?

“Ortodoks sol bir konumla çağdaş sanat arasındaki çatışmanın çağdaş sanatın anlaşılmasında belirleyici bir rol oynadığı”4 İstanbul ve Türkiye’de, küresel neoliberalizm ve yerel etnik temelli ulusalcılığın çifte açmazından bir çıkış aramak kendini adamaya değecek tek uğraş gibi görünüyor. Ancak, ideolojiye karşı ideolojinin son yıllarda büründüğü yeni biçimlere karşı çıkmak, eski solun sosyal devletin enkazından ayağa kalkamamasından ders almak ve yeni ve anlamlı ittifaklar geliştirmek, Türkiye kapsamının çok ötesine uzanan çabalar.

1 Fredric Jameson, Brecht and Method (Brecht ve Yöntem), (Londra-New York: Verso, 2000), s. 13.
2 Bertolt Brecht, “On the Threepenny Opera/Üç Kuruşluk Opera Üzerine”, Threepenny Opera (Üç Kuruşluk Opera), ed. ve çev. Ralph Manheim ve John Wilett (Penguin Classics, 2008) s. 92.
3 Jameson, age, s. 5.
4 Süreyyya Evren, ‘Art + Politics. From the Collection of the City of Vienna/Sanat + Siyaset. Viyana Şehir Koleksiyonundan’ içinde, editör Hedwig Saxenhuber, Viyana Şehri Kültürel Çalışmalar Bölümü için, 2008. (Museum on Demand: SpringerWienNew York), s. 170-183.