Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halis Akalın, grip aşısı yaptırmanın, bu hastalığın ve neden olduğu diğer komplikasyonların önlenmesi için en etkili yol olduğunu söyledi.

Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi de olan Akalın, İnfluenza (grip) aşılarının, ”inaktif aşılar (canlı virüs içermeyen)” ve ”canlı virüs içeren aşılar” olmak üzere 2 tip olduğunu, ayrıca aşıların, içinde ”Adjuvan” bulunup bulunmamasına göre de iki gruba ayrıldığını belirterek, şöyle devam etti:
”Canlı virüs içeren aşılar içinde hastalık yapıcı etkisi oldukça azaltılmış az miktarda virüs bulunur ve bu aşılar burundan püskürtülerek uygulanır. İnaktif aşılar içinde ise virüsün hemaglütinin adı verilen bir parçası bulunur. Hemaglütinin virüsün solunum yollarına tutunmasını sağlayan yapıdır. Virüs solunum yollarına tutunamazsa hastalık oluşturamaz. Virüs cansız hale getirildikten sonra bu hemaglütinin yapısı alınarak aşı için (antijen olarak) kullanılır. Bu aşının uygulanmasından 7-10 gün sonra bağışıklık sistemimiz hemaglütinine karşı koruyucu proteinler (antikor) oluşturur. Bu koruyucu proteinler hemaglütinine bağlanarak solunum yolu hücrelerine virüsün tutunmasını engellerler ve böylece hastalıktan korunuruz.”

Prof. Dr. Akalın, tüm dünyayı etkileyen bir salgınla karşı karşıya olunduğu ve çok fazla kişiyi aşılamak gerektiği için daha az ‘‘hemaglütinin” kullanarak antikorun yeterli miktarda ve uzun süreli olmasını sağlamak amacıyla aşıların içine ayrıca adjuvan konulduğunu dile getirdi.

Adjuvanın aşının içindeki görevinin, hemaglütinine karşı daha uzun süreli ve yeterli miktarda antikor yapımının sağlanması olduğunu anlatan Akalın, uzun yıllardan beri aşıların içinde adjuvan kullanıldığını vurguladı.

En sık kullanılan adjuvanların ”Alüminyum fosfat” ve ”Squalene” olduğuna işaret eden Akalın, ”Avrupa’da üretilen ve uygulanan aşıların çoğu bu adjuvanlardan birini içermektedir. Ülkemizde kullandığımız A gribi (H1N1) aşılarının içinde de adjuvan olarak ‘Squalene’ bulunmaktadır. Daha önce yaklaşık 40 milyon kişiye uygulanmış olan mevsimsel grip aşılarında da bu adjuvan kullanılmış ve önemli bir yan etki bildirilmemiştir” diye konuştu.

Akalın, çocukluk döneminde uygulanan bazı aşıların içinde de adjuvan olarak alüminyum fosfatın kullanıldığına dikkati çekerek, şunları söyledi:
”H1N1 aşısının içinde bulunan ‘thiomersal’ adlı koruyucu madde de genel olarak aşılarda koruyucu olarak bulunur. İnsana hiç bir zararının olmadığı bilimsel olarak gösterilmiştir. Yalnız bu aşıda değil birçok virüs aşısında koruyucu madde olarak uzun yıllardan beri kullanılmaktadır.”

Çankırı’da askerlik görevini yapan 70 yaşındaki Ahmet Vatansever, tezkeresine 3 ay kala hayatını kaybetti.

Adrese dayalı nüfus kayıt sistemine geçildiği zaman askerlik yapmadığı ortaya çıkan, daha önce de çeşitli hastalıklar nedeniyle askere alınmayan 70 yaşındaki jandarma Er Ahmet Vatansever, 12 ay önce başladığı askerlik görevini tamamlayamadı.

Çankırı Hizmet ve Muhafız Bölük Komutanlığında jandarma er olarak askerlik görevini yerine getiren Vatansever, tezkeresine 3 ay kala, solunum yolu rahatsızlığından dolayı yaşamını yitirdi.

Vatansever’in cenazesi, yaşadığı Yalova‘da Merkez Camisi’nde kılınan namazın ardından şehir mezarlığına defnedildi.

Ahmet Vatansever’in kızı Hülya Coşgün, babasının 88/4 tertip olarak vatani görevini yaptığını belirterek, şöyle dedi:

”Yıllarca askere gitmek istemişti. Fakat bazı evrakının eksikliğinden dolayı bu arzusu 70 yaşında gerçekleşti. Yaş haddini geçtiği için isterse askerlik yapmayabilirdi, fakat o bunu çok istedi. Tezkeresine 3 ay kala solunum yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi.” ÖDÜL ALMIŞTI Babasıyla askerdeyken sık sık görüştüğünü ifade eden Coşgün, ”O askerliği severek yapıyordu. Defalarca söylemimize rağmen gelmek istememişti. Çok mutlu olduğunu söylüyordu. Askerdeyken ‘en yaşlı asker’ olduğu için ödül almıştı” dedi.

2 çocuğu ve 4 torunu olan Ahmet Vatansever’in torunlarından Sevda Coşgün ise dedesinin askerlik yaptığı yerde çok sevildiğini ifade ederek, ”70 yaşında büyük bir hevesle askerlik yapıyordu. Tezkeresine 3 ay kala kendisini kaybettik” diye konuştu.

Yeşilin sarıya dönüştüğü, doğanın içine kapandığı, kuru yaprakların ”biten bir ömrü” simgelercesine dalından koptuğu sonbahar mevsimi, şu günlerde görsel bir şölen sunuyor.

”Ömrümüzün son demi, sonbaharıdır artık” dizeleriyle başlayan ve yıllarca dillerden düşmeyen hüzünlü şarkıda olduğu gibi, güftelerin ilham kaynağı olan sonbahar, yerini çetin kış koşullarına bırakmaya başlarken, herkesi farklı duygulara sürüklüyor.

Doğanın suskunlaştığı, rüzgarın sesinin ıslık gibi duyulduğu, kuruyan yaprakların etrafa savrulduğu sonbaharda, dalından düşen her yaprak kimine göre bir ”son” olarak görülüp acı verirken, kimine göre, düşen her yaprağın yerine yenisi yeşereceğinden ”sonun başlangıcı” olarak değerlendiriliyor.

Şarkılarda, türkülerde, ‘‘hüzün, ayrılık ve yaşamın son döneminin’‘ vurgusu olan sonbahar için psikologlar da ”hüzün tetikleyicisi” değerlendirmesi yapıyor, ancak ‘‘sonbaharın güzelliklerine haksızlık olur” diyerek, bu mevsimin, bir son değil, güzel bir başlangıç olarak görülmesini öneriyor.

Psikolog gözüyle sonbahar

Psikolog Göksu Göktaş Telmaç, sonbahar aylarında renklerin pastelleşmesi, havanın erken kararmaya başlaması ve güneşli günlerin yok olmasının birçok insanı strese sürükleyebildiğini söyledi.

Telmaç, ”Yağmurlar ve sabah kalktığımızda havanın yaz aylarındaki gibi pırıl pırıl değil, grimsi olmasının ruh sağlığımız üzerinde önemli etkisi var. Ancak, farklı yapılar gereği, kimi birey bu ayları çok sever, kimisi ise hüzünlü ve iç karartıcı bulur, bunalıma girebilir” dedi.

”Ben yaz insanıyım” diyenlerin, sonbahar ve kışı sıkıcı nitelendirdiklerini anlatan Telmaç, şunları söyledi:
”Her zaman şunu düşünmek gerekir, dışarıdaki insanların, iş yaşamımızın getirdiği stresleri, beraberinde getirdiği depresif durumu üzerimizde taşımaya ne kadar istekliyiz? aynı şeyi şunun içinde sorabiliriz: Hava biraz soğuk, renkler gri, hüzünlü olabilir ama hayatta yakalanacak mutluluklar da mı tamamen kayboldu?”

Telmaç, romantik, duygusal ve mutlu olmasını bilmeyenlere, mevsimlerin stres için bahane olduğunu belirterek, şöyle devam etti:
”Bir birey spor yapıp, sevdiği dostlarını arayıp onlarla görüşüyorsa, yalnızlık anlarının tadını çıkarıyorsa, insanları değiştirmekten vazgeçip, kendi farkındalığıyla yaşıyorsa, akşam yatağına yattığında ne düşünür? Elbette şunu der: Mutluyum, bugün güzel bir gündü.

Unutmayınız ki doğa, mutsuz olmamız için hiç bir handikap yaratmamıştır. Tüm engeller, ön yargılar bizim içimizdedir.”


“Fotoğrafçıların atölyesi gibi”

Bu arada, sonbahar, kişilerde yaratabileceği ruhsal değişimin yanı sıra Türkiye’nin ”cennete” benzetilen birçok yöresinde şu günlerde görsel şölen sunuyor. Bunlardan birisi de Bolu’ya yaklaşık 42 kilometre mesafedeki Yedigöller.

Sonbaharın tüm güzelliklerini görmenin mümkün olduğu Yedigöller, Türkiye’nin dört bir yanından gelen fotoğraf sanatçılarına ve amatörlerine ”atölye görevi” yapıyor.

Görsel şöleni fotoğraflarına yansıtmak için gün boyu deklanşöre basan fotoğraf sanatçılarının kimi düşen bir yaprağı, kimi kurumuş dallar arasındaki böceği, mantarı, ya da bir avuç yeşili görüntülemeye çalışırken, ”sonbaharın güzelliğinde” fikir birliği yaptıkları gözleniyor.

Son 5 yılda, sinemaya giden 122 milyon 897 bin kişiden, 65 milyon 598 bini yabancı, 57 milyon 298 bini ise yerli filmleri tercih etti. Film başına düşen izleyici sayısında ise Türk filmleri, yabancı filmleri geride bıraktı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaptığı çalışmada, yıllara göre sinemadaki gişe rakamları ortaya çıkarıldı. Buna göre, 2005 yılında 27’si yerli, toplam 205 film vizyona girdi. Bu filmleri izlemek için, 11 milyon 92 bin 328’i yerli filmi olmak üzere, toplam 26 milyon 735 bin 404 kişi sinemaya gitti. 2005’te yerli filmler 69 milyon 811 bin lira, yabancı filmler ise 107 milyon 562 bin lira hasılat elde etti.

2006 yılında vizyona giren 33’ü yerli toplam 237 filmi izlemek için, 30 milyon 506 bin 233 seyirci sinemaya giderek, 216 milyon 619 bin lira hasılat bıraktı. Bu yıl, 14 milyon 178 bin 19 kişi yerli filmi, 16 milyon 328 bin 214 kişi de yabancı filmi tercih etti. 40’ı yerli 248 filmin vizyona girdiği 2007 yılında, toplam 225 milyon 784 bin lira hasılat elde edildi. Yerli filmlerin hasılatı 75 milyon 363 bin lira olurken, yabancı filmler yerli filmlerin iki katına ulaşarak, 150 milyon 421 bin liralık hasılata ulaştı. 2007’de yerli filmler 10 milyon 291 bin 993, yabancı filmler de 18 milyon 427 bin 947 olmak üzere toplam 28 milyon 719 bin 940 izleyiciyi sinemalara çekti.
 

En çok gişe yapılan ve hasılat elde edilen yıl 2008

2008 yılı son 5 yılda, sinemacıların yüzünü güldüren yıl oldu. Bu yıl, 50’si yerli 264 film vizyona girdi. Toplam 291 milyon 846 bin liralık hasılatın; 164 milyon 142 bin lirası yerli filmlerden, 127 milyon 703 bin lirası da yabancı filmlerden sağlandı. Toplamda 36 milyon 935 bin 780 kişinin sinemaya gittiği 2008’de, 21 milyon 736 bin 58 kişi yerli filmleri, 15 milyon 199 bin 722 kişi de yabancı filmleri tercih etti.

Ekim 2009 itibariyle, 40’ı yerli 187 film vizyona girdi. 9 milyon 818 bin 474’ü yerli filmleri izlemek için olmak üzere, 22 milyon 378 bin 642 kişi sinemalara akın etti. Bu yıl, 74 milyon 826 bin lirası yerli filmlerden, 109 milyon 726 bin lirası da yabancı filmlerden olmak üzere, toplam 184 milyon 552 bin lira hasılat elde edildi.

Yabancı filmler, 2005-2006-2007-2009 yıllarında seyirci ve hasılatta yerli filmleri geçerken; bu yıllara göre daha çok yabancı filmin vizyona girdiği 2008’de ise yerli filmler yabancı filmleri geride bıraktı. Türkiye’de son 5 yılda, toplamda 150’si yerli 954 film vizyona girdi. 122 milyon 897 bin 357 seyirci sinemaya giderken, bu kişilerin 57 milyon 298 bin 398’i yerli filmleri, 65 milyon 598 bin 959’u ise yabancı filmleri tercih etti.
 

Film başına izleyici sayısında yerli filmler önde

Son 5 yılda 404 milyon 519 bin lirası yerli filmlerden, 507 milyon 104 bin lirası da yabancı filmlerden olmak üzere toplam 911 milyon 623 bin lira hasılat elde edildi. Toplamda, yabancı filmleri daha çok kişi izlemiş ve bu filmlerden daha çok hasılat elde edilmiş olmasına rağmen, film başına düşen izleyici sayısında ise daha çok yerli filmlerin tercih edildiği görülüyor. Film başına düşen izleyici sayısında, yerli filmleri 381 bin 989 kişi izlerken, yabancı filmleri 81 bin 590 kişi tercih etti.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Su Ürünleri Fakültesi Temel Bilimler Bölüm Başkanı Prof.Dr. Mustafa Alparslan, her balığın mevsiminde tüketilmesi gerektiğini belirterek, taze tüketilen balığın vitamin ve mineral kaybına uğramadığını söyledi

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Su Ürünleri Fakültesi Temel Bilimler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mustafa Alparslan, tüm deniz canlılarının üreme ve yaşama mevsimleri olduğu gibi tüketilme mevsimlerinin de olduğunu bildirdi.

Prof.Dr. Alparslan, balıkların avlandıkları ve tüketilmesi gerektiği aylara ilişkin şu bilgileri verdi: ”Ocak ayında uskumru, lüfer, palamut, istavrit lezzetlerini muhafaza eder. Kefal ve hamsi tam yağlı durumdadır. Çinekop, kofana, minakop boldur. Midyenin mevsimi başlamıştır. Tekir, kırlangıç fazla miktarda avlanır. Şubat ayına gelindiğindeyse, pahalı sofraların önemli karakteri olan kalkan mevsimi başlar, mayıs sonuna kadar devam eder. Tekir bu ayda bol çıkar. Uskumru, lüfer, palamut ise bu ayda yağını kaybetmeye başlar. Gümüş balığı, kefal, dere pisisi ve midye lezzetle yenir. Mart ayında kefal, levrek ve kalkanın en lezzetli zamanıdır. Uskumru ise çiroz olmaya başlar. Nisanda kalkan lezzet bakımından yine liste başında gelir ve en bol zamanıdır. Mercan, levrek, kılıç, kırlangıç bolca çıkmaya başlar. Dolayısıyla diğer aylara göre bu ayda balık türü daha boldur. Mayıs ayına bakılınca ıstakoz, levrek, barbunya, dil balığı, tekir, kılıç, kırlangıç, pavurya, karides, iskorpit bolca çıkar, zevkle yenir. Kalkan yavrusu ve gelincik balıkçı ağlarına yüz göstermeye başlar.”

Haziran ayında balıkların az tutulduğunu ve geçici olarak Karadeniz’e gittiklerini bildiren Prof.Dr. Alparslan, şöyle devam etti: ”Dip balıkları da yumurtalarını dökmüş olduklarından dolayı dağınık gezerler. Bu sebeple haziran ayı verimsizdir. Temmuzda sardalyanın mevsimi başlamıştır. Ekim ayı sonuna kadar lezzetini devam ettirir. Tekir, barbunya yine tadını devam ettirir. Istakoz, pavurya, böcek bol miktarda çıkar. Ağustos çingene palamudu mevsiminin açtığı aydır. Sardalya, kılıç, mercan, sinarit, ıstakoz ve pavurya yine nefis lezzetlidir. Eylülde sardalya, kılıç nefasetini devam ettirir. Palamut irileşmiş olup çeşitli yemeği yapılır. Lüfer, kolyoz, izmarit, kırlangıç bolca çıkar. Ekim ayında geçici balıkların yazın Karadeniz’de beslenip Marmara’ya dönüşe başladığı aydır. Bu, balığın her çeşidinin bollaşması demektir. Kasım ayında ekim ayındaki balıkların bolluğu ve lezzeti devam eder. Pisinin en nefis olduğu aydır. Torik akışa başlar, lakerdası yapılır. Aralık ayında ise uskumru, lüfer, palamut, torik yağlı olduklarından her türlü yemeği yapılır. Bu ayda tekir boldur, hamsinin de tam lezzetli zamanıdır.”
 

Balığı nasıl pişirmeli?

Halkın balık pişirme konusuyla ilgili olarak bilinçlendirilmesi gerektiğini belirten Prof.Dr. Mustafa Alparslan, ”Balığın doğru zamanda ve doğru yöntemlerle pişirilmesi halk sağlığı ve halkın beslenmesiyle de çok yakından ilgili olan bir konudur. Balıklar özellikle diğer yemeklerde olduğu gibi pişirme sırasında kesinlikle yanlarından ayrılmamamız gereken besin maddeleri” dedi.

Balıkların pişirilmesi esnasında, aşırı sos ve katkı maddelerine başvurulmaması gerektiğini dile getiren Alparslan şunları kaydetti: ”Balığı sağlıklı bir şekilde pilaki ve mümkünse kızgın yağda pişirilmeden, ızgara, fırın ve mevsimin yeşillikleriyle beraber doğaçlama bir şekilde pişilmesi uygundur. Ancak pişirilmesi konusunda en önemli olan etken balığın içine sevgi katılarak pişirilmesidir. Bu mevsimin balığı olan lüfer özellikle daha büyük boyutlarda iri kofana ve sırtı kara cinsteyse harika bir şekilde pilaki yapılabilir. Balığın insan sağlığı ile doğrudan ilişkili ve günlük beslenmemizde çok önemli bir vitamin ve mineral kaynağı olduğunu unutmamalıyız. Sonuç itibariyle balık, zevkle tüketilen hayvani gıdalarımızın en başında gelen önemli bir üründür”. Alparslan, balığın mevsiminde tüketilmesi gerektiğini, taze tüketilen balığın, vitamin ve mineral kaybına uğramadığını sözlerine ekledi.

Erdal İnönü, ölümünden önce Can Dündar ile yaptığı uzun söyleşide babasını, özel hayatını, siyaset deneyimini, unutamadığı anıları anlattı…

‘Küçükken babam bir konuşmada bana ‘Sonuna kadar görevimi yapacağım’ dedirtmişti. Bu söz, içime işlemiş. Okulda başladım. Üniversitede görevler yaptım. Ondan sonra siyasete çağırdılar, gittim. Bir yerde görev yaparsanız, başka bir görev veriyorlar. Ben de hep bana verilen görevleri yaptım.

Uğraştığım işlerin hiçbirinde büyük bir şey yapmadım; ama hepsinde azar azar bir şeyler yaptım. Öyle olunca insan birçok yerde iz bırakıyor, ama hiçbirinde çok büyük bir şey yapmamış oluyor.

Pişman olduğum bir şey yok, ama hayatım baştan yazılsa sadece bilimle ve yazmakla uğraşırdım.’
Erdal İnönü’nün ‘son söyleşi’si…

Tarihin kucağında büyümüş ve kucağında tarih büyütmüş bir filozof, yürüdüğü uzun yolu, yolun sonunda bütün içtenliği ve bilgeliğiyle anlatıyor.

Can Dündar’dan :

Bugün Erdal İnönü’nün ölüm yıldönümü
2.5 yıl önce 14 Şubat günü, kendisiyle en yakın arkadaşlarından Feza Gürsey’in adını taşıyan enstitüdeki odasında buluşmuştuk. Onunla uzun bir söyleşi kitabı çıkarma fikri yayınevinden gelmişti. Daha önce babasının belgeselini hazırlamıştık. 1983’ten beri de gazeteci olarak kendisini hayranlıkla izliyordum.
O yüzden gururla kabul etmiştim. Erdal Bey de böyle bir çalışmadan memnun olacağını söyledi. Her hafta çarşamba sabahları buluşmak üzere sözleştik.
9 kez buluştuk. 30 saate yakın konuştuk.
Anlattıkları salt kişisel öyküsü değildi; cumhuriyet tarihiydi. Tarihin yazıldığı bir evde doğmuş, politikanın içinde büyümüştü. Atatürk’ü, babasını, tarihin kilometre taşlarını büyük samimiyetle anlattı.

Domuz gribi bir yandan korkutmaya devam ederken, diğer yandan kendi pazarını da yarattı. Bu yeni pazarda sunulan her ürünü kullanmak ise kimi zaman çok da yararlı değil.

Türkiyede domuz gribi son aylarda hızla yayılıyor. Dolayısıyla korunma yöntemleri konusunda herkes telaş halinde. Hangi ürün kullanılmalı, ne tür yemekler yemeli, bağışıklık sistemi nasıl güçlendirilmeli gibi sorular, sorunlar tartışılmaya devam ediyor. Antibakteriyel el temizleme jelleri, koruyucu yüz maskeleri, antibakteriyel sabunlar, aktarlardan alınan bitkisel ürünler, direnç güçlendirici ilaçlarla domuz gribi bir anlamda kendi ekonomisini de yarattı. Bu işten karlı çıkan pek çok sektör de oluştu haliyle.

Domuz gribinden korunmak, bağışıklık sistemini güçlendirmek, zinde kalmak ve keza virüslerle başa çıkabilmek için bitkilerden faydalanmak herkesin başvurduğu bir yol. Bağışıklığı güçlendiren ve mikrop öldürme özelliğine sahip bitkilerin adı ilk defa duyulmuş olsa dahi peşinden koşmayanı yok gibi. Aktarların yolu bugüne dek hiç bu kadar aşınmamış, kapısı bu kadar çalınmamıştır herhalde. Artık her evde en az bir uzman bulunuyor. Peki bunları ne kadar tüketeceğimizi biliyor muyuz? Fazlasının zararlı olduğunun ne kadar farkındayız? Sadece aktarlar da değil. Yemek tariflerinin bile adı değişti. Öksürük çorbası”, “Gribi yok eden yemek”, “Mikrop öldüren çorbagibi isimlerle yemekler pazarlanarak televizyon programları ve gazeteler için bir reyting, tiraj aracı haline geldi. Günlük hayatta yediğimiz yemekleri bir anda bu çarpıcı isimlerle duyunca, daha bir dikkatli dinler olduk.

 

Dikkat edilmeli

Bir de gün içinde bıkmak bilmeden sürülen antibakteriyel jeller, sabun ve mendillerle yüz maskelerinden de söz etmek gerekir. Bir yandan bunların kanser yapıcı etkisi tartışılıyor, diğer yandan da virütik etkisi olmadığı için gerekli olmadığı belirtiliyor. Bunca yapılan yayın da toplumda bir obsesyona yol açıyor. Takıntılı bir halde defalarca her yer siliniyor, jeller çantadan cebe giriyor; hemen ulaşılabilmesi için. Hatta toplu taşıma araçlarında ya da yollarda, kimi zaman komşuya giderken dahi maske takılıyor. Peki bu ürünler ne kadar korumaya sahip?

Hastalık bu, elbette dikkati elden bırakmamak gerekiyor. Önüne geçmek için ne yapmak gerekiyorsa, uygulanmalı. Ancak yeni pazara bu kadar hizmet etmek hangi noktaya kadar mantıklı? Uygulanan bu yöntemlerde aşırıya kaçılması, domuz gribinden korunayım derken başka hastalıklara da yol açabilir mi?

 

‘Su ve sabun yeter’

Pek çok yöntemin sağlığa etkisi olduğu kesin. Ancak pazar büyüdükçe, kendi ekonomisini yaratan domuz gribi için yapılması gerekenler listesi de uzadıkça uzuyor. Bu da tabii başka tartışmaları da gündeme taşıyor. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıklar ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Şadi Yenerle kullanılan antibakteriyel ürünlerin etkisini konuştuk. Söyledikleri çok çarpıcı: Kapitalist pazarda iki temel unsur vardır. Biri korku ve beklenti yaratmak, diğeri de kar marjı oluşturmak. Her toplumsal korkuda veya olayda bundan yararlanılır ve korku abartıldıkça abartılır.Prof. Dr. Yener, önerilen tüm antibakteriyel ürünlerin yanlış bir uygulama sonucu yoğun kullanıldığına dikkat çekiyor. El temizliği için kullandığımız sabun ve su, en kesin çözüm. Antibakteriyel ürünlerin virüse herhangi bir etkisi bulunmuyor. Aksine bakterilerin direnç gelişimine dahi yol açabiliyor. Keza okulların dezenfekte işlemlerinin de gereksiz olduğunu dile getiriyor Prof. Dr. Yener. Çünkü dezenfekte işlemi yapıldıktan kısa bir süre sonra okula gelen öğrenciler bakteri ve virüs yayılımını hemen sağlayabiliyor. Prof. Dr. Yener, domuz gribinin kendi pazarını yarattığına özellikle dikkat çekiyor. Bu yeni pazarın bir ürünü de yüze takılan maskeler. Prof. Dr. Yener, bu konuda da uyarıyor: Yüze takılan maske hastalığı olan kişinin etrafındaki kişilere virüs bulaştırmaması için kullanılır.

 

Bitkiler hem faydalı hem zararlı

İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Filiz Meriçli ise bağışıklık sistemini güçlendirici bitkilerin kullanımında sakınca görmüyor. Tabii bilinçli kullanılması halinde: Her bitkinin faydası olduğu kadar zararı da vardır. Eczacılar bunu bilir. Ne yazık ki sağlık sistemindeki eczacılık uygulamaları bu bilgileri aktarabilecek ortam yaratmıyor. Aktarlar ise bu konudaki gelişi güzel önerileriyle tehlike altında bırakıyor. Domuz gribinden korunmak için aktarlara danışanlar, kimi zaman özensiz önerilerle karşılaşabiliyor. Prof. Dr. Meriçli, Kimi aktarların sarı kantaron önerdiğini duyduk. Antidepresan etkili bir bitkidir, antiviral etkisi yoktur. Başka ilaçlarla beraber kullanılırsa yan etkilerinin oluşması söz konusudiyor.

 

Melisa içilebilir

Melisa çayını öneriyor Prof. Dr. Meriçli. Stresi yönetmek açısından da faydası olduğunu söylüyor. Ancak sekiz haftaya kadar. Daha uzun süreli kullanımlarda de 5-10 gün ara verilmeli. Hatta Prof. Dr. Meriçli, tüberküloz ve MS hastalarının kesinlikle kullanmaması gerektiğini söylüyor. Ekinezya çayı ise insanlarda yarım ila bir derece ateş arttırıcı özelliğe sahip. Ateş konusunda rahatsızlık yaşayanların da kullanmasını önermiyor. Zerdeçal ve zencefil gibi baharatların aşırı tüketilmesi de sakıncalı. Bitkisel ürünler bilinçli tüketildiği zaman vücuda yararlı. Aksi halde yararı kadar zararı da var.

Bilinçli olunduğu durumlarda toplumu bir korku bulutu olarak da saran domuz gribini yenmek mümkün. Ancak gelişi güzel kullanılan ürünlerle zararlarını da görmek olası.

Dördüncü kez düzenlenen sanat fuarına farklı disiplinlerden 301 sanatçı ve 73 sanat galerisi katılacak.

“Contemporary Istanbul” (CI) yerli ve yabancı 301 sanatçı ve 73 galerinin katılımıyla 3- 6 Aralık tarihleri arasında İstanbul’da yapılacak. The Sofa Hotel’de dün düzenlenen basın toplantısında konuşan CI Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli, tüm sektörlerde olduğu gibi sanat ve çağdaş sanatta da daralma yaşandığını ancak Türkiye’de çağdaş sanatın giderek değer kazandığını ve koleksiyoner sayısının arttığını söyledi.

Güreli, bunun için de devlet desteğinin önemli olduğunu belirtti. Akbank Genel Müdür Yardımcısı Fikret Önder ise finans ve sanat dünyasının en önemli işbirliklerinden birini oluşturmanın gururunu yaşadıklarının altını çizdi.

Akbank Private Banking’in desteklediği, Lütfi Kırdar Kongre ve Sarayı’nda yapılacak etkinliğin açılışı, 2 Aralık’ta Aydın Teker’in koreografisinde düzenlenen “aKabı” adlı performansla başlayacak.

Farklı sanatların izlenebilmesi için bu yıl daha çok bölge odaklı bir strateji izleyen CI, açtığı ‘Yeni Ufuklar” adlı bölümüyle her yıl farklı bir ülkeye yer verecek. İlk konuk ülke ise “Suriye”.

Yerli ve yabancı birçok sanatçının resim, heykel, fotoğraf, enstalasyon, video art, dijital sanat yapıtının yer aldığı etkinlikte aralarında İKSV, Akbank Sanat, Sakıp Sabancı Müzesi, Pera Müzesi ve İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin de bulunduğu 12 kuruluş da kendilerini tanıtacak.

Berlin ve İstanbul’un kardeş şehir ilanının 20. yılı kapsamında, Berlin Senatosu’nun desteği ile Berlin’den gelen 6 galeriden sanatçıların eserleri de özel bir bölümde sergilenecek.

Bu yıl ayrıca çocuklar için özel bir alan ve onları güncel örnekleri ile buluşturacak bir eğitim programı da yapılacak. Önceki yıllardan daha büyük bir katılımın planlandığı etkinlikte sanatçıların ve sanat galerilerinin yanı sıra sanat yayınlarına da yer verilecek. CI, ayrıca 2008’de başlattığı “Dialogues” adlı “Kozmopolitlik” temalı konferans dizisinin ikincisini Berlin’de, üçüncüsünü ise baharda New York’ta gerçekleştirecek.

Büyük Önder Atatürk’ün hayatının anlatıldığı, Zülfü Livaneli’nin yapım, senaryo yazarlığı ve yönetmenliğini üstlendiği ”Veda” filminin çekimleri sürüyor. Filmin müzikleri de Livaneli’nin imzasını taşıyor.

Çekimleri değişik mekanlarda bir süredir devam eden “Veda” filmi için ekip, İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Bademli beldesine geldi.Zülfü Livaneli ve ekibi, film hakkında ayrıntılı bilgi vermekten kaçınırken, başrol oyuncusunun da halen gizlendiği öğrenildi.

Filmin, Can Dündar‘ın belgesel nitelikli ”Mustafa” filmine alternatif olduğu yolundaki iddiaları yalanlayan ekip, bunun Atatürk‘ün hayatı ile ilgili ilk sinema filmi olduğunu belirtti.
Veda’nın TRT tarafından çekilmediği de bildirildi.

Bademli’deki çekimlerin, Atatürk’ün çocukluğu ve mahalle mektebi bölümünü kapsadığı, okul arkadaşlarını oynayan figüran çocukların da Ödemiş’teki özel bir okulun öğrencilerinden seçildiği öğrenildi.

Atatürk’ün 6 yaşından beri arkadaşı olan Salih Bozok’un anıları temel alınarak çekilen filmin, bahar aylarında vizyona gireceği, filmde rol alan sanatçıların tamamının Türk olduğu belirtildi.
Tire ilçesinde geçen günlerde Karakadı Camisi’nde yapılan çekimlere, Atatürk ve Zübeyde Hanım rollerini canlandıran sanatçıların katıldığı öğrenildi. Ancak sanatçıların kimlikleri açıklanmadı.

Domuz gribi konusunda dünyada ve Türkiye’de tam bir bilgi kirliliği yaşanıyor.

Bilen bilmeyen herkesin fikir yürüttüğü bu ortamda, insanlar kime ve neye inanacaklarını şaşırmış durumda. Bu karmaşa içinde pek çok soru da yanıt bekliyor: Aşı olmalı mı olmamalı mı? Gripten korunmak için ne gibi önlemler almalı? Hastalık nasıl tedavi ediliyor? Kimler risk altında? İngiltere’nin saygın bilim dergisi New Scientist son sayısında, -Debora McKenzie imzalı makale- doğru olarak bilinen yanlışlara değinerek, bilimsel verilerin ışığı altında gerçekleri açıklıyor.

Domuz gribi salgınının ikinci dalgası kuzey yarıkürede hükmünü sürdürürken, vaka sayısı sürekli artıyor. Pek çok ülkede aşılama kampanyaları başlamış durumda.

Peki bu telaş niye? Virüs korkulduğu gibi bir canavara dönüşmüş değil; ayrıca vakaların pek çoğu da hafif seyrediyor. Öyleyse yaratılan bu panik havası yalnızca aşı ve antiviral ilaç üreticilerinin bir oyunu olmasın?

Ne var ki dünyanın dört bir yanından gelen grip haberleri, bu salgının hiç de göründüğü kadar masum seyretmediğini gösteriyor. Sağlıklı görünen çocukların birden bire soluk alamama sorunu ile hastaneye kaldırıldığı ve bir hafta içinde yaşamlarını yitirdikleri bir ortamda domuz gribinin hafife alınması aymazlık olmaz mı?

Kesin olan şu ki bu salgın en kötü senaryonun uzağında, ancak normal grip gibi seyretmediği de ortada. Bu yıl normalden fazla sayıda insan gribe yakalanacak. Bunların çoğu sağlıklarına kavuşacak, ancak çoğunluğu gençlerden oluşan bir miktar insan ölecek. H1N1 gribi konusundaki son gelişmeleri izleyerek kendinizi ve aile üyelerini koruyabilirsiniz. İşte doğru sandığınız yanılgılar:
 
Domuz gribi aslında iki ayrı hastalıktır!
1.Yanlış: Domuz gribi orta şiddette seyreden gripten başka bir şey değildir. Ölüm oranı normal gripten daha düşüktür.

Bugüne dek dünyada 5.000 kişinin domuz gribinden öldüğü biliniyor. Fakat yalnızca ABD’de her yıl kış aylarında ortalama 36.000 kişi gribe bağlı nedenlerle yaşamını yitiriyor. Bu rakamlar baz alındığında, pek çok insan domuz gribinin, normal mevsimsel gripten daha tehlikesiz olduğunu düşünüyor.

Bir kere bu rakamları karşılaştırmak yanlış. 36.000 rakamı epidemiyolojik çalışmalardan elde edilen bir veri. Washington DC’deki George Washington Üniversitesi’nden Lone Simonsen, grip salgınlarının zamanlamasının yıldan yıla farklılık gösterdiğine dikkat çekerek, herhangi bir ay içindeki normal ölümlerin, grip patlamasının yaşandığı dönemde aynı ay içindeki ölümler ile karşılaştırılması gerektiğini söylüyor. Bu tür çalışmalar, her yıl grip sezonu sırasında veya hemen sonrasındaki ölüm oranlarındaki artışları gösteriyor. Ölümlerin pek çoğunun kaynağı açıkça grip veya gripten sonra ortaya çıkan akciğer enfeksiyonlarıdır. Ne var ki bu ölümlerin yarısından fazlası grip ile ilgili olmayabilir, çünkü grip çoğunlukla kalp krizini veya inmeleri tetikleyerek dolaylı yollardan can alır.

Oysa domuz gribinin neden olduğu düşünülen ölümler doğrudan, virüs kaynaklı solunum yolları enfeksiyonuna bağlıdır. Dolaylı ölümler –normal grip için hesaplanan 36.000 ölümün çoğunluğu- hesaba katılmamıştır. Sonuç olarak 2009 yılı içinde H1N1 gribinden ölenlerin sayısına ilişkin bir tahminde bulunmak olanaksız görünüyor. Belki de normalden daha az sayıda ölüm vakası olacaktır, çünkü kalp krizi gibi ikincil nedenlere bağlı olarak daha yüksek bir riske maruz kalan yaşlılar, virüse karşı bir tür bağışıklık kazanmış olabilir. Ne var ki toplam sayı, büyük bir olasılıkla daha yüksekmiş gibi görünecektir, çünkü virüs normalin üzerinde insanı etkileyecek ve çoğunlukla doğrudan ölümlere neden olacaktır.

Kaldı ki domuz gribi salgınının etkisi yalnızca ölü sayısı ile ölçülemez. Bu salgın, daha öncekiler gibi yaşlıları değil daha çok genç insanları öldürüyor (Bknz: Şekil 1). Ekim ayının ilk günlerinde yalnızca ABD’de 76 çocuk ve ergen domuz gribinden öldü. Bu rakam normal kış rakamlarından oldukça yüksek. Kaldı ki kış daha yeni başladı.

Bir de şöyle düşünün. 2009 H1N1 gribi aslında iki hastalıktır.. Biri pek çok kişi için normal grip; diğeri az sayıda insan için öldürücü nitelikte bir akciğer hastalığıdır. Ağır vakaların pek çoğu bebeklerde görülürken, etkilenen yetişkinlerin yaşı 20 ile 50 arasındadır.

2. Yanlış: Sağlıklı olduğunuz sürece grip size dokunmaz. Yalnızca hasta ve zayıf kişiler gribe yakalanır.

Nüfusun yaklaşık üçte birinin H1N1 gribine yakalanması bekleniyor, çünkü az sayıda insan virüse karşı etkili antikor proteinine sahip. Çok fazla insanın aynı anda hastalanması durumunda ikinci dalga hastanelerin dolup taşmasına ve kamu ve özel sektörde hizmetlerin aksamasına yol açacak. Dolayısıyla domuz gribine yakalanmasanız bile, bu hastalığın olumsuz etkilerinden nasibinizi alacaksınız.

Aslında endişenin esas kaynağı hastalığın ağır seyreden şeklidir. Bu da virüsün doğrudan akciğerlere saldırması şeklinde kendini gösterir. Bazı özel koşullar virüsün akciğerleri tutmasına zemin hazırlar. Örneğin akciğerleri hasarlı –astım ve sigaraya bağlı kapasite düşüklüğü-, bağışıklığı baskılanmış –hamileler-, enflamasyon yıkımına maruz kalmış–obezite, diyabet, kalp/damar hastalıkları- kişiler risk grubunu oluşturur. Ne var ki hastalığın ağır seyrettiği vakaların pek çoğunda bu özel koşullar söz konusu değildir. O halde H1N1 virüsü niçin bazı kişilerde ölümcül akciğer tutulumuna yol açarken, bazılarında hafif grip belirtileri ile geçiştiriliyor?

Bu sorunun yanıtı, kısmen bazılarımızın bir miktar bağışıklık korunması altında olmamızdır. Vücut gribe karşı kendini iki koldan savunur. Biri, antikor denilen proteinlerin virüslere bağlanarak çoğalmalarını engellemesidir. Diğeri, bağışıklık hücrelerinin enfekte olmuş hücreleri avlaması ve yok etmesi şeklinde kendini gösterir. Antikorlardan farklı olarak hücre bazında faaliyet gösteren bağışıklık, sizin hasta olmanızı engellemez, ancak hastalığın ağırlaşmasını önler.

Eğer 50 yaşının üzerinde iseniz, büyük bir olasılıkla H1N1 gribine karşı etkili antikorlara sahipsinizdir. Çünkü vücudunuz H1N1 virüsünden çok da farklı olmayan virüslere daha önce maruz kalmıştır. İşte bu nedenle görece olarak daha az sayıda yaşlı insan, domuz gribinin ağır seyreden türüne yakalanır.
 
Vakaların yarısında ateş görülmez

3. Yanlış: Semptomlar normal gribe benzer. Ateşiniz yoksa domuz gribine yakalanmamışsınız demektir.

2009 H1N1 gribinin semptomları normal gribinkilere benzeyebilir, fakat genellikle farklılık gösterir. Hastada, genel grip semptomlarının yanı sıra mide bulantısı, mide krampları ve ishal görülebilir. Ve vakaların yarısında ateşin yükseldiği görülmez.

Bu şaşırtıcı gelmemeli. Geçen yıl yapılan bir araştırmaya göre deney amacıyla H1N1 ile enfekte edilen insanlarda ateşin yükseldiği görülmedi. 2009 gribinin ağır seyreden türlerinde dahi ateş söz konusu olmadı. Kanada’daki Manitoba Üniversitesi’nden Anand Kumar, “Hastaneye yatırılan hastaların %10’unda ateş tespit edilmedi” diyor. İşin acıklı yönü bu mesajın doktorların tümüne ve sağlık hizmetlilerine ulaşmamış olması. Pek çok vakada resmi rapor şöyledir: Eğer ateşiniz yoksa gribe yakalanmamışsınız demektir.

Bu çok tehlikeli sonuçlara yol açabilir, çünkü domuz gribine yakalandığınızın farkında değilseniz, ağır seyreden türünün belirtilerini gözden kaçırabilirsiniz. Bu belirtiler soluk almakta zorlanma, göğüs ağrısı veya dudakların morarmasıdır. Kumar, bu belirtilerin iki günden daha uzun sürmesi durumunda Tamiflu gibi antiviral ilaçlara hemen başlanması gerektiğini söylüyor. Ve bu ilacın 5 gün boyunca kesintisiz alınması gerekiyor.
 
Gripten korunmak için sağlıklı yaşam

4.Yanlış: Eğer organik gıdalarla beslenirsem, vitamin alırsam, maske takarsam, ellerimi yıkarsam ve bol bol sıvı alırsam bana hiçbir şey olmaz!

Sağlımızı korumak hafif seyreden grip vakalarında hastalığın daha da hafif atlatılmasını sağlar. Sigara içmemek, aşırı kilolardan kurtulmak, aşırı içki içmemek, salgının ağır geçirilme riskini azaltır.

Ancak organik gıdalara yönelmek ile gribin kolay atlatılması arasında herhangi bir ilişkinin bulunduğu yönünde bilimsel bir kanıt söz konusu değil. Son yapılan bir araştırma D vitamininin koruyucu olduğu iddiasının doğrulamadı. Bilimsel çalışmalar bol sıvı tüketilmesi önerisini de desteklemiyor. Kaldı ki aşırı sıvı almanın zatürreeye iyi gelmediği biliniyor.

Pek çok insan maskenin kendilerini koruduğuna inanıyor, ancak viral parçacıkların çoğuna karşı koruma sağlayan N95 maskelerini kullanan Kanadalı hemşirelerin, normal bez maske takanlarla aynı oranda gribe yakalanması, maskenin, nasıl olursa olsun, koruyucu etkisinin olmadığını gösteriyor. Şaşırtıcı olan el yıkamanın da yararlı olduğunu gösteren çok az sayıda kanıtın olması. Bu alışkanlık yalnızca çocuklarda yararlı.

Yetersiz uyku, bağışıklık sisteminin optimum çalışmasını engellediği için, hastalığa yakalanmamak için uykusuz kalmamaya dikkat etmek gerekir. Benzer şekilde rafine şeker ve bu şekerle yapılmış yiyeceklerden de uzak durmakta fayda var, çünkü şekerin fazlası da bağışıklık sistemini baskılayabiliyor. O zaman koruyucu olarak geriye tek bir yöntem kalıyor. O da aşılanmak.

5. Yanlış: Aşı üretildiğine göre artık korkacak bir şey kalmadı!

H1N1 aşısının sizi ve aile üyelerini virüse karşı koruması gerekir. Ancak insanlar aşıya aylarca ulaşamayabilir. Belki de ulaşma şansları hiç olmayabilir. Aralarında ABD ve İngiltere’nin de bulunduğu bazı ülkeler herkesin aşılanmasına yetecek kadar aşı ısmarladılar. Ne var ki siparişler parti parti teslim ediliyor. Çünkü aşı virüsünün gelişmesi zaman alıyor ve aşı üreten fabrikaların sayısı az.

Yoksul ülkelerin çoğu, çok az sayıda aşıya sahip olacak; belki de hiç olamayacak. Zengin ülkelerde ise aşılanıncaya kadar çok sayıda insan yine hastalanacak; bazıları ölecek.

ABD’deki anababaların yaklaşık yarısı çocuklarını aşılatma konusunda kararsızlar. Bunun nedeni aşının yan etkileri ile ilgili ortada dolaşan, temelsiz dedikodular. Oysa çocuklar genel olarak aşılanması öncelikli risk grubunu oluşturuyor.

Şu anda piyasada hem salgın grip türüne karşı, hem de normal gribe karşı aşı bulunuyor. Şimdi insanlar hem normal grip aşısını, hem de domuz gribi aşısını olmak zorunda mı? Bu soruya kimse kesin bir yanıt veremiyor. Daha önceki salgınlarda, yeni virüs daha önceki, etrafta dolaşan virüsün yerine yerleşiyordu. 2009 gribinin istilası altında olduğumuz şu günlerde grip vakalarının yalnızca %1’i eski virüs türünden kaynaklanıyor. Bazı uzmanlar eski H3N2 virüs tipinin kış mevsiminin sonlarına doğru yeniden güçleneceğinden korkuyor. Bu nedenle normal, mevsimsel grip aşısını olmamızı tavsiye ediyorlar.
Aşılanma, aşılanmamaktan daha güvenli
6. Yanlış: Aşılar güvenilir değil. Acele bir şekilde hazırlanan ve piyasaya sürülen bu aşıların güvenilirliği büyük tartışma yaratıyor. Özellikle bu aşıların yol açabileceği yan etkilerin domuz gribinden daha tehlikeli olabileceğine dair yorumlar yapılıyor. Bu kadar hafif seyreden bir grip için bu yan etkileri göze almak gereksiz!

Bu grip her zaman hafif geçmeyebiliyor; genç ve sağlıklı insanlar için ölümcül olabiliyor. Siz de bu şanssız insanlardan biri olabilirsiniz. Hatta siz gribi hafif atlatsanız bile, ailenizin bir üyesine veya arkadaşınıza bulaştırdığınız hastalık onlarda çok ağır bir seyir izleyebilir.

Aşıya gelince.. İnsanların aşı konusundaki hassasiyetleri geçmişteki talihsiz olaylardan kaynaklanıyor. 1976 yılında, 1918 salgınının vahim sonuçlarının tekrarlamasından korkulduğu için 48 milyon Amerikalı aşılandı. Bunların 532’sinde, Guillain-Barre sendromu denilen ve bazı başıboş antikorların sinir hücrelerine saldırması sonucu ortaya çıkan felç durumu gelişti. Bunların çoğu iyileşti, yalnızca 25’i ya öldü ya da sakat kaldı.

1976’da yapılan aşının yan etkisi 1 milyonda 10 oranında görülürken, normal grip aşısında başka nedenlerle Guillain-Barre hastalığına yakalanma oranından bir vaka fazlası ortaya çıkıyor.

Bu tablo aşılanmamanın daha güvenliği olduğu anlamına mı geliyor? Kesinlikle gelmiyor. İlk başta domuz gribinin insanları öldürme riski var. İkincisi, çok az insanın bildiği bir gerçek var. O da gribin kendisinin Guillain-Barre sendromuna yol açma riskinin herhangi bir grip aşısından daha fazla olması. 2009 yılında yapılan bir araştırmaya göre gribe yakalanan her milyonda 40-70 kişide Guillain-Barre hastalığı görülüyor. Dolayısıyla Guillain-Barre hastalığına yakalanmamanın en uygun yolu grip aşısı olmak.

Aşılarla ilgili bir diğer kaygı nedeni de adjuvan denilen bağışıklığı uyarıcı kimyasallar. Bunlar bazı aşılara ilave ediliyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) salgın aşılarına adjuvan ilave edilmesini istiyor. Şu anda ABD’de üretilen aşılarda adjuvan bulunmamakla birlikte Avrupa’da üretilenlerde var.

Pandemik aşılarının tümü kendi güvenlik testlerinden geçiriliyor ve hemen hemen hepsi mevsimsel grip aşılar baz alınarak üretiliyor. Çok nadir yan etkiler milyonlarca insan kullandığı zaman ortaya çıkabiliyor. Adjuvan içeren mevsimsel grip aşıları çoğunlukla yaşlı insanlara yapılıyor. Dolayısıyla bunların nadir görülen yan etkilerinin gençlerde ortaya çıkıp çıkmayacağını bilemiyoruz.

Aşı nedeniyle Guillain-Barre hastalığına yakalanma riski milyonda birden azdır. Bu hastalığa grip nedeniyle yakalanma riski ise milyonda 40’tır. Domuz gribinin ABD’de yaklaşık 800 kişinin ölümüne yol açtığı belirtiliyor. Bu da milyonda 2 kişi anlamına geliyor. Domuz gribinin ilk dalgasında ABD’deki yaşı 4 ve altında olan 20.000 çocuktan yalnızca biri hastanelik hale geldi. Bu durumda aşılanmamanın daha güvenli olduğunu hâlâ düşünüyor musunuz?

7.Yanlış: Virüs daha kötüye evrilmiyor!

Yaygın bir görüşe göre patojenlerin etkisi her zaman türden türe atlarken azalır. Ancak bazı durumlarda mikropların güçlendiği de görülmüştür. H1N1 virüsü söz konusu olduğunda kimse virüsün ileride bu süreçten güçlenerek mi, yoksa zayıflayarak mı çıkacağını bilmiyor.

Bu aşamada söylenecek tek şey bugün virüsün domuz gribinin tek ilacı olduğu düşünülen Tamiflu’ya karşı dirençli bir türe dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda fikir beyan etmek. Bugüne de Tamiflu’ya dirençli bir türüne rastlandı, ancak bu tür panik uyandıracak kadar yaygın değil.

Ayrıca domuz gribi geçiren insanların çoğu bağışıklık kazanıyor. Bu bağışıklığı yıkabilecek güçte olan yeni bir virüs türü halihazırdaki türün yerine geçebilir. Şimdi bu yeni çıkan tür daha mı güçlü, yoksa daha mı zayıf mı olacak?

Daha önceki salgınlarda ikinci dalga bazen ilkinden daha da kötü olmuştu. Bunun nedenleri konusunda kesin bir değerlendirme yapılamıyor. Bu, virüsteki genetik değişikliklerden kaynaklanabildiği gibi, hava koşulları gibi başka faktörlerden de kaynaklanmış olabilir. Amerikan Sağlık Enstitüsü’nden (NIH) Jeffery Taubenberger, 1918 gribinin bu kadar ölümcül olmasını, zayıflamış akciğerleri enfekte etmiş olan bakterilere karşı antibiyotiklerin olmamasına bağlıyor. Eğer haklı ise, 1918 gribinin kış aylarında ortaya çıkan ikinci dalgası daha ölümcüldü ve bunun nedeni viral evrim değil, bakteriyel enfeksiyonların kış aylarında daha yaygın olmasıydı.

8. Bu salgın sona erdiği zaman birkaç 10 yıl daha rahat edebileceğiz!

Bundan bir sonraki salgın 2059 yılında da ortaya çıkabilir, gelecek yıl da. Grip salgınları belirli bir şablon izlemez. Bugüne dek tespit edilen salgınlar şu yıllarda ortaya çıktı: 1580, 1729, 1781, 1830, 1847, 1889, 1918, 1957, 1968 ve 2009. Ancak bu sonuncusunun ortaya çıkış şekline baktığımızda yeni salgının çok da uzakta olmadığı ortaya çıkar.

 

Yeni bir salgını olabildiğince geciktirmenin de yolları var. Griplerin yoğun çiftçilik faaliyetlerinin bir ürünü olduğu düşünüldüğünde, bu yollardan biri büyükbaş hayvanlardaki virüsleri yakından izlemek. Bunlar aşılanmış hayvanlar da olabilir. Çünkü bazı grip türleri aşılanmış hayvanlarda da evrilip yayılabilir.

Gelişmeler aslında umut verici. Bilim insanları rekor hızda aşı üretebiliyorlar. Ancak grip virüsü enfekte ettiği hastaların yarısını öldürürse başımız belada demektir. Şimdiki grip salgını, tüm grip virüslerine karşı etkili tek bir aşı üretilmedikçe, aşıları daha hızlı üretmemiz gerektiğini ortaya koyuyor.