Çok fazla röportaj vermediği bilinir Nilüfer’in, o nedenle hakkında bilinenler hayli azdır emsallerine göre. Saygındır, işinde ustadır, dünya tatlısı evlatlık kızı Ayşe Nazlı’sı vardır, unutulmaz şarkıları malumdur. Ama hepsi o kadar değildir. Bu kitapta bilinen ve bilinmeyen Nilüfer’i anlatıyor Bircan Silan Usallı. Usallı ve Nilüfer ile Hepsi Bu üzerine konuştuk.
-Nilüfer ile dostluğunuzun başlaması nasıl oldu; nasıl tanıştınız?
BİRCAN SİLAN USALLI- 80’li yıllarda Güneş gazetesinde çalışırken, Çanakkale Seramik Evleri’ne kendisiyle röportaj için gittiğimde tanıştık. Nasıl kar yağıyordu anlatamam. Dönüşte neredeyse mahsur kalıyordum onun için o günü hiç unutamam.
– Nilüfer Hanım öyle her şeyini anlatan, hayatını kitlelerle kolay paylaşan bir sanatçı olmadığını biliyoruz. Röportaj vermeyi de öyle çok sevmediği bilinir. Nasıl karar verildi kitaba bu noktada?
SİLAN USALLI- Birincisi aynı dönemin insanlarıyız, birbirimizi çok iyi anlıyoruz, ikincisi gerçekten can dostuz. Birbirimizin hayatını yakından biliyoruz. Bana karşı kitabı yazarken çok hakiki, samimi davrandı; hani şu olmasın bu olmasın asla demedi. Yoksa bu kadar derinlere giremez, açamazdım.
NİLÜFER- Bircan yıllardır bana böyle bir kitap yapma düşüncesinden bahsediyordu. Ben dur bakalım, biraz daha bekleyelim diyordum. Ama herkesin bir patlama noktası var tabii, içini dökmek ihtiyacı da. Ben de artık anlatayım da beni seven insanlar beni daha iyi tanısın isteği var. Kafalarda pek çok konuyla ilgili soru işareti de kalmasın, neyi neden yaptığımı daha iyi anlasınlar, artık zamanıdır diye sonunda kitaba ‘evet’ dedim.
‘İÇİNE DOĞRU AĞLAYAN KADIN’
– Çocukluğunuzu okuduğumuzda özellikle babanızı kaybedişinizi… Aslında sizin için kolay olmasa gerek onları anlatmak.
NİLÜFER- Yorucu tabii ama bir yandan da terapi gibi. Kitap çıktığından beri kendimi daha özgür hissettiğimi fark ediyorum.
SİLAN- Arka bahçeler temizlendi, rahatlama oldu tabii.
NİLÜFER- Dilerim ki bu kitabı çok insan okusun ki amaç da bu zaten. Kendimi tanıtmak, anlatmak, derdim o. Kitap hem çok riskliydi hem de çok doğru bir karardı. Ama sonunda Bircan’ın başarılı kalemiyle de çok tatlı, roman tadında bir şey çıktı ortaya.
– Evet öykü gibi, biyografi sınıfına sokulamaz rahatlıkla’
SİLAN- Nehir söyleşi olmasını ne Nilüfer istedi ne de ben. Nilüfer duygularını çok rahat anlatan bir kadın değil, ağlarken biraz daha içine doğru ağlayan bir kadın. Böyle olunca yazarken daha özgürleştim o içe kapanmaları açarken, rol çaldım da biraz. Bir de yıllardır yakından tanıdığım için Nilüfer’i roman kahramanı gibi ele almayı istedim, Nilüfer de bunu onayladı.
– Ama öyle torpil yok’
SİLAN- Yok, kesinlikle. Onu hem bir insan hem de bir star gözüyle yansıtabilmek istedim. Tabii ben şanslıyım; onu her haliyle çok iyi tanıyorum. Son derece yakın, doğal bir insandır. Bazen öyle sıradan davranır ki dayanamam ya Nilüfer dudağına bir ruj sür, günlük kıyafetleri çıkar, sen Nilüfer’sin derim. Gider alışveriş merkezlerinde alışverişini yapar, öyle maiyetle dolaşmaz, bazı sanatçıların tersine. Kibir nedir bilmez.
– Kitabın sonunda mektuplar bölümü var’
SİLAN- Nilüfer babasının mektuplarından söz ettiğinde çok etkilendim. Çünkü ben de babama çok düşkündüm ve kaybının verdiği acıyı, babaya duyulan özlemi iyi biliyorum. Mektuplardan bahsedince bunlar mutlaka kitapta yer almalı dedim.
– Ayşe Nazlı’nın mektubu da sıcacık…
SİLAN- Değil mi? Onda da ben çok ısrar ettim. Nilüfer bu anlamda Ayşe Nazlı’yı yormak istemedi ama mektup okunduğunda nasıl muhteşem bir sevgileri ve iletişimleri olduğu açıkça görülüyor.
– Ayşe Nazlı’yı evlat edindiğinizde sanki Türkiye bir çocuk evlat edinmiş gibi sevinmişti, çok güzel bir örnek olmuştunuz anne-kız.
NİLÜFER- Bu destek hiç eksilmedi. Mesela bugün bir taksiye bindim, şoför beni tanıdı, bebek nasıl diye sordu. Dedim ki bebek artık 10 yaşında. Ama bütün Türkiye’nin gözünde o hep bebek olarak kaldı, sahip çıktılar Ayşe Nazlı’ya da, benim sevgime de. Bir yere gidiyoruz beni tanımıyorlar, Ayşe Nazlı’yı tanıyorlar. O da çok mutlu oluyor, böyle hafif şımarıyor falan. Çocukluk ne güzel’
– Çocuklarla iletişiminizin bu kadar iyi olmasında kendi çocukluğunuzun da payı vardır muhakkak.
– Şöyle, Bircan’ın da yazdığı gibi çocukluğum anavatanım gibi, vazgeçemem. Göztepe’de çok güzel, bahçeli, ağaçlar içinde iki katlı evimizi hatırlıyorum mesela. İncir ağaçlarını, o özgürlük duygusunu hatırlıyorum. Sığınağım gibiydi o bahçe. İncir ağaçları, hercaimenekşeler, papatyalar, sardunyalarla çevriliydi. Şimdi oturduğum ev de öyle. Ayşe Nazlı da bu duyguları yaşasın istiyorum. Koşup oynasın… Ama itiraf etmeliyim sadece Ayşe Nazlı için değil kendim için de, şimdi de aynısını istiyorum. Çocukluğumun o bahçelerini aslında nasıl hiç unutmadığımı, içimde hep o bahçelerde koşturduğum günleri nasıl sakladığımı bu kitapla daha iyi anladım. Bilinçaltında ne varsa su yüzüne çıktı yani. Hep bahçe der dururum, deniz göreyim diye hiç düşünmedim mesela ev alırken. Çengelköy’de oturduğum evin bahçesinde de erik ağaçları var, incir ağaçları, kiraz ağaçları var. Beni çocukluğuma götürüyor. Aslında anlıyorum ki içim hiç büyümedi hep çocuk kaldı.
‘ÇEKİNGENLİĞİMİ İLERLEYEN YAŞLARDA ÜSTÜMDEN ATTIM’
– Kitapta yalnız bir çocuk olduğunuz imlemesi var.
NİLÜFER- Ayşe Nazlı hiç öyle değil mesela, tenis kursuna, bale kursuna, piyano kursuna gidiyor. Son derece sosyal bir çocuk, pek çok arkadaşı var. Yoğun ve mutlu bir çocuk, öğretmenleri de çok memnun; derslerinde gayet başarılı olduğunu söylüyorlar hatta matematikte de aşama kaydettiğini düşünüyorlar. Biraz konsantrasyon problemi olan, hiperaktifliğe yakın bir çocuktu Ayşe Nazlı. Bana gelince, evet yalnız bir çocuktum. Yazın yazlığa gidildiğinde yine arkadaşlar ediniyorum falan ama kışın Cihangir’deki evimizin beşinci katında kalakalıyordum yani. Asla tabii sokağa bırakılmıyorum. O zaman da kendi kendime oyunlar icat ediyordum, hayal gücüm alıp başını gidiyordu yani. İlaçları topluyordum, eczane yapıyordum. En çok da tezgâhtar olduğumu hayal ediyordum, bibloları paketliyordum falan. O zaman televizyon yok ama radyomda müziğim var. Sonradan bir teybim oldu. O zamanki çocuklar böyle şeylere ne kadar çok vakit ayırabiliyormuşuz. Şimdi Ayşe Nazlı televizyon izlemek için kendini paralıyor. Ben çocukken o müzik setinin başında olmak, o soğuk odaya gidip plakları çalmak, teybin başında şarkılar söylemek bana yetiyordu.
– Fazladan bir ihtimam da var çocukluğunuzda, astımınız haklı olarak ailenizin gözünü korkutuyor…
NİLÜFER- Çok marazdım ben. Astımım hep var, on yıl öncesine kadar yılda bir, üç beş gün hastanelere bile yatırıyordu beni. Hele çocukluğumda kâbus gibiydi çünkü o zamanki astım ilaçları şimdiki gibi gelişmiş değildi. Krize girdiğim zaman anne babam perişan oluyorlardı. Annem çok evhamlı olduğu için ben de evhamlı büyüdüm sanırım.
SİLAN- Astım korkusuyla annesinin arkadaşlarını eve çağırmasından pek hoşlanmadığını da anlattı. Ama Nilüfer de her anne gibi çocuğunun üzerine titrese de karantinaya almıyor Ayşe Nazlı’yı. Arkadaşlarına gitmesine, onların gelmesine, koşmasına, oynamasına, elinden geldiğince izin veriyor. Gerçek hayatın içinde büyütüyor kızını.
– Bir de Nilüfer hep babasının kızı gibi değil mi? Hani kahramanı en çok baba’
NİLÜFER- Kızlar babaya düşkündür ya, ben de öyleydim. Babam çok ağır bir adamdı o nedenle baba-kız olarak az diyaloğumuz olsa da güçlü bir bağımız vardı. Annemle ise bütün gün evde beraberiz dolayısıyla didişip dururduk kimbilir hangi nedenlerle. Daha büyüyünce flörtlerle ilgili kavgalarımız ortaya çıktı ama ben de hep biraz dikbaşlıydım. Aslında annemin baskısıyla kendine güveni az olan bir insan olarak da yetişebilirdim ama bende tam tersi oldu.
SİLAN- Çocukken öyle kendine güveni çok olan bir çocuk olmadığını anlıyoruz Nilüfer’in yani bu anlamda büyüyünce toparladı sanıyorum.
NİLÜFER- Kesinlikle. Çocukken toplum içinde konuşmaya çekinirdim. Nerede sahneye çıkıp insanların önünde şarkılar söylemek falan…
SİLAN- Ama çocukken evde ne konserler vermiş. Sanat orada başlamış yani…
NİLÜFER- Yıllarca da devam etti çekingenlik ama ilerleyen yaşlarda aştım bunu, bu durumdan kurtuldum yani.
– Derken babanızın kaybı ve sonrası zorlu bir dönem tabii’
NİLÜFER- Şok; çünkü bilmiyordum hasta olduğunu, bana hiçbir şey söylenmemişti.
SİLAN- Öğreniş şekli tabi tam bir travma. O süreçler de yer aldı kitapta.
NİLÜFER- Şok çünkü bilmiyordum hasta olduğunu, bana hiçbir şey söylenmemişti.
O fotoğraf gözümün önünde. Babamın benimle birlikte çekilmiş bir fotoğrafı vardı, duvarda asılıydı, ben ona bakıp kendisiyle konuşarak ağlardım; annemden gizli ağlardım. Annemle paylaşmadım, kızdım ona çünkü. Bir de annem, nedenini bilmiyorum belki kocasını erken kaybetmiş olmanın getirdiği depresif bir hal olabilir, tek başına kaldı ve bana adadı hayatını. Yapısında yoktu karşısındakini anlamaya çalışmak, bir çocuğun ruh dünyasını anlamaya çalışmak… İletişimimiz sınırlı kaldı o nedenle. Şimdi annemin teşhisi neredeyse 15 yıl öncesine dayanan Alzheimer hastalığı var. Belirtiler başladığında yani akli melekeleri henüz tam sarsılmamışken bile Ayşe Nazlı’yı evlat edindiğimde ‘ah yavrum ne güzel bir şey yaptın’ demedi bana… Biraz da yapısıyla ilgili bir durumdu.
SİLAN- Pek farkına varmadı belki de?
NİLÜFER- Belki, sonra da zaten hastalığı ilerledi, artık beni de tanımıyor maalesef.
‘SESİM ANNEMDEN MİRAS’
– Baba-kız demişken Ayşe Nazlı ve Reha Muhtar’ı sormamak olmaz; sevgileri, iletişimleri’
NİLÜFER- Görseniz çok şekerler. Pazar günleri görüşüyorlar. Ayşe Nazlı’ya karşı hep dürüst oldum, öyle bir iletişimimiz var. Hiçbir şeyi saklamadım, ne evlatlık alındığını, ne Reha ile ayrılığı. Geçenlerde, 19 Mayıs’ta hep beraber Bodrum’a tatile gittiler kardeşleriyle beraber. İkizlere bayılıyor, özellikle kızı çok seviyor, Mina’nın yeri ayrı onun için. Reha’nın yaptığı çok önemli, çok özel, çok takdir edilmesi gereken bir şey. Reha zaten çocuk delisi, Ayşe Nazlı’yı da inanılmaz seviyor.
– ‘Müzik çocuklukta başlıyor’a dönersek ailece şarkılar söyleniyor..
SİLAN- Evet biraz büyüyünce annesiyle birlikte şarkılar söylemeye başlıyor. Babası piyanonun başına geçiyor, Nilüfer ve annesi de günün sevilen şarkılarını birlikte söylüyor.
– Lütfiye Hanım’ın sesinin de çok güzel olduğunu öğreniyoruz.
SİLAN- Hatta o da bir radyo yarışmasına girmiş zamanında.
NİLÜFER- Çok güzel bir sesi vardı annemin, bana da ondan miras. Hatta ses yarışmasına girmemi de hiç beklemediğim halde desteklemişti. Peşimden geldi tabii 15 yaşındaydım.
– O ses yarışmasının jürisi de önemli isimlerden oluşuyor ama asıl halk seçiyor sizi.
NİLÜFER- Hürriyet Haftasonu düzenliyordu, ön eleme de Rumelihisarı’ndaki Lalezar’da yapıldı. Ajda Pekkan, Alpay, Doğan Şener, Fecri Ebcioğlu, Nino Varon, Şehrazat, yanlış hatırlamıyorsam Sezen Cumhur Önal gibi çok önemli müzisyenler ve sanatçılar vardı jüride. İlk katıldığım yarışmaydı. Ön elemelerde beş erkek beş kız finalist belirlendi. Daha sonra o finalistler Caddebostan Budak Sineması, Yeşilköy’de bir açıkhava sineması ve Açıkhava Tiyatrosu’nda olmak üzere üç konser verdi. Bu konserlerde konuk sanatçılar da vardı. Birinde Ajda Pekkan, diğerinde de Hümeyra… Konser biletlerinin üstünde oylama bölümü vardı. Halk erkek ve kızlarda kendi birincisini oyluyordu. Halk oylarıyla kazandım, yani halk seçti beni.
‘YENİ MÜZİK BİR ÇIKMAZDA’
– Kayahan’ı sormak istiyorum. Sıkı dostluktan sizin şarkılarını okumanıza ilişkin aldırdığı mahkeme kararına kadar üzücü şeyler yaşandı. Anlatır mısınız o süreci?
NİLÜFER- Bu konuda hiçbir zaman paralar falan bahsederek asla cevap vermedim. Hep suskun kalmayı tercih ettim. Ancak artık öyle bir noktaya geldi ki bundan birkaç ay önce bir programa çıkıp çok haksız, çok yanlış şeyler söyledi. İzlerken bu duruma artık daha fazla tahammül edemeyeceğime karar verdim. O akşam Bircan’ı aradım dedim ki artık daha fazla bu konuda suskun kalmak istemiyorum bu aşamaya nasıl geldik, nasıl küstük tüm gelişmeleriyle anlatmak istiyorum, kitapta yer alsın istiyorum.
– Okuyunca, Kayahan konusunda kendisiyle çalışmaya başlamanızdan bu yana hep bir diken üstünde olduğunu anlıyoruz, hani bir idare etme durumu gibi.
SİLAN- Çok doğru nitelediniz, aynen öyle.
NİLÜFER- Her şeyden önce arkadaşım, dostum olarak hayatıma girdi. Daha sonra müzikte bir tırmanış gerçekleşti. Bu benim daha evvelden öngörmediğim bir şeydi. Belki o da öngörmemişti ama onun hedefi oydu aslında. Sonradan tabii böyle bir başarı gelince onu devam ettirmek gerekti fakat arkasından yaşanan birtakım tatsız meseleler sonucunda zaman zaman çok mutsuz oldum, üzüldüm, öfkelendim. Bu kadar güzel şarkılar yaratan bir insanın farklı bir yapıya sahip olduğunu düşünüp yine de saygıyla, anlayışla bakmaya çalıştım. Ama artık öyle bir noktaya geldik ki barışır mısınız diye soranlara şunu diyorum; bu dakikadan sonra geri adım atarsam ben ben olmam ki, nasıl barışacağım yani. O benim artık bu duruma bir nokta koyabileceğimi de öngöremedi bence.
SİLAN- Kayahan’ın parayla ilgili bu kadar çok laf etmesine ilişkin şunu da belirtmeliyiz; tabii ki her insan emeğinin karşılığını, hakkı neyse alacak. Kayahan da alacak. Ama Nilüfer 17 yıl boyunca aslında hiç ödememesi gereken paraları bile ödemiş, bırakın hak yemeyi, fazlasını vermiş.
NİLÜFER- Sahneden bile para ödedim kendisine. Fazlasını ödedim. Şarkıdan para alıyordu, sonra yüzde alıyordu. Ne yazık ki son gelinen noktada mahkeme onu haklı buldu. Ama halk bana hak veriyor biliyorum, her şeyin o kadar farkındalar ki… Mesela geçenlerde Bilgi Üniversitesi’nde bir konserim vardı, biri bile bize ‘Geceler’i söyler misin demedi. Kitabın bir amacı da bu, beni daha iyi anlasın insanlar, bir de benim açımdan konuyu bilsinler. Gerçekdışı anlatılan şeylerden de çok sıkıldım, çok tehlikeli bir şey bu yani kendisi de inanıyor gibi bir şey söz konusu.
– Nilüfer’in hak yememe ve yedirmeme konusunda ta yıllar öncesine dayanan bir vukuatı bile var değil mi? Gazino olayı…
SİLAN- Aa tabii, yarım yevmiye verilmesine bayrak açıyor, gazino patronuna rest çekiyor.
NİLÜFER- 18 yaşındayım, gazino her gece tıklım tıklım bize yarım yevmiye verecekler. Solist Zeki Müren’di hatta haber gönderdi bana Zeki Bey, o daha çok genç kabul etsin diye. Bugün olsa kırmazdım kendisini belki ama o zaman 18 yaşında, dediğim dedik. Oysa daha sonra neler yaşadım, kaç yarım yevmiyeler gördük. Mesela İzmir Fuarı’nda her zaman bu tutumla karşılaşırdı bütün sanatçılar maalesef. Birkaç gece ücreti herkesin kesilirdi.
– Dünyada ve Türkiye’de müzik son yıllarda dalgalar halinde değişiyor. Yeni müziği nasıl değerlendiriyorsunuz?
NİLÜFER- Bir çıkmazdayız diye görüyorum. Farklı türlerde müzik yapan insanlar tutuyor. Göksel örneğin, nostaljik şarkılar söylüyor. Ben Göksel’in müziğini çok beğenirim. Bazı sanatçılarımız, İzel gibi Türk müziği şarkıları yapıyor. Geçenlerde internette gördüm, Şevval Sam’ın arabesk albümü çıkmış. Sonra Işın Karaca da çok iyi, bence dünya çapında bir ses, inanılmaz bir gırtlak. Demek ki böyle bir piyasa var burada. Bir kıvılcım, bir atılım lazım müzikte. Dünyayı çok sıkı takip ediyorum. Beyonce, Rihanna dinlediklerim arasında, onlar da hep dans müzikleri yapıyor. En son Amy Winehouse’un albümünü satın aldım, yaptığı müzikleri seviyorum… Asya’yı tabii hem insan hem müzisyen olarak çok seviyorum.
– Bu arada yeni albüm çalışmalarınız hakkında bilgi alabilir miyiz?
NİLÜFER- Bir tanesi değişik konseptte olacak, ön çalışma aşamasında, netleşirse sonbaharda çıkacak. Bir tane de Türk müziği projem var, o hep duruyor, uygun anı yakalayınca yapacağım. Ayrıca onlardan sonra çıkartmayı planladığım bir başka albümün şarkı seçimlerine de yavaş yavaş başladım.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr