Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürü Hasan Çağıl, ‘Bir hekimin günde kaç kişiye, hangi ilaçları yazdığını, bu ilaçların hangi eczanelerden alındığını ‘elektronik takip’ sistemiyle tespit edebiliyoruz’ dedi.
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürü Hasan Çağıl, Çukurova Tıp Fuarı’na katılmak üzere geldiği Adana’da, yaptığı açıklamada, sağlıkta suistimal örneklerinin her dönemde gündeme geldiğini, bu nedenle Genel Sağlık Sigortası kapsamında bedelini ödedikleri hizmetleri çok daha farklı metotlarla incelemeye başladıklarını söyledi.
“Bugüne kadar olduğu gibi faturalar gelsin, faturalar kağıt üzerinden karşılaştırılsın, örnekleme yöntemleriyle denetimler yapılsın’ gibi metotlar yerine daha etkin yöntemlere başvurduklarını ifade eden Çağıl, ‘Bugün kurum olarak, günde ortalama 1,5 milyon kişinin muayene bedelini ödüyoruz. Yine her gün 900 bine yakın kişinin reçete bedelini ödüyoruz. Çok büyük rakamlar bunlar. Bunları siz tek tek oluşturulmuş olan faturalar üzeriden incelemeye kalktığınız zaman hiçbir zaman doğru bir incelemeye ulaşamayız. Örnekleme bu günün şartlarında en iyi inceleme metotlarından biri ancak bununla yetinmiyoruz” dedi.
1 Ekim 2010 itibariyle hayata geçen yeni sistemle muayene ve reçetelerin elektronik ortamda takip edildiğini kaydeden Çağıl, sözlerine şöyle devam etti:
“Bir hekimin günde kaç kişiye, hangi ilaçları yazdığı, bu ilaçların hangi eczaneden alındığı online sistemle takip ediliyor. Bu uygulamalarımız yanlış anlaşılmasın. Biz hiç kimseyi potansiyel suçlu görmüyor, tedbirimizi alıyoruz. Özellikle de hekimlik gibi kutsal bir mesleği yürüten değerli meslektaşlarım için asla böyle bir şey düşünemem. Bizim açımızdan sağlık hizmeti sunucusu birinci derecede hekim olduğu için bu takibi yapıyoruz.”
SGK Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürü Çağıl, söz konusu işlemleri takip edebilmek için tüm hastanelerden hekimlerin kayıtlarını istediklerini belirterek, “Bu kayıtlar bize internet ortamında tek tuşla bildirildi. Bu bildirimle ilgili süre de 1 Ekim 2010’da doldu. Bu nedenle, Sağlık Bakanlığından aldığı tescil numarasını bildirmeyen hekimlerin yazdığı reçeteleri 1 Ekim 2010 itibariyle ödemiyoruz” dedi.
Özel sağlık sektörü de dahil hangi hekimin, hangi noktada, nerede çalıştığını bildiklerini ifade eden Çağıl, şunları kaydetti:
“Şu anda tüm kamu ve özelde çalışan hekimlerimizin yüzde 95’inden fazlası sistemimize kayıtlı. Kayıtlarımıza girmeyen çok az bir hekimimiz kaldı. Oysa daha önce hastanenin birinde bir sürü reçete yazılmış. Bu reçeteleri kimin yazdığına bakmak istiyorum, ‘bilinmeyen’ yazıyor. Bugüne kadar hangi hekimin sicil kaydı varsa tüm reçeteler ona yazılmış. Böyle bir takip olur mu? Bu bir defa hekimi korumak açısından da çok önemli. Bazen bakıyorsunuz koskoca bir hastanede 5 tane hekimin ismi var sistemde ve bunların her birisi günde 800 tane hasta muayene etmiş gösteriliyor. Çünkü hep onların ismini yazmışlar. Bunlar doğru şeyler değil.”
HEKİMİN HİZMET TABLOSU
Hasan Çağıl, her hekimin ay içinde yaptığı tüm hizmetlerin tablosunun çıkarılacağını, emsalleriyle arasında sapma varsa anında görülebileceğini belirterek, şunları kaydetti:
“Biz, hangi hizmeti hangi hekimin verdiğini, hangi reçeteyi hangi hekimin yazdığını bilmek zorundayız. Bu nedenle yeni uygulamada her ayın sonunda hizmet faturaları oluşacak. Hekim arkadaşlarımızı, kendi benzerlerine ait kıyaslamalarda olmak üzere bilgilendirme göndereceğiz. Nedir bu bilgilendirme? Doktor A, ‘bu kadar hasta muayene ettiniz, şu kadar hasta ameliyat ettiniz, şu kadar hasta yatırdınız, şu kadar işlem yaptınız. Yapmış olduğunuz işlemlerin karşılığında SGK’nın ödemiş olduğu fatura şu’ diyeceğiz. Ayrıca bir ayda şu kadar reçete yazdınız. Bu ilaçlar şu firmalara ait. Yazmış olduğunuz ilaçlar şu eczanelerden alınmış. Mesela reçetelerdeki toplam ilaç 300 bin lira. Reçetelerin yüzde 98’i aynı eczaneden alınmış ama reçeteler 100 eczaneye dağılmış. Burada suistimal var mı bilmiyorum. Tutarın 98’ini oluşturan ilaçların tamamı 4 çeşit. Bu gerçek bir örnek. Aynı firmalardan ilaç yazma işini ben yine de suistimal olarak nitelemiyorum. Hekim arkadaşlarımı suçlama niyetinde de değilim.”
Çağıl, ‘Elektronik Denetleme Sistemi’ adı verdikleri bu uygulamanın bir örneğinin eczaneler için de bulunduğunu belirterek, sözlerini şöyle tamamladı:
“Bu uygulama, şu anda test amaçlı olarak Türkiye genelinde devam ediyor. Bugüne kadar ilginç sonuçlar aldık. Size basit bir örnek vermek istiyorum. İstanbul’daki bir eczaneye, 27 kilometre uzaklıktaki bir hastaneden, bir ay boyunca, üç doktordan aynı dört kalem ilacın bulunduğu reçeteler gönderilmiş. Burada reçete taşınmış, hastanın taşındığını hiç zannetmiyorum. Biz bunlara ayrıca inceleme gönderiyoruz. Burada reçete taşınıyor, hastanın taşındığını hiç zannetmiyorum. Bu bir tesadüf olamaz.”
Aziz Nesin’in kâğıda döktüğü rüyaları ‘Unutulmayan Rüyalar’ adlı kitapta bir araya getirildi.
İÖ 5.-6. yüzyıllarda yaşamış Eski Yunanlı filozof Herakleitos, uyanıkken hepimizin tek bir ortak dünyada yaşadığını, oysa uyurken herkesin kendine ait, özel bir dünyası olduğunu söylemiş. Aziz Nesin, gördüğü rüyaları uzun yıllar kâğıda dökmüş, kâğıda dökmekle de kalmamış, ‘rüyalarının’ ilginç bir kitap olabileceğini düşlemiş; Herakleitos’un deyişiyle ‘kendine ait, özel dünyasını’ okurlarına açmak, onlarla paylaşmak istemiş. Nesin Yayınevi, Aziz Nesin’in 1960’lardan 1990’lara uzanan yıllarda görüp yazdığı rüyaları kitaplaştırarak, ustanın bu düşünün gerçek olmasını sağlamış.
Aziz Nesin’in geçen ay, ressam Sali’nin desenleri eşliğinde yayımlanan Unutulmayan Rüyalar kitabının öyküsü, bir bakıma, 1990 yılının Ocak ayında Adam Yayınları’nda başlıyor. İnci Asena, Nesin’e, ‘Size bir defter vereceğim, ama yazacaksınız,’ diyerek güzel bir defter armağan ediyor.
‘İnci de herkes gibi, benim güzel, tertemiz, parlak kâğıtlara yazamadığımı biliyordu,’ diyor Nesin. ‘Gerçekten böyle kâğıtlara yazamıyorum. Bunun nedenini bilen yok. Çoğu, cimriliğimden sanıyor. Nasıl cimriliğim doğru değilse, cimri olduğumu kendim özellikle yaydımsa, başkaları cimri olduğumu söyleyince bundan gizli bir keyif alıyorsam (alay ediyorum gizliden), güzel kâğıtlara yazamayışımın cimriliğimden ileri geldiği de doğru değil.’
Peki, nedir Aziz Nesin’in güzel kâğıtlara yazamayışının nedeni? Rüyalarının kitaplaşmasını tasarlarken, 28 Ocak 1990’da kaleme aldığı yazıda nedenini kendisi açıklıyor:
‘Önüme çok güzel, tertemiz bir kâğıt ya da defter alınca şöyle düşünüyorum. Bu denli güzel kâğıda çok güzel yazılar yazmalıyım. Kâğıt ne denli güzelse, yazacağım yazının da hem kaligrafi hem de anlam (içerik) olarak o denli güzel olması gerektiğine inanıyorum. Örneğin kalın, güzel, tertemiz bir kâğıda bir bakkal hesabı yazılabilir mi? (‘) Örneğin ‘Yarın yapılacak işler’ yazılabilir mi? O güzel kâğıda ben bunları yazamam. Yazılarımın notlarını, müsveddelerini de yazamam. Çünkü bunlar herhangi bir kâğıda, bir kâğıt parçasına, bir yazı yazılmış kâğıdın arkasına da yazılabilir. (‘) O çok güzel kâğıtlara gelişigüzel yazılar, notlar, müsveddeler yazarsam, kâğıdın güzelliğine haksızlık edecekmişim gibi geliyor. Bunun cimrilikle, cimriliğimle bir ilişkisi var mı? Sanmıyorum; varsa da doğrudan değil, pek dolaylı olarak”
Ama İnci Asena’nın armağanı bu deftere yazacağına bir kez söz vermiş Nesin. Peki, ne yazacak? Günlerce düşünüyor ve sonunda bu deftere rüyalarını yazmaya karar veriyor.
Peki, niçin rüyalarını?
‘Her şeyden önce rüyalarımı çok seviyorum; kötü rüyalarımı da, korkunç rüyalarımı da’ Çünkü rüyalarım da benim yaşamım, yaşamımın bir bölümü’ Yaşamı ve yaşamımı çok sevdiğim için yaşamımın önemli bir bölümü olan rüyalarımı da seviyorum. Rüyalarımı gerçek yaşamımdan ayırmıyorum; rüyalarım da benim rüya biçimindeki gerçek yaşamımdır.’
Cimriliğe gelince, Aziz Nesin’in ‘cimriliği’ gerçekten de çok konuşulmuştur. Nesin ise, aslında ‘kendine cimri’ olduğu, en çok da ‘zaman cimrisi’ olduğu kanısında:
‘Çünkü bu dünyada zamanımdan değerli hiçbişeyim yok. Param, malım ziyan olursa yerine koyabilirim. Ziyan olan zaman, boşa geçen zaman giderilemez. Can dediğimiz şey zamandır. Zaman, can bütününü oluşturan parçalardır. Zamanla canımız gidiyor. Dünyada en tutumlu olduğum şey zamanım”
O yüzden, yaşamının hiçbir parçasının, dolayısıyla rüyalarının da ziyan olmasını istemiyor Nesin:
‘Rüyalar’ Ve rüyalarım (‘) hep ilgimi çekmiştir; elbet bilimsel olarak değil, ancak yazınsal olarak’ Dahaca kitap olarak yayımlanmamış olan Mum Hala [yazarın güncelerini, anılarını içeren bu kitap sonradan yayımlandı] adlı kitabımın notları arasında rüyalarıma ilişkin pek çok not ve günceler vardır. Rüyalarım üzerine, rüyalarımdan esinlenerek yazdığım öykülerim de var. Örneğin çok sevdiğim ‘Rüyalarım Ziyan Olmasın’ başlıklı öyküm gibi”
Nesin, cimrilerin cimriliklerine değgin çok şey duyduğunu, ama bu cimriler içinde rüyalarının bile ziyan olmamasını isteyenini duymadığını söylüyor: ‘İşte ben rüyalarımın bile ziyan olmamasını, bir işe yaramasını isteyen dünyanın en cimri bir cimrisiyim”
Rüya denince, rüyaların yorumlanması gelir akla. Aziz Nesin’in Unutulmayan Rüyalar’da yer alan rüyalarını da yorumlamak isteyen uzmanlar çıkabilir. Böyle bir çalışma belki de bir ilk olacaktır. Edebiyatımızın önde gelen yazarlarından birinin rüyalarının yorumlanması, gerek bir rüya yorumcusu, gerek bir ruhbilimci için benzersiz bir fırsat olabilir. Ama Nesin’i, yine de, rüyaların bilimsel değerinden çok, yazınsal, sanatsal değeri ilgilendiriyor:
‘Rüyalarım (belki herkesin rüyası da) ne ilginç, ne güzel, ne renkli, ne zengin’ Hiç kimsenin uyanıkkenki fantezisi, rüyaları kertesinde fantazya olamaz, hiçbir imgelem, rüyalarımızın imgeleri kertesinde zengin ve imgesel olamaz” Doğru söze ne denir? Rüyalarımızda hepimiz birer ‘gerçeküstücü’ değil miyizdir biraz da?
Nesin, en çok, rüyalarını çocukluğundan başlayarak yazmadığına yazıklanıyor. Böylesi bir kitabın ‘başyapıtı’ olabileceğini düşünüyor. Bir insanın rüyalarını yazmasını, gerçeğe dayanan günce ya da anı yazmasından çok daha önemli ve değerli sayıyor. ‘Düşünsenize,’ diyor, ‘Goethe’nin yaşam boyu rüyaları, Napolyon’un, Shakespeare’in, Dostoyevski’nin, Çehov’un rüyaları, Atatürk’ün, Nâzım Hikmet’in rüyaları, sıradan bir insanın, örneğin bir memur emeklisinin, bir siyasi polisin, bir bakkalın rüyaları”
Nesin’in bu düşü gerçek olsaydı, yapıtlarını okuduğumuz bir yazar, yaptıklarıyla tanıdığımız bir siyasal önder rüyalarındaki gizli dünyasıyla önümüze serilseydi’ Daha da ileri gidersek, bir işkencecinin, rüyalarına yansıyan altbilinci kâğıda dökülebilseydi’
Kuş Hamdi Efendi
Aziz Nesin bu rüyasını 8 Mart 1963’te kaleme almış:
‘Rüyamda gördüğüm kuş olan ölmüş ‘Hamdi Efendi’. Hamdi Efendi adına bir sempati duydum rüyamda. Bu adı bir piyesimde kullanayım diye düşündüm rüyamda. Dala konmuş Hamdi Efendi’yi çağırdım:
Gel Hamdi Efendi, gel!
Yanımda bilmediğim biri daha vardı.
Çağırıyordum. Hamdi Efendi gelse yanıma, onu ölmüşlüğünden kurtaracaktım.
Dala konmuş güler yüzlü Hamdi Efendi kuşlaşıyor. Sevimli, insan yüzlü, renkli sakakuşu oluyor, Ama az kalırım yanınızda’ diyordu.
Kanatlarını çırpıp uçuyordu bize doğru gülümseyerek tatlı yüzüyle’ Geliyor, geliyor’ Sonra havanın açık mavimsiliğinde dağılıp eriyor Kuş Hamdi Efendi’
Üzünç duyarken ben, yeniden somutlaşıyor. Ama yine uzak bana’ Gülüyor. Kanat çırpıyor, geliyor bana’ Eriyor, yine dağılıyor havanın maviliğinde’ Bikaç kez böyle olurken, ‘Hamdi Efendiyi sevdim,’ diyorum rüyamda. İçimden, ‘Ona bir oyunumda yer vermeliyim” ‘Hamdi Efendi’ adını ilk duymuş gibi oluyorum, bir seviyorum ki o adı, bir seviyorum ki güler yüzlü Kuş Hamdi Efendi’yi’ Uyanıyorum gülerek, uyanınca korkuyorum”
Sözün özü
Uyanıkken hepimiz tek bir ortak dünyada yaşarız; oysa uyurken herkesin kendine ait özel bir dünyası vardır.
Herakleitos
Göz, uykudaki düşlerde, uyanıklıktaki düşgücünden daha açık seçik görür.
Leonardo da Vinci
Yataktaki gerçek aşkım, rüya görmemi sağlayan uyku olmuştur her zaman.
Luigi Pirandello
Gündüz düş görenler, yalnızca geceleri düş görenlerin kaçırdığı birçok şeyi görürler.
Edgar Allan Poe
Düş görüyorum, demek varım.
August Strindberg
Hiç rüya görmeseydik, yaşamak dayanılmaz olurdu.
Anatole France
Rüyanın bir özelliği de, gördüğümüz hiçbir şeyin bize şaşırtıcı gelmemesidir.
Jean Cocteau
Herkes uykuya sığınabilir, düş görürken hepimiz dâhiyizdir, orada kasapla şair birdir.
Emile C. Cioran
Alman ”Berliner Morgenpost” gazetesi, dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say’ı Türk müziğinin Batı’daki en önemli elçisi olarak tanıttı.
dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, gazeteye yaptığı açıklamada, Türkiye’nin farklı bir ülke olduğunu ve öyle de kalması gerektiğini vurgularken, ”Müziğimiz Alman avangardistler tarafından pek takdir edilmiyor, ancak neden Alman avangardistliğine bağlı olayım ki, ben bir Alman değilim. Biz ülkemizin hammadesi ile ilgileniyoruz, bu bizim kanımızda var” şeklinde konuştu.
Say, Türkiye’nin hammadesinin ”Kara Toprak” adlı eserde gizli olduğunu, bu eserde Anadolu toprağının büyüsü, coşkusu ve hüznünün bir arada yaşandığını dile getirdi.
Gazetenin haberinde, Say’ın, Türk kökenini inkar etmeden, Ulvi Cemal Erkin, Ahmed Adnan Saygın gibi ünlü Türk bestecilerini dünyaya tanıttığı ve piyano konçertolarıyla müziğin yönünü Boğaziçi’nden Batı’ya çevirdiği, bu yönüyle kültürlerarası diyaloğun dervişi ve ülkedeki gelişimin yeni bir yüzü olduğu belirtildi.
Say, Türkiye’nin yüzyıllardan beri bir kültür ülkesi olduğunu ve bu kültürün doğu ruh ve zihniyetine hitap ettiğini ifade ederek, Batı’da dil farklılığından dolayı bir türkünün piyano konçertosu kadar etkili olamadığını söyledi.
Türkiye’nin sadece Avrupa’da değil, yaşam tarzıyla kendi içinde de bölünmüş bir ülke olduğu ve bu farklılığın daha da büyüdüğü şeklindeki bir yorum üzerine de Say, ”Türkiye hem Batı, hem de bir Doğu ülkesi. Türkiye’de şu anda var olan sıcak tartışma da, Batılı yaşam biçimini benimsemiş insanların yaşam biçimlerini değiştirmek zorunda kalacağı korkusundan kaynaklanıyor” iddiasında bulundu.
Say ayrıca, 10 yaşındaki kızının başörtüsü takma ya da ateist olma konusunda ancak kendisinin karar verebileceğini ve bu konuda bir baskı yapmadığını belirterek, ancak bu baskının Türkiye’de daha da artmasından endişe duyduğunu ifade etti.
> Beyoğlu’nda bir resim galerisine dün gece yapılan saldırı insanı
> ürkütüyor.
>
> “Endişe” demiştik…
>
> Uydurmamıştık “endişe” konusunu…
>
> “Hayatlarımız” dedik, “yaşam tarzımız” dedik…
>
> Bir galerinin önünde bir kadeh bir şeyler içmemiz dayakla mı
> sonuçlanacak?
>
> Evetçiler. Hayırcılar. Nerdesiniz? Sorun kendinize: DARBE NEDİR?
>
> Hayattaki DARBE nedir?
>
> Bir resim sergisi açılışı kokteylinde, kapının önünde bir kadeh bir şey
> içmek artık mümkün olmayacak.
>
> Hatta resim sergilerine yalnız gitmekten bile endişe duyacağız.
>
> Birtakım cahil kafalılar, bunu bize yaşatmayacaklarını gösterdiler.
>
> Kazandılar!
>
> Faşizm nedir? Sorun kendinize!
>
> İktidar! Muhalefet! HEMEN! HEMEN!!!
>
>
>
> Sanatçı özgürdür.
>
> Yaşamı da özgürdür. Yaşam tarzı hürdür.
>
> “Sokak, hür ve özgür olmalıdır” sanatçı için. Sokaktan düşünce toplar
> sanatçı.
>
> İlhamdır sokak. Ressamlar için, şairler için, bestekârlar için…
>
> Sokak şehirdir, şehir memlekettir, memleket dünyadır. İnsanoğlu bu
> dünyada yaşar.
>
> İnsan bu dünyada, kimseye zarar vermediği ve de kuralları çiğnemediği
> sürece istediği gibi yaşar.
>
> Hayallerdir… Uğraşlardır…
>
> Söyleyin şimdi! Bu memlekette kaç çeşit kural var? Yanlış nerede? Baskı
> nerede? Endişe nerede?
>
> Sanatçıya baskı uygulayamazsınız.
>
> Sanatçı, kendi içinde salt ruh sever. Güzellik sever. Aşk sever. Yaşamak
> sever.
>
> , ” Sanatçı, içsesi ile düşünür.
>
> İster iktidarı destekler, ister muhalefeti. Genelde de muhaliftir
> sanatçılar.
>
> Gerçek bir sanatçı çünkü, içindeki çocuğu büyük bir özveriyle
> korumaktadır. Üretmek uğruna… Yaratmak uğruna…
>
> Bizim memleketimizde sanat var. Sanatçı var. Çok iyi sanatçılar var.
> Dünyaya mal olmuşları da var…
>
> Cehalete karşı kültürü savunduğumuzda, bize “faşist” bile dediniz, hiçbir
> hakkınız yokken. Kim faşist?
>
> Bizi toplumdan silmek için pek çok yalan uydurdunuz. Demediğimiz şeyleri
> bile sanki “demişiz gibi” yaptınız bizi çürütmek uğruna. Töhmet altında
> bıraktınız.
>
> Savunduk kendimizi…
>
> Sorun şimdi kendinize. Bu ortamda sanatı, halka yaymak mümkün mü?
>
> Kültür bir memleketin her şeyidir. Kalbidir. Beynidir. Ruhudur.
>
> Birçok sanatçıyı siyasi sebeplerden itelediniz hep. “Benim gibi
> düşünmüyor”, “benim gibi yaşamıyor” dediniz.
>
> Dışladınız. Küstürdünüz.
>
> Dünyadaki pek çok memleketi sanatçılarıyla tanıyorsunuz. Sanatçılar
> simgeleridir halklarının.
>
> Marquez Kolombiya’dır.
>
> Beethoven Almanya’dır.
>
> Nazım Hikmet Türkiye’dir.
>
> Picasso İspanya’dır.
>
> Monet Fransa’dır.
>
> Mozart Avusturya’dır.
>
> Dostoyevski Rusya’dır.
>
> Miyazaki Japonya’dır.
>
>
>
> Ve son olarak da, bir EVET-HAYIR yarışı yapıp böldünüz halkı.
>
> Bir “referandum”.
>
> Evetçiler.
>
> Hayırcılar.
>
> Ve referandumu boykot eden Kürtler.
>
> Üç halk olduk biz.
>
> Her biri on milyonlarca…
>
> Ve nasıl beraber yaşayacağımız muallak bir soru işareti haline geldi.
>
> Bakın:
>
> Hayatta hiçbir zaman esrar kullanmadım.
>
> Çok sigara içerim. Yalnızlığıma eşsiz bir dost çünkü.
>
> Akşamları kimi zaman bir kadeh viski içtiğim olur. Stresli hayatımda o da
> iyi bir dost.
>
> Bazen (yemeğe hangisi uygunsa) rakı, şarap ya da bira içtiğim olur.
>
> Kadınların başını örtmesini iyi bulmuyorum. Kendi kızım, sevgilim, annem,
> babaannem ve de tüm dostlarım başı açık insanlardır.
>
> Bütün bunlar hayat tarzı seçimidir. Benim seçimim.
>
> İçinden geldiğim ailenin ve sosyal şartların seçimi.
>
> Bu yaşam tarzının adı genel itibariyle “laiklik”.
>
> Bu siyasi bir konu değil, biz böyle yaşamaktayız. Ne zaman ki, bu tarz
> bir tehdit altına girerse, siyasileşmekteyiz aslında.
>
>
>
> Almanya’da öğrenciyken kaldığım yurtta, bazı fanatik dincilerin yoğun
> baskısına uğramıştım.
>
> Dinin siyasete alet olmasını, insanların birbirine din adına emirler
> yağdırmasını oldum olası sevmem.
>
> İnanç, yaşamın kudretidir.
>
> Yeri, ruhumuzun en dibinde ve başımızın en yukarısındadır.
>
> Sadece bize ait bir mekânda ve hissiyatta…
>
> Soyuttur.
>
> Yaşamsal bir çizgidir.
>
>
>
> Biliyorum ki, Türkiye’de benim gibi olan en az 30 milyon insan var.
>
> Bir sanatçıyım.
>
> Müzik, dans, resim, edebiyat, sinema hayranıyım.
>
> Bütün bu sanatları icra eden insanlar, benzer yaşamlar sürdürmektedir.
>
> Biz ne olacağız?
>
> Bizim yaşamımız değişecek mi?
>
> Bu baskı engellenecek mi?
>
> Hepsine çok iyi cevaplar bekliyorum.
Türkiye Alzheimer Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Emre, dünyada 35 milyon Alzheimer hastası olduğunu bildirerek, ”Ancak bu rakamın 2030’da ikiye katlanacağı ve 2050’de ise 115 milyon insanın bu hastalıktan mustarip olacağı belirtiliyor” dedi.
Four Seasons Otel’de, Türkiye Alzheimer Derneği ve Novartis ilaç firması tarafından düzenlenen basın toplantısında konuşan Prof. Dr. Emre, Türk Alzheimer Derneği ve Novartis firmasının işbirliğiyle yürütülen ve Alzheimer hastalığına dikkat çekmek, hastalıkla ilgili bilinç yaratmak için başlatılan ”Bir Gün Alzheimer Olursam” adlı projede, ünlü isimlerin hastalıkla ilgili kaleme aldığı mektupların ”Dünya Alzheimer Günü” çerçevesinde bir kitapta toplandığını belirtti.
Prof. Dr. Emre, sanat, medya, spor ve iş dünyasından isimlerin yazdığı mektuplarda, bir gün Alzheimer hastalığına yakalanıp her şeyi unutmaları durumunda sevdiklerine söylemek istediklerini kağıda döktüklerini ifade etti.
Kitapların ücretsiz olarak D&R kitap mağazalarından temin edilebileceğini bildiren Prof. Dr. Emre, Alzheimer hastalığının ciddiyetine, yaşlanan nüfusa paralel olarak toplumda artışına ve erken teşhisin önemine dikkat çekti.
Prof. Dr. Mehmet Emre, Novartis ile işbirliği içinde hayata geçirilecek yeni projede, Alzheimer hastalarına evde bakım hizmeti vererek, hasta yakınlarına yardımcı olmayı amaçladıklarını belirtti. Emre, dernek tarafından eğitilecek özel hemşirelerin, ihtiyaç duyan ailelere hastalıkla ilgili pratik eğitimler vermek üzere yönlendirileceğini söyledi.
”Bu hizmet kapsamında, ilk aşamada 300 Alzheimer hasta ve yakınına ulaşılması ve ev düzenlenmesi, hasta için egzersizler, diyet gibi konularda hasta yakınlarına eğitimler verilmesi planlanan projenin, 2011 itibariyle hayata geçirilmesi planlanıyor” diyen Prof. Dr. Emre, şunları kaydetti:
”Toplumun bütün gruplarını, soysal sınıf ve coğrafi bölge ayrımı olmaksızın etkileyen Alzheimer hastalığı, 65 yaş ve üzeri kişilerin yaklaşık yüzde 5’inde, 85 yaş ve üzeri kişilerin ise yaklaşık yüzde 30’unda görülüyor. Şu anda dünyada 35 milyon Alzheimer hastası var. Bu rakamın 2030 senesinde ikiye katlanacağı ve 2050’de ise 115 milyon insanın bu hastalıktan mustarip olacağı belirtiliyor. Türkiye’de ise yaklaşık 300 bin Alzheimer hastası bulunduğu tahmin ediliyor. Toplumun yaşlanmasına paralel olarak, vaka sayıları hem dünyada hem Türkiye’de çoğalıyor. Toplum arasında çoğunlukla yaşlılıkta normal algılanan unutkanlıkla özdeşleşip geç teşhise neden olan hastalık, beyin hücrelerini, ilerleyici ve geri dönülmez bir şekilde harap ediyor. Hastalıktan koruyan ya da hastalığı tamamıyla durduran bir tedavi yöntemi henüz olmayan Alzheimer’a karşı günümüzde uygulanan tedaviler hastalığın bazı belirtilerini azaltarak hastanın hayatını rahatlatmak ve hastalığın klinik seyrini yavaşlatmaktadır. Son zamanlarda, hastaların tedavilere uyumlarını artırmak ve tedavi sürelerini optimize edebilmek için yeni uygulama yöntemleri de geliştirilmiştir.”
Basın toplantısına, Novartis Satış ve Pazarlama Direktörü Selahattin Saygan, sanatçı Burhan Şeşen, gazeteci Erdoğan Aktaş da katıldı.
Balıklı Rum Hastanesi Anatolia Klinikleri Şefi Prof. Dr. Mansur Beyazyürek, teknoloji ürünlerinin yarattığı bağımlılık nedeniyle kendisine gelen vaka sayısında son 3 yılda ciddi bir artış yaşandığını belirterek, ”Özellikle gençlerde teknoloji bağımlılığının yaygın olmasının Türkiye için çok ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum” dedi.
Beyazyürek, son yıllarda gelen hasta yakınlarından en çok duyduğu sözün ”Oturup kalkmıyor” olduğunu belirterek, şöyle konuştu:”Bilgisayarın, televizyonun başına oturup kalkmayan, saatlerini, günlerini bu şekilde harcayan insanların sayısı her geçen gün artıyor. Bilgisayara, televizyona bağlanıp duruyorlar. Ellerinden cep telefonlarını düşürmeyen, resim çeken, telefonundan internete girenler de oturmadan bağlananlar. Özellikle son 3 yılda teknolojik ürünlere bağımlılık nedeniyle gelen vaka sayısında ciddi bir artış var. Bunların çoğunluğunu bilgisayar oyunları ve internet bağımlıları oluşturuyor. Diğer meslektaşlarıma giden vaka sayısında da artış vardır mutlaka. Ancak Türkiye’de bu konuda yapılmış bilimsel bir çalışma bulunmuyor.”
Birçok insanın, hayatına giren teknolojik ürünlere ulaşamadığı zaman kendini rahat hissetmediğini belirten Prof. Dr. Beyazyürek, şöyle devam etti:”Maddenin değişken soğuk cazibesi insanı kendine öyle bağlıyor ki onsuz olamamayı yaşıyoruz. Size artık teknoloji, hiçbir şekilde duygudan düşünceden filan bahsetmiyor. Size sadece ‘madde sizi rahatlatır’ mesajı veriyor. ‘Buzdolabı diyor, iki katlı diyor, derin donduruculu diyor’. Buzdolabı bir madde, o maddenin özellikleri ne kadar fazla olursa sanki siz o kadar mutlu olacaksınız gibi mesaj veriliyor. Sana sunulan seni bir süre sonra esir alıyor. Teknoloji ürünleri hayatınıza ne kadar çok girerse onlara bağımlılık da o kadar artıyor. Bugün cep telefonunuzu evde unutsanız, eroin kullanan birinin eroin bulamadığındaki ruh halini yaşarsınız.”
Türk toplumunun mevcut yapısının telkine ve yönlendirmeye açık olduğunu dile getiren Prof. Dr. Beyazyürek, bu nedenle piyasaya çıkan teknoloji ürünlerinin hızla ve bilinçsizce tüketildiğini savundu.
Prof. Dr. Beyazyürek, ”Mesela Türkiye’de herkesin evinde televizyon vardır. Ekonomik gücü en zayıf kişilerin bile evinde televizyon bulunur. Televizyonsuz ev düşünemezsiniz. Ben bir süre Paris’te yaşadım, orada televizyonu olmayan üniversite hocaları gördüm. Televizyona ihtiyaç duymuyor bu kişi. Hayatını başka şeylerle dolduruyor ve televizyonu gereksiz buluyor” diye konuştu.
Gençlerin eğitimlerini olumsuxz etkiliyor
Özellikle geleceği hazırlayacak olan çocuk ve genç popülasyonun bilgisayar, play station, cep telefonu gibi teknoloji ürünlerinden mümkün olduğunca uzak yetiştirilmesi ve eğitilmesi taraftarı olduğunu belirten Prof. Dr. Beyazyürek, gençlerin ve çocukların teknoloji bağımlısı olmasının alacakları eğitimi de ciddi şekilde olumsuz etkilediğini, aynı zamanda yetişkin olduklarında mutlu bir birey olmalarını da engellediğini kaydetti.
Prof. Dr. Beyazyürek, şunları söyledi:”Bu tür bağımlılıklar arttıkça insanı insan kılan temeldeki biyopsikososyal özellikler ciddi şekilde zarara uğruyor. Farklı düşünen, sosyallikten, duygulardan bahsederken farklı dil konuşan bir toplum oluşuyor. Bu oluşumdaki bireyler genellikle engellere dayanıksız, hoşgörüsüz, empati kuramayan kişiler olarak ortaya çıkıyorlar. Bilgisayarı bozulan, internet erişimi aksayan, cep telefonu kaybolan, kablolu TV’sinde yayını bozulan insanlarla diyalog kurmayı deneyin, tıpkı bir madde yoksunluğundaki bireyin özelliklerini taşıyorlar. Huzursuz, sıkıntılı, öfkeli ve mutsuz. Özellikle bu ‘oturup kalkmamanın’ sonuçları daha ürkütücü. Kilo almaktan tutun, hareketsizliğe bağlı birçok fiziksel hastalığa davetiye çıkaran bir durum. Sosyal olaylardan, sportif aktivitelerden uzak insan ne kadar kendine güven duyar, ne kadar kendiyle barışık, ruhsal açıdan sağlıklı bir birey olabilir ki?”
Kendisine başvuran bir babanın, 2 çocuğunun başarılı bir eğitim hayatları varken bilgisayar oyununa bağımlı olmalarından sonra eğitimlerini noktaladıklarını anlattığını belirten Prof. Dr. Beyazyürek, ”Özellikle gençlerde, çocuk dediğimiz yaşta gençlerde teknoloji bağımlılığının yaygın olmasının Türkiye için çok ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ne yapıp yapıp çocukları 10 yaşına kadar internetten ve bazı teknoloji ürünlerinden uzak tutalım. Bu durum iki ucu sivri kılıç gibi, teknoloji ürünlerini bilinçli ve doğru kullanabilirsen faydalı. Ancak bilinçsiz kullanımı çok tehlikeli” dedi.
Eskiden bahis oyunları ve kumarın oynanabilmesi için beli mekanlara gidilmesi gerektiğini, teknolojik imkanlarla artık neredeyse herkesin evinde oturduğu yerde bu tür oyunları oynayabildiğini dile getiren Prof. Dr. Beyazyürek, ”Teknolojik imkanlar kumar gibi bağımlılık yapıcı olayları daha çok kamçılıyor” şeklinde konuştu.
eknoloji bağımlılarına uygulanan tedavi ile uyuşturucu bağımlılarına uygulanan tedavinin benzer olduğunu ifade eden Prof. Dr. Beyazyürek, ancak teknoloji bağımlılarının tedavisinin daha umut verici olduğunu sözlerine ekledi.
Hakikâti ararken bunalmak, tam “işte, şimdi buldum” dediğinde içindeki pası görüp cilâya aldanmamayı başarmak ama gene, tekrar, arayış rüzgârının sizi savurmasına müsaade etmek zorunda kalmak…
Asla bitmeyecek bir arayış, koşuşturma, eleştirme, keşif hezeyanının yanından geçip, gene bulamamış olduğunu fark etmiş olmanın hüzünlü tâlihini yaşama…
Hakikât tıpkı gökkuşağı gibi! Tam bir karadelik o, dayanılmaz câzibesi ile sizi çeker. Bembeyaz o, çünkü bütün renkleri ihtiva eder ve onları karıştırırsanız elinizde aklık ve paklık kalır. Ve ulaşılmaz o, ne kadar yaklaşsanız o kadar uzaklaşır, hiç bir zaman yakalayamazsınız, bir anda kayboluverir.
Çünkü aslında bir yanılsamadır gökkuşağı, güneşin nûrunun suyun damlacıklarından süzülmesiyle oluşmuş ilâhî bir güzelliktir, mevcuttur ama varlığı yoktur.
Kolaycı ve indirgeyici kafalar için ise, gökkuşağı diye bir mes’ele yoktur. Başkalarının fikirlerini, ideolojilerini, hazırlop sunuluvermiş “brainnet”lerini kolayca benimserler; başka her türlü düşünceye düşman birer fanatik, sekter, hâttâ yobaz olurlar. Bunların renk ve istikametleri çok farklı tezâhür edebilir: Solcu, sağcı, Freudcu, Darvinci, Müslüman, Hristiyan, ateist… Her kılığa bürünebilirler ama ana yapı aynıdır: İndirgeyicilik, hizipçilik ve kendinden olmayandan nefret etmeyi bir kaba koyup iyice çalkalayın, üzerine de biraz sevgisizlik ekleyin, işte mâmûlünüz hazır! Bilimle uğraşanları kendi ekollerinin hâricindekilere düşmanlık ederler, politikada yer alanları farklı düşünenleri ellerinden gelince öldürürler, asla demokrat olamazlar. İşin vahim yönü, pek çok alanda en faâl ve örgütlü olanlar da brainnetçilerdir. Kendilerini aşmak çabaları olmadığı için, enerjilerini kendi dünya görüşlerini diğerlerini yok ederek yaymak amacıyla harcarlar.
Gökkuşağını yakalamak için çabalayanlara gelince… İnsanoğluna yeni ve güzel şeyleri hediye edenler hep onlardır. Genellikle de kalabalığın içinde yalnızdırlar. Bir sosyolojik teoriye göre, onlara “kognitif azınlık” denir, “moral çoğunluğun” dâima birkaç adım ve 40–50 sene önünde yürürler. 40–50 sene sonraki moral çoğunluk da, onların yarattıklarını bir güzel kullanırken, yeni kognitif azınlık mensuplarına sırt çevirmeye devam eder.
Ve bu devran böyle döner…
Gökkuşağı, neredesin?
”NE OLUR BENİ KURTAR KOMUTANIM”
Bu öyküyü ezbere bilirim. Çünkü ben yaşadım. İnsanın kendi hayatı dışında bir hayatın sorumluluğunu almasının ne demek olduğunu hekimliğim bana çoğu kereler öğretti. Ama bu sefer başkaydı sorumluluğun ve acının tarifi.
Asker hekimler bir çok dramatik öykü yaşamışlardır. Bizler orduya emanet edilmiş gencecik insanların (ana kuzularının) sağlığından sorumluyuz. Emanet önemlidir. Kendi gözümüz gibi sakınırız onları. Bazen çabalarımızın yetmediği zamanlar olur. İşte bu öykü öyle bir zamanın öyküsü.
Diyarbakır Asker Hastanesinde dört yıl psikiyatri uzmanı olarak görev yaptım. İnanılmaz iş yoğunluğu gibi zorluklar bize pek dokunmazdı çünkü dağlarda ülke için çatışan insanlardan sorumluyduk. Onlar hayatlarını ortaya koymuşken biz iş çok diye düşünemezdik bile. Nitekim vaktinin çoğunu acilde, ameliyathanede, yoğun bakımda geçiren cerrahlar anestezistler yaptıkları işten hiç şikayet etmediler.
Günlerce hastaneden çıkmadan ameliyat yapan cerrah, ona eşlik eden anestezi uzmanı, hemşire, sağlık astsubayı, sıhhiye erler canla başla çalışırlardı.
Hastanemizin imamı bile çoğu kez yanımızdaydı. Tam bir takımdık. İyi bir takımdık üstelik. Bağlı, bilgili, sorumluluk sahibi.
Kendimin ve meslektaşlarımın öyküsünü yazarken bazen abartılı bulunur mu? Diye korkuyorum. Gerçekleri bir santim saptırmadan yazıyorum oysa.
Neyse o acı olaya, o güne dönelim biz.
Acil servis nöbetlerimden birinde mayına basma sonucu bazı personelimizin yaralandığı haberini aldık. Hemen gerekli hazırlıklara giriştik. Acil servisi, müdahale ekipmanımızı tekrar gözden geçirdik. İhtiyaç duyulması muhtemel tüm doktor, hemşire ve personeli de çağırdık. Bu arada yaralıları helikopterden almaları içinde bir ekip görevlendirdik. Ambulanslarımızın yaygarasını bilirdik. Hepsi birbirinin peşi sıra hastane kapısından girmeye başladılar. Dört yaralı delikanlı içeri alındı. Hepsinin müdahalelerine başladık. O sırada bir tanesiyle göz göze geldik. Mayın nedeniyle iki bacağı da diz altından kopmuştu. Kan revan içindeydi. Muhtemel 185 boylarında olmalıydı. O koca adam gözlerime bakarak “ne olur kurtar beni komutanım” dedi. Hemen onun olduğu yöne geçtim. Ortalıkta bir koşuşturmaca vardı. Cerrah arkadaşlar, hemşireler, sağlık astsubaylarımız, erlerimiz herkes bir şeyler yapabilmek için çırpınıyordu. İki hekim bir hemşiremizle birlikte bu çoçuğu hayatta tutabilmek için uğraşıyorduk. Çok kan kaybetmişti. Diğer vakalar teker teker ameliyathaneye götürülüyordu. Bizde O’nu hazırladık ancak birden kalbi durdu. Ona kurtaracağım sözü vermemiştim ama yardım isteğini duymuştum ve göz göze gelmiştik. Artık evladım gibi sorumluluğu vardı üzerimde. Onu geri döndürebilmek için kırk beş dakika uğraştık. Olmadı. Sanki tüm acil servis üzerime yıkılmıştı. Darmadağın bir halde eldivenlerimi çıkardım. Herkes ameliyathanelere gittiğinden acilin nöbetçi heyeti ve o delikanlı bir odada baş başa kalmıştık. Birden bir sessizlik oldu. Hepimiz tuhaf bir halde köşelerimize çekilmiş, göz göze gelmemeye çalışıyorduk. Hepimiz içimizdeki acıyı yatıştırmaya çalışıyorduk ancak mümkün değildi. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladığında tüm ekibin gözlerindeki damlaları gördüm. Sessiz ve sakin damlalar yüreğimizden gelen öz suyu gibiydi. Evladımızı kaybetmiştik. Bu genç şehide veda ederken ağlamamak mümkün değildi. Bizden yardım istemişti. Mayınla parçalanan iki bacağına rağmen yaşamak istemişti ama biz onu yaşatamamıştık. Dakikalarca, sessizlik içinde olanlar sanki kabusmuş ta şimdi uyanacağız ve bitecek diye bekledik.
Sonra hastanemizin imamı geldi ve kahramanı aşağıya morga indirdi. Her zamanki titizliğiyle şehidi yıkadı son yolculuğuna hazır hale getirdi. Tabutu hazırladı. Tabutun üzerine Türk bayrağını özenle kapladı ve önüne şehidin ismini yazdı. Ben olanları bir töreni izliyormuş gibi izledim. Acil servisten içeri girdiğinde soluk tenine rağmen yardım isteyen gözleri aklımda çakılı kalmıştı.
Şehitler için öncelikle Diyarbakır Asker Hastanesi’nin bahçesinde tören düzenlenirdi. Ertesi gün O’nun için uğurlama yapılacaktı. Denetlemeler veya karşılamalar dışında yapmadığım bir şeyi yaptım ve beyaz önlüklerimi değil tören kıyafetlerimi giyerek güne başladım. Uğurlamada ilk safta yerimi aldım. Hayatımdaki en büyüleyici en içten şehit duasını o gün duydum. Tüm tören boyunca yanaklarımdan süzülen göz yaşlarıma engel olamadım. İnsan hayatını bunca değerli gören, birini yaşatabilmek için her şeyi göze alan bizler gözümüzün önünden geçip giden o tabutu durduramamıştık.
Hala kulağımda o ses bazen bana derki” ne olur kurtar beni komutanım”. Yürekten bir selam dururum o sese ve derim ki, keşke yapabilseydim.
Zülfü Livaneli |
Yazara ulaşmak için : zlivaneli@gazetevatan.com |
Fazıl’ın çığlığıBiliyorsunuz; basın tartışmalarına girmekten hoşlanmıyorum. Bizde ise sokak kabadayısı ağzından küfürlere, cehalet gösterilerinden şımarık tavırlara kadar her şey tartışma sayılıyor. Ben de akıl, sanat ve ruh sağlığımı korumak için bu ortamdan uzak durup, kendi dünyama çekiliyorum. Ama bazen de susmak olmuyor! Olmamalı da zaten! *** Fazıl Say, arabeskçilere söz ettiği için bazı kalemler tarafından kıtır kıtır doğranıyor. *** 1978 yılında dostum Zeynep Oral’la yaptığım bir konuşmada “Ben Türkiye’den ayrılırken bu müzik tarzı herkes tarafından aşağılanıyordu. Bu gelişimde gördüm ki burjuvazi de bu müziği dinlemeye başlamış. Tahminim o ki yakında sol da teslim olacak” demiştim. Öyle de oldu, önce dolmuş, sonra minibüs müziği denilen, daha sonra adı arabeske dönüşen tarz, Türkiye’yi ele geçirdi. Şunu da ekleyeyim ki ben sevmememe rağmen arabeskin TRT’de yasaklanmasına tepki gösteriyordum. *** Onun tavrını elitist ve “halka tepeden bakma tavrı” olarak suçlayanlar, Âşık Veysel’den yaptığı düzenlemeleri, halk müziğinin has örneklerini nasıl canla başla savunduğunu bilmiyorlar mı? Fazıl halkı küçümsemiyor; kente göç sonucunda doğan çarpıklaşmayı, yozlaşmayı, kabalığı, yolsuzlukları, pislikleri içine sindiremiyor. Bunları ülkesine yakıştıramıyor. Ama son yıllarda Türk aydınını kucağına alan “lümpen fetişizmi” bunu anlamak istemiyor bir türlü. Çünkü çarpılmayı halk yerine koyuyor ve ona ses çıkarılmasına tahammül edemiyorlar. O zaman tutarlı olmak adına; büyük şehirleri saran, üstlerinde demir filizler bırakılmış o iğrenç mahalleleri “Türk mimarisi” olarak kabul etmek ve bunu eleştiren büyük bir mimara saldırmak da şart oluyor. Fazıl’ın nasıl boğulduğunu, nasıl çığlık atmak istediğini, “Ey insanlar: Âşık Veysel dinleyin, Mimar Sinan’a ya da kerpiç köy evlerindeki zarafete bakın, bu korkunç çarpılmayı ‘halk değeri’ olarak benimsemeyin” çığlığını yüreğimde duyuyorum. Ve bu çığlığından dolayı bir sanatçıyı engizisyon mahkemelerinde yargılayanları ise hayretle seyrediyorum. Acaba bu lümpen hayranlığı nereye kadar gidecek? |