Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Norveç’in başkenti Oslo’da düzenlenen 55. Eurovision Şarkı Yarışmasında Türkiye’yi “We Could Be The Same” parçasıyla temsil edecek olan “Manga” grubu, 27 Mayıs’ta yapılacak ikinci yarı finalde 17. sırada, Telenor Arena kapalı futbol stadında sahneye çıkacak.

 Norveç’e Salı günü gelmesi beklenen grup, ilk provasını 19 Mayıs tarihinde yapacak.
Finalde olduğu gibi, bu yıl ilk kez yarı finallerde de seçim, yarısı SMS, diğer yarısı ülkelerin oluşturduğu jüri oylarıyla yapılacak.

Yarışmaya bu yıl, Lüksemburg, Macaristan, Andora, Çek Cumhuriyeti ve San Marino gibi ülkeler ya maddi sorunlardan ya da protesto amacıyla katılmıyor. Geçen yıl “We don’t wana Put-in” adlı parçayla Rusya’nın protestosuna uğrayan ve yarışmadan çekilen Gürcistan, bu yıl Oslo’da sahne alacak.

Öte yandan, yarışmanın yapılacağı alanın eski Oslo havalimanı olması dikkati çekiyor. Kontrol kulesinin yarışma salonu Telenor Arena ile yan yana olması değişik bir manzara sergiliyor.
Norveç’in birinci lig kulüplerinden Stabaek’ın da maçlarını oynadığı Telenor Arena, yaklaşık 23 bin kişilik kapasiteye sahip. Ancak Eurovision Şarkı Yarışması için 18 bin kişilik yer ayrıldığı, bu yılın ev sahibi olan Norveç’in resmi televizyon istasyonu NRK tarafından açıklandı.

ATATÜRK, İNÖNÜ, HİTLER ve ERDOĞAN

Dr. Orhan Çekiç, Maltepe Üniversitesi

Başbakan Erdoğan’ın İsmet Paşa’yı Adolf Hitler’e benzetmesi geniş bir polemiğe yol açtı. Bunun hemen ardından Başbakan Erdoğan gazetecilere bu kez Atatürk’ün İsmet Paşa’ya gönderdiği 19 Şubat 1931 tarihli bir mektuptan söz ederek, “…Aaah Atatürk ah!…asıl siz bu mektubu bir görseniz!…” anlamında bir gönderme yapınca bütün basın bu mektubun peşine düştü ve ortalık karıştı ama Başbakan Erdoğan dahil herkes değerlendirmelerinde yanıldı.

Bu yazı işte bu yanılgıya işaret etmek için kaleme alındı…

Atatürk Konya’da tetkiklerde bulunuyordu. 21 Şubat 1931 Cumartesi günü İsmet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafla (yani 19 Şubat tarihli bir mektupla değil. Zira seyahat halindeyken kimseye mektup yazmaz, telgrafla mesaj gönderirdi), özetle şu bilgileri ve talimatı veriyordu:

“…Gezi boyunca uğradığım kentlerdeki müzelerimizi de ziyaret ettim. Büyük bir arkeolojik zenginliğe sahip olduğumuzu gördüm. Ancak bu konuda yeterli uzman elemanımızın olmadığı bilgisini aldım. Bu nedenle, yurt dışına eğitime gönderilecek talebelerin bir kısmının bu alana tahsis edilmesi yararlı olur fikrindeyim…”

Telgrafın buraya kadarını ele geçirenler buradan bir polemik çıkaramayacakları nı görünce biraz da “…ne varmış ki bunda…” anlamında soruşturmayı sürdürdüler, hatta işin aslını bana da sordular. Telgrafın devamını bulanlar ise konuyu çözer gibi olmuşlardı. Zira Atatürk telgrafında şöyle devam ediyordu:

“…Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabe içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki şaheserleri kıymette bazı mebâni (yapılar) vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Camii, Sahip-Ata medrese, cami ve türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare, derhal ve müstacelen (süratle)  tamire muhtaç bir haldedirler. Bu tamirin gecikmesi, bu âbidelerin kâmilen (tümüyle) inhidamını mucip olacağından (çökmesine yol açacağından), evvela asker işgalinde bulunanların tahliyesinin (boşaltılmasının)  ve kâffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin (tümünün uzman kişiler gözetiminde tamirinin)   temin buyrulmasını rica ederim.”

Durum şimdi daha anlaşılır olmuştu. Bu telgrafa göre pek çok tarihî eserimiz ve camimiz asırlardır ihmal görmüş, bakımsız bırakılmıştı. Derhal onarılmazlarsa yıkılabilirlerdi. Üstelik bu eserlerin bir kısmı da askerlerce depo gibi kullanılıyordu. Bunları da asker acilen  boşaltmalıydı…İşte Başbakan Erdoğan bu noktaya dikkati çekmeye çalışıyordu. Gerçekten de İkinci. Dünya Savaşı boyunca  Türkiye’yi tüm baskılara rağmen  savaşa sokmayan İsmet Paşa benzer eleştirilere sıkça maruz kalacak, “…camileri buğday ambarlarına çevirdiği, onu da askere yedirip halkı aç-sefil bıraktığı…” propagandası yaygın olarak aleyhine kullanılacaktı .

Belli ki Başbakan, Atatürk’ün asker konusundaki eleştirisini günümüzdeki “asker karşıtı politikalara” malzeme olarak kullanmak istiyordu. Oysa Atatürk’ün hemen  ertesi gün, 22 Şubat 1931 Pazar günü Konya Ordu Evi’ni ziyareti esnasında  “ordu” için yaptığı konuşmayı bilse, bu polemiğe girer miydi acaba?

Atatürk o gün, beraberinde Konya Valisi İzzet Bey ve 2. Ordu Müfettişi Fahrettin (Altay) Paşa olmak üzere, gece saat 22.00 sıralarında Ordu Evi’ne geldi.

Burada yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

“…Arkadaşlar! …Bilirsiniz ki Türk Milleti, ne vakit yükselmek için adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima pişva (önder, baş) olarak, daima yüksek millî ideali tahakkuk ettiren (gerçekleştiren)  hareketlerin pişdarı (öncüsü) olarak, kendi kahraman çocuklarından mürekkep ordusunu görmüştür.

Bunun içindir ki, Türk Milleti tehlikelere karşı, elinde kılınç, yürümeye müheyya (hazır) bulunan kahraman çocuklarına derin emniyet beslemiştir. Ve bu emniyeti daima besleyecektir. Bundan sonra da Türk Milleti’nin ulvî idealinin husulü için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. Bütün Türk Milleti; muvaffak olduğu her  hayatî şeyin kahramanı olarak  kendi ordusunu, ordusuna kumanda eden öz evlatlarından mürekkep zabitler heyetini, yüksek kumanda heyetini görmektedir…Bu millî tecelli ile daima iftihar edebiliriz.”

Atatürk bir taraftan askerin kullanımında olan sivil yapıların boşaltılmasını istiyordu ama diğer taraftan da ordu ve her rütbeden mensupları için işte böyle sesleniyordu.

Bu O’nun Konya’ya dokuzuncu gelişiydi.  Hareketinden bir gün önce 1931 yılı bütçe görüşmesine katılarak Kabineye başkanlık etmişti. O gün de Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşülmüş, eğitim için Avrupa’ya gönderilecek öğrenciler konusu ele alınmıştı. Daha sonra seyahate çıkan Atatürk gittiği her kentte müzeleri ziyaret edip, Konya’da da benzer taleple karşılaşınca, İsmet Paşa’ya yukarıdaki telgrafı çekerek, “…hazır Avrupa’ya gönderilecek öğrenciler meselesini konuşuyorsunuz. Bu öğrencilerin bir kısmını arkeoloji sahasına kaydırın. Bu konuda büyük açığımız olduğunu gözlemledim. Ayrıca bazı çok önemli sanat eserlerimiz de çökmek üzere. Üzerinde çalışmakta olduğunuz bütçede, bu eserlerin bakım ve onarımları için de pay ayırın, yoksa geç olacak…”demek istemişti ve olay sadece bundan ibaretti. Basın bu ayrıntıyı bilmediği için, muhabirler dört yana dağılmış bilgi topluyorlardı .

Ancak hiç değilse şu kadarı bilinmeliydi :  Avrupa’da yükselen değerin nazizim ve faşizm olduğu dönemde, diğer ülkelerin de hızla komünizme kaydığı bir ortamda İnönü, istese diktatör olabilirdi zira O Balkanlardan, Çanakkale’den, Kafkaslardan, Suriye Cephesi’nden, İnönüler’den, Sakarya’dan, Büyük Taarruz’dan, nihayet Lozan’dan geliyordu…

İsmet Paşa’yı faşistlikle suçlayan Başbakan ise halkın içinden…Yani Kasımpaşa’dan, Rize’den, Siirt’ten…Övünülecek nokta budur.

Bu sonuç ise, demokrasinin zaferidir ve İsmet Paşa o demokrasiye giden yolun kapısını açandır. Bu gerçek değiştirilemez.

Tıpkı Anayasamızın ilk üç maddesi gibi…

ANTİDEPRESAN İLÂÇLAR BAĞIMLILIK YAPAR MI?

Sevgili kadim dostum Kardiyolog ve İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Murat Kınıkoğlu Akşam Gazetesi’ndeki köşesinde ve http://www.doktormurat.net/ web mekânında şöyle bir yazı neşretti:

“Alo, doktor bey siz misiniz?”

“Evet, benim buyurun.”

“Merhaba ben A… Kusura bakmayın sizi rahatsız ettim. Kocam son günlerde çok sinirli. Bugün sizde randevusu var, ona bir antidepresan yazsanız çok iyi olur diyecektim.

“Depresyon ilâcı mı yazayım?” 

“Evet, depresyon ilâcı… Yalnız sakın benim aradığımı söylemeyin.”

“Peki, ama depresyon ilâçlarının bâzı yan tesirleri oluyor.”

“Ne gibi?”

“Mesela kocanızın performansı düşer, cinsel isteksizlik olabilir.”

“………..”

“Alo orada mısınız?”

“Evet, dinliyorum, tamam yazmayın o zaman, yalnız söyleyin sinirlenmesin.”

“Olur söylerim.”

Yukarıdakine benzer telefon görüşmelerini oldukça sık yaparım. Kadınlarımızın ne kadar kocalarının sıhhatine düşkün olduğunu(!) bilmek beni mutlu ediyor. Tabii her görüşme yukarıdaki gibi sonlanmıyor, bazılarına, “Kocanızda isteksizlik başlar” dediğimde, “Siz gene de ilâcı yazın. Benim kocada performans zaten sıfır. Sinirli olunca da hiç çekilmiyor” cevabını alıyorum.

Geçen hafta İngiliz Hull Üniversitesince yapılan bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Kamuoyunda geniş olarak tartışılan bu çalışmada Prof. Irving Kirsch, antidepresan ilâçların ağır depresyon dışındaki hastalarda yararsız olduğunu söylüyor. Basınımız “Antidepresan ilâçlar etkisizdir” gibi bir sonuç çıkarınca hastalarımız haklı olarak huzursuz oldular. Doktorlarını arayıp “Bu ilâçları boşuna mı kullanıyoruz?” diye soranlar olmuş. (Esasında içlerinden “Doktor bey ne iş? Sen yıllardır bu ilâçları bize yutturup duruyorsun, meğer bir işe yaramıyormuş” demek geliyor ama kibarlıklarından söyleyemiyorlar). Peki, bu İngiliz profesör neden ortalığı karıştırıyor derseniz adam şunu diyor: “Burnunuz aktığı için mide ilâcı almayın, işe yaramaz”. Bir diğer deyimle “çok sinirliyim” veya “bugünlerde biraz canım sıkılıyor” diye antidepresan ilâç alınmaz. Antidepresan ilâçlar adı üstünde sâdece “depresyonda” alınır.

Hazır konu antidepresan ilâçlardan açılmışken birkaç şey daha söyleyelim.

  1. Antidepresan ilâçlar konu komşunun, eş dostun tavsiyesi ile alınacak ilâçlar değildir. Mutlaka bir doktorun önerisi ile ve onun takibi ve kontrolü altında alınmalıdır.
  2. Antidepresan ilâçların önemli yan tesirleri vardır. Pek çok hasta, ilâca başlar başlamaz ortaya çıkan çarpıntı, fenalık hissi, ağız kuruluğu gibi tesirler yüzünden ilâcı bırakmak zorunda kalır. Uzun vâdede, kullanılan antidepresanın türüne göre değişmekle birlikte hastaların yüzde sekseni kilo alır.
  3. Antidepresan ilâçların “sinirlenmeyi önlemek” veya “rahatlamak” veya “küçük şeyleri kafaya takmamak” veya “sözlüsü ile daha az kavga etmek” amacıyla kullanılması yanlıştır. Kendinizi aşırı sinirli buluyorsanız telkinle, mantığınızı kullanarak, düşüncelerinizi ve hareketlerinizi kontrol etmeye çalışın.
  4. Antidepresanların bir diğer önemli yan tesiri “Seksüel performansı negatif etkileyebilmeleridir”. Orgazm olmayı güçleştirebilir, bâzen isteksizlik yaparlar.
  5. Antidepesanlar bağımlılık yapmaz denilmesine bakmayın, bal gibi yaparlar. Uyuşturucu ilâçlar gibi gittikçe doz artırmak istemezsiniz ama bırakmaya kalktığınızda ortaya çıkan şikâyetler tekrar ilâca sarılmanıza neden olabilir. Konu komşu tavsiyesiyle ilaca başlayan ama bırakınca ortaya çıkan şikâyetler yüzünden bir türlü ilâçtan kurtulamayan hastalar çok. Doktor kontrolünde ilâç alanlar için böyle bir tehlike yoktur. Yeterli iyilik sağlandığında ilâcın dozunda kademeli azaltma yaparak veya başka ilâçlar ikame ederek hiçbir şikâyet olmadan ilâç bırakılabilir.

***

Maâlesef pek de doğru mesaj vermediğini düşündüğüm bu yazı hasebiyle Murat’la haberleştik ve ona şu mesajı yolladım:

Sevgili Murat,

Bağımlılık nedir, ne değildir konularında kendi web mekânımda (www.keremdoksat.com) bir yazı yazacağım; sana da yollarım. Şimdilik kısaca cevap vereyim çünkü benim sayfam Akşam gazetesinde değil ve milyonlara ulaşmıyor; dezenformasyonun her plânda yaygın olduğu günümüzde, sağlık konularında bâri bu olmamalı diye düşünüyorum.

Mezolimbik sistem (ventral tegmental alan ve nuk. akkumbens arasındaki DAerjik ve peptiderjik devre) davranışsal bağımlılığa sebep olur. Meselâ senin güzel yazılarını okumanın bağımlılık yapması bu türden… Bâzı hastaların ilâçlarına bağlılıkları böyle oluşur.

Fakat farmakolojik bağımlılığın epey alt tipi var: GABA A reseptörü üzerinden olanlar (alkol, benzodiyazepinler, barbütiratlar); kannaboidler üzerinden olanlar (mu ve kappa reseptörleri, keza K1 reseptüörleri), ACh üzerinden olanlar (öforizan olduğu için), DA üzerinden olanlar (amfetamin, kokain, ekstazi) gibi…

Hiç bir legal antidepresan bu türlerden bir bağımlılık yapmaz. Sâdece beyindeki dengeler değiştiği için, fluoksetin hâricindekiler (bunun hem kendisi hem de metaboliti aktiftir ve wash-out’u yâni vücuttan tamamen atılması 8 haftayı bulur) tedricen azaltılarak bırakılmalıdır, yoksa istenmeyen etkiler ortaya çıkar. Hepsi bu.

Bahsettiğin “bağımlılık” konusuna gelince… O hastalar haklılar aslında. Çünkü artık netleşti ki, ikinci, hele üçüncü majör depresif epizoddan sonra ömür boyu ilâç kullanmak gerekiyor. Hâttâ, ilk epizod çok şiddetliyse + süisidalite (intihar eğilimi veya girişimi) varsa + soygeçmişte psikiyatrik morbidite varsa, bunlara “mental diabetics: zihinsel şeker hastaları” deniyor ve tıpkı ensülin kesilemeyeceği gibi, antidepresan ilâcı da hiç kesmiyoruz.

Bir başka önemli husus da, idame dozu tedavi dozudur.

Depresyon %100 tekrarlayan bir hastalık; bütün vak’aların %10-15’i de 3. dereceden tedaviye direnç gösteriyor. EKT’ye dahi dirençli (4. dereceden) vak’alarda ketamin, skopolamin verilmesi, hâttâ psikoşirurji uygulanması gündemde… WHO, depresyonu en önemli 3. sağlık sorunundan 2.’ye terfi ettirecek. Bütün ünipolar majör depresyon vak’alarının en fazla %15’i tedavi görüyor; bu %15′in ise sâdece %5′i doğru tedavi ile buluşuyor. Bipolar Bozukluk’ta (Manik Depresif Hastalık) ise işler çok daha vahim. Bu sebeple pratisyenlere ve diğer uzmanlara bu konuda sürekli eğitimler veriyoruz.

Yâni, tabii ki konu komşu tavsiyesiyle ilâç alınmamalı ama doktorların da, hâttâ psikiyatrların da ciddi bir kısmı bu ilâçları hangi doz ve sürede kullanacaklarını bilmiyorlar.

Bu arada, yakınlarda bütün medyanın gündeme düşürdüğü bir araştırmada bu ilâçların şekerli tabletlerden farksız, yâni etkisiz olduğu iddia edildi, bundan sen de bahsetmişsin (Kirsch I, Deacon BJ, Huedo-Medina TB, Scoboria A, Moore TJ, Johnson BT [2008] Initial Severity and Antidepressant Benefits: A Meta-Analysis of Data Submitted to the Food and Drug Administration. PLoS Med 5(2): e45 doi:10.1371/journal.pmed.0050045); araştırıcılar arasında hiç psikiyatr olmadığı gibi, venlafaksin’in ve çoktan piyasadan kaldırılmış olan nefazodon’un SSGİ olduğunu zannediyorlardı; metodoloji de kötüydü, uzun vâdeli sonuçları es geçmişlerdi. Neyse ki bu garip yayının etkisi pek yüksek olmadı…

“Pek çok hasta, ilâca başlar başlamaz ortaya çıkan çarpıntı, fenalık hissi, ağız kuruluğu gibi tesirler yüzünden ilâcı bırakmak zorunda kalır” ifâdene de katılmıyorum, kusura bakma. İyi bir psikoedükasyon (hastanın ve yakınlarının eğitilip bilgilendirilmesi) ve hekim hasta iletişimiyle, ilâcı terk etme oranı %10’un da epey altına düşer.

Kısmen tedavi edilmiş depresyon azıcık gebe olmak gibidir.

Dostlukla…

Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 01 Nisan 2008 Salı

1. Çevremize baktığımızda herkesin birer takıntısı var. Peki, bunun bir hastalık olduğu nasıl anlaşılıyor?

Ufak tefek takıntılar toplumun %90’ına yakınında vardır. Bâzısı kültürden ve/veya bâtıl itikatlardan kaynaklanır: Kötü bir şeyden bahsedilince “Allah korusun” deyip üç kere tahtaya vurma bunun tipik örneği… Çeşitli hayvanlardan korkma da sık rastlanan bir durumdur; kara kedi görünce başına bir felâket geleceğini düşünmek de buna bir örnek. Bu gibi mâsumca takıntıların hiçbir mahzuru yoktur; hâttâ elini üç kere tahtaya vurunca rahatlayan kişiye stresten kurtulma anlamında faydası dahi olur. Prensip olarak, bu davranışları sergileyen insanlar aslında saçma olduklarının farkındadırlar ama gene de yaparlar.

Buna karşın, eğer takıntılar kişinin hayatının ciddi bir kısmını kaplıyor veya kapsıyorsa, meslekî, âilevî, toplumsal ve akademik performansında işlev kaybına yol açıyorsa, bu takdirde bu durum bir “hastalıktır”. Meselâ mütedeyyin bir Müslüman beş vakit namaz kılmazsa huzursuzluk duyar; bu kültürel açıdan çok normâldir. Ama “ya şu duayı eksik okudumsa, ya secdeye başımı yanlış koduysam” diye gününün neredeyse tamamını namaz kılarak geçirmeye başlamışsa, hastalık da başlamış demektir. Sorulduğunda da “biliyorum, bu çok saçma ama ne yapayım, elimde değil” cevabını alırsınız.

2. Takıntısı olan herkes obsesif mi?

Halk arasında “saplantı” veya “takıntı” diye isimlendirilen obsesyon terimi eski Lâtince’de “rahatsız etme” anlamındaki “obsideratum” veya “obsidere” kelimesinden gelir. Fransızca “idee fixe veya idée fixede benzer anlam taşır, sâbit fikir demektir. Türkçeye de “idefiksli adam” diye geçmiştir. Kişinin iradesi dışında kafasına takılan, musallat olan ve istenmeyen düşünce, fikir veya imajlar demektir.

Kompulsiyon (zorlantı) ise eski İngilizce’de, Anglo-Fransız veya Yakın dönem Lâtincesi’ndeki compulsion, compulsi’dan, gene Lâtince compellere’den gelir (zorlama, icbar, mecbur etme). Kompulsiyonlar, genellikle obsesyonları nötralize etmek veya rahatlatmak için yapılan hareketler veya zihinsel eylemlerdir.

Tipik bir örnek verecek olursak, eğer ellerini üç kere yıkamazsa sevdiklerinin başına kötü bir şey geleceğini, günaha gireceğini düşünen (obsesyon) kişi ellerini üç kere yıkar (kompulsiyon); bunu yaparken saçmalığının da farkındadır (içgörü yerinde). Sâdece böyle kalıyorsa sorun yoktur. Ama, “ya tam üç kere yıkamadıysam, hatalı saydıysam veya tam temizlenemediysem” diye kafaya takıp (obsesyon) bu sefer üç kere daha, o da yetmeyip “üç kere üç dokuz eder” diye dokuz kere yıkarsa (kompulsiyon) ve bu böyle uzayıp giderse, işte hastalık başlamış demektir; bekârlarda evlilerden daha fazla görülür.

Takıntıları olan kişilerde genel olarak “Obsesif Kompulsif Bozukluğa veya Hastalığa” dâir eğilimler söz konusudur. Ama her takıntılı kişi hasta değildir. “Obsesif Kompulsif Hastalık veya Bozukluk” demek için ise yukarıda anlattığım üzere, düşünce ve davranışların işlevsellik kaybına yol açması ve kişinin adaptasyonunu bozması gerekir.

Çok ağır vak’alar evden dahi çıkamayan, âdeta kronik bir şizofrenler gibi düşkün bir duruma düşerler. Bir kısmında da şizofrenik belirtiler ortaya çıkar ki, Bunlara “Şizo-Obsesif Hastalar” deniyor.

3. Ne zaman tehlike çanları çalıyor?

Obsesyonlar ve kompulsiyonlar kişinin uzun zamanını alıyorsa (meselâ yıkanıp temizlenme ve ritüeller sebebiyle obsesif gecikme varsa), bir yerden bir yere yetişmesini veya işine, okuluna gitmesini geciktirecek kadar şiddetliyse, randevularına geç kalmasına veya kaçırmasına yol açıyorsa, âilevî ve toplumsal ilişkilerini örseliyorsa tehlike çanları çalıyor demektir.

4. Görülme sıklığı nedir?

Obsesif Kompulsif Hastalık/Bozukluk yüz kişiden iki veya üçünde görülür. Başlangıç yaşı ortalama 20 civarındadır. Hastaların yaklaşık üçte ikisi 25 yaşın altında hastalığa yakalanırken, yüzde on beş kadarı da 35 yaş sonrasında hastalanır. Erkeklerde kadınlara göre daha erken yaşta başlar. Erkeklerde 6–15 yaş arası sıklıkla başlarken, kadınlarda bu 20–29 yaş arasında daha sıktır. Çocukluk çağında da ender değildir. Hâttâ streptokok enfeksiyonlarına bağlı oto-immün (bağışıklık sisteminin kendi bünyesine zarar vermesi tarzında) ve geçici obsesif kompulsif belirtiler görülür ve PANDAS (pediatric autoimmune neuropsychiatric disorders associated with streptococcal infections) denir; tedavide de antiobsesyonel ilâçlar değil, antibiyotikler kullanılır tabii… Bâzı tik hastalıklarında da eşlikçi olarak görülür.

5. Bu konuda Türkiye’de ve dünyada yapılan araştırmalara göre en çok hangi takıntılar öne çıkıyor?

En sık olarak kirlilik ve bulaşma takıntıları görülüyor. Bunu, sık el yıkama ve mikrop kapılabilecek yerlerle temastan kaçınma takip ediyor. İkinci sıklıkla emin olamama ve kontrol etme davranışları yer almakta: Evden çıkarken tekrar tekrar fişleri ve kapıları kontrol etme, hâttâ bu yüzden gideceği yere gidememe gibi…

6. İlginç takıntılardan birkaç örnek verebilir misiniz?

Önce çok ünlü ama bilenin bildiği bir örnek vereyim. Efsanelere, birçok edebî esere konu olmuş olan bu hastalığın en çarpıcı ve meşhur örneklerinden biri de Shakespeare’in Macbeth adlı eserinde mevcuttur: Lady Macbeth’in etkisiyle kocası, Kral Duncan’ı öldürür ve zamanla Lady Macbeth’de bir el yıkama hastalığı başlar. “Arabistan’ın bütün parfümleri getirilse bu elin kirleri temizlenemez” der ve ellerini yıkamaya devam eder.

Diğer tipik belirtilerden örnekler vereyim:

—Elektrik fişlerini prizden çekip çekmeme, suları, ocağı, kapı ve pencereleri tam olarak kapatıp kapatmadığından emin olamama,

—Sokakta hiç tanımadığı bir insanın sâdece yanından geçerken dahi onunla cinsel ilişkiye girmiş olabileceğini düşünme,

—Evin dışında her hangi bir yerde bir yere oturulduğunda bulunması muhtemel olan spermlerden hâmile kalmış olabileceğini düşünme,

—Sevdiği insanlara zarar verebileceğini, bıçak saplayabileceğini, öldürebileceğini, zehirleyebileceğini düşünme,

—Yapabileceği her hangi bir basit davranış sonucunda, Allah’a ve Kutsal Kitap’a küfür ve hakaret etmiş olabileceğini düşünme, aklına bunlara sövme obsesyonunun takılması,

—Umumî yerlere gidildiğinde, kapı kulplarına, musluk kurnalarına dokunulduğunda şiddetli hastalıklara yol açabilecek şekilde mikrop kaptığını düşünme (böyle hastalar eldivenle veya ellerinde mendillerle dolaşır ve aşırı yıkanmaktan dolayı elleri yara olur).

7. Adını hiç duymadığımız ilginç takıntılardan birkaç örnek verebilir misiniz?

—Kızının ırzına geçeceğini takıp evini terk eden baba;

—Homoseksüel olacağını taktığı için bir de depresyona girip intihara teşebbüs eden erkek;

—Söylediklerinden veya yaptıklarından emin olamadığı için sürekli olarak etrafındakilere teyit ettirip herkesi bıktıran bir hasta…

8. Size başvuranlar arasında isim vermeden ilginç birkaç örnek anlatabilir misiniz?

—Bir hastam cinsel organı çağrıştırdığı şüphesiyle evinde bıçak kullanamıyor, kapı kulplarını açamıyor, süpürge süpüremiyor, mutfakta havuç, patlıcan gibi sebzeleri görmeye dayanamıyordu. Yolda gördüğü insanlarla cinsel ilişkiye girebilme ihtimâli yüzünden evinden dışarı çıkamıyordu.

—Başka bir hastam evine yabancı insan davet edemiyordu. Aksi takdirde sperm ve mikroplardan arındırabilmek için koltukları günlerce temizlemesi gerekiyordu.

—Bir başkası sürekli olarak tabloları düzeltmek, en ufak bir asimetri görünce eleştirmek, sürekli olarak düz çizgide ve koyu renkli yerlerden yürümek, kendisini ve eşini onlarca kere yıkayıp sonunda yorgunluktan cinsel ilişkiye girememekten dolayı kimsesiz kalmıştı. Yolda giderken sürekli olarak araba plâkalarını ve etraftaki tabelâları okuyor, kelime türetip hesaplar yapıp bunu da yanındakilere anlatıyordu.

—Ünlü bir san’atçı bâzen on beş yirmi kere Âyet-el Kürsî okuyup falcısına da anı sayıda fal baktırmadan sahneye çıkamıyordu.

9. Kişiler nasıl tedavi ediliyor? Örneğin temizlik hastası bir kadının eline kömür verilerek tedavi edildiğini okumuştum.

Öncelikle bu tablo biyolojik bir hastalık olduğu için, ilâç verilerek tedavi ediliyor. Hangi ilâçların nasıl kullanılacağı gerçekten tam bir uzman işidir. Bilhassa ağır vak’alarda tavan dozda ilâçlar verilir. İlâç tedavisi pek çok hastada ömür boyu sürer; kesince bozulurlar çünkü…

Ek olarak davranışçı ve bilişsel psikoterapi yöntemlerinden de faydalanılmakta. Kişinin en takıntılı olduğu kaçındığı olayların listesi çıkartılarak, en az rahatsızlık duyulandan en çok rahatsızlık duyulan uyarana doğru bir sıralama yapılır. Hafiften ağıra doğru kişi bu uyaranlarla yüzleştirilerek yavaş yavaş duyarsızlaştırılır. Buna “sistematik duyarsızlaştırma ve üstüne gitme yöntemi” denir. Davranışçı bilişsel psikoterapi yönteminin özü budur.

10. Sokaktaki vatandaşın anlayabileceği şekilde bir belirtiler listesi verebilir misiniz?

Tabii, önce uzun, sonra da kısa birer sorgulama listesi vereyim…

PADUA ENVANTERİ

Aşağıdaki ifâdeler hemen herkesin günlük hayatında karşılaştığı düşünce ve davranışları tanımlamaktadır. Lûtfen her bir ifâde için size en uygun görünen ve bu tür davranış veya düşüncelerin oluşturabileceği rahatsızlık derecesine en uygun olan tek bir seçeneği işaretleyiniz.

No

Hiç
Çok az
Çok
Epeyce Çok
Aşırı
1
Paraya dokunduğumda ellerimi kirlenmiş hissederim 0 1 2 3 4
2
Vücut salgıları ile (ter, tükürük, idrar, vb. gibi) Hafif bir temasla bile giysilerim kirlenebileceğini veya bir şekilde zarar görebileceğimi düşünürüm. 0 1 2 3 4
3
Yabancıların veya belirli insanların dokunduğunu biliyorsam, bir nesneye dokunmakta zorlanırım. 0 1 2 3 4
4
Çöpe veya kirli şeylere dokunmakta zorlanırım. 0 1 2 3 4
5
Mikrop kapmaktan ve hastalıklardan korktuğum için umumî tuvaletleri kullanmaktan kaçınırım. 0 1 2 3 4
6
Bulaşıcı hastalıktan korktuğum için halka açık telefonları kullanmaktan kaçınırım. 0 1 2 3 4
7
Ellerimi gereğinden daha sık ve daha uzun süre yıkarım. 0 1 2 3 4
8
Bâzen sâdece kirlendiğim veya mikrop kaptığımı düşünerek derhâl yıkanır veya temizlenirim 0 1 2 3 4
9
Bir şeye dokunduğumda “mikrop kaptığımı” düşünerek, derhâl yıkanır veya temizlenirim. 0 1 2 3 4
10
Bir hayvanın bana dokunması hâlinde, kendimi kirli hisseder ve derhâl yıkanmam veya üstümdeki giysileri değiştirmem gerekir. 0 1 2 3 4
11
Kaygılar ve üzüntüler aklıma geldiğinde, onlar hakkında güvenebildiğim birisiyle konuşmadan rahat edemem. 0 1 2 3 4
12
Konuşurken aynı şeyleri veya aynı cümleleri birkaç kez tekrarlama ihtiyacı duyarım. 0 1 2 3 4
13
İnsanların söyledikleri ilk seferinde anladığım hâlde birkaç kez tekrar ettirme ihtiyacı duyarım. 0 1 2 3 4
14
Giyinirken, soyunurken ve yıkanırken, özel bir sırayı takip etme zorunluluğu hissederim. 0 1 2 3 4
15
Yatmadan önce belirli şeyleri belirli bir sırayla yapmak zorundayım. 0 1 2 3 4
16
Yatmadan önce giysilerimi özel bir şekilde asmak veya katlamak zorundayım. 0 1 2 3 4
17
Belirli sayıları nedensiz yere tekrarlama zorunluluğu hissederim. 0 1 2 3 4
18
Bir şeyleri doğru olarak yapıldığından emin olana kadar, birkaç kez tekrarlamak zorundayım. 0 1 2 3 4
19
Bir şeyleri gereğinden daha sık kontrol etme eğilimindeyim. 0 1 2 3 4
20
Ocağı, muslukları ve elektrik düğmelerini kapattıktan sonra tekrar tekrar kontrol ederim. 0 1 2 3 4
21
Tam olarak kapalı olduğundan emin olmak için, kapıları, pencereleri, çekmeceleri kontrol etmek uğruna eve geri dönerim. 0 1 2 3 4
22
Doğru bir şekilde doldurduğumdan emin olmak için formların, evrakın veya çeklerin ayrıntılarını sürekli kontrol ederim. 0 1 2 3 4
23
Sigara, kibrit gibi yanan cisimlerin tam olarak söndüğünden emin olana kadar geri dönüp bakarım. 0 1 2 3 4
24
Elime para aldığım zaman, üst üste birkaç kez sayarım. 0 1 2 3 4
25
Mektupları postalamadan önce pek çok kez dikkatle kontrol ederim. 0 1 2 3 4
26
Önemsiz meselelerde bile, karar vermeyi zor bulurum. 0 1 2 3 4
27
Gerçekte bir şeyi yaptığımı bildiğim hâlde, bâzen bundan emin olamam. 0 1 2 3 4
28
Özellikle benimle ilgili önemli konular konuşulurken, bir şeyleri hiçbir zaman tam olarak ifâde edemeyeceğim izlenimine kapılırım. 0 1 2 3 4
29
Bir şeyleri özenli bir şekilde yapsam bile, hâlâ yaptığım işi kötü yaptığım veya eksik bıraktığım izlenimini içimde taşırım. 0 1 2 3 4
30
Belirli şeyleri gerektiğinden daha fazla yapmaya devam ettiğim için, bâzen geç kalırım. 0 1 2 3 4
31
Yaptığım şeylerin pek çoğuna ilişkin kaygılar ve problemler üretirim. 0 1 2 3 4
32
Belirli şeyler üzerinde düşünmeye başladığımda, onlara takılıp kalırım. 0 1 2 3 4
33
Kendi isteğim dışında, hoşa gitmeyen düşünceler aklıma gelir ve onlardan kurtulamam. 0 1 2 3 4
34
Müstehcen veya kötü kelimeler aklıma gelir ve onlardan kurtulamam. 0 1 2 3 4
35
Beynim sürekli olarak kendi bildiğini yapıyor ve ben çevremde olup bitene ayak uydurmakta güçlük çekiyorum 0 1 2 3 4
36
Dalgınlığımın veya yaptığım küçük hataların felâket sonuçlar doğuracağını düşünürüm. 0 1 2 3 4
37
Birilerine bilmeden zarar verebileceğime ilişkin uzun süre düşünür veya kaygılanırım. 0 1 2 3 4
38
Ne zaman bir felâket haberi duysam, bir şekilde benim hatam olduğunu düşünürüm. 0 1 2 3 4
39
Bazen kendime zarar verdiğim veya bâzı hastalıklarımın olduğuna ilişkin uzun süre sebepsiz yere kaygılanırım. 0 1 2 3 4
40
Bazen hiç nedeni yokken nesneleri saymaya başlarım. 0 1 2 3 4
41
Önemsiz sayıları tamamıyla hatırlamam gerektiği hissine kapılırım. 0 1 2 3 4
42
Bir şey okuduğum sırada, en azından iki veya üç defa, önemli bir şeyleri kaçırdığım kaygısıyla geri dönmek ve pasajı yeniden okumak zorunda olduğum izlenimine kapılırım. 0 1 2 3 4
43
Önemsiz şeyleri bütünüyle hatırlayabilmek uğruna kaygılanır ve onları unutmamak için çabalarım. 0 1 2 3 4
44
Bir düşünce veya şüphe aklıma takıldığı zaman, onu bütün yönleriyle gözden geçirmem gerekir ve bu şekilde yapana kadar rahat edemem. 0 1 2 3 4
45
Belirli durumlarda, kontrolümü kaybetmekten ve utanç verici şeyler yapmaktan korkarım. 0 1 2 3 4
46
Bir köprüden veya yüksek bir pencereden aşağıya baktığım zaman, kendimi boşluğa bırakacakmış gibi hissederim. 0 1 2 3 4
47
Yaklaşan bir tren gördüğüm zaman, bazen kendimi onun altına atabileceğimi düşünürüm. 0 1 2 3 4
48
Bâzı zamanlar içimden kalabalığın içinde soyunmak gelir. 0 1 2 3 4
49
Araba sürerken bâzen içimden bir his arabayı birilerinin üstüne veya bir şeylere doğru sürmeye zorlar. 0 1 2 3 4
50
Silâhlara bakmak beni heyecanlandırır ve şiddet içeren düşüncelere sürükler. 0 1 2 3 4
51
Bıçakların, kamaların ve diğer kesici âletlerin keskin tarafından rahatsız olurum. 0 1 2 3 4
52
Bazen içimde gerçekten aptalca ve yapmak istemediğim şeyleri bana yaptıran bir şey olduğunu hissediyorum. 0 1 2 3 4
53
Bâzen sebepsiz yere bir şeyleri kırmak veya hasar vermek ihtiyacı hissederim. 0 1 2 3 4
54
Bazen içimden bir his hiçbir işime yaramadığı hâlde, başka insanların eşyalarını çalmaya zorlar. 0 1 2 3 4
55
Bâzen neredeyse karşı konulmaz bir biçimde süper marketten bir şeyler çalmak içimden geçer. 0 1 2 3 4
56
Bâzen savunmasız çocuklara veya hayvanlara âniden zarar verecekmişim gibi gelir. 0 1 2 3 4
57
Belirli hareketleri yapmam veya özel bir şekilde yürümem gerektiği hissine kapılırım. 0 1 2 3 4
58
Belirli durumlarda, sonrasında rahatsız olacağımı bildiğim hâlde aşırı yeme isteği duyarım. 0 1 2 3 4
59
Bir intihar veya bir cinayet haberi duyduğumda, uzun bir süre boyunca üzülürüm ve bu olay üzerinde düşünmekten bir türlü kendimi alamam. 0 1 2 3 4
60
Mikroplar ve hastalıklara ilişkin gereksiz kaygılar üretirim 0 1 2 3 4

Yukarıdaki sorulardan birkaçına dahi ÇOK ilâ AŞIRI cevabı verdiyseniz, vakit geçirmeden bir psikiyatra gitmelisiniz.

Daha kısa bir soru listesi de Modsly Obsesif Kompulsif Soru Listesi’dir. Aşağıdaki sorulara EVET veya HAYIR diye cevap verin. Yaklaşık yarısına EVET diyorsanız, gene psikiyatrik yardım almalısınız:

1. Bana bir hastalık bulaşır korkusuyla herkesin kullandığı telefonları kullanmaktan kaçınırım.
2. Sık sık hoşa gitmeyen şeyler düşünür, onları zihnimden uzaklaştırmakta güçlük çekerim.
3. Dürüstlüğe herkesten çok önem veririm
4. İşleri zamanında bitiremediğim için çoğu kez geç kalırım.
5. Bir hayvana dokununca hastalık bulaşır diye kaygılanırım.
6. Sık sık havagazını, su musluklarını ve kapıları birkaç kez kontrol ederim.
7. Değişmez kurallarım vardır.
8. Aklıma takılan nâhoş düşünceler hemen her gün beni rahatsız eder.
9. Kaza ile bir başkasına çarptığımda rahatsız olurum.
10. Her gün yaptığım basit günlük işlerden bile emin olamam.
11. Çocukken annem de babam da beni fazla sıkmazlardı.
12. Bâzı şeyleri tekrar tekrar yaptığım için işimde geri kaldığım oluyor.
13. Çok fazla sabun kullanırım.
14. Bana göre bâzı sayılar son derece uğursuzdur.
15. Mektupları postalamadan önce onları tekrar tekrar kontrol ederim.
16. Sabahları giyinmek için uzun zaman harcarım.
17. Temizliğe aşırı düşkünüm.
18. Ayrıntılara gereğinden fazla dikkat ederim.
19. Pis tuvaletlere giremem.
20. Esas sorunum bâzı şeyleri tekrar tekrar kontrol etmemdir.
21. Mikrop kapmaktan ve hastalanmaktan korkar ve kaygılanırım.
22. Bâzı şeyleri birden fazla kontrol ederim.
23. Günlük işlerimi belirli bir programa göre yaparım.
24. Paraya dokunduktan sonra ellerimi kirli hissederim.
25. Alıştığım bir işi yaparken bile kaç kere yaptığımı sayarım.
26. Sabahları elimi yüzümü yıkamak çok zamanımı alır.
27. Çok miktarda mikrop öldürücü ilaç kullanırım.
28. Her gün bâzı şeyleri tekrar tekrar kontrol etmek bana zaman kaybettirir.
29. Geceleri giyeceklerimi katlayıp asmak uzun zamanımı alır.
30. Dikkatle yaptığım bir işin bile tam doğru olup olmadığına emin olamam.
31. Kendimi toparlayamadığım için günler, haftalar, hâttâ aylarca hiçbir şeye el sürmediğim olur.
32. En büyük mücadelelerimi kendimle yaparım.
33. Çoğu zaman büyük bir hata veya kötülük yaptığım duygusuna kapılırım.
34. Sık sık kendime bir şeyleri dert edinirim.
35. Önemsiz ufak şeylerde bile karar verip işe girişmeden önce durup düşünürüm.
36. Reklâmlardaki ampûller gibi önemsiz şeyleri sayma alışkanlığım vardır.
37. Bâzen önemsiz düşünceler aklıma takılır ve beni günlerce rahatsız eder.

Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 08 Temmuz 2008 Salı

 

Psychologia” teriminin kökünde kadim Yunanca psukhe (kelebek) ve logos (bilim, teori) yatar. Kelimeyi ilk olarak “ruhları çağırma ilmi” anlamında kullanan ve ontoloji teriminin de mucidi olan Alman skolâstik filozofu Rudolphe Goklenius’tan (GOCLENIUS Goeckel, Rudolph Göckel veya Rudolf Goclenius 1547 – 1628) bu yana sekülarize olup, pozitivizmle buluşması yaklaşık 450 sene almıştır.

Zâten bütün dinlerde ve mistisizmlerde, folklorik inançlarda rûh anlamına gelen kelimeler ya soluk veya nefes alıp verme (rûh, Chi, Seele, Spirit), ya da uçma veya pırıldama anlamındaki kelimelerden türemiştir. Gözle görülemeyen, tasvir ve târif edilemeyen ama canın temsili olan tabiatüstü bu varlığın isminin animizme dayanan ve soyut mefhumları onlara en yakın somut kavramların isimleriyle anan yaklaşımdan neş’et almış olması hiç de şaşılacak bir şey değildir. Cin kelimesinin de benzer bir hikâyesi vardır; cinnet ve cennet lâfları cinden gelir.

 Goclenius

(Rudolf Goclenius 1547 – 1628)

Türkiye’de nedense psikoloji karşılığında “ruhbilimi”, psikiyatri karşılığında ise “ruh hastalıkları bilimi” lâfları kullanılır olmuş (doğrusu akliye), bu da tamamen dinî ve metafizik bir anlamı olan rûhla uğraştığını iddia eden ne kadar şarlatan varsa, âdeta bizleri onlarla meslekdaş kılmıştır. Meselâ Araplar psikoloji karşılığında “ilm-i nefs” demektedirler; yâni gene soluk anlamından türeme “nefs” kelimesini tercih etmişlerdir ki, doğrusu da budur. Eski Türkler’deki “tın” veya “tin” de ses çıkarabilme anlamında kullanılırdı. Bunun için psişik anlamında tinsel denmesi de, psikoloji karşılığı tin-bilim denmesi de yanlıştır.

Öte yandan, indirgeyici bir târifle psişeyi beynin işlevleri olarak tanımlamak ne kadar doğru? Beyin hakkındaki bilgilerimiz ne kadar ki? Mevcut bilgilerimiz şuûr (bilinç) anlayışı açısından yeterli ve doğru mu?

Başlarda sâdece davranışların (duygu, düşünce ve hareketlerin hepsi davranışlardır) tetkiki hedeflenmiş, çeşitli ekoller bunun nasıl yapılacağı argümanından doğmuştur.

  • Önceleri içe-bakış ve iç-gözlem (introspection) yöntemi kullanılırken, özellikle Kant buna karşı çıkarak, bir kişinin hem gözlemleyen hem de gözlemlenen olamayacağını öne sürmüştür.
  • Buna mukabele olarak ampirik psikoloji (gözleme ve deneye dayanan psikoloji) üzerinde durulur olmuştur.
  • Bu da davranışçı psikoloji (behavioral psychology), bilişsel psikoloji (cognitive psychology), deneysel psikoloji (tecrübî: experimental psychology) gibi şûbelerin doğmasına yol açmıştır.
  • Kant’ın bütün çabalarına rağmen, zamanla Sigmund Freud ve takipçileri içe-bakışı tekrar psikolojiye sokarak analitik (tahlilî) psikolojiyi gündeme getirmişlerdir. Bu paradigma da sonraları derinlikler psikolojisi (Jung), bireysel psikoloji (Adler), kendilik psikolojisi (Kohut) gibi birçok mezheplere bölünmüştür.
  • En sık rastlanan psikiyatrik hastalık olan depresyonun izahı için geliştirilen modeller devreye girmiştir.  1. Agresyonun Kişinin Kendine Çevrilmesi Modeli: Klâsik Freudiyen teoriye göre getirilen bu yaklaşım bütün depresyon vak’alarını izah edememektedir. Öfkeli, saldırganlık sergileyen depresyon hastaları buna örnek olarak gösterebiliriz. Ayrıca, bastırılmış (represe edilmiş: şuurdışında bastırılmış) veya refule edilmiş (sup­p­ression: şuurdan şuurdışına itilmiş) agresyonun ifâde edilmesinin yâni dışa vurulması­nın depresyonu iyileştirdiğine dâir gü­venilir bilimsel bilgiler de mevcut değildir. 2. Nesne Kaybı ve Depresyon: Bu model de bütün depresyon vak’alarını izah ede­me­mekte, her hastada mutlaka gerçek, sembolik veya hayâli bir nesne kaybı bulunamamaktadır. Bu mo­dele uyan hastalarda İnterpersonel Psikoterapi (İPP) daha çok faydalı olur. 3. Kendine Saygı (Özsaygı: Self-Esteem) Kaybı ve Depresyon: Egonun ulaşılamaz mâhiyetteki amaçlara ve hedeflere ulaşamamaktan dolayı narsisist zedelenmeye mâruz kal­ması, bunun da tha­nato­tik enerjiyi (klâsik psikanalizde bütün canlılarda ortak olarak bulunan yaşama içgüdüsüne Eros, ölüm içgüdüsüne de Thana­tos denir) ha­rekete geçirmesi mekanizmasını depresyonun ortaya çıkmasından sorumlu tutan bu model de kendine say­gının yüksek ol­duğu hipomanik, manik veya narsisist kişilerde belirgin bir hayat olayı yokken neden dep­res­yon gelişebildiğini yete­rince izah edememektedir. “Hakiki narsisistler asla depresyona girmez” şeklindeki klâsik dayatma da, teorilerin gözlemlere değil, gözlemlerin teorilere uydurulması çabasına bir örnektir. 4. Kognitif Model: Pensilvanya Üniversitesi’nden Aaron Beck’in ortaya koyduğu bu modele göre olumsuz düşünceler (kişinin kendisinin çaresiz, ümitsiz ve değersiz olduğunu düşünmesi gibi) klinik depresyonun temelini oluşturur. Bu, bir kognitif triada yol açar: Dep­resif hastalar kendi­lerini çâresiz hissederler, geçmiş ve mevcut olayları böyle yorumlarlar ve gelecekten bek­len­tileri de aynı olumsuzluğu taşır. Bâzı depresyon hastalarında etkili olan Kog­nitif-Davra­nışçı Psikoterapi’nin (KDP) geliştirilmesine esas teşkil etmiş olan bu mo­delin zayıf tarafları arasında zâten depresyondaki hastalarda gerçekleştirilen gözlemlere istinat etmesi ve -dolayısıy­la- yordayıcı (predictive) değerinin pek olmaması, bilhassa vejetatif belirtilerin nasıl ortaya çık­tığını izah edememesi sayılabilir. 5. Öğrenilmiş Âcizlik (Çâresizlik) Modeli: Gene Pensilvanya Üniversitesi’nden psikolog Martin Se­lig­man’ın geliştirdiği bu yaklaşımda geçmiş olumsuz yaşantıların birikimi sonucunda, yeni olumsuz durum­lar karşısında çâresiz kalmanın depresyonun sebebi olduğu ana fikri söz konusudur. Bu mo­delin de bütün depresyon hastaları için geçerli olduğunu iddia etmek güçtür fakat özellikle gene­tik yatkınlığı olan birey­lerde, zorlayıcı hayat olaylarının bu mental şemayı aktive edebileceğini öngörebilmesi açısından değerlidir. 6. Depresyon ve Pekiştirilme: Oregon’lu psikolog Peter Lewingston’un geliştirdiği bu modele göre depresif davranışların temeli uygun ve yeterli ödüllerin olmamasıdır. Bâzı ortamlar sürekli olarak kişileri ö­düllenme ve kendine olan saygısının pekişmesi fırsatından mahrum bırakmakta, bu da o kişi­leri müzmin bir sıkıntı, haz duyamama ve -kaçınılmaz ola­rak- yeis (ümitsizlik) hâline sok­mak­tadır. Bu yakla­şım daha ziyâde toplumsal bedbahtlığı açıklamakta ama depresyon için ye­terli görünmemektedir. Başka bir benzer yaklaşıma göre, hak edilmeyen ödüllere mâruz kal­ma kişinin kendine olan saygısını kaybetmesine yol açar; toplumsal becerilerin yetersizliği depresyona zemin hazırlar ve kişinin herhangi bir ortamdaki potansiyel ödüllendirmelere cevap verebilme kapasitesini kısıtlayan bu durum ken­dine olan say­gısının iyice düşmesine yol açarak depresyona sebep olur. Bu modelin zayıf ta­rafı, pekişti­rilme ek­sik­liğinin zaten depresif hastalığın kendisinin sebep olduğu toplumsal defisiti dik­kate al­mayıp, indirgeyici bir bakış açısı getirmesidir. Gene de, ödüllenme mekanizmasını işin içine so­karak, saf psikolojik modellerle biyo­lojik kavramlar arasında bir köprü oluşturmakta­dır.

Peter Lewingston’un bu yaklaşımı, beyindeki Ödüllenme Sistemi (mezolimbik sistem: nukleus akkumbens ile ventral tegmental alan arasındaki dopaminerjik ve peptiderjik devre) keşfedilince büyük değer kazanmış ve biyolojik psikoloji (biological psychology) akımı doğmuştur. John Huglings Jackson’un ve Penfield, Wilder [Graves]’ın lokalizasyon deneylerinin yerini günümüzde fMRI (functional magnetic resonance imaging) ve PET (positron emission tomography) teknikleri almış, bunu bilgisayarlı EEG ve manyetoensefalografi gibi teknikler de zenginleştirip sinir-bilimdeki (neuroscience) gelişmelerle beraber yorumlayarak değerlendiren biyolojik psikoloji hem normâl hem da anormâl akıl hâllerinin sentetik yorumunu bize sağlayan hoş bir mecra kazanmıştır. Son hâliyle de evrimsel biyolojiye sırtını dayamış bulunmaktadır.

Karl Popper’dan beri bilimin târifi “yanlışlanabilirlik” ilkesine oturtulmuştu. Son on yıllarda iyice netleşen kaos teorisi, puslu (fuzzy) mantık ve kuantum teorisi, belirsizlik ilkesi, holografik evren anlayışı, Hawking’in katkılarıyla M Teorisi ise rasyonalizmi kendine yol olarak seçmiş ortodoks bilim anlayışını derinden sarstı. Rûhanî psikoloji (spiritual psychology) anabilim dalları kurulur oldu.

Zâten hâlâ biyolojik belirteçlerden (markers) yana çok fakir ve tamama yakını uzman konsensüsleriyle (ittifakıyla) târif edilmiş “disorder”larla uğraşan, bu sebeple de yumuşak karnı a priori sırıtan psikiyatrinin işi iyice zorlaştı. Batı kültürüne göre hazırlanmış DSM ve ICD sistemleri diğer kültürler için asla yeterli olmuyor.

Çinliler kendi taksonomi ve nozolojilerini kurdular.

Üstün Hristiyan Beyaz Adam’ın bütün dünyayı kendine benzetme gayretleri tutmadığı gibi, geri de tepmekte.

Bütün bunların ortasında bunalan ve bilim olmaktan çıkıp dinleşmeye başlayan, mezhep ve tarikatları türemeye ve mevcut dinlerden, ideolojilerden artan bir ivmeyle etkilenmeye başlayan psikiyatriyi nasıl homojenize edeceğiz, nasıl önleyeceğiz bu entropiyi?

Yoksa iş zâten olacağına varacak ve hastalanmış psişenin pratisyenleri mi olacağız?

Amigdala deyince küfür sanan analitik yönelimli psikiyatrla, dinamik formülasyon deyince şaşkın şaşkın bakan biyolojik psikiyatrı nasıl yapıp da aynı lisanı konuşur hâle getireceğiz?

Psikiyatrinin bütünleyici, kucaklayıcı, negentropi yapıcı yeni bir paradigmaya ihtiyacı yok mu?

Bence var, hem de âcilen.

Yoksa danışanlarımızı, hastalarımızı elimizden kaybedeceğiz artan bir ivmeyle; ediyoruz da zâten.

İşte, evrimsel psikoloji (evolutionary psychology) ve evrimsel psikiyatri (evolutionary psychiatry) böyle bir holistik çerçeveyi bize sunar gibi gözükmektedir.

Sinirbilimini, beyin görüntülemelerini, klinik ve deskriptif psikiyatriyi, analitik ve dinamik psikiyatriyi, kültürel psikiyatriyi bütün inanç sistemlerine de saygıyı koruyarak kucaklama ihtimâlini bizlere sunmaktadır.

Randolph M. Nesse’nin ifâdesiyle (2002), “evrimsel biyoloji psikiyatrinin temel bilimi hâlini almıştır” ve evrimsel çerçeve de psikiyatrinin yeni paradigması olmuştur.

Mehmet Kerem Doksat – 13 Kasım 2006 Pazartesi

”Yüzlerimizin Ve Gözlerimizin Rengi Ne Olursa Olsun Akan Göz Yaşlarımızın Rengi Aynıdır”….

 

Çok satanlar-Türkiye


1 Sonuncu / Tahsin Yücel

Tüm ömrünü hatta servetini daha önce yazılmamışı yazmaya adayan adayan Selami Harici’nin sıradışı hikâyesi.

2 Muz Sesleri / Ece Temelkuran
Ece Temelkuran’ın deyişiyle bu kitap onun ilk aşk romanı. Yazar, kalplerin yağmalandığı yerden Ortadoğu’dan sesleniyor okurlarına.

3 Brida / Paulo Coelho
Usta romancı Paulo Coelho, çarpıcı bir aşk sunuyor bizlere. Kitap, güzel bir İrlandalı kızın ve onun bilgiye erişme çabasının tutku, gizem ve esriklik dolu hikâyesini anlatıyor.

4 Gönderilmeyen Aşk / Nermin Bezmen
Kalp Ağrısı, Halide Edib Adıvar’ın en duygusal romanlarından biri. Güçlü, çekici genç kız Zeyno ve 1900’lerin ilk yıllarında İstanbul, romanın baş kahramanları.

5 Kalp Ağrısı / Halide Edip Adıvar
Kalp Ağrısı, Halide Edib Adıvar’ın en duygusal romanlarından biri. Güçlü, çekici genç kız Zeyno ve 1900’lerin ilk yıllarında İstanbul, romanın baş kahramanları.

6 Küçük Arı / Chris Cleave
Çok satanlar listelerinde dünya çapında başarı yakalayan kitap, yaşamları kaçınılmaz bir şekilde çarpışan iki kadının ilginç hikâyesi üzerine kurulu.

7 Lâl / Ayşe Kara
“Müslümanlar kültür-sanat ve ‘aşk’tan uzak” eleştirilerine karşı aşk temelli bir estetik İslam algısı öneren bir kitap Lal.

8 Her Şeyin Sonundayım: Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları / Burak Fidan
Tezer Özlü’nün edebiyatla bütünleşmiş kişiliğinin izlerini bu kez çok yakın bir dostuna, yine edebiyatçı olan Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplarda buluyoruz.

9 227 Sayfa / Murathan Mungan
227 Sayfa, Murathan Mungan’ın okuduklarından, seyrettiklerinden, dinlediklerinden ve düşündüklerinden süzdüğü irili ufaklı notlardan oluşan keyifli bir kitap.

10 Bu Yalan Tango / Selim İleri
Kitap, usta edebiyatçının kaleminden son yüzyılın hemen her devrine tanıklık eden bir roman.
(pandora.com.tr)

ABD
1 The Shadow of Your Smile / Mary Higgins Clark
2 Oprah / Kitty Kelley
3 The Girl with the Dragon Tattoo / Stieg Larsson
4 The Help / Kathryn Stockett
5 The Big Short / Michael Lewisv
6 The Girl Who Played with Fire / Stieg Larsson
7 Changes / Jim Butcher
8 Chelsea Chelsea Bang Bang / Chelsea Handlerc
9 The Last Song / Nicholas Sparks
10 Caught / Harlan Coben
www.nytimes.com
(The New York Times)

İngiltere
1 The Pacific / Hugh Ambrose
2 The Good Man Jesus and the Scoundrel Christ / Philip Pullman
3 Against All Odds / N-DUBZ
4 Caught / Harlan Coben
5 The Big Short / Michael Lewis
6 61 Hours / Lee Child
7 1000 Years of Annoying the French / Stephen Clarke
8 9th Judgement / James Patterson, Maxine Paetro
9 Road to the Dales / Gervase Phinn
10 Solar / Ian McEwan
(The Sunday Times)

Fransa
1 Les écureuils de Central Park sont tristes le lundi / Katherine Pancol
2 La méthode Dukan illustrée / Pierre Dukan
3 Le crépuscule d’une idole / Michel Onfray
4 La fille de papier / Guillaume Musso
5 Méditer / Jon Kabat-Zinn
6 Nietzsche / Maximilien Le Roy, Michel Onfray
7 Lise et Lulu /Lise Levitzky
8 Comment j’ai liquidé le siècle / Flore Vasseur
9 On n’arrête pas la connerie, avec l’intégrale des Pensées / Jean Yanne
10 Twilight La seconde vie de Bree Tanner /Stephenie Meyer
(FNAC)

Kırmızı Şaraplı Risotto :

Malzemeler : Pirinç 400 gr Tereyağ 75 gr Rende peynir 100 gr 1/2 litre kırmızı şarap Yarım kuru soğan 3 diş sarımsak Tavuk suyu

Hazırlanışı : Sarımsağı tereyağ ile kızartıp tencerenizden çıkartın. Küp küp ince kestiğiniz soğanları yağa ilave edin ve iyice öldürün. Pirinci ilave edip, pirinçlerin ortası nerede ise transparan olana dek kavurun. Isıttığınız tavuk suyunuzu yavaş yavaş pirince ilave edin, kepçe kepçe ekleyin ve karıştırarak çektirin. Daha sonra şarabı ilave edip kaynamaya bırakın. Tüm şarabı çekince pirinç peynirinizi ilave edin, karıştırın ve servis yapın.

Şarap Soslu Gulaş :

Malzemeler :

 350 gr gulaş 1 adet kuru soğan 6 adet domates 2 çay bardağı kırmızı şarap süslemek için taze maydanoz 1 tatlı kaşığı kırmızı biber 2 tatlı kaşığı sıvı yağ

Hazırlanışı : Etin 2 yüzü hafif kızarana kadar sıvı yağda çevrilerek soğanlarla kızartılır. Çekirdekleri çıkarılmış rendelenmiş domates, şarap, kırmızı biberler tencereye konur , et eklenir ve et yumuşayıncaya kadar pişirilir,servis sırasında üzerine doğranmış maydanoz serpilir.

Kırmızı Şarap Soslu Karides :

 Malzemeler : 1 kg jumbo karides 3 çorba kaşığı sızma zeytinyağı 6 diş sarımsak (Datça sarımsağı tavsiye ediliyor) 1 kg domates 1 su bardağı kırmızı şarap Maydanoz, birer tutam kekik, nane, kırmızıbiber Bira

Hazırlanışı : Karidesleri ayıklamadan bütün olarak yıkayın. Sonra biranın içine yatırıp 30 dakika bekletin. Büyük dişli Datça sarımsaklarını kalınca dilimleyin. Domateslerin kabuklarını soyup küp küp doğrayın. Derince bir tavaya zeytinyağını koyun. Sarımsakları ekleyip, 1 dakikaya yakın karıştırarak pişirin. Domatesleri ilave edin. Birkaç dakika sonra birada bekletilmiş karidesleri içine yerleştirin. Üzerine bir su bardağı kırmızı şarabı ekleyip 30 dakika kadar pişirin. Maydanoz yapraklarıyla süsleyip, servis yapın.

Dana Böbreği Şarap Soslu :

Malzemeler : 1 kg Dana Böbreği (yağları temizlenip yıkanmış ve dilimlenmiş) 1 Soğan (ince doğranmış) 1 Limonun Suyu ve Rendelenmiş Kabuğu 1 Tatlı Kaşığı Tuz 1 Çay Kaşığı Karabiber 1 Su Bardağı Hafif Tatlı Şarap 30 gr (2 çorba kaşığı) Tereyağı 250 gr Mantar (temizlenmiş) 125 gr (1/2 su bardağı) Acı Krema Baharat Torbası: 8 Sap Maydanoz 1 Fiske Kekik 1 Defne Yaprağı

 Hazırlanışı : Şarapta pişmiş mantarla hazırlanan şarap soslu dana böbreği, patates püresi ve sote taze fasulye ile servis edilir. Böbrek dilimlerini ateşe dayanıklı bir cam tencereye koyup üstüne soğan, limon kabuğu rendesi, tuz ve biberi koyup, limon suyunu, baharat torbasını ve şarabı ekleyiniz. Tencereyi harlı ateşe oturtup, ara sıra karıştırarak ısıtınız. Kaynamaya başlayınca ateşi kısıp yemeği 30 dakika pişiriniz. Bu arada, küçük bir tavada tereyağı eritiniz, köpükleri sönüp yağ kızınca, mantarları ekleyiniz ve karıştırarak 3-4 dakika kızartınız. Sonra tavayı ateşten alınız. Böbrekler pişince mantarları tencereye katıp karıştırarak kremayı ekleyiniz. Ara sıra karıştırarak, 5 dakika daha pişiriniz. Tencereyi ateşten alıp baharat torbasını çıkartıp atınız. Yemeği, içinde piştiği tencereyle servis ediniz.

Kırmızı Şarap Soslu Biftek :

Malzemeler : Et icin: 1 kg biftek 1 adet sogan 2 yemek kasigi salca 250 ml kirmizi sarap 250 ml su Margarin, sivi yag, tuz ve un Ispanakli Garnitur icin: Yarim kg ispanak 250 gr mantar 100 gram kasar peyniri Tuz ve karabiber

Hazırlanışı : Etlere tuz ve karabiber serperek,kizgin yagda kizartin.Pistikten sonra etleri tavadan alin.Ince ince dogradiginiz soganlari etlerden arta kalan yagda soteleyin.Uzerine un ve salcayi ekleyerek karistirin.Su ve kirmizi sarabida katin.Etleri tencerenin icine tekrar yerlestirin ve tencerenin kapagini kapatin.Kisik ateste iki saat kadar agir agir pisirin. Ispanaklari haslanmis suda birkac dakika bekletin.Daha sonra suzup hemen buzlu suyun icine atin.Mantarlari ince ince dograyin,margarinde soteleyin,tuz ve biber ekleyin.Ispanaklari ikiye ayirin.Ilk olarak ispanaklari firin tepsisine koyun.Uzerine mantarli karisimdan ekleyin,tekrar ispanakla kapatin.En uste kasar peyniri serpin.220 derecede 30 dakika kadar pisirin. Etleri hazirladiginiz ispanak ve patates puresi ile servis yapin.Afiyet olsun…

Şarap Soslu Bonfile :

 Malzemeler : 600 Gr Bonfile (4 parça) 2 Çorba Kaşığı Zeytniyağı 4 Patates (küçük) 4 Dal Fesleğen (kıyılmış) 1 Su Bardağı Süt 1 Tatlı Kaşığı Tereyağı Tuz Karabiber

Hazırlanışı : Etlerin pişmesi kısa süreceği için önce sosu hazırlayın. Sosun pişmesine yakın bir tavada zeytinyağı ile etleri kızartın. Şarap Sos: 1 Su Bardağı Kırmızı Şarap, 1 Çay Bardağı Soya Sosu, 1 Çay Kaşığı Bal. Şarabı bir tencerede kaynatın. Soya sosa bir çay kaşığı balı ilave ederek karıştırın ve şaraba ekleyin. Yaklaşık 20 dk kısık ateşte kaynatın. Patatesleri haşlayın. Haşlandıktan sonra kabuklarını soyup bir tencerede ezin, tereyağı, süt, tuz, karabiberi ekleyip 2 – 3 dk karıştırarak pişirin, ateşten alın. Fesleğeni ekleyip tekrar karıştırın. Tabaklara ikişer kaşık şarap sosu, üzerine patates püresini ve en üste bonfileleri koyun. Kalan sosu ( yaklaşık 2 çorba kaşığı ) bonfilelerin üzerine dökerek servis yapın.

Sote levrek, pazı şeritleri, kremalı Narince sosu :

Malzemeler : 4 levrek filetosu, kılçıkları ayrılmış ve derisi üzerinde 20 adet pazı yaprağı Şarap sosu için: 2 çorba kaşığı tereyağı 2 çorba kaşığı çok ince doğranmış kuru soğan 1/2 çay kaşığı dövülmüş sarımsak Bir bardak beyaz (Narince veya Chardonnay) şarap Bir bardak taze çiğ krema Bir tutam safran Tuz ve taze çekilmiş beyaz biber.

Hazırlanışı : Önce sosu hazırlayın. Orta boy bir tavada tereyağını eritin ve soğanlarla sarmısakları bu yağda yumuşayıncaya kadar iki dakika pişirin. Şarabı ilave edin ve yüksek ateşte sadece iki çorba kaşığı şarap kalana dek suyunu uçurun. Kremayı ve safranı ekleyip kaynatın, altını kısarak beş dakika daha kaynatın. Beyaz biberi ve tuzu ekleyin. Bu arada pazı yapraklarının ortalarındaki sert kısmı bıçakla iki tarafından keserek çıkarın. Pazıları birer parmak kalınlığında şeritler halinde doğrayın. Bir tel süzgece koyup eviye içinde üzerlerine iki bardak kaynar su dökün. Levrek filetoları káğıt havlu ile kurulayın ve derili yüzlerine tuz serpin. Büyük boy bir yapışmaz tavayı kızdırdıktan hemen sonra içine çok az zeytinyağı dökün. Levrekleri derili yüzleri önce olacak şekilde tavada dört dakika pişirin, sonra çevirip diğer yüzlerini de bir dakika pişirin. Servis için: Önceden ısıttığınız tabakların ortasına pazı şeritlerinden bir tomak yapıp yerleştirin. Etrafına kremalı şarap sosunu gezdirin. Pazıların üzerine derili yüzleri yukarıya bakacak şekilde birer adet balık filetosu oturtun. Sosun üzerine taze dereotu yaprakları ve soyulmuş domates küpleriyle dekor yapın. Kullanacağınız şarabın kaliteli olması önemli, zira sosun hakim tadını verecek malzeme şarabın kendisi. İçmeyeceğiniz şarabı kesinlikle sosta da kullanmayın.

 Fesleğenli Mozzarella Salatası

Malzemeler: 1 paket mozzarella peyniri 2 adet domates 1/2 demet taze fesleğen 1/2 çay bardağı sızma zeytinyağı 1/2 limon suyu 1-2 diş sarımsak Tuz

Hazırlanışı: Çok basit. Peynirleri ve domatesleri halka halka dilimleyin. Fesleğeni çok ince kıyın. Sarımsakları ezin. Zeytinyağı, sarımsak, limon suyu, tuz ve kıyılmış fesleğeni karıştırıp domates ve peynir dilimlerinin üzerinde gezdirin.

Ö.Burak Küçükebe MD

Ayşe Kulin’in Prof. Dr. Türkan Saylan’ın hayatından bir kesiti kaleme aldığı ”Tek ve Tek Başına Türkan” romanı, tiyatro eserine dönüştürülecek.

İstanbul– Romanın tiyatro eserine dönüştürülmesi projesi kapsamında Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde bir toplantı düzenlendi. Toplantıya katılan tiyatro oyuncusu Dilek Türker, ”Türkan Saylan’ın hayatını anlatan Ayşe Kulin’in eserini tiyatrolaştırmak ve hayata geçirmek için bir araya geldik. İsterim ki; Türkiye’de Türkan hocayı tanımayan kimse kalmasın. İnşallah onun sevgi dolu hikayesini herkese anlatabiliriz” diye konuştu.

”Tek ve Tek Başına Türkan” projesinde farklı enerjilerin buluştuğunu söyleyen Türker, ”Bu eserin dünya prömiyerini 29 Ekim’de Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde yapacağız” dedi.

Türker, sahneye konulacak oyunun uzun yıllar oynayacak sürprizlerle dolu iddialı bir proje olduğunu, oyunda dans, müzik ve görsel efektlerin kullanılacağını, kendi oyunculuk serüveninde de bu rolün bambaşka anlamlar taşıdığını sözlerine ekledi. Romanın yazarı Ayşe Kulin de ”Türkan Saylan gibi hissederek hayata katılmak hepimiz için ilaç olacaktır” dedi. Toplantıya, yönetmen Hakan Altıner ile metin yazarı İpek Altıner ve Maltepe Belediye Başkanı Mustafa Zengin de katıldı.



Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’nın Akademisyenlerin askerlik hizmeti verirken sadece bulunduğu bölgede değil, ihtiyaç duyulan yere giderek eğitim vermesi şartıyla askerlik hizmetini tamamlaması konusunda yeni bir çalışma başlatmasını olumlu bir adım olarak karşılıyorum.

YÖK başkanı her fırsatta öğretim üyesi ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Bu uygulama ile ihtiyacın bir kısmı geçici bir sürede olsa karşılanabilir. Yeni kurulan tıp Fakültelerindeki öğretim üyesi ihtiyacının karşılanması için Mart 2009’da öğretim üyelerine rotasyon önerilmiş, bu girişim ciddi tepkiler almış ve danıştay tarafından da yürütmesi durdurulmuştu.

Bir taraftan yeni kurulan tıp fakültelerindeki öğretim üyesi ihtiyacının karşılanması için formüller üretilirken, diğer taraftan 18 Temmuz 2009 tarihinde yayınlanan uzmanlık ve yan dal uzmanlık tüzüğüne göre daha önce yan dal eğitimi almış halen üniversitelerde öğretim üyesi (Doç veya Yrd.Doç) olan doktorlar Sağlık Bakanlığı Tarafından Devlet Hizmet Yükümlüsü olarak devlet Hastanelerine veya eğitim araştırma hastanelerine atanmaktadırlar. Sağlık Bakanlığının bu atamalarda adil davrandığı da söylemez, bazı öğretim üyeleri kendi üniversitelerine Devlet Hizmet Yükümlülüsü olarak atanmakta iken bazıları Sağlık bakanlığı hastanelerine atanmaktadır. Sağlık Bakanlığı kadrolarına geçen öğretim üyelerinin hem özlük haklarında kötüleşme olmakta hem de hastaneleri alt yapısı yeterli olmadığı için verimlilikleri düşmektedir. Henüz öğretim üyesi olarak atanmamış fakat akademisyen olmak için tüm şartları yerine getirmiş olan çok sayıda uzman veya yan dal uzmanı da zorunu olarak devlet hizmet yükünlülüsü olarak atanmaktadır. YÖK’ün bir taraftan tıp Fakültelerine öğretim üyesi bulmanın formüllerini ararken diğer taraftan mevcut öğretim üyelerine ve öğretim üyesi olmak isteyen uzman/yan dalı uzmanı doktorlara sahip çıkmaması enterasandır.

Sağlık Bakanlığının halen uygulamakta olduğu ”Devlet Hizmet Hükümlüğü” uygulaması nedeniyle 19-20 yaşında tıp fakültesine giren bir öğrencinin tıp eğitimi, uzmanlık eğitimi, yapmış ise yan dal uzmanlık eğitimi, bu eğitimlerin her biri için ayrı ayrı olarak yaptığı devlet hizmet yükümlülükleri ve erkek ise askerlik hizmeti ile birlikte Yrd. Doç atanabilme yaşı yaklaşık 40-42’yi bulmaktadır. Artık tam gün uygulaması ile öğretim üyelerinin tatmin edici bir para kazamayacakları da dikkate alınır ise kimsenin bu yaştan sonra öğretim üyesi olmak isteği kalmayacaktır. Ayrıca, 42 yaşından sonra akademik hayata atılmak ve verimli olmak mümkün de değildir.

YÖK’ün askerlikle ilgili adımını olumlu karşılamakla birlikte aynı uygulamanın ”devlet hizmet yükümlüsü” olan öğretim üyeleri ve öğretim üyesi olmayı düşünün uzman doktorlar içinde yapılması için girişimde bulunulması gerektiğini düşünüyorum. Öğretim üyeleri devlet hizmet yükümlülüklerini üniversitelerde yapmalılardır, bu hak tüm öğretim üyelerine yönetmelik değişikliği veya genelge ile eşit şekilde tanınmalıdır. Sağlık bakanlığının insiyatifine bırakılır ise (halen bu şekilde uygulanmakta) adaletsiz atamalar yapılmaktadır.

Akademisyenlerin veya akademisyen olmak isteyenlerin kendi üniversitlerinde (veya kadrosu kendi üniversitesinde kalmak şartı ile ihtiyaç duyulan üniversitelerde) devlet hizmet yükümlülüklerini yerine getirmeleri mevcut öğretim üyesi ihtiyacının azaltılmasına katkıda bulunabilir, mevcut akademisyenlerin üniversitelerde kalmasını sağlar, akademisyen olmak isteyen kişi sayısının artmasına neden olabilir.

Yrd. Doç Dr Veli YAZISIZ