Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

EVET / HAYIR-OKTAY AKBAL

Bayramınız Kutlu mu?

Atın bir şeker ağzınıza ya da bir çikolata parçası!..

Bugün bayram!.. Bir şair, Bayram bize mahremdemişti… Hapishanede iken mi, yoksa çıktıktan sonra mı?

Bugün Şeker Bayramı! Silivrideki Ergenekon sanıklarını kutluyorum. Savcılarını, yargıçlarını da kutlamak isterdim, ama içimden gelmiyor. Bir büyük haksızlık görüyorum. Bir yıldan çok zamandır sürüp giden bu anlamsız dava!.. Daha da yıllarca sürecek mi? Bu gidişle içerde sağlam adam bırakılmayacak, öyle mi? Amaç aydınlığın söndürülmesi mi? Tek tek ya da topluca!..

Balbayın eşi, aldı çocuklarını Silivriye taşındı. Hiç değilse ara sıra Balbayı görebilmek için… Kaç ay geçti ya da geçecek? Mustafa Balbay Cumhuriyetin Ankara temsilcisi, yazarı… Ne yapmış ki! Geçenlerde birileri sordu: Ne suçu var ki?Yanıtladım, onun suçu büyük, önce Atatürkü seviyor, Cumhuriyet devrimlerine inanıyor, şeriatçıları, gericileri, yağmacıları, çıkarcıları sevmiyor, gazetedeki yazılarında gerçekleri bir bir açıklıyor, cilt cilt kitaplarla uygarlığı, çağdaşlığı, güzellikleri anlatıyor… Bundan büyük suçmu olur?

***

Bugün bayram, güzel şeyler yazmak istiyorum. Öyle güzel şeyler ki, yalnız bugün değil, gelecekte de okunsun, sevilsin. Yeni kuşaklara biraz sevgi, umut, direniş versin! Yazarların işi budur! Yalnız içinde oldukları günün insanları değildir onlar! Yüzyıllar geçer, kitaplarla şiirlerle, öykülerle romanlarla konuşurlar. Açarsın bir şiiri, bir öyküyü yeni baştan yaşarsın, yaşamanın anlamını duyarsın…

Silivriye gitmek, Balbayı da, öteki dostları, arkadaşları da bir cam perdenin ardından görmek de, eline tutuşturulan bir telefonla konuşmak… Ben bunu daha önce de yaşadım. Sağmacılarda barış davasının sanıkları Ali Sirmen, Erdal Atabek, Orhan Apaydınla üç beş laf edebilmek için… Daha daha önce de Maltepedeki askeri tutukevinde bir tel örgü önünde İlhanla, Çetinle konuştuğumda… Gözyaşlarımı tutamadığımda!..

Ben Cumhuriyet çocuğuyum. İlkokul, ortaokul, lise yıllarımda mutluluk denen duyguyu yaşayanlardanım… Geleceklerin, bize çok büyük güzellikler getireceğine inananlardan!.. Yaşlandıkça işin rengi değişti. Demokrasi diye tutturulan bir çıkmaz sokak aldı ülkeyi bir başka garip, çirkin bir dünyaya soktu. Bir yağmadır başladı. Bir ezme, ezilme dönemi. Asker geldi kurtardı. Asker geldi batırdı. Sivil geldi önce kendini kurtardı. Sivil gitti asker geldi, işler yine karıştı. Bir o, bir bu! O gelecek bu gidecek sözleri, yazıları, çekişmeleri…

Sürüp gitmiyor mu hâlâ? Bakın seller basmış, insanlar ölmüş, yetmez, bir daha gelir sel, yine silip süpürür. O da olmazsa, deprem gelir kent insanları gerçek acı, gerçek felaket nedir, yaşar. Yaşatılır demek istiyorum. O koskoca kırk-elli katlı yapılar, lüks apartmanların topraklara devrildiğini umarım bir gün görmez insanlarımız!

Şeker Bayramındayız. Atın bir çikolata, bir badem şekeri, o güzel eski günlerimizden bir tat, bir esinti gelsin bir anlığına!.. Bayram, birkaç gün kendini dinlemek olanağı verir, vermelidir, dosta düşmana…

Bunu da yapamazsak, sizler, bizler, içerdekiler, dışardakiler… olmaz olsun böyle bayramlar…

İnternet dünyasında sinema denilince akla gelen ilk site olan imdb.com’da kullanıcıların oylarıyla dünyanın en iyi komedi filmleri belirlendi.

Site üyelerinin oylarıyla belirlenen en iyi 50 komedi filmi listesinde Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı Şaban Oğlu Şaban 10 üzerinden 8.7 puan alarak birinciliği Rus yapımı 12 Sandalye ile paylaştı. Vatan’ın haberine göre Halit Akçatepe Şener Şen ve Adile Naşit gibi oyuncuların da rol aldığı film, Forrest Gump, Dr. Strangelove ve Amelie gibi filmleri geride bıraktı. En iyi 50 komedi filmi listesinde toplam 8 Türk filmi yer aldı. Bunlardan Zügürt Ağa 10’uncu, Hababam Sınıfı tatilde 13’üncü, Kibar Feyzo 14’üncü, Hababam Sınıfı Uyan 36’ncı, Hababm Sınıfı Sınıfta kaldı 42’nci, Davaro 46’ncı oldu.

Uzmanlar, sigara bağımlığında profesyonel desteğin çok önemli olduğunu, ancak farmakolojik tedavi ile başarı oranının arttığını belirterek, ”Tedavi almaksızın kendisi bırakan kişilerin sadece yüzde 5’inin bir yıl sonunda sigara içmediğini; profesyonel destekle başarı şansı yüzde 15 olurken, farmakolojik tedaviyle yüzde 25-30’a yükseldiğini” kaydetti.

Hacettepe Üniversitesi (HÜ) İç Hastalıkları ve Medikal Onkoloji, Kanser Epidemiyolojisi Bilim Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çelik, yaptığı açıklamada, tütün ve tütün mamullerinin her türünün kansere yol açtığına dikkati çekerek, kanserden ölümlerin yüzde 60-80’inin sigarayla ilişkili olduğunun altını çizdi.

Tütün çiğnenmesinin, sigara içilmesinin, pipo ve puro kullanımın bırakılmasıyla kanser gelişme riskinin zamanla düzenli olarak azaldığını bildiren Çelik, ”Sigarayı bırakmak için hiç bir yaş geç değildir. Tütün ve tütün mamullerini kullanan kişinin hemen bırakma girişiminde bulunması ve bunun için tescilli sigara bırakma merkezlerinden yardım alması gerekmektedir” dedi.

Sigaranın hem fiziksel, hem psikolojik bağımlılık yaptığı için bırakılmasının zor olduğuna işaret eden İsmail Çelik, kendi başına sigarayı bırakmayı deneyenlerin büyük çoğunluğunun 1 yıl içinde tekrar sigara içmeye başladığını söyledi. Çelik, ”Tıbbi bir birimden yardım alınması halinde başarı şansı, kendi başına bırakmayı denemeye göre iki katına çıkmaktadır” diye konuştu.

HÜ’de İç Hastalıkları ve Medikal Onkoloji uzmanı olarak görev yapan Doç. Dr. Mustafa Erman da ”Sigarayı tedavi almaksızın kendisi bırakan kişilerin, sadece yüzde 5’i bir yıl sonunda sigara içmiyor oluyor” dedi.

Erman, kesin çözüm için profesyonel desteğin çok önemli olduğunu vurgulayarak, ”Profesyonel destekle başarı şansı yüzde 15 olurken, farmakolojik tedaviyle yüzde 25-30’a yükseliyor” açıklamasında bulundu.

HÜ’de sigara bırakma merkezi

Hastanenin Prevantif Onkoloji Anabilim Dalı’nda kurulan Sigara Bırakma Ünitesi’nin de sorumlusu olan Erman, buranın Türkiye’nin sayılı büyük merkezlerinden biri olduğunu belirtti.

Merkezin 2 yıl önce pilot olarak hizmet verdiğini, 1 yıldır da yoğun izlem programı ile çok sayıda kişiyi kabul ettiklerini ifade eden Mustafa Erman, resmi güvencesi olan herkesin ek bir ücret ödemeden bu hizmetten faydalanabileceğini, tedaviye başlamak için, ”312-305 43 30” numaralı telefondan randevu alınabileceğini bildirdi.

Erman, ünitelerinde 2 hekim ve 2 hemşirenin tam zamanlı olarak görev yaptığını anlatan Erman, haftada 2 gün ortalama 10’ar hasta kabul ettiklerini, bunun başvuru sayısının artması halinde 5 güne çekilebileceğini dile getirdi. Sigara yasağının kapsamının genişletilmesinin ardından, başvurularda belirgin artış gözlendiğini bildiren Erman, ‘‘Sigara yasaklarından önce 1 gün hasta kabul ederken, şimdi 2 güne çıkarttık” diye konuştu.

Sigarayı bırakmak isteyen kişinin önce kararlı olması, sonra tıbbi yardım için başvuruda bulunması gerektiğini anlatan Erman, şöyle devam etti:
”İlk olarak başvura bulunanlara, bir toplantı yaparak sigaranın zararlarını anlatıyoruz ve neden bırakmak istediklerini soruyoruz. Sonrasında teker teker kendileriyle görüşüyor ve bir kağıda neden bırakmak istediklerini ve bıraktıklarında kazançlarının neler olacağını düşündüklerini içeren bir yazı yazmalarını istiyoruz. Bunu her zaman yanlarında taşımalarını, sigara içmek istediklerinde bunu tekrar okumalarını rica ediyoruz. Ardından muayenelerini yapıyor ve sigara kullanım sayısına, sağlık durumlarına ve kişilik yapılarına göre tıbbi tedavi programı hazırlıyoruz.”

Erman, ilaç tedavisinin ortama 3 ay sürdüğünü, sonrasında ise kişinin kontrole geldiğini anlatarak, ‘‘Şu an bant ve sakızlar, antidepresan tedavisinde kullanılan ve sigarayı bırakmada etkili olduğu saptanan bir ilaç ile sadece bunun için üretilmiş ilaç uygulaması yapılıyor” dedi.

Etkinliği ispatlanmış ilaç tedavilerinin dışında, hipnoz, akupunktur, elektrik uyarısı ve bitkisel tedaviler gibi yöntemlerin tercih edilmemesini isteyen Erman, bu yöntemlerin etkinliğinin bilimsel olarak tespit edilmediğini, bu nedenle bu yöntemleri önermediklerini söyledi.
 

”İstemek yeterli”

Sigarayı Bırakma Merkezi’ne gelerek sigarayı bırakan gruptan 53 yaşındaki Faruk Telemcioğlu, yaklaşık 37 yıldır günde ortalama 1,5 paket sigara içtiğini söyledi.
Sigarayı bırakmaya bir yıl önce karar verdiğini ve hekim kontrolünde tıbbi tedavi seçeneklerinden faydalanmak için HÜ’ndeki Sigarayı Bırakma Merkezi’ne başvurduğunu anlatan Telemcioğlu, yaklaşık 11 aydır sigara kullanmadığını belirtti.
”O bizi bırakmadan, ben onu bırakmak, daha uzun ve sağlıklı yaşamak” için sigarayı bırakma kararını aldığını dile getiren Telemcioğlu, şunları kaydetti:
”Dışarda bu işin yapan firmalara değil, bilimsel hizmet verilen merkeze gelerek başvurdum. Maddi kazanç sağlamasından öte, kendimi sigarayı bıraktığım günden bugüne daha temiz hissediyorum, nikotin kokmuyorum, ağız-diş sağlığım daha iyi, daha güzel nefes alıyorum, iştahım değişti. Artan iştahıma bağlı kilo alımını engellemek için spora başladım, spor yaşam biçimim haline geldi. Sağlığıma ve çevreme bile bile zarar vermediğimi düşünmek, içimi rahatlatıyor. Bırakılabildiğini herkese söylüyorum ve geç kalmadan herkesi tedavi merkezlerine davet ediyorum. Sadece istemek yeterli…”

Beyazperdede moda şimdi vampirler. Sıfır beden, manken edalı vampirlerle, kolej piyesleri tadında diziler de cabası. Yani kan emiciler de popüler kültürün soytarıları olmaktan kurtulamadı. Bram Stoker’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Zaten koltuğunu da Stephenie Meyer’a kaptırdı. Nosferatu ve Dracula da artık unutuldu.

Vampir filmleri furyası özellikle şu an 30’lu yaşların üstündekiler için özel bir dönemi ifade ediyor. Beta, VHS videolar, videocular, kiralık kasetler güzel anılar barındırıyor. Son dönemde popüler kültüre ürün veren ve bu yıl vampir korku kültürünü tazeleyen “Alacakaranlık-Twilight” da bu anlamda iyi bir iş çıkardı. Bazıları için nostalji bazıları için de tanışma oldu. Artık, özellikle de genç kızlar ölümsüz kan emicilere sevdalılar. Hem bu yalnızca bir sinema tutkusu da değil. Vampir gibi giyinmek için www.vampirewear.com adresine göz atan, dünya çapında iletişim kuran bir sosyal ağ sayesinde (www.vampirefreaks.com) haberleşen gençler artık çoğunlukta. Hatta vampir makyajı bile çok moda. Yani soluk tenler ve kırmızı dudaklar…

Çirkin ve kambur Nosferatu, asilzade Kont Dracula artık vampir mitinin yıldızları değil. İyi ki de Bram Stoker bunları görmedi. Şimdi “Alacakaranlık” filminin yakışıklı jön vampiri Edward var. Stephenie Meyer de Stoker’ın koltuğunda.

Her ne kadar romantik ve âşık, kan emici karakteri türün yandaşları tarafından pek sempatik bulunmasa da beyazperdenin talebi görmezden gelmeyeceği aşikâr. Elbette vampir kültürü 80’lerden bu yana çok değişti. Vampirlerin aristokrasisi de şatolardan, kontlardan, sokaklara, serserilere kadar toplumun zeminine yayıldı. Bram Stoker’in Dracula’sı yerini Alacakaranlık’ın genç kız rüyası oyuncusu Robert Pattinson (Edward) efsanesine bırakacak gibi görünüyor. Serinin ilk filmine gelen ilgiden sonra, 20 Kasım 2009’da gösterime girmesi beklenen “Twilight” serisinin ikincisi “The Twilight Saga: New Moon” şimdiden heyecanla bekleniyor. Hollywood’un genç yıldızı Dakota Fanning de filmde “Jane” isimli bir karakteri canlandıracak. Yani ne kadar popüler, o kadar iyi! Ama son yirmi yıllık döneme baktığımızda akılda kalan ve hâlâ vampir sinemasına yön veren filmler var. Benim listem de ilk sırayı “Komşum Bir Vampir-Fright Night” alıyor. Liste tartışılır, zaten iddialı da değil. Yönetmen koltuğunda Tom Holland’ın oturduğu 1985 yapımı bu filmde başrolleri Chris Sarandon, William Ragsdale, Roddy McDowall, Amanda Bearse paylaşıyordu.

Bu filmin farklılıklarından biri, Transilvanya ve şatolarla özdeşleşen inziva düşkünü vampirleri “komşu” yakınlığına getirmesiydi. Türün, senaryo bakımından zengin, görsel olarak zamanının biraz gerisinde bıraktığı bu film ince komedi pırıltılarıyla zenginleşen sürükleyiciliğiyle ciddi bir yandaş kitlesine sahip. Üzücü olan ilk filmin başarısının, seri niteliği kazanamadan ikincisi ile sona ermesi.

Bir diğer kült vampir filmi de “Kayıp Gençler-The Lost Boys”. Joel Schumacher’in yönettiği 1987 yapımı film, şehirli vampirler ve gençler üzerine ince mesajlar veren bir klasik. İyi vampir, kötü vampir mitinden yola çıkan bu filmin çekimleri, özellikle de müzikleri onu diğerlerinden ayırıp bir klasik haline getiriyor.

 

Ölümsüzlüğün büyüsü

Açılış müziği “Cry little sister”ı ve INXS ile Jimmy Barnes’ten “Good Times”ı da unutmak mümkün değil. Korku sineması severler ve vampir edebiyatına ilgi duyanların arşivlerinde tuttuğu bu filmi yeni nesil kan emici sevdalıları özellikle izlemeli. Korku kültürünün Türkiye’deki en bilge isimlerinden Giovanni Scognamillo, “Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar” isimli kitabında (+1 Kitap. İstanbul 2006) “Kayıp Gençler” için şöyle diyordu: “Vampirler klasik yaratıklar ama çağdaş olanları da var. Çağdaşlaşan yaratıklar olarak meşin ceketli, uzun saçlı, motosikletli, rock müzik seven, şamatacı ama her daim kana susamış tipler de her an her yerde karşımıza çıkar.” Vampir edebiyatı denildiğinde popülerliği su götürmeyen ve 90’lardaki vampir filmi eksikliğini gideren, Anna Rice’ın aynı isimdeki 1976 tarihli romanından sinemaya uyarlanan “Vampirle Görüşme-Interview with the Vampire” önemli bir yapım. Neil Jordan’ın yönettiği filmin başrollerini Tom Cruise, Brad Pitt, Kirsten Dunst ve Antonio Banderas paylaşmıştı. Bu filmde de kentsoylu, aristokrat baş vampir Lestat (Tom Cruise) ölümsüzlüğünü ve bu hayatın şehvetini paylaşmak için yanına Louise’i (Brad Bitt) alıyordu. Ama öldürmeyi tasvir bile edemeyen Louise için işler, sonsuza kadar yaşayacak olmanın keyfini tatmasına izin verecek şekilde gitmiyordu. Bu film, kan, korku ve gerilimden uzaktı. Felsefi ve insani anlamları içinde barındırması açısından, vampirlere farklı bir romantizm ve hümanizma yüklemesi bakımından da önemliydi.Korku sinemasına son on yıllık dönemde yeni bir soluk getiren Japon ve Uzakdoğu da şimdi vampir ticaretine soyunuyor gibi. “Son Vampir-Blood: The Last Vampir” önümüzdeki hafta gösterime giriyor. Fransa, Hong Kong, Japonya ortak yapımı filmin yönetmeni Chris Nahon. Senaryo da ise iki isim var; Katsuya Terada, Kenji Kamiyama. Ama Uzakdoğu’dan gelen vampirlerin klasik tarz tutkunları için itici olacağı şüphesiz.

 

Zombiler hep muhalifti

Vampir popülerleşmesinde ABD yapımı bir gençlik dizisi olan “Buffy the Vampire Slayer”ın da etkisi büyük. Öyle ki 1997’de gösterime giren dizi yedi sezon sürdü. Tarza farklı bir konuyla yaklaşan Blade de 1998 yılındaki ilk gösterimin ardından seriyi üç filme kadar uzattı. Popüler tarza hizmet veren pek çok yakışıklı ve seksi vampir figürü özellikle dizi furyasıyla günümüze kadar kendini taşıdı. “True Blood” da çekici bir vampir draması. Senaryosu Charlaine Harris’in “The Southern Vampire Mysteries”ten alıntı. Sentetik kan içerek “halka” karışan vampirlerin peşine bu sefer insan kan emiciler düşüyor yani ironik ve eğlenceli bir konusu var. Dizinin yapımcısı Alan Ball tanıdık bir isim. Amerikan Güzeli’nde imzası var. Vampirler romantikleştirilip, çekici ölümsüzler yapılırken “yaşayan ölüleri”, zombileri sistem karşıtı tavırlarla beyazperdeye taşıyan George Romeroya da selam vermeden geçmek olmaz. Korku sinemasının ustası, zombi kültünün yaratıcısı muhalif yönetmen Romero yaşayanların iktidarını ölülerle eleştirmeyi neredeyse yarım yüzyıldır yapıyor. Sistemi, ırkçılığı, militarizmi ve kapitalist toplumun tüketim çılgınlığını eleştiriyor. Belki de vampirlerin en büyük eksiği de işte bu. Hem de kan emicilik metaforu tam da bu eleştiriyi karşılarken. Kim bilir belki de beyazperde sıfır beden, yakışıklı, ikoncan vampirlerle kolej piyesleri çekmekten vazgeçip, kamerasını korku kültürünün beslendiği gerçeklere çevirmeyi akıl edebilir ya da Hollywood’un gölgesinde kalmaktan korkmayıp özgün işlere cesaret edebilir. Pek çok korku sineması müptelasının 80’li ve 90’lı yıllarda takılı kalması da sanırım bunun bir göstergesi.

 

Türkiye’nin ilk zombi filmi: Ada

İki sinema yazarı Talip Ertürk ve Murat Emir Eren, Türkiye’nin ilk zombi filmi Ada’nın filmin yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaryo yazarlığını yürütüyor. Çekimler bitmek üzere. Oyuncular ise Esra Ruşan, Erol Ozan Ayhan, Kaan Keskin, Gülüm Baltacıgil, Onur Buldu Rüya Önal, Canan Güven, Taner Birsel. Konuk oyuncular da Cansel Elçin, Sırrı Süreyya Önder, Nihat İleri. Ada filminin özelliği sadece korku filmi olmaması, işin içinde iyi bir mizah da var. Bunun için yönetmenler Ada’nın korku komedi filmi olacağının özellikle altını çiziyor.

Murat Emir Eren filmi tamzamanlı bir zombi filmi olarak tanımlıyor. “Halayı, düğünü basan zombileri, düğünü çeken bir karakterin kamerasından izliyoruz. Elbette tekinsiz bir durum var. Çünkü Büyükada’da böyle bir vahşet yaşanırken tüm dünyada ne oluyor sorusuna cevap verilmiyor. Yani seyircinin hayal gücüne kalıyor pek çok şey”. Türkiye’de zombi filmi yapmak, dünyadaki zombi filmlerindeki pek çok şeyi de yapmamak anlamına geliyor. Ama Eren özellikle zombi figüranı bulmak konusunda hiç sıkıntıları olmadığını anlatıyor; “En kalabalık, 40 kişilik sahne için beş yüze yakın başvuru geldi. İnanılmaz istekli ve yetenekliler vardı. Bize ve filme emekleri çok oldu”. Eren, Türkiye’de bir zombi saldırı olsa, insanların tepkileri nasıl olur sorusunun cevabını aradıklarını söylüyor. Haklı da. Bu coğrafyanın insanlarını zombi olarak düşünmek bile ilginç! Hem filmde çaycı, yaşını almış bir teyze, atletle donla sokağa fırlayan zombiler var. Sonuçta Murat Emir Eren iyi bir iş çıkardıklarını düşünüyor. Biz de filmin vizyon tarihi bekliyoruz. Bu tarih kesinleşmemekle birlikte aralık ve şubat arasında.

Filmin tam konusuna gelince: Birbirlerini uzun süredir tanıyan beş kişilik bir arkadaş grubu, ortak bir arkadaşlarının düğününe katılmak üzere Büyükada’ya gider. Grubun içinden Erhan, hem düğünü, hem de uzun aralıklarla bir araya gelebilen ekibin mutlu anlarını kayda alabilmek için yanında bir kamera getirmiştir ve sürekli çekim yapmaktadır. Zaten film boyunca tüm izlediklerimiz, bu kameraya yansıyanlardır. Erhan dışında, ekipte, uzun süredir beraber olan Deniz ve Ekin çifti ile, hiçbir şeyden memnun olmayan Murat ve çulsuz arkadaşları Ömer vardır. Düğün sırasında aralarına, Murat’ın eski kız arkadaşı Gamze de katılır. Elbette Murat durumdan hiç hoşnut değildir. Düğünün ilerleyen saatlerindeyse beklenmedik bir olay patlak verir. Büyük bir öfkeyle davetlilere saldıran bir grup zombi ortalığı kan gölüne çevirir. Üstelik saldırıya uğrayıp yaralananlar da, bir süre sonra bu öfke nöbetine kapılmaktadır. Öfke bulaşıcı bir hal almıştır. Erhan, Gamze, Murat ve Ömer, bu kargaşadan kurtulmayı başarırlar ve arkadaşlarını bulup zombilerin istila ettiği adadan kaçmak üzere çalışmaya başlarlar.

Psikanalizin babasının ölümünün üzerinden 70 yıl geçti. Psychologies Dergisi, Freud rolüne bürünen üç psikiyatrla konuştu.

23 Eylül’de Freud’un ölümünün üzerinden tam 70 yıl geçmiş olacak. Psikanalizin babası, bugün günlük hayatımızda, özel ilişkilerimizde anahtar olan tabu, ego, bilinçdışı gibi kavramları ortaya çıkardı. Psikanaliz de Freud da hep eleştirildi. Psikanalizin işe yaramadığı, uzun sürdüğü, Freud’un her vakayı sekse bağlaması gibi… Psychologies Dergisi Eylül sayısında Freud’u “konuşturdu.” Freud rolüne bürünen 3 psikiyatr Freud’un gözünden bugünü ve psikanalizi değerlendirdi. Söz Freud’da…

Hataları meşrulaştırıyorlar

– Siz henüz 1900’de psikanalizi buldunuz. Şu an neler gözlemliyorsunuz?

Bir zamanlar uğruna savaş verdiğim ‘çocuklukta cinsellik’, ‘bilinçdışına itme’, ‘Oidipus kompleksi’ gibi kavramlar artık günlük hayatın içinde kullanılan, alışıldık kavramlar haline gelmiş. O kadar ki insanlar zayıf yönlerini, hatalarını da ‘ben’lerine bağlıyor. Gerek cinsel isteklerini tatmin konusundaki ısrarcılıkları, başarı konusundaki hırsları, yalnızlıkları, onların narsistik bir bakış açısına sahip olmalarına da yol açıyor. Herkes derin bir ‘ben’i olduğunu düşünüyor ve kibirleniyor. Uygun olmayan tüm davranışlarını ise ‘bu ben değilim, bilinçaltımın suçu’ diyerek kendilerini meşru gösteriyor.

Her sorunun ilacı var

– Bilinçaltından bahsetmek artık moda haline de geldi.

Bilinçdışı her zaman vardı. Her zaman da olacak. Bilinçdışı insanın psikolojik sorunlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir alandır. Rüyalar, unuttuğumuz anılarımız, dil sürçmelerimizin tamamı bilinçaltının alanında. İnsan var olduğu sürece de hayatı bilinçaltı tarafından yönetilecek.

– Peki rüyalar?

Rüyalar bilinçdışına itilmiş bir arzunun görsel gerçekliğidir ve bulmacalar şeklide inşa edilirler zihinde. Ve kesinlikle bir mesaj içerirler.

– Yeni nevroz türleri ortaya çıktı mı?

Uçak ve hız fobisi gibi fobiler çıktı ortaya. Ama yeni bir nevroz? Hayır. Buna karşılık toplumda bozulma ve anormallik olarak kabul edilen her şey değişiyor zamanla. Bir zamanlar anormallik olarak kabul edilen şeyler zamanla normal karşılanmaya başladı. Örneğin homoseksüellik. Ben bunun ahlaki bozulmalardan biri olduğunu asla düşünmemiştim. Ancak toplum bu durumu bir hastalık olarak gördü. Başlangıçta hastaların isteği üzerine tedavi etmeye çalıştım ancak çabalarımın boşuna olduğunu farkettim.

– Depresyon çağımızın hastalığı ama siz adını bile anmadınız…

Bu doğru değil. Depresyon her zamam ilgilendiğim bir konuydu ama adına depresyon demiyordum. Daha ağır biçimleri içinse bildiğiniz gibi melankoli terimini kullanıyordum.

– Siz nevrozlar ilaçla tedavi edilebilir demiştiniz. Ama bugünün antidepresanlarını ön görmemiştiniz herhalde?

Nevrozların ilaçla tedavisi mümkün demiştim. Ama her zaman değil. Eğer ilaçlar zor zamanları geçirmeye yardımcı oluyorsa, kaygının etkilerini yok ediyorsa, hastalığın gelişeceği durumlarda çalışmayı kolaylaştırıyorsa tedavi etmez. Ayrıca kapitalist toplumun ilaç endüstrisi kar etsin diye yeni psikolojik ilaçlar icat edeceğini öngöremedim. Her psikolojik soruna tekabül eden bir ilaç var artık.

– Sürekli olarak psikanaliz bitti dense de hala yaşıyor. Neden?

Psikanaliz her zaman eleştirildi. Benim için yeni bir durum değil Ancak hâlâ kaygı gibi pek çok fenomenin en tatmin edici açıklaması psikanalizde. Ben kelimelerin gücüne inanıyorum. Kelimelerle insanı ağlatabilir, güldürebilir, onu ölümcül şekilde yaralayabilir, unutamayacağı bir mutluluk verebilirsiniz. Sadece dil sayesinde kaygıya iten bir durumu çözebilirim.

– Peki neden psikanaliz durmadan saldırıya uğruyor?

Çünkü insan hayatında cinselliğin durduğu yeri önemseyen tek söylem psikanaliz. Sözcükler ve cinsellik arasında bir bağ var. Saklı ama çok derin. Bu öfkeyi, bu nefreti insanların hala cinsel arzularını sorgulamaktan kurtulamadıklarına bağlıyorum. Ehlileştirilemeyen bir arzudan söz ediyorum. Karanlık ve rahatsız edici. Bu yanımızı görmek korkutuyor bizi.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı (TTB) Prof. Dr. Gençay Gürsoy, ”sağlıkta dönüşüm programının sağlık alanını piyasaya teslim etme programı olduğunu” öne sürdü.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı (TTB) Prof. Dr. Gençay Gürsoy, TTB Genel Merkezinde düzenlediği basın toplantısında, hükümetin Orta Vadeli Ekonomik Programı ve bunun sağlık alanına yansımasıyla ilgili değerlendirmelerde bulundu.

Orta Vadeli Program’ın ilkbahar aylarında açıklanması gerekirken, uzunca bir gecikme ile sonbahara sarktığını ifade eden Gürsoy, ”Sağlık alanındaki tasarruf tedbirleri bu sabah bir genelge ile ilan edildi. Türk halkına bir bayram hediyesi sunulmuştur, bu hediye sağlık hizmetlerinin iğneden ipliğe paralı hale getirildiği gerçeğidir” diye konuştu.

”Bu tür acı reçeteler ya bayram öncesi ya da kamuoyunu meşgul eden başka bir olayın gölgesinde ifade edilir” diyen Prof. Dr. Gürsoy, şöyle devam etti: ”AKP iktidarı, Türk halkına bayram hediyesi olarak sağlık alanında artık parasız hiçbir şey yaptıramayacaksınız mesajını paketleyip cuma günü sunacak. Sağlıkta Dönüşüm Programı, sağlık alanını piyasaya teslim etme programıdır. Ayrıca, sosyal güvenlik konusunda ‘bir kara delik efsanesi’ deyimi ile karşı karşıyayız. Bu terim yanlıştır kara değil ‘ak’ deliktir. Yani bütçeden sosyal güvenceye bir şeyler aktarıyorsanız, bu iyi bir şeydir. Sosyal güvenliği bir yük olarak algılayan bu iktidar, tabii ki buna ‘kara delik’ diyecek. Bu kara deliği kapatma telaşı içindeler. Bunların içinde sosyal güvenlik harcamalarını kısma, enerji kitlerindeki kamu zararlarının önüne geçme, özelleştirmeleri daha da hızlandırma ve nihayet ve bugün ayrıntıları açıklanan sağlıkta 3 milyar civarında bir tasarrufa yönelme var.”
 

Sağlık katılım payı

”Sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesine ilişkin adımlar atıldığında, ‘birinci basamak ücretsiz’ denildiğini” ifade eden Gürsoy, ”Fakir fukaranın gittiği sağlık ocağından, aile hekimliği uygulamasından ücret alınmıyor deniliyordu. Bununla bizim de teselli olmamızı öneriyorlardı. Bugün bu basamakta ücretlendirilmiş durumda, yeşil kartlılar da buna dahildir. Bu ücret, şimdilik 1. basamakta 2 TL, 2. basamakta 8 TL, özel hastanelerde 15 TL olacak” dedi.

Prof. Dr. Gençay Gürsoy, ”Türkiye’de milyonlarca kişinin günde 1-2 dolarla geçindiği düşünüldüğünde bu rakamların küçümsenemeyeceği” görüşünü aktardı.
Katkı paylarının, bir yıl önce Temmuz 2008’de yüzde 30 yükseltilmeye çalışıldığında, Sağlık Bakanlığının ”Vatandaşın büyük bir kesimi bu ücreti ödeyecek durumu yoktur”
açıklamasının kayıtlarda olduğunu savunan Gürsoy, ”Bunun üzerinden bir yıl geçtikten sonra bugün bu ek ödemenin yüzde 70’lere kadar çıkarılacağı ifade edilmiştir” diye konuştu.

Muayene ücretleri konusunda da ”eğer reçete alınmayacaksa, ilaç alınmayacaksa muayene ücretsiz olacak” şeklinde bir uygulamaya başvurulduğunu anlatan Gürsoy, ”bunun bir aldatmaca olduğunu” öne sürdü. Sağlık kurumlarını denetleme adı altında ”Sağlık Dedektifleri” uygulamasını da eleştiren Gürsoy, ”Yaklaşık 7 bin civarında sağlık gözlemcisi adı altında gönüllü gözlemciler istihdam ediliyor. Söylemlere göre bunlara ücret ödenmiyor. Bu kişiler sağlık alanındaki aksamaları gizlice sağlık bakanlığına bildirecekler ve bakanlık gereğini yapacak. Böyle bir sistem kuruluyor ama bunu hekim örgütleriyle istişare yapmadan açıklıyorsunuz. Bu dünyanın hiçbir yerinde görülmüş bir uygulama değildir” diye konuştu.

Ağrılarda, hemen ağrı kesicilere başvurmanın doğru bir davranış olmadığı, bunun ciddi sağlık sorunlarını beraberinde getirebileceği bildirildi.

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sinan Çavun, ilaçların özellikle antibiyotik ve analjeziklerin (ağrı kesiciler) yanlış ve gereğinden fazla kullanılmaları halinde insan vücuduna çok ciddi zararlar verebileceğini bildirdi. ”Bu ilaç ağrıyı hemen keser” denilerek önerilen her ilacın kesinlikle kabul edilmemesi gerektiğini dile getiren Çavun, insanlara rahatsızlıklarının giderilmesinde doğru yoldan, doğru zamanda kullanılan doğru ilacın yardımcı olabileceğinin altını çizdi.

Kullanmadan önce ilaçların prospektüsünün çok iyi okunması gerektiğini ifade eden Çavun, hangi rahatsızlıklar için daha etkili olduğu ve ne gibi yan etkiler gösterebileceği bilindikten sonra ilaçtan yararlanmanın önem taşıdığını vurguladı.

Çavun, bazı ilaçların bir bölge için çok etkili olurken, vücudun başka bir bölgesine ise ciddi hasar verebileceğini ifade ederek, şunları söyledi: ”Örneğin birtakım ilaçların ağrı kesici etkileri yanında çok ciddi olarak mide mukozasını tahriş edici etkileri de mevcuttur. İnsanlar baş veya eklem ağrısını geçirmek isterken, şikayetlerine mide ağrısını da ekleyebilirler. Buna bir başka örnek olarak asetil salisilik asidi verebiliriz. Zira viral hastalığa eşlik eden ateşi olan çocuklarda ve 20 yaşın altındaki gençlerde bu salisilatlar beyin, karaciğer ve diğer iç organları tutan ve ‘Reye Sendromu’ adı verilen çok ciddi bir tabloya neden olabilirler.”

İnsan vücudunun ağrılara karşı belirli düzeye kadar direnebildiğini anlatan Çavun, şunları kaydetti: ”Ağrıya karşı vücut direniyor ve hatta bazen herhangi bir ilaç tedavisine gereksinim duymadan ağrılı uyaran ortadan kalkabiliyor. Bunun yanında şiddeti az olan birtakım ağrıların tedavisinde ise çok kuvvetli ve pahalı ağrı kesiciler yerine, daha düşük seviyeli ve ekonomik ağrı kesicilerle tedavi olanağının da mevcut olduğu akılda tutulmalı. Tüm bunlara karşılık uzun süre devam eden kronik ağrılarda, düşük seviyeli ağrı kesicilere cevap vermeyen ağrılarda veya çok şiddetli ağrılarda ise doktora başvurmak yapılacak en doğru iş.”

Türkiye’deki çocuklar günde ortalama dört saat televizyon izliyor. Uzmanlar televizyonun avutma aracı olarak görülmemesi, yemek yedirmek veya ağlamasını kesmek için kesinlikle kullanılmamasını söylüyor.

Televizyon saldırgan yapıyor

Televizyonun içerik ve süre açısından kontrolü anne-babada olmalı. Haftalık olarak program yapılabilir; yaşına uygun çizgi filmler, çocuk programları, CD’ler seçilebilir. Özellikle televizyonun birlikte seyredilmesi, anne-babanın televizyonda karşılaşılan olaylar üzerine yorumları ile çocuğuna rehberlik etmesi, televizyon sonrasında izlenenler üzerine konuşulması yararlı olur.

Çocuklar, sabahtan akşama kadar televizyon izliyorlar. Anneler ve bakıcılar da böylece çok rahat ediyorlar! Çünkü televizyonu kapatırsanız, çocuğunuzla ilgilenmeniz, birlikte parka, tiyatroya, sinemaya gitmeniz, oyun oynamanız, kitap okumanız gerekiyor. Saatleri televizyon karşısında geçen çocukların, bundan olumsuz etkilenmemesi mümkün değil. Bu konuda yapılan çok sayıda araştırma da bu görüşü doğruluyor. Şiddet içerikli programlar, çocuklarda saldırgan davranışlara neden olabiliyor. Uzun süre televizyon izlemek, zihinsel ve dil gelişimini de olumsuz yönde etkileyebiliyor.

Özel Alev Anaokulu rehberlik uzmanları, televizyon ile saldırgan davranışlar arasındaki ilişkiyi şöyle anlatıyorlar:

“Araştırmalar, şiddet içerikli televizyon programlarının; toplumsal şiddete karşı duyarsızlaşma, şiddete karşı olumlu tutumların gelişmesi, suç oranının artması, çocukların saldırgan davranışları öğrenmesi gibi olası etkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Çocukların şiddet ve cinsellik içeren televizyon programlarını ve çizgi filmleri izlemeleri, ruh sağlıkları açısından son derece sakıncalıdır. Çünkü bilindiği gibi çocuk, kişiliğini oluştururken en çok model alma yöntemini kullanmaktadır. Ancak aldığı modelin iyi ya da kötü olduğu ayrımına varamadığından, biz engellemediğimiz sürece televizyondaki yanlış modellerin özeliklerini benimsemesi muhtemeldir. Günümüzde çocuklar uzun saatler boyunca televizyon başında kalmaktadırlar. Türkiye’de çocukların, günde ortalama dört saat televizyon izlediğini söyleyen araştırma bulguları mevcuttur. Televizyon izlenen süre arttıkça, şiddet içeren görüntülerle karşılaşma ihtimali de artmaktadır.”

Zihinsel gelişim

Rehberlik uzmanları, doğru bir zaman ve içerik sınırlaması ile televizyonun çok verimli bir eğitim, eğlence ve iletişim aracı olabileceğine dikkat çekerek televizyonun çocuğun kelime dağarcığını arttırdığını, ilgi alanlarını genişlettiğini ve özellikle okul öncesi dönem için hazırlanmış özel programlarla; müzik, belgesel vb. programların olumlu etkileri bulunduğunu vurguluyorlar.

Ancak, televizyon izlemek, çocukların diğer faaliyetlerini engellediği, onları hareketsiz bıraktığı ve diğer çocuklar ile iletişimden uzaklaştırdığı için zihinsel gelişimlerini olumsuz yönde etkiliyor. Sonuç olarak, çocukların yaşlarına uygun ve özel hazırlanmış televizyon programlarını izledikleri ve televizyona ayırdıkları sürenin diğer faaliyetlerini engellemediği durumlarda, televizyon çocukların zihinsel ve dil gelişimleri üzerinde olumlu etkilere sahip.

TV’yi avutma aracı olarak kullanmayın

• Çocuğun televizyon izleme süresi ile ilgili olarak; yaşı, yapması gereken diğer faaliyetler ve uyku ihtiyacı göz önüne alınarak onunla birlikte bir kural belirlemek.

• Çocukların hangi televizyon programlarını, filmleri izledikleri hakkında bilgi sahibi olmak.

• Televizyon programlarında ve sinemalarda izledikleri şiddet hakkında onlarla konuşmak.

• Şiddet davranışlarının gerçek hayatta ne kadar acı verici olduklarını ve ne tür ciddi sorunlara yol açabileceklerini anlamalarını sağlamak.

• Sorunların şiddet kullanmadan nasıl çözülebileceğini onlarla tartışmak.

• Şiddete karşı davranışlar sergiledikleri her ortamda çocukları desteklemek ve takdir etmek.

• Çocuğa; arkadaşlarından birinin diğerine vurduğu, küfrettiği, tehdit ettiği durumlarda sakin ama kesin sözcüklerle nasıl tepki gösterebileceklerini öğretmek; şiddete karşı durmanın ve direnç göstermenin daha fazla cesaret gerektirdiğini anlatmak.

• Anne-babanın, kendi tavır ve tutumları ile çocuğa olumlu modeller olması.

• Televizyonu asla çocuğu avutma aracı (yemek yedirmek, ağlamasını kesmek için vs.) olarak kullanmamak.

• Çocuklar tam olarak anlamadıkları haberler ile ilgili olarak kendi hayal güçlerini kullanmaya başladıkları için, ona izlediği ve anlamadığı şeylerle ilgili anlayabileceği şekilde açıklama yapmak.

Devlet Opera ve Balesi (DOB), 2009-2010 sanat sezonuna ”merhaba” demeye hazırlanıyor. DOB, yeni sanat sezonunda 11’i yerli olmak üzere 50’ye yakın eserle izleyici karşısına çıkacak.

Devlet Opera ve Balesi (DOB) Genel Müdürü Rengim Gökmen, genel müdür yardımcıları Şadi Erdoğan ile Şenol Tiryaki ve bölge müdürleriyle düzenlediği basın toplantısında yeni sezonun repertuvarını açıkladı.

Yaz aylarında da festivaller ve sanat etkinlikleriyle sanatçıların dinlenme sürecini kısıtlamadan seyirciyle buluştuklarını ve böylece 12 ay etkinlik sergileme anlayışını benimsediklerini anlatan Gökmen, sezon içerisinde yeniliklerle izleyici karşısına çıkacaklarını ifade etti.

Bu sezon 3 yeni Türk operasının seyirciyle buluşacağını bildiren Gökmen, Ankara’da Sabahattin Kalender’in ”Cem Sultan”, İstanbul’da Cemal Reşit Rey’in ”Çelebi” operasının konser versiyonu ile Antalya’da Yalçın Tura’nın ”Karacaoğlan” operasının ilk kez seyirciyle buluşacağını belirtti. Gökmen, Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından Cem İdiz’in müzikleriyle sahneye uyarlanan ”Çakırcalı Efe” adlı balenin de Birim Dans Tiyatrosu tarafından dünya prömiyerinin gerçekleştirileceğini söyledi.
 

Dönüşümlü repertuvar sistemi

DOB’un yeni sanat sezonunda ”dönüşümlü repertuvar sistemini” uygulamaya devam edeceğini dile getiren Gökmen, bu uygulamanın amacının kısıtlı kaynaklarla gerçekleştirilen ve büyük bir emekle ortaya çıkan prodüksiyonların etkin bir şekilde kullanılması olduğunu belirtti.

Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin ”Arşın Malalan” adlı eserinin tüm dekor ve kostümünün bu sezon Samsun Devlet Opera ve Balesi’ne iletildiğini, bu kostüm ve dekorlarla aynı yapıtın sahneye getirileceğini ifade eden Gökmen, bu uygulamanın amacının tasarruflu bir biçimde yapıtların sahnelenmesi olduğunu söyledi.

DOB’un 81 ile turne yapmayı hedeflediğini anlatan Gökmen, turne haritasının çıkarıldığını, özellikle doğu illerinde seyirciyle buluşmaya önem verdiklerini kaydetti.

AKM’deki son durum

Gökmen, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) tadilat sürecinde bulunması nedeniyle temsillerini Süreyya Operası’nda verdiğini anımsattı.
Atatürk Kültür Merkezi’nin yenilenme projesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı arasında protokol imzalandığını hatırlatan Gökmen, ”AKM’nin tadilat sürecinin 2010-2011 sanat sezonuna yetişmesini sanatçılar olarak bütün kalbimizle umut ediyoruz” dedi.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü Suat Arıkan da İstanbul’da opera ve bale sanatlarına büyük ilgi gösteren seyirci kitlesinin bulunduğunu ancak şu anda koltuk sayısının kısıtlı olması nedeniyle bu talebe yetişemediklerini söyledi. Arıkan, bu nedenle değişik mekanlarda temsiller düzenlemeyi planladıklarını ve üstün bir gayretle bunları gerçekleştirmeyi hedeflediklerini ifade etti.

İzmir’e yeni salon

İzmir Devlet Opera ve Balesi Müdürü Aytül Büyüksaraç da kendilerinin de bina sorunlarının bulunduğunu, özellikle çalışma salonları konusunda sıkıntılar yaşadıklarını belirtti.

Salon konusunda İzmir Büyükşehir Belediyesinden yeni bir müjde aldıklarını anlatan Büyüksaraç, 3-4 yıl içinde yeni bir binaya kavuşacaklarını açıkladı.
“Yeni sezonda neler var?”

Yeni sanat sezonunda seyirciyle buluşacak yapıtlar ve illeri ise şöyle:
”-Ankara Devlet Opera ve Balesi: Aida (Verdi), Macbeth (Verdi), Seslerle Anadolu (A.Aykaç), Idomeneo (Mozart), Notre Dame’ın Kamburu (Petit), Cem Sultan (S. Kalender), Harem (M. Çimenciler), Romeo ve Juliet (Prokofiev), Seyahatname (B.Murphy), Viva La Mamma (Donizetti), Far From Now (Modern Dans Topluluğu), Çakırcalı Efe (C.İdiz),

-İstanbul Devlet Opera ve Balesi: La Boheme (Puccini), Figaro’nun Düğünü (Mozart), Çelebi (Cemal Reşit Rey), Rossini Menüsü (Rossini), Don Kişot (Minkus), Hoffmann’ın Masalları (Offenbach),

-İzmir Devlet Opera ve Balesi: Bir Tenor Aranıyor (Ludwig), Aşk-ı Memnu (S.Ada), Adriana Lecouvreur (F.Cilea), Bir Yaz Gecesi Rüyası (Mendelssohn), Ariadne Auf Naxos (Strauss), Carmina Burana (Carl Orff),

-Mersin Devlet Opera ve Balesi: Tosca (Puccini), Yarasa (Strauss), Güldestan (B.Murphy), Don Kişot (Minkus), Dudaktan Kalbe (Ç. Işıközlü),

-Antalya Devlet Opera ve Balesi: Tosca (Puccini), Rusalka (Dvorak), Don Kişot (Minkus), Eva (North), İstanbulname (T. Erdener), Karacaoğlan (Y.Tura), Zaide (Mozart), Iolanta (Çaykovski),

-Samsun Devlet Opera ve Balesi: Kamelyalı Kadın (Verdi), Arşın Malalan (Hacıbeyov), Kontes Mariza (E. Kalman), Binbir Gece Masalları, Üç Bale (Korsakof), Bach Oryantal (Bach).”

Yapay tatlandırıcılar üzerine tartışmalardan biri bitmeden diğeri başlıyor. Son bir araştırma, bağırsakların yapay tadlandırıcıları tıpkı şeker gibi algıladığını ve zayıflatıcı etkisi olmadığını ileri sürdü. Ancak bilim insanları, bunun kesinlik kazanması için daha çok araştırma yapılması gerektiğine işaret ediyor. Yapay tatlandırıcıları hekimler genellikle tavsiye etmiyor. Bellek kaybı ve kemik erimesine yol açtığı şüpheleri de var.

Reyhan Oskay

Bilim Teknik / Cumhuriyet– Bilim insanları daha önce yiyeceklerin içerdiği şekerin incebağırsaktaki emiliminin bir protein –şeker taşıyıcı- aracılığı ile yapıldığını ortaya çıkartmıştı. Bu proteinin miktarı yiyecekteki şeker içeriğine bağlı olarak değişir. İncebağırsak, glikozu hisseden bir sistemden yararlanarak bu değişikliği kontrol altında tutar. İşte bugüne dek bu sistemin nasıl çalıştığı bilinmiyordu. Şimdi Liverpool Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden Soraya Shirazi-Beechey’in öncülüğünde yürütülen bir çalışma, bu sistemin çalışma mekanizmasını açığa çıkarttı. “Şekerin tadını algılayan reseptör (algılayıcı) ve tat taşıyıcı protein –gustducin- bağırsaktaki tat hücrelerinde de mevcuttur” diye konuşan Shirazi-Beechey, “İşte şekerin tadını algılayan bu proteinler, insanların ve hayvanların bağırsaklarında glikoz olup olmadığını tespit edebiliyor” diyor. Shirazi-Beechey farelerde tespit edilen bu mekanizmayı şöyle açıklıyor:

“Bu proteinlerden sorumlu genlere sahip olmayan fareler, incebağırsaklarında şeker taşıyıcılarını üretemez. Bunun sonucunda bağırsaklarındaki şekeri emme kapasitesini düzenleyemezler. İlginç olan bu reseptörün yiyecek ve içeceklerin içindeki yapay tatlandırıcıları tespit etme becerisine de sahip olması. Ve bu, incebağırsakların yiyecekle vücuda giren şekeri emme kapasitesini arttırır. Sonuçta yapay tatlandırıcı kullanan insanların niçin kilo veremediğini daha ileri çalışmalarla çözebiliriz.”

Liverpool Üniversitesi’nin bu buluşu, kan şekeri anormal düzeylerde seyreden şeker hastaları gibi beslenme şekline bağlı belirli hastalıklara sahip olan insanlara büyük yarar sağlayacak. Shirazi-Beechey bu çalışmanın gelecekte ne gibi yararlar sağlayabileceğini şöyle açıklıyor:

“Bu tat reseptörlerini kullanmanın bir yolunu bulursak, ışığı kısmaya yarayan elektrik anahtarları gibi, vücudun uygun miktarda şekeri emmesinin yolu açılacak. Şimdi ekibimiz büyük bir heyecanla bu hedefe ulaşmak için çabalıyor.”

Bu buluşun yarış atları üzerinde de büyük etkisi olacağını belirten Shirazi-Beechey, “Atların, uzun yarışlarda performanslarını sürdürebilmeleri için glikoz düzeylerinin hep yükseklerde seyretmesi gerekir. Yarıştan önce ve sonra yiyecekler aracılığı ile bu reseptörleri faal hale getirebilirsek bağırsaklarının glikozu emme kapasitesini arttırabiliriz” diyor.

 

Türk bilim insanları temkinli

Bu araştırma ile ilgili görüşlerine başvurduğumuz bilim insanları, bu çalışmanın henüz bir hayvan araştırması olduğunu ve ilk bulguları ileri taşıyacak daha ayrıntılı çalışmaların henüz yapılmamış olmasından dolayı sonuçlara temkinli yaklaşıyor.

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroentroloji Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Neşe İmeryüz, ilk sonuçlara bakıp yapay tatlandırıcıların kilo kaybına yol açmadığı gibi kilo aldırdığı varsayımını doğru kabul emenin tehlikeli bir yaklaşım olduğunu savunuyor.

Dr. İmeryüz’ün görüşleri şöyle: “Araştırmayı inceyince gördüm ki yapay tatlandırıcılar şeker emen pompanın yapımını ve dolayısıyla şeker emilimini arttırıyorlar ama aynı zamanda kanda insülin salgısını artıran ve kanda dolaşan şekerin kas ve karaciğer hücrelerine girmesini sağlayan peptid hormonların yapımını da uyarıyorlar. Dolayısıyla insanda nihai etki şişmanlığın ve kan şekerinin artması mı, azalması mı yoksa değişmemesi mi olur belli değil. Bu buluş kan şekerini kontrol etmek için kullanılabilecek yeni bir mekanizmayı ortaya koyduğu için önemli.”

Marmara Üniversitesi Gastroentroloji Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Osman Özdoğan da aynı görüşte. Bu ilk bulguların ileri çalışmalarla desteklenmedikçe hemen kabul edilmemesi gerektiğini söylüyor. Kaldı ki Özdoğan diyet ürünlerinin tüketilmesine sıcak bakmadığını şu sözleriye açıklıyor:

“Nasılsa kilo aldırmaz düşüncesi ile bu ürünler gereğinden fazla tüketiliyor ve sonuçta vücuda giren kalori azalmıyor. En ideali hiçbirini kullanmamak. Diğer taraftan sürekli tatlandırıcı kullanan birinin kan şekeri düzeyini arttırıyor olabilirler.”

Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği Başkanı Prof. Dr. Sema Akalın, Shirazi-Beechey’in araştırmasıyla ilgili ileri çalışmaların yapılmasının gerekli olduğuna inanıyor. Bugüne dek yapay tatlandırıcılara temkinli yaklaştığına dikkat çeken Akalın, tatlandırıcı içeren yiyecek ve içeceklerin yalnızca içindeki tatlandırıcı nedeniyle değil, diğer katkı maddelerine bağlı olarak da şeker hastalarına zarar verdiğini belirtiyor.

Diyet kola başta olmak üzere tatlandırıcılı meşrubatların sağlık açısından tüketilmesini doğru bulmadığını açıklayan Akalın, “Aslında diyabet hastalarıma tatlandırıcıları hiçbir koşulda önermiyorum. Atadan, dededen kalma ayran en ideal içecek” diyor.

 

Yaşama geçiş süresi uzun

Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Oğuzhan Deyneli, yapay tatlandırıcıları temel işlevinin kanda şekeri yükseltmeden şeker tadı vermesi olduğuna dikkat çekiyor. “Bunların kalori vermemesinden yararlanarak kilo kaybına yol açabileceğini de düşünüyoruz” diye konuşan Dr. Deyneli, Shirazi-Beechey’in araştırmasından elde edilen sonuçların, şeker emilimi mekanizmasının yalnızca tek bir basamağında etkin olduğunu, bütün mekanizmayı nasıl etkileyeceği konusunda henüz yeterli bilginin bulunmadığını söylüyor.

“Şekerle veya tatlandırıcılar ile uyarılarak artan glikoz emiliminin sonuçları ile ilgili henüz bir yorumda bulunabilmek mümkün değil” diye konuşan Dr. Deyneli, ancak bağırsaklardan glikoz emilmesinde rol oynayan bu sistemin, diyabet tedavisinde kan şekeri kontrolü için yeni çıkışlar arayan bilim adamları için yeni bir umut gibi göründüğüne dikkat çekiyor. Dr. Deyneli bu alandaki öncü çalışmalara da değiniyor:

“Daha önce böbreklerden glikozun geri emilmesini önleyerek, glikozun (şekerin) böbrek aracılığı ile daha fazla atılmasını sağlayarak kan şekeri kontrolüne katkıda bulunan ilaçlar diyabet tedavisi için yeni bir seçenek olacabileceğini diyabetli bireylerde yapılan ilk çalışmalarda göstermişlerdi. Bu yeni grup ilaçlarla ilgili araştırmalar faz 3 aşamasında halen sürüyor (SGLT2 inhibitörleri,http://cme.medscape.com/viewarticle/578176 ). Benzer şekilde bağırsaklarda yoğun olarak bulunan ve glikozun emilmesinde rol alan SGLT1 üzerinden çalışacak ilaçlar da yeni bir antidiyabetik ilaç grubunun ortaya çıkmasına olanak sağlayabilirler. Şimdilik bu sadece bir öngörü, bilim dünyasında düşündüklerinizin hayata geçmesi çok uzun sürmediği de unutulmamalı.” Kaynak::(www.pnas.org/cgi/doi/10.1073/pnas.0706678104)

 

Diyabetik gıdalar zayıflatmaz

Endokrinoloji ve Metabolizma Uzmanı Prof.Dr. Metin Özata ise söz konusu araştırmanın henüz hayvan çalışması olduğunu, insanlar üzerinde yapılacak ileri çalışmalardan sonuç alınmadan tatlandırıcıların vücutta yapacağı tahribat konusunda kesin bir şey söylemenin doğru olmayacağını vurguluyor. Bugüne dek yapay tatlandırıcılar konusunda sürdürülen çalışmalarda bu ürünlerin kalsiyum atılımını artırdığı ve unutkanlığa yol açtığı yolunda bulguların elde edildiğini söylüyor.

Dr. Özata’nın diyabetik ürünlerle ilgili görüşleri şöyle: “Üzerinde veya etiketinde “diyet’’, “light’’ veya “diyabetik’’ yazan gıdaların esas özelliği düşük kalorili olmaları. Diyabetik olanlar tatlandırıcı ile yapılır. Bunların da kalorisi var. Bu nedenle yiyeceklere ilave etmek yerine yiyeceğiniz bir gıda yerine yenmesi gerekir. Diyabetik reçelin 100 gramında 208 kalori, diyabetik çikolatanın 100 gramında 569 kalori ve diyabetik bisküvinin 100 gramında 538 kalori olduğunu unutmayınız.”

 

Zayıflamak için Gİ diyeti yapınız

Zayıflamak için tatlandırıcı veya diyet gıda yerine glisemik indeks (Gİ) diyeti denilen beslenme tarzının seçilmesinin daha doğru olacağını belirtiyor Özata:

“Gİ karbonhidratların kan şekerini yükseltme gücünü gösteren bir kavram. Gİ’ye dayalı beslenme kilo kontrolü sağlıyor ve kronik hastalıklardan bizi koruyor. Özellikle kilo vermek isteyenler, atıştırma atakları, kan şekeri düşüklüğü, şeker hastaları ve metabolik sendromu olanların mutlaka bu şekilde beslenmesi gerekir. Düşük Gİ’li gıdalar yemek gerekir. Örneğin beyaz ekmek yerine tam buğday ekmeği, pirinç pilavı yerine bulgur pilavı, patates yerine kuru fasulye yenmeli. Bal, pekmez, reçel yerine ise meyve yenmeli.”

 

Tatlandırıcı nedir?

Şeker hastalarının tatlandırıcı ihtiyacını sağlamak üzere kullanılan kimyasal maddelere tatlandırıcı denir. Bunların kalorisi yoktur, şeker tadı verirler. Gebeyken tatlandırıcı kullanılmamalıdır. Mecbur değilseniz tatlandırıcı kullanmayınız. Ancak kullanmak istiyorsanız daha çok tercih edilmesi gerekenler aspartam içeren tatlandırıcılardır. Ancak yukarıda verilen yeni bilimsel gelişmeler bize yapay tatlandırıcıların kullanılmaması gerektiğini önermektedir. Sorbitol, mannitol ve fruktoz sofra şekeri kadar olmasa da kaloriye sahiptir. Piyasada satılan diyabetik gıdalara katılırlar. Fazla yenirse kilo aldırır ve ishal yapabilirler.

Aspartam: Sofra şekerinin 200 katı kadar tat verir. Isıtıldığında tat verme özelliğini kaybeder.

Sakkarin: Şekerden 200 -300 kat daha tatlıdır.

Siklamat: Şekerden 30 kat daha tatlıdır. Isıya dayanıklıdır.

 

Kaynaklar:

Robert F. Margolskee ve arkadaşları, T1R3 and gustducin in gut sense sugars to regulate expression of Na_-glucose cotransporter 1. PNAS, PNAS September 18, 2007 vol. 104, no. 38, 15075–15080

Prof. Dr. Metin Özata, Diyabetle Kaliteli Yaşam Rehberi, Gürer Yayınları, 2008

Prof. Dr. Metin Özata, Gİ Diyeti, Erko Yayıncılık, 2008