Inception ya da Mimarlar Daha Fazla Uyusaydı Neler Yapabilirlerdi?

 Kaynak: Australian Design Review Çeviren: Dilek Öztürk

Inception filminden kareler

David Neustein, Inception’ı, mimar ve modern kentin idealleştirilmiş gerçekliği paralelinde inceliyor.

Şimdiye kadar bütün şikayetleri duydunuz. Ayrımcılık durmalı. Moda tasarımcılarının aksine, rock yıldızları ve mimarlar filmlerde çok yanlış gösteriliyorlar. “My Architect” filmiyle bu anlayış yok oldu sandık ama onda da makineleşmiş bir yapı vardı. Sketches of Frank Gehry eğlenceli bir filmdi, tabii çok çaresizle yapılan birkaç araba kovalamaca sahnesi dışında… Silahlar, patlamalar, koşturmalar içerisindeki Matrix üçlemesinde “Mimar” diye adlandırılan bir karakter vardı fakat tüm yaptığı gün boyu bir odada oturup televizyon izlemekti.
 


Inception Fragmanı

Tanrıya şükür ki Christopher Nolan bize “Inception”ı getirdi. Şu anda gösterimde olan film, bize, mimarların en iyi yaptığı şeyi gösteriyor. Mimar rolünde izlediğimiz Ellen Page ile birlikte, Nolan hepimizin beklediği idealleşmiş bir gerçekliği gözler önüne seriyor. Tüm mimarların aksine, Page’in karakteri, Ariadne, genç ve çekici bir kadın. Ariadne ayrıca yine diğer tüm mimar kadınların aksine başkaların hayatlarını gözetleyip, onların hayalleriyle yaşamıyor. Onun yerine, okuldan sonra, çalışma hayatına girmeden direk olarak, başkalarının hayallerini tasarlamak için işe alınıyor!
Maalesef ki gerçek mimarlık dünyası ve filmlerdeki mimarlık neredeyse aynı. İkisi de fantezi ve arzulama dünyasını anımsatıyor fakat çoğu da bir yandan dahiyane bir şekilde bizi soymak için hazırlanmış birer tuzak. İlham ve gerçeklik arasındaki bu bağ, Calvino’nun Zobeide’sini akla getiriyor. Arzuların kadınını yakalamak için tasarlanan labirent, sadece çirkin bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. 1 Eğer bu manzaranın alaycı olduğunu düşünüyorsanız, Westfield Bondi Junction olarak da bilinen buzlu camdan yapılma, ruh parçalayıcı şu labirentte bir gezinin. Frank Lowy’nin hayaline hoşgeldiniz.
Michel Houellebecq son zamanlarda şöyle bir şey yazdı: “Bu mekanların ruhu kötü, insanca değil, acımasız, makineleşmiş bir his yaratıyor. Derinlerde, herkeste… Herkes burayı yıkmayı arzuluyor.”2
Inception’ın çılgın yıkım ve patlama sahnelerine nasıl bu kadar heyecanlı bir şekilde tepki verdiğimize şaşmamalı. Bunun bir nedeni de film kahramanlarını n rüya bölgeye ulaşmak için ne kadar çabaladığını görmek. Rüyanın içindeki her rüya, uyanık dünyaya bir o kadar daha az bağlı. Rüya sürecinin en dibinde, zaman, kendiliğinden inanılmaz bir şekilde yavaş akıyor.


Inception filminden kareler

Tuhafdır ki, bu rüyaların mekanları idealden çok uzak. Inception’da, kahramanımız Dom Cobb’un karısıyla birlikte, yıllarca süren rüyalar sayesinde inşa ettiği bir şehirle karşılaşıyoruz. Çift, boş sokaklarda el ele gezindiğinde, birden bu mekanın onların hayallerindeki şehir olduğuna inanmamız gerektiğini düşünüyoruz. Neden Le Corbusier ya da Robert Moses dışında kimsenin böylesi bir kenti hayal edebileceği hala pek açık değil. Pek uygun bir balayı noktası olmadığı da apaçık ortada… Izgara plan dokusu ve kuleleri ile, bu şehir, Corb’un “Radiant City”si ya da La Défense’nin steril mekanları ile tuhaf bir benzerlik içinde. Kentin çeperinde, pırıl pırıl binalar, yüksek gecekondulara yol veriyor. Çeper, kumdan bir kale gibi rüzgardan aşınıyor.
Birçok metropol gibi, Dom ve Mal’ın vizyonları daha durgun (aynı zamanda daha az ilginç) bir şekilde gelişmeye devam ediyor. Kentin tam kalbinde çok tuhaf bir şey keşfediyoruz.
Burada, sığ bir havuz içinde, Dom ve Mal’ın uyanık hayatlarında yaşadıkları tüm evler birbirinin aynı. Bunlardan sonuncusu, Mal’ın çocukluğunu geçirdiği, bir gökdelene komşu, küçük bir klubeyi andıran ev. Buradaki klube aslındaki tüm şehirdeki havayı yakalamak için orada. Orada, eski nostaljiyi hatırlatmak için duruyor, metropoliste samanlığın içindeki bir iğne 3 gibi… Farklılığı vurgulamaya çalışan, herşeyin aslında o kadar da doğru olmadığının sinyalini veren bir ev. Gördüğünüz gibi, ütopya, hafıza kaybına bağlı. İdeal kent, başarısızlığa mahkum ediliyor.
Konu olarak, kayıp klube ayrıca iki ya da daha fazla güncel heykel çalışmasını akla getiriyor. Rachel Whiteread’ın 1993’te yaptığı “House”, Gordon Matta-Clark’ı n “Splitting” adlı çalışmaları gibi. Güncel bir yerleştirme olan House, birkaç yıkık dökük ev arasında betonarme yapısıyla mekanda negatiflik yaratıyor. Bununla eşit derecede performans sergileyen Splitting’de ise, Matta-Clark tipik bir banliyö evine testere ve çekiçle giriyorlar. Evin ortasında vahşi bir performans sergileyerek, evcilliği ve güveni yok ediyorlar. Bu işlerdeki yeniden yapılanma, yıkma durumları, toplamanın başka bir formu.4 Kent ise güçlü bir okyanus gibi. Matrix’de olduğu gibi Inception’da da, rüyalarımız değiştirilebilir çipler sayesinde seviyelendirilebili yor.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminden bir kare

Eternal Sunshine of the Spotless Mind Fragmanı

Güçlü iki paralel dünyanın çalıştığı bir başka film olan Michel Gondry’nin Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki Joel, kendi isteği ile uykusunda hafızasını sildiriyordu. Hafızası çaresizce çökerken, Joel, son anılarına eski sevgilisi ile birlikte tutunmaya çalışıyordu. Hafızası silindiğinde, aşıkların buluştuğu ev de etraflarında çöküveriyordu. One Day in the Life of Ivan Denisovich filminin kahramanı, hapishanedeki hücresinde örülen duvarlarla birlikte, aslında yenilgi kaçınılmaz olduğunda edinilen dürtüleri gösteriyordu.5 Bu davranış bugun de gayet doğru. Bugün de gereksiz satatü sembolleri, anlık heyecan veren aletler ve anlık şehirlere karşı verdiğimiz tepki kaçınılmaz olarak bu oluyor…
Özet
O halde Inception bize nasıl bir sonuç sunuyor? Ne yazık ki, bugünün filmleri izleyiciyi havada asılı kalan şeylere terk ediyor. Her zaman yapılan, hikayeyi tam ortasından yakaladığımızı sandığımız anda, sanki birinin fişi çekip o ana kadar algıladıklarımızı altüst etmesi…
 

Memento Fragmanı

Bu mutlu son sadece karakterin bir yanılsaması mı? Artık izleyici hikayeye mükemmel bir son verme görevini üstleniyor. Nolan bu tekniğin kaşifi gibi. Daha önce de Memento’da aynısını kullanmıştı. “Havada asılı kalan son” durumu, daha sonra Bryan Singer’ın The Usual Suspects ve David Lynch’in Mulholland Drive filmleri ile en son durumuna erişti. Bu teknik her yeni filmde geliştikçe, sonuçları da bir o kadar klinikleşiyor. Aslında bu da bir tür seçim taktiği gibi: Karışıklık yaratmak, kannat vermekten her zaman daha kolay.
1 Italo Calvino, “Cities and Desire 5”, in Invisible Cities, Harcourt Brace Jovanovich, 1978
2 Michel Houellebecq, “Approaches to Distress”, The Paris Magazine, 4. Sayı, Haziran 2010, s 52-62
3 Elliot Smith, “Needle in the Hay”, The Royal Tenenbaums film müziklerinden, Hollywood Records, 2001
4 … şeylerin insanı var ettiğini ve onlara yanlış bir bilinç verdiğini söyleyebilirsiniz. Jean-Paul Sartre, Critique of Dialectical Reason 2, Verso, 2006
5 Alexander Solzhenitsyn, One Day in the Life of Ivan Denisovich, Bantam Books, 1990 

Inception ya da Mimarlar Daha Fazla Uyusaydı Neler Yapabilirlerdi

Tarih: 4 Ağustos 2010 Kaynak: Australian Design Review Çeviren: Dilek Öztürk

Inception filminden kareler

David Neustein, Inception’ı, mimar ve modern kentin idealleştirilmiş gerçekliği paralelinde inceliyor.

Şimdiye kadar bütün şikayetleri duydunuz. Ayrımcılık durmalı. Moda tasarımcılarının aksine, rock yıldızları ve mimarlar filmlerde çok yanlış gösteriliyorlar. “My Architect” filmiyle bu anlayış yok oldu sandık ama onda da makineleşmiş bir yapı vardı. Sketches of Frank Gehry eğlenceli bir filmdi, tabii çok çaresizle yapılan birkaç araba kovalamaca sahnesi dışında… Silahlar, patlamalar, koşturmalar içerisindeki Matrix üçlemesinde “Mimar” diye adlandırılan bir karakter vardı fakat tüm yaptığı gün boyu bir odada oturup televizyon izlemekti.
 


Inception Fragmanı

Tanrıya şükür ki Christopher Nolan bize “Inception”ı getirdi. Şu anda gösterimde olan film, bize, mimarların en iyi yaptığı şeyi gösteriyor. Mimar rolünde izlediğimiz Ellen Page ile birlikte, Nolan hepimizin beklediği idealleşmiş bir gerçekliği gözler önüne seriyor. Tüm mimarların aksine, Page’in karakteri, Ariadne, genç ve çekici bir kadın. Ariadne ayrıca yine diğer tüm mimar kadınların aksine başkaların hayatlarını gözetleyip, onların hayalleriyle yaşamıyor. Onun yerine, okuldan sonra, çalışma hayatına girmeden direk olarak, başkalarının hayallerini tasarlamak için işe alınıyor!
Maalesef ki gerçek mimarlık dünyası ve filmlerdeki mimarlık neredeyse aynı. İkisi de fantezi ve arzulama dünyasını anımsatıyor fakat çoğu da bir yandan dahiyane bir şekilde bizi soymak için hazırlanmış birer tuzak. İlham ve gerçeklik arasındaki bu bağ, Calvino’nun Zobeide’sini akla getiriyor. Arzuların kadınını yakalamak için tasarlanan labirent, sadece çirkin bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. 1 Eğer bu manzaranın alaycı olduğunu düşünüyorsanız, Westfield Bondi Junction olarak da bilinen buzlu camdan yapılma, ruh parçalayıcı şu labirentte bir gezinin. Frank Lowy’nin hayaline hoşgeldiniz.
Michel Houellebecq son zamanlarda şöyle bir şey yazdı: “Bu mekanların ruhu kötü, insanca değil, acımasız, makineleşmiş bir his yaratıyor. Derinlerde, herkeste… Herkes burayı yıkmayı arzuluyor.”2
Inception’ın çılgın yıkım ve patlama sahnelerine nasıl bu kadar heyecanlı bir şekilde tepki verdiğimize şaşmamalı. Bunun bir nedeni de film kahramanlarını n rüya bölgeye ulaşmak için ne kadar çabaladığını görmek. Rüyanın içindeki her rüya, uyanık dünyaya bir o kadar daha az bağlı. Rüya sürecinin en dibinde, zaman, kendiliğinden inanılmaz bir şekilde yavaş akıyor.


Inception filminden kareler

Tuhafdır ki, bu rüyaların mekanları idealden çok uzak. Inception’da, kahramanımız Dom Cobb’un karısıyla birlikte, yıllarca süren rüyalar sayesinde inşa ettiği bir şehirle karşılaşıyoruz. Çift, boş sokaklarda el ele gezindiğinde, birden bu mekanın onların hayallerindeki şehir olduğuna inanmamız gerektiğini düşünüyoruz. Neden Le Corbusier ya da Robert Moses dışında kimsenin böylesi bir kenti hayal edebileceği hala pek açık değil. Pek uygun bir balayı noktası olmadığı da apaçık ortada… Izgara plan dokusu ve kuleleri ile, bu şehir, Corb’un “Radiant City”si ya da La Défense’nin steril mekanları ile tuhaf bir benzerlik içinde. Kentin çeperinde, pırıl pırıl binalar, yüksek gecekondulara yol veriyor. Çeper, kumdan bir kale gibi rüzgardan aşınıyor.
Birçok metropol gibi, Dom ve Mal’ın vizyonları daha durgun (aynı zamanda daha az ilginç) bir şekilde gelişmeye devam ediyor. Kentin tam kalbinde çok tuhaf bir şey keşfediyoruz.
Burada, sığ bir havuz içinde, Dom ve Mal’ın uyanık hayatlarında yaşadıkları tüm evler birbirinin aynı. Bunlardan sonuncusu, Mal’ın çocukluğunu geçirdiği, bir gökdelene komşu, küçük bir klubeyi andıran ev. Buradaki klube aslındaki tüm şehirdeki havayı yakalamak için orada. Orada, eski nostaljiyi hatırlatmak için duruyor, metropoliste samanlığın içindeki bir iğne 3 gibi… Farklılığı vurgulamaya çalışan, herşeyin aslında o kadar da doğru olmadığının sinyalini veren bir ev. Gördüğünüz gibi, ütopya, hafıza kaybına bağlı. İdeal kent, başarısızlığa mahkum ediliyor.
Konu olarak, kayıp klube ayrıca iki ya da daha fazla güncel heykel çalışmasını akla getiriyor. Rachel Whiteread’ın 1993’te yaptığı “House”, Gordon Matta-Clark’ı n “Splitting” adlı çalışmaları gibi. Güncel bir yerleştirme olan House, birkaç yıkık dökük ev arasında betonarme yapısıyla mekanda negatiflik yaratıyor. Bununla eşit derecede performans sergileyen Splitting’de ise, Matta-Clark tipik bir banliyö evine testere ve çekiçle giriyorlar. Evin ortasında vahşi bir performans sergileyerek, evcilliği ve güveni yok ediyorlar. Bu işlerdeki yeniden yapılanma, yıkma durumları, toplamanın başka bir formu.4 Kent ise güçlü bir okyanus gibi. Matrix’de olduğu gibi Inception’da da, rüyalarımız değiştirilebilir çipler sayesinde seviyelendirilebili yor.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminden bir kare

Eternal Sunshine of the Spotless Mind Fragmanı

Güçlü iki paralel dünyanın çalıştığı bir başka film olan Michel Gondry’nin Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki Joel, kendi isteği ile uykusunda hafızasını sildiriyordu. Hafızası çaresizce çökerken, Joel, son anılarına eski sevgilisi ile birlikte tutunmaya çalışıyordu. Hafızası silindiğinde, aşıkların buluştuğu ev de etraflarında çöküveriyordu. One Day in the Life of Ivan Denisovich filminin kahramanı, hapishanedeki hücresinde örülen duvarlarla birlikte, aslında yenilgi kaçınılmaz olduğunda edinilen dürtüleri gösteriyordu.5 Bu davranış bugun de gayet doğru. Bugün de gereksiz satatü sembolleri, anlık heyecan veren aletler ve anlık şehirlere karşı verdiğimiz tepki kaçınılmaz olarak bu oluyor…
Özet
O halde Inception bize nasıl bir sonuç sunuyor? Ne yazık ki, bugünün filmleri izleyiciyi havada asılı kalan şeylere terk ediyor. Her zaman yapılan, hikayeyi tam ortasından yakaladığımızı sandığımız anda, sanki birinin fişi çekip o ana kadar algıladıklarımızı altüst etmesi…
 

Memento Fragmanı

Bu mutlu son sadece karakterin bir yanılsaması mı? Artık izleyici hikayeye mükemmel bir son verme görevini üstleniyor. Nolan bu tekniğin kaşifi gibi. Daha önce de Memento’da aynısını kullanmıştı. “Havada asılı kalan son” durumu, daha sonra Bryan Singer’ın The Usual Suspects ve David Lynch’in Mulholland Drive filmleri ile en son durumuna erişti. Bu teknik her yeni filmde geliştikçe, sonuçları da bir o kadar klinikleşiyor. Aslında bu da bir tür seçim taktiği gibi: Karışıklık yaratmak, kannat vermekten her zaman daha kolay.
1 Italo Calvino, “Cities and Desire 5”, in Invisible Cities, Harcourt Brace Jovanovich, 1978
2 Michel Houellebecq, “Approaches to Distress”, The Paris Magazine, 4. Sayı, Haziran 2010, s 52-62
3 Elliot Smith, “Needle in the Hay“, The Royal Tenenbaums film müziklerinden, Hollywood Records, 2001
4 … şeylerin insanı var ettiğini ve onlara yanlış bir bilinç verdiğini söyleyebilirsiniz. Jean-Paul Sartre, Critique of Dialectical Reason 2, Verso, 2006

5 Alexander Solzhenitsyn, One Day in the Life of Ivan Denisovich, Bantam Books, 1990