Psychologia” teriminin kökünde kadim Yunanca psukhe (kelebek) ve logos (bilim, teori) yatar. Kelimeyi ilk olarak “ruhları çağırma ilmi” anlamında kullanan ve ontoloji teriminin de mucidi olan Alman skolâstik filozofu Rudolphe Goklenius’tan (GOCLENIUS Goeckel, Rudolph Göckel veya Rudolf Goclenius 1547 – 1628) bu yana sekülarize olup, pozitivizmle buluşması yaklaşık 450 sene almıştır.

Zâten bütün dinlerde ve mistisizmlerde, folklorik inançlarda rûh anlamına gelen kelimeler ya soluk veya nefes alıp verme (rûh, Chi, Seele, Spirit), ya da uçma veya pırıldama anlamındaki kelimelerden türemiştir. Gözle görülemeyen, tasvir ve târif edilemeyen ama canın temsili olan tabiatüstü bu varlığın isminin animizme dayanan ve soyut mefhumları onlara en yakın somut kavramların isimleriyle anan yaklaşımdan neş’et almış olması hiç de şaşılacak bir şey değildir. Cin kelimesinin de benzer bir hikâyesi vardır; cinnet ve cennet lâfları cinden gelir.

 Goclenius

(Rudolf Goclenius 1547 – 1628)

Türkiye’de nedense psikoloji karşılığında “ruhbilimi”, psikiyatri karşılığında ise “ruh hastalıkları bilimi” lâfları kullanılır olmuş (doğrusu akliye), bu da tamamen dinî ve metafizik bir anlamı olan rûhla uğraştığını iddia eden ne kadar şarlatan varsa, âdeta bizleri onlarla meslekdaş kılmıştır. Meselâ Araplar psikoloji karşılığında “ilm-i nefs” demektedirler; yâni gene soluk anlamından türeme “nefs” kelimesini tercih etmişlerdir ki, doğrusu da budur. Eski Türkler’deki “tın” veya “tin” de ses çıkarabilme anlamında kullanılırdı. Bunun için psişik anlamında tinsel denmesi de, psikoloji karşılığı tin-bilim denmesi de yanlıştır.

Öte yandan, indirgeyici bir târifle psişeyi beynin işlevleri olarak tanımlamak ne kadar doğru? Beyin hakkındaki bilgilerimiz ne kadar ki? Mevcut bilgilerimiz şuûr (bilinç) anlayışı açısından yeterli ve doğru mu?

Başlarda sâdece davranışların (duygu, düşünce ve hareketlerin hepsi davranışlardır) tetkiki hedeflenmiş, çeşitli ekoller bunun nasıl yapılacağı argümanından doğmuştur.

  • Önceleri içe-bakış ve iç-gözlem (introspection) yöntemi kullanılırken, özellikle Kant buna karşı çıkarak, bir kişinin hem gözlemleyen hem de gözlemlenen olamayacağını öne sürmüştür.
  • Buna mukabele olarak ampirik psikoloji (gözleme ve deneye dayanan psikoloji) üzerinde durulur olmuştur.
  • Bu da davranışçı psikoloji (behavioral psychology), bilişsel psikoloji (cognitive psychology), deneysel psikoloji (tecrübî: experimental psychology) gibi şûbelerin doğmasına yol açmıştır.
  • Kant’ın bütün çabalarına rağmen, zamanla Sigmund Freud ve takipçileri içe-bakışı tekrar psikolojiye sokarak analitik (tahlilî) psikolojiyi gündeme getirmişlerdir. Bu paradigma da sonraları derinlikler psikolojisi (Jung), bireysel psikoloji (Adler), kendilik psikolojisi (Kohut) gibi birçok mezheplere bölünmüştür.
  • En sık rastlanan psikiyatrik hastalık olan depresyonun izahı için geliştirilen modeller devreye girmiştir.  1. Agresyonun Kişinin Kendine Çevrilmesi Modeli: Klâsik Freudiyen teoriye göre getirilen bu yaklaşım bütün depresyon vak’alarını izah edememektedir. Öfkeli, saldırganlık sergileyen depresyon hastaları buna örnek olarak gösterebiliriz. Ayrıca, bastırılmış (represe edilmiş: şuurdışında bastırılmış) veya refule edilmiş (sup­p­ression: şuurdan şuurdışına itilmiş) agresyonun ifâde edilmesinin yâni dışa vurulması­nın depresyonu iyileştirdiğine dâir gü­venilir bilimsel bilgiler de mevcut değildir. 2. Nesne Kaybı ve Depresyon: Bu model de bütün depresyon vak’alarını izah ede­me­mekte, her hastada mutlaka gerçek, sembolik veya hayâli bir nesne kaybı bulunamamaktadır. Bu mo­dele uyan hastalarda İnterpersonel Psikoterapi (İPP) daha çok faydalı olur. 3. Kendine Saygı (Özsaygı: Self-Esteem) Kaybı ve Depresyon: Egonun ulaşılamaz mâhiyetteki amaçlara ve hedeflere ulaşamamaktan dolayı narsisist zedelenmeye mâruz kal­ması, bunun da tha­nato­tik enerjiyi (klâsik psikanalizde bütün canlılarda ortak olarak bulunan yaşama içgüdüsüne Eros, ölüm içgüdüsüne de Thana­tos denir) ha­rekete geçirmesi mekanizmasını depresyonun ortaya çıkmasından sorumlu tutan bu model de kendine say­gının yüksek ol­duğu hipomanik, manik veya narsisist kişilerde belirgin bir hayat olayı yokken neden dep­res­yon gelişebildiğini yete­rince izah edememektedir. “Hakiki narsisistler asla depresyona girmez” şeklindeki klâsik dayatma da, teorilerin gözlemlere değil, gözlemlerin teorilere uydurulması çabasına bir örnektir. 4. Kognitif Model: Pensilvanya Üniversitesi’nden Aaron Beck’in ortaya koyduğu bu modele göre olumsuz düşünceler (kişinin kendisinin çaresiz, ümitsiz ve değersiz olduğunu düşünmesi gibi) klinik depresyonun temelini oluşturur. Bu, bir kognitif triada yol açar: Dep­resif hastalar kendi­lerini çâresiz hissederler, geçmiş ve mevcut olayları böyle yorumlarlar ve gelecekten bek­len­tileri de aynı olumsuzluğu taşır. Bâzı depresyon hastalarında etkili olan Kog­nitif-Davra­nışçı Psikoterapi’nin (KDP) geliştirilmesine esas teşkil etmiş olan bu mo­delin zayıf tarafları arasında zâten depresyondaki hastalarda gerçekleştirilen gözlemlere istinat etmesi ve -dolayısıy­la- yordayıcı (predictive) değerinin pek olmaması, bilhassa vejetatif belirtilerin nasıl ortaya çık­tığını izah edememesi sayılabilir. 5. Öğrenilmiş Âcizlik (Çâresizlik) Modeli: Gene Pensilvanya Üniversitesi’nden psikolog Martin Se­lig­man’ın geliştirdiği bu yaklaşımda geçmiş olumsuz yaşantıların birikimi sonucunda, yeni olumsuz durum­lar karşısında çâresiz kalmanın depresyonun sebebi olduğu ana fikri söz konusudur. Bu mo­delin de bütün depresyon hastaları için geçerli olduğunu iddia etmek güçtür fakat özellikle gene­tik yatkınlığı olan birey­lerde, zorlayıcı hayat olaylarının bu mental şemayı aktive edebileceğini öngörebilmesi açısından değerlidir. 6. Depresyon ve Pekiştirilme: Oregon’lu psikolog Peter Lewingston’un geliştirdiği bu modele göre depresif davranışların temeli uygun ve yeterli ödüllerin olmamasıdır. Bâzı ortamlar sürekli olarak kişileri ö­düllenme ve kendine olan saygısının pekişmesi fırsatından mahrum bırakmakta, bu da o kişi­leri müzmin bir sıkıntı, haz duyamama ve -kaçınılmaz ola­rak- yeis (ümitsizlik) hâline sok­mak­tadır. Bu yakla­şım daha ziyâde toplumsal bedbahtlığı açıklamakta ama depresyon için ye­terli görünmemektedir. Başka bir benzer yaklaşıma göre, hak edilmeyen ödüllere mâruz kal­ma kişinin kendine olan saygısını kaybetmesine yol açar; toplumsal becerilerin yetersizliği depresyona zemin hazırlar ve kişinin herhangi bir ortamdaki potansiyel ödüllendirmelere cevap verebilme kapasitesini kısıtlayan bu durum ken­dine olan say­gısının iyice düşmesine yol açarak depresyona sebep olur. Bu modelin zayıf ta­rafı, pekişti­rilme ek­sik­liğinin zaten depresif hastalığın kendisinin sebep olduğu toplumsal defisiti dik­kate al­mayıp, indirgeyici bir bakış açısı getirmesidir. Gene de, ödüllenme mekanizmasını işin içine so­karak, saf psikolojik modellerle biyo­lojik kavramlar arasında bir köprü oluşturmakta­dır.

Peter Lewingston’un bu yaklaşımı, beyindeki Ödüllenme Sistemi (mezolimbik sistem: nukleus akkumbens ile ventral tegmental alan arasındaki dopaminerjik ve peptiderjik devre) keşfedilince büyük değer kazanmış ve biyolojik psikoloji (biological psychology) akımı doğmuştur. John Huglings Jackson’un ve Penfield, Wilder [Graves]’ın lokalizasyon deneylerinin yerini günümüzde fMRI (functional magnetic resonance imaging) ve PET (positron emission tomography) teknikleri almış, bunu bilgisayarlı EEG ve manyetoensefalografi gibi teknikler de zenginleştirip sinir-bilimdeki (neuroscience) gelişmelerle beraber yorumlayarak değerlendiren biyolojik psikoloji hem normâl hem da anormâl akıl hâllerinin sentetik yorumunu bize sağlayan hoş bir mecra kazanmıştır. Son hâliyle de evrimsel biyolojiye sırtını dayamış bulunmaktadır.

Karl Popper’dan beri bilimin târifi “yanlışlanabilirlik” ilkesine oturtulmuştu. Son on yıllarda iyice netleşen kaos teorisi, puslu (fuzzy) mantık ve kuantum teorisi, belirsizlik ilkesi, holografik evren anlayışı, Hawking’in katkılarıyla M Teorisi ise rasyonalizmi kendine yol olarak seçmiş ortodoks bilim anlayışını derinden sarstı. Rûhanî psikoloji (spiritual psychology) anabilim dalları kurulur oldu.

Zâten hâlâ biyolojik belirteçlerden (markers) yana çok fakir ve tamama yakını uzman konsensüsleriyle (ittifakıyla) târif edilmiş “disorder”larla uğraşan, bu sebeple de yumuşak karnı a priori sırıtan psikiyatrinin işi iyice zorlaştı. Batı kültürüne göre hazırlanmış DSM ve ICD sistemleri diğer kültürler için asla yeterli olmuyor.

Çinliler kendi taksonomi ve nozolojilerini kurdular.

Üstün Hristiyan Beyaz Adam’ın bütün dünyayı kendine benzetme gayretleri tutmadığı gibi, geri de tepmekte.

Bütün bunların ortasında bunalan ve bilim olmaktan çıkıp dinleşmeye başlayan, mezhep ve tarikatları türemeye ve mevcut dinlerden, ideolojilerden artan bir ivmeyle etkilenmeye başlayan psikiyatriyi nasıl homojenize edeceğiz, nasıl önleyeceğiz bu entropiyi?

Yoksa iş zâten olacağına varacak ve hastalanmış psişenin pratisyenleri mi olacağız?

Amigdala deyince küfür sanan analitik yönelimli psikiyatrla, dinamik formülasyon deyince şaşkın şaşkın bakan biyolojik psikiyatrı nasıl yapıp da aynı lisanı konuşur hâle getireceğiz?

Psikiyatrinin bütünleyici, kucaklayıcı, negentropi yapıcı yeni bir paradigmaya ihtiyacı yok mu?

Bence var, hem de âcilen.

Yoksa danışanlarımızı, hastalarımızı elimizden kaybedeceğiz artan bir ivmeyle; ediyoruz da zâten.

İşte, evrimsel psikoloji (evolutionary psychology) ve evrimsel psikiyatri (evolutionary psychiatry) böyle bir holistik çerçeveyi bize sunar gibi gözükmektedir.

Sinirbilimini, beyin görüntülemelerini, klinik ve deskriptif psikiyatriyi, analitik ve dinamik psikiyatriyi, kültürel psikiyatriyi bütün inanç sistemlerine de saygıyı koruyarak kucaklama ihtimâlini bizlere sunmaktadır.

Randolph M. Nesse’nin ifâdesiyle (2002), “evrimsel biyoloji psikiyatrinin temel bilimi hâlini almıştır” ve evrimsel çerçeve de psikiyatrinin yeni paradigması olmuştur.

Mehmet Kerem Doksat – 13 Kasım 2006 Pazartesi