Prof. Mehmet Kerem DOKSAT
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü
Â
Can Dündar’ın belgeseli Atatürk’ün kiÅŸiliÄŸine ve O’nun kiÅŸiliÄŸinde var olmuÅŸ Türk milletine karşı giriÅŸilen en kapsamlı psikolojik saldırı örneÄŸidir. Bu nedenle belgeselin yarattığı asıl tahribatın da bu psikolojik cepheden geleceÄŸini görmemiz gerekiyor. Ama nasıl? Can Dündar’ın siyasi referansının tümüyle Åžeriatçılar olduÄŸunu görmüştük.
Can’ın psikoloji referansı ise Vamık Volkan adlı bir psikiyatrist.
Nitekim Can Dündar Hürriyet’ten AyÅŸe Arman’a verdiÄŸi röportajda Vamık Volkan’dan etkilendiÄŸini itiraf ediyor.
İtiraf ettiği etkilenmenin kaynağı bir kitap.
Adı: “Ölümsüz Atatürk”
Kitap 1984’te ABD’de “Immortal Atatürk” adıyla yayınlanıyor.
On yıl sonra Türkiye’de yayınlanıyor ve yasaklanıyor.
Fakat 1998’de serbestçe satılmaya baÅŸlanıyor.
Adından anlaşılabilecek bir kitap deÄŸil, çünkü kitap Atatürk’ün ölümsüzlüğünü vurgulamıyor.
Kitabın temel tezi Atatürk’ün ne kadar sıradan bir insan olduÄŸunu göstermek.
Yani tıpkı Can gibi Atatürk’ün “insani” yanlarını vurgulamak.
Ve onun “büyüklüğünü” böyle göstermek!
Ancak psikiyatrist, Atatürk’ü sıradan bir hastası gibi incelemeye koyuluyor ve Atatürk’ün ne kadar sıradan bir ruh hastası olduÄŸunu ispatlıyor!
…
Pavlov’un köpekleri ve Milli refleksin kırılması
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümü profesörü Mehmet Kerem Doksat şöyle açıklıyor:
“Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu defalarca yapınca, bir süre sonra eti görmeden de zil sesini iÅŸitince hayvanın salyası akmaya baÅŸlar. Bu ÅŸartlı reflekstir: Hayvanın tabiatında olmayan bir uyaran (zil sesi), onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadı r. Ama eÄŸer sürekli olarak zil çalıp hiç et göstermezseniz, bir süre sonra bu ÅŸartlı refleks söner; devamının tesisi için arada et de gösterilerek pekiÅŸtirilmelidir.
Hiçbirimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünnî veya Katolik olarak gelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yâni şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.
Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boÄŸulur bir kısmı da günlerce terörize olur çünkü ölümden zor kurtulmuÅŸlardı r. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yok! Åžu müthiÅŸ sonuca varır: Ağır travmalar, ÅŸartlı refleksleri ortadan kaldırır. İnsanı veya hayvanı en doÄŸal, en ilkel hâline geri döndürür.
Bir yandan her gün 15–20 ÅŸehit, “kanları yerde kalmayacak” denip sürekli kanlarının yerde kalması, bir yandan Ergenekon bilmem ne deyip büyük bir çoÄŸunluÄŸunun suçsuz olduÄŸuna herkesin emin olduÄŸu, hâttâ tek suçu Atatürk’ü ve onun ilkelerini sevmek olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları… Bir yandan orada burada araba yakarak, polise taÅŸ atarak etnik kalkışmalar… Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusu ortadan kalkıyor.
Pavlov’un köpeklerindeki gibi, bu kadar ağır travmalarla ÅŸartlı reflekslerimiz (millî duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.
Volkan’a göre Atatürk babasını küçük yaÅŸta kaybedip ilk bunalıma giriyor. Ondan sonra annesi baÅŸka bir adamla evleniyor ve eve gelen bu adamla birlikte bunalım kökleÅŸiyor. Bunun temelinde ise Mustafa’nın annesine olan “odipal baÄŸlılığı” var! Aslında Can’ın belgeselindeki temel ve örtük mesaj da bu.
Atatürk denilen adam sözde bizim atamız, yani bir anlamda hepimizin babası ama aslında onun babası yok!
Nitekim Can’ın belgeselinde ikide bir Mustafa’dan “yetim” olarak sözediliyor!
Ve yine Mustafa’nın annesine darılması anlatılıyor belgeselde, çünkü Atatürk’ün anası, yani bizim o başörtülü gülümseyen fotoÄŸrafından hatırladığımız Zübeyde Hanım, “eve baÅŸka bir erkek getiriyor”!
Evet, belgeselde anlatılan dil aynen böyle, ortada Zübeyde Hanım’ın “yeniden evlenmesi”ne deÄŸil “eve yeni bir erkek getirmesi”ne vurgu var!
Farkındaysanız tez Vamık Volkan’dan aktarılma olduÄŸu gibi.
…
Peki Can buradan nereye varmaya çalışıyor?
Atatürk’ün aslında çocukluÄŸundan itibaren sorunlu biri olduÄŸuna.
Nitekim belgesel boyunca Atatürk, mutsuz, yalnız, bunalımlı bir tip olarak çizilmiş.
Ancak bunlar anlık ya da dönemsel melankoliklikler değil. Atatürk çocukluğundan ölümüne derin bir melankoli içinde gösteriliyor.
Atatürk’ün sürekli içki ve sigaraya olan düşkünlüğü de örtük baÅŸka bir mesajı veriyor: Mustafa sadece annesine karşı odipal bir baÄŸlılık içinde deÄŸildir aynı zamanda oral bir kiÅŸiliÄŸe sahiptir!
Şimdi bu iki kavrama bakalım.
Birincisi Freud’un “odipus kompleksi” olarak bilinen ve çocuÄŸun anneye olan baÄŸlılığını cinsel baÄŸlılıkla açıklayan teori.
İkincisi ise yine Freud’un çocukluk evrelerini ayırdığı ilk evre olan “oral evre”, yani ağız baÄŸlılığı.
Mesela çocukların iki yaşına kadar anne memesine olan bağlılık dönemi..
İşimiz elbette psikoloji tartışmasına girmek deÄŸil, Freud’un kavramlarını tartışmak da deÄŸil. Ama bu kavramlar Atatürk için neden kullanılıyor onu tartışmak.
Her iki kavram da Vamık Volkan’ın kitabında Atatürk’ün kiÅŸiliÄŸi olarak konuluyor.
Şöyle ki:
Atatürk annesine olan aşkının yerine vatanı koyuyor.
Nitekim “büyük validemiz” diye söz ettiÄŸi vatana olan aÅŸkı aslında anasına olan aÅŸkıdır!
Yine ana memesine olan hasretini de rakı kadehi ve sigara ile gidermektedir!
Can, belgeselinde bunları çok açıktan dillendirmemiÅŸ ama anlaşılan o aÅŸama için vakit henüz erken diye düşünmüş. Yine de Can, Vamık Volkan’dan esinlendiÄŸini iddia ettiÄŸine göre çok yakında o meselelere de geleceÄŸi kesin.
…
Aslında Can’ın geveleyip de söyleyemediÄŸi ÅŸeyin ne olduÄŸunu az çok anlayabiliyoruz: Herhalde Mustafa’dan sonra sırada Zübeyde belgeseli var.
O zaman tabularla mücadele eden Can Dündar’dan bir dahaki belgeselinde yine Åžeriatçıların Zübeyde Hanım hakkındaki yalanlarını gerçekmiÅŸ gibi sunmasını bekleyebiliriz.
Şeriatçılar ne derler Atatürk için?
Veled-i zina!
Yani piç!
En son Refah Partisi’nin bir milletvekili bu lafı etmiÅŸ sonra da yurtdışına kaçmıştı.
Ama Can Dündar’ın belgeselinde faydalandığı Åžeriatçıların temel tezidir bu.
Onlar Atatürk’ün annesinin aslında bir fahiÅŸe olduÄŸunu ve Selanik genelevinde çalıştığını yayarlar.
Hatta uydurma bir de belge basar dururlar.
Peki böyle bir gerçek var mıdır?
Elbette bütünüyle uydurmadır ama insanları bir yalana inandırmak da mümkündür.
Zaten Can’ın misyonu da budur.
Belgesel boyunca Şeriatçı yalanları gerçekmiş ve hatta belgeymiş gibi sunmamış mıdır?
…
Hasan Tahsin ve milli refleks
Vaktiyle yalnızca Mustafa Kemal de terörist sayılmamıştı. Çok az bilinen bir örnek de, Osman Nevres Recep’tir (bildiÄŸimiz adıyla ise Hasan Tahsin). Meslek olarak gazeteci olan Nevres’i her zamanki gibi terörist ilan eden güçler yine Batılılardır.
Birinci Dünya savaşı öncesi Batılı ülkeler her zamanki gibi Türkleri Orta Asya’ya gönderme düşleri kurmaktadır. 1911 yılında İtalyanlar hiçbir siyasal ya da hukuksal neden ortada yokken Trablusgarb’ı iÅŸgal ederler. Osman Nevres de o sırada Fransa’da eÄŸitim görmektedir. Bir Fransız sinemasının (Olimpia) reklam vitrininde Trablusgarb ile ilgili afiÅŸ görür ve içeri girer.
Film baştan sonuna kadar Türklere hakaret ve iftira ile doludur. İtalyan propagandası en üst düzeydedir. Türkler barbar ve uygarlıktan payını almamış bir topluluk olarak tanıtılmaktadır. Osman Nevres daha fazla dayanamaz ve her zaman belinde taşıdığı silahını ateşleyerek sinema perdesini delik deşik eder.
Ertesi gün Fransız gazetelerinde ÅŸu haber çıkar: “Terörist Türk dehÅŸet saçtı…” Hemen bu “anarÅŸist” Türk’ün Fransa toprakları dışına atılması için kampanya baÅŸlatılır. Ve baÅŸarılı olunur da.
Kısacası uyanık olmak gerekmektedir ve bu belgesel türü saldırıların sonunun nerelere kadar gideceğini iyi öngörmek gerekir. Aslında mesele son derece basittir. Batılı emperyalistler yok etmek istedikleri uluslara saldırırken o ulusların önderlerinden başlarlar işe. Çünkü ulusal bütünlüğü sağlayan ulusal önderdir.
Bunu gayet iyi bilen emperyalistler bu noktada psikoloji bilimini de yardıma çağırırlar.
İşte Vamık Volkan bu tür bir psikiyatristtir.
Kendisi Kıbrıs Türküdür ama Amerika’nın hizmetindedir.
Çok uzun yıllardır ABD başkanlarının psikiyatri danışmanlığını yapmaktadır.
CIA için çalışmaktadır.
Görevi ise aslında bilimsel bir çalışmadır.
Vamık Volkan, ABD’nin bölmek, parçalamak ve yutmak istediÄŸi coÄŸrafyalarda yaÅŸayan uluslarla ilgilenir.
O ulusların psikolojisini inceler.
Ve “uluslar nasıl birbirini boÄŸazlamaz”ın teorisini geliÅŸtirir.
Yani görünürdeki amaç etnik kinleri, nefretleri incelemek, onları ortadan kaldırmaktır
Mesela Ermenilerle Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var, orada Vamık girer devreye ve bu düşmanlığın kökenlerini inceler.
Peki inceleme dediÄŸimiz ÅŸey nedir?
Burada izlenen yol ulusal ya da etnik düşmanlıkların ortadan kaldırılması deÄŸil, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması, aşındırılmasıdır.
Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.
….
İşte bizi ilgilendiren şey de budur.
Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve refleksini nasıl yok edersiniz?
Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır, o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız.
Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.
Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar?
O zaman onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekmektedir!
Ya da Türkler atalarını, yani Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar?
O zaman onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan biri olduÄŸunu gösterin.
…
Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz.
Sözde demokratlık, tartışma kültürü adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?
Diyorlar ki siz soykırımcı bir milletsiniz!
Ermenilere soykırım uyguladınız.
Biz diyoruz ki hayır uygulamadık!
O zaman uyanık emperyalist diyor ki: Tamam madem uygulamadınız, bunu hemen reddetmeyin, tartışalım, öyle bir sonuca varalım.
Size mantıklı geliyor, nasılsa biz suçsuzuz, tartışmadan galip ayrılırız diyorsunuz.
Ama tartışma masası kurulduğunda hiç de ortada eşit bir tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz.
Bir bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, aydınlar sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor.
Kanıtları var mı?
Elbette yok!
Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı çok oldu mu, gerçeğin sesi çıkmaz oluyor.
Hayır diyorsunuz, gerçekleri bir de biz anlatalım.
Ama anlatamıyorsunuz, çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış.
İşte o zaman anlıyorsunuz tartışmaya açmak denilen tuzağı.
Çünkü bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” demeye baÅŸlıyor!
Acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik?
Yani ulusal benlikte ilk kırılma yaÅŸanıyor…
….
Psikolojik harbin etkisi çok büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor.
Sonra sıra Kürtlere geliyor!
Sizden tartışmanızı istiyorlar.
Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz. ..
…
Bir düşünelim son dönemde neleri tartışmaya açtırdık ve neredeyiz.
Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz.
Kırmızı çizgileri umursamıyoruz.
Türk dilinin önemi kalmamış.
Bu ülkede federasyon da olabilir.
Ermenilerden özür dileyebiliriz.
Kürtlere biraz toprak verebiliriz. .
Kısacası ulusal varlığımıza ait hayati her alanda ve konuda kaybetmiş durumdayız.
…
Peki sıra neye geldi?
Sıra Atatürk’e geldi.
Çünkü önemli olan ulusal önderi yok etmektir.
O halde tüm önderlere yapılanı Atatürk’e de yapalım.
O’nun ne kadar zalim bir diktatör olduÄŸunu tartışalım.
O’nun aslında zaafları olduÄŸunu tartışalım.
Hatta O’nun anasını bile tartışalım.
Evet, emperyalistlerin gündeminde bu vardır.
Tartışın diyorlar biz sizin atanızın anasını tartışmak istiyoruz!
Sonra?
Sonra da sıra sizin ananıza gelecek!
Hepinizinkine gelecek!
….
Ondan sonra Can Dündar çıkıyor ağlamaklı, diyor ki tamam tartışın benim belgeselimi ama biraz insaflı olun, önce izleyin sonra eleştirin!
Acıyacaksınız nerdeyse adama.
Sonra dört bir koldan saldırıyorlar; korkacak ne var ki, izleyin önce, inanmazsanız inanmazsınız!
İsterseniz eleştirin!
…
İşte asıl psikolojik harp cephesi de burada kuruluyor!
Yıllar öncesine gidiyorsunuz. ..
Mondros imzalanmış.
Sonra düşman askerleri İstanbul’a çıkartma yapmaya baÅŸlıyor.
Milyonlarca Türk sadece izliyor!
Demek ki önemli olan ilk adım, işgali izlettirebilmekmiş !
Ama aynı zamanda bir de masa!
Tartışacaksınız.
Tartışma masasında bizim sadrazam emperyalistlere yalvarıyor, biraz acıyın diye.
Peki izleyerek, tartışarak nereye varabilirsiniz?
…
Emperyalistler aslında şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor.
Mehmet Akif, Çanakkale için ne diyordu
“Åžu BoÄŸaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eÅŸi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.”
Ya ÅŸu Can’ın belgeseli?
Sizce daha büyük bir çıkartma değil mi?
…
Çıkartma sürerken iki tavır var alınacak.
Biri İstanbul’da iÅŸgalcileri karşılayan ve onlardan tokat yiyen bir Osmanlı paÅŸası olabilirsiniz.
Ya da Dolmabahçe’den çıkartmayı izleyen bir padiÅŸah.
Belki de evinin perdesini kapatan sıradan ve suskun bir Türk…
Ama aslında hepsi aynı kapıya ve aynı kişiliğe çıkar.
İzlersiniz!
Her ÅŸeyi!
Ya da ilk kurÅŸunu atan Hasan Tahsin olursunuz.
Hasan Tahsin’e kadar bu ülkede düşmana hiç kurÅŸun atılmadığını bilmek ne kadar utanç verici aslında!
Peki Hasan Tahsin’i ne kadar tanıyoruz?
Hasan Tahsin’i Hasan Tahsin yapan nedir?
“İlk kurÅŸun”dan önce de kurÅŸun atmıştır Hasan Tahsin.
Tarihin garip cilvesi Hasan Tahsin Avrupa’dadır ve bir filme gider.
Filmde Türkler aşağılanmaktadır.
Hasan Tahsin bu filmi izlemez.
“Önce izleyeyim sonra eleÅŸtireyim” demez.
Ya ne der?
Türk’e küfredenin canına okurum der!
Ve çıkarır silahını ateş eder beyaz perdeye!
Film orada biter!
…
Hasan Tahsin’in insani ve sıradan yanıdır bu.
Hiçbir insan kendisine, anasına, babasına, atasına, milletine, bayrağına küfrettirmez.
En basit insan gerçeğidir.
İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle anasının durumunu tartışmaz, bunun cevabı suratınıza yiyeceğiniz yumruktur.
Neden?
Çünkü çocuğun en insani ve sıradan yanıdır bu!
İşte Can’ın insani denilen belgeselinin bam teli de burası.
Diyor ki Can ben sizin atanıza küfredeceğim ve siz de izleyeceksiniz!
Medeni bir ÅŸekilde izleyeceksiniz!
Çıtınız çıkmayacak.
Sinemaya girecek ve orada size gösterilen yerde oturacak ve izleyeceksiniz.
Çıtınız çıkmasın, sinemadasınız!
Çıkınca fikrinizi söyleyin.