Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

İlaç Takip Sistemi kapsamında, artık 1 Ocak’tan sonra üretilen ürünlerde kupür yerine ”ilacın kimlik numarası” olarak adlandırılan ”karekod” yer alacak.

Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun, İlaç Takip Sisteminin nasıl uygulanacağına açıklık getiren bir genelge yayınladı. Tosun, genelgede, 181 sayılı ”Sağlık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”de, Sağlık Bakanlığına ”ilaç güvenliliğinin sağlanması” görevinin verildiğine dikkati çekti. Bu amaçla söz konusu kanuna dayanılarak, ilaçların izlenebilirliğinin sağlanması için ”Beşeri Tıbbi Ürünler Ambalaj ve Etiketleme Yönetmeliği”nde yapılan bir değişiklikle ürünler üzerinden kupürün kaldırılarak yerine ”karekod” adıyla yeni bir tanımlayıcı konulduğunu hatırlatan Tosun, ürünler üzerine ”karekod” uygulanabilmesi için gerekli geçiş sürelerinin yönetmelik değişikliği ile tanındığını belirtti.

Yapılan çalışmalardan çıkan sonuçlar doğrultusunda zamanlamanın ihtiyaca göre değiştiriltiğini ve ürünlere ”karekod” konulma mecburiyetinin 1 Ocak 2010 tarihi olarak belirlendiğini kaydeden Tosun, ”Bu tarihten itibaren üretilen tüm ürünlere karekod konulacaktır. Üretim tarihleri 2010 içindeyse ithal ürünlere de mutlaka karekod konulacaktır” ifadesini kullandı. Tosun, 1 Ocaktan önce kupürlü olarak üretilen ürünlerin, kupürleri iptal edilerek üzerine ”karekod” konulmak suretiyle ya da 1 Ocak 2011 tarihine kadar eskiden olduğu gibi kupürlü satılabileceğini bildirdi.

İlaç takip sistemi

Sağlık Bakanlığı’nın ”karekod” bilgileri ile ürünlerin izlenmesi için ”İlaç Takip Sistemi” adında bir alt yapı kurduğunu ve çalışmalarını tamamladığını belirten Tosun, geri ödeme kurumlarında da gerekli hazırlıkların tamamlandığını bildirdi. Tosun, geri ödeme kurumlarının 1 Ocak’tan itibaren ilaç ödemelerinde ”karekod”lu ilaçları İlaç Takip Sistemi’nden kontrol etmeleri gerektiğini kaydetti. Eczanelerde uygulamaları görmek açısından yürütülen pilot uygulamada, sistemin işlemleri zorlaştırmadığı ve sıkıntı yaşanmadığının görüldüğünü kaydeden Tosun, şunlara dikkati çekti: ”İlaçlarda karekod uygulaması esasları ‘Beşeri Tıbbi Ürünler Ambalaj ve Etiketleme Yönetmeliği’ ile bu yönetmeliğe bağlı olarak çıkarılan ‘Beşeri İlaçlar Barkod Uygulama Kılavuzu’, ‘İlaç Takip Sistemi İşletme Kılavuzu’ ve ‘İlaç Takip Sistemi Web Servisleri Kılavuzu’nda belirlenmiş bulunmaktadır. Bu kaynaklara göre hareket edilmesi ve 1 Ocak tarihini takiben ilaçların karekodlu üretilmesi veya ithal edilmiş ürünlerin karekodlanması için çalışmaların tamamlanması gerekmektedir. Adı geçen mevzuata göre yapılması gerekenler, bundan sonra yapılacak denetimlerde inceleme konusu olacaktır.”

Tosun, mevzuata göre, 1 Ocak’tan itibaren üretim ya da ithalat, satış, iade, ihracat ve deaktivasyon bildirimlerinin yapılmasının mecburi olduğunu vurgulayarak, ”Ancak, İzleme Komitesi ile yapılan çalışmalarda, taşıma ambalajları üzerine konulması gereken numaralar için 1 Haziran 2010 tarihine kadar süre verilmiş olduğu için, üretici ya da ithalatçılar ile ecza depolarının satış bildirimi ve eczanelerin mal alım onayı bildirimi yapmalarının bu tarihe kadar mecburi olmaması karara bağlanmıştır. Ancak, üretici veya ithalatçılar ile ecza depoları sattıkları karekodlu ürünler için bu tarihten önce sisteme ‘satış bildirimi’ yapabilirler” tavsiyesinde bulundu. Sistemin eczanelerin mal alım onayı bildirimlerine cevap verdiğini, bunun ilaç güvenliliğini sağlamak için önemli bir nokta olduğunu ve ürünlerin geri çekilmesi esnasında bu bilgilere mutlaka başvurulacağını açıklayan Tosun, ”Bu sebeple eczanelerin mal alım onayı yapmaları gerekmektedir” dedi.

 

Hastaneler açısından sistem

Hastanelerin yapması gereken mal alım onayı ile ilgili açıklamalarda da bulunan Tosun, bunun sarf ve satış bildirimleri sistemde yer aldığını kaydetti. Tosun, ”Hastaneler, süreç içinde sarf edilen ürünleri, sisteme bir deaktivasyon (sarf) bildirimi ile fatura edilen ilaçları yine serbest eczaneler gibi satış olarak bildireceklerdir. Kamu hastanelerinde ihale ile alınan ilaçların kabul şartları arasında ‘karekodlu ilaçların İlaç Takip Sistemi’ne bildirilmiş olması’ şartı bulunmalıdır” ifadesini kullandı.

Eczanelerin ”karekod”lu ilaçların satışı esnasında mutlaka İlaç Takip Sistemi’ne satış bildirimi yapacaklarını belirten Tosun, hem elden hem de geri ödeme kurumlarına satışları sisteme bildirilecek ilaçların, hastaya sistemden onay alındıktan sonra teslim edilmesi gerektiğini bildirdi. Tosun, ”Ürünlerin eczaneye girişinde kontrol amacıyla mal alım onayı bildirimi yapılması ilaç güvenliliği açısından zorunlu olduğu gibi, esasen eczacıların doğru alım yaptıklarını görmeleri açısından da büyük bir yarar sağlamaktadır” vurgusu yaptı.

Eczanelerin Sağlık Bakanlığı’nca tanımlanması, kayıtlarının tutulması ve kayıtların benzersizliğinin sağlanması amacıyla Global Yer Tanımlayıcısı (GLN numarası) kullanılmasına karar verildiğini belirten Tosun, ”Eczanelerin GLN numaraları Bakanlığımızca tahsis edilmiş olup, İlaç Takip Sistemi’nde tüm birimler GLN ile tanımlanacak ve çalışma yapacaklardır. GLN numaraları Genel Müdürlük internet sayfalarında ilan edilmektedir” açıklamasında bulundu.

 

İlaç kutularının üzerinde fiyat olabilecek

Fiyat konusunun, İlaç Takip Sistemi ile doğrudan ilgili bir konu olmadığına işaret eden Tosun, şunları kaydetti: ”Üreticiler ürünler üzerine fiyat koyabilirler. Özellikle elden satışlarda tüketicilerle eczacıların sorun yaşamamaları içİn fiyatın ürünler üzerine konulması tavsiye edilmektedir. Ancak artık mevzuatımızdan ‘kupür’ kaldırılmış olduğu için, fiyatın konulması kupür konulması anlamına gelmemektedir. Karekod konulan ürünlerde kupür bulunmayacak, eski ambalajlardaki kupürler, karekod konulmuşsa mutlaka iptal edilecektir. Karekod konulmuş olsa bile, kupürü iptal edilmemiş ürünler sisteme bildirilmeyecek ve bu ürünler sadece kupürle satılacak, üretici ya da ithalatçı firmalar ürünlerin geri ödeme kurumlarınca ikinci kez ödenmesini ortaya çıkaracak herhangi bir duruma yol açmayacaklardır.”

İlaç Takip Sisteminin, ilaç güvenliğinin sağlanmasında rol oynayacağını vurgulayan Tosun, ”İlaç güvenliliğinin en önemli muhatabı olan eczacılarımızın karekodlu ilaçların satışına ağırlık vererek ilaç güvenliliğinin iyileştirilmesine katkıda bulunmaları beklenmektedir İlaç Takip Sistemi uygulamasında mevzuata uygun olarak, belirlenen süreler içinde ürünlerin karekodlu olarak piyasaya sürülmesi için gerekli çalışmaların ve duyuruların yapılması hususunda bilgilerinizi ve gereğini rica ederim” ifadesini kullandı.

 

İlaç Takip Sistemi nedir?

Sağlık Bakanlığı’nın uygulamaya koyduğu İlaç Takip Sistemi, birer numara verilen ürünlerin, üretim aşamasından hastaya ulaşıncaya kadar her aşamada takip edilmesine olanak sağlayacak. Bu şekilde sisteme kaydedilen ilacın satışı sırasında öncelikle onay alınacak. Sistemin onay vermesi halinde satış gerçekleştirilebilecek. Aksi halde sisteme kayıtlı olmayan ilacın satışı yapılamayacak. Böylece sahte ilaç da önlenebilecek.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Harbiye Kongre Vadisi projesi kapsamında yıkımı büyük tartışmalara neden olan Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin 18 Ocak’ta perdelerini yeniden açacağını bildirdi.

 ‘Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Türkiye’de teknolojik olarak bütün birimleriyle tamamlanmış bir tiyatro sahnesi olarak hizmet verecek” diyen Kadir Topbaş, 18 Ocak’ta oyunların sahnelenmeye başlayacağını söyledi.

Topbaş, bu görkemli ve anlamlı salonu açarak seyirciyle buluşturmak istediklerini ifade ederek, ”Anlamlı salon; çünkü burası Muhsin Ertuğrul Sahnesi. Tiyatro sanatımızda oldukça önemli yer tutan bir sahne. Teknoloji boyutuyla ileri ve çok donanımlı. Tiyatro müdürlüğümüzün yönetiminin de bulunabileceği bir konsepte depolarıyla, kütüphaneleriyle, atölyeleriyle…” diye konuştu.

Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılıp yeniden yapılırken birtakım tartışma ve tepkilerin yaşandığını da anımsatan Topbaş, ”Çok ciddi baskılar yaptılar. Biz doğru bildiğimize inandığımız için buna karar verdik ve gerçekten bu kararlılığımızı gösterdik” dedi.
Ortaya çıkan eserin de doğru yaptıklarının bir göstergesi olduğunu vurgulayan Topbaş, o dönemde sanatçıların samimi duygularını istismar eden siyasilerin var olduğunu iddia etti.

 

AKM’nin durumu

Taksim’de yine tartışmalara neden olan Atatürk Kültür Merkezi (AKM) binasına da değinen Topbaş, binanın yeniden yapımının engellendiğini ve orada da bir mahalle baskısı oluşturulduğunu söyledi.

Binanın projesini yapan Hayati Tabanlıoğlu’nun hocası olduğunu da hatırlatan Topbaş, ”Kendisine saygısızlık etmem. O dönemde düşünülmüş, kendine göre, kendi niteliği ve özelliği olan bir yapı. Kübik bir yapı. Kendine göre bir estetiği var, fakat İstanbul’a bir opera binası olarak simgeselliği yok” dedi.

O dönemde AKM’nin bulunduğu alanla ilgili çeşitli spekülasyonlar da yapıldığını ifade eden Topbaş, ”O günlerde ‘Buraya cami yapacaklar’ dediler. Bu kadar ön yargı ve yargısız infaz olabilir. ‘Yok buraya alışveriş merkezi yapacaklar, otel yapacaklar’ dediler. Böyle bir güvensizlik olabilir mi? Bunu söyleyenler, bir yerden duymadıkları halde uyduran insanlar, ‘Ben insanım’ diye nasıl dolaşabiliyorlar? Bir yerden duymamışsınız, kendiniz uyduruyorsunuz ve yalan söylüyorsunuz” diye konuştu.
Topbaş, AKM binasının yeniden yapılması durumu söz konusu olsaydı da şu sıralarda biteceğini, ya da bitme aşamasına geleceğini dile getirdi.

Dünyaca ünlü sanatçıları ağırlayan ve birbirinden önemli festivallere ve sergilere ev sahipliği yapan Türkiye, ödülle ve sanatla dolu bir yılı geride bıraktı.

27 Nisan’da ABD’de düzenlenen River Run International Film Festivali’nde ”En İyi Film” ödülüne değer görülen ”Üç Maymun” adlı film, 61. Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’a en iyi yönetmen ödülünü de kazandırdı.

”2009 Yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” 29 Ekim’de, ”Geleneksel Sanatlar” dalında Uğur Derman‘a, ”Sinema” dalında Nuri Bilge Ceylan‘a, ”Kültür ve Sanat Kurumu” olarak da Sakıp Sabancı Müzesi’ne verildi.

Rock grubu Manga, 5 Kasım’da düzenlenen MTV Avrupa Müzik Ödülleri töreninde ”Avrupa’nın en iyi sanatçısı” seçildi. Ödülü almak üzere sahneye çıkan grubun solisti Ferman Akgül, Nuri Bilge Ceylan‘ın Cannes’da söylediği gibi ”Bu ödülü yalnız ve güzel ülkem adına alıyorum” şeklinde konuştu.

”38’inci Orhan Kemal Roman Armağanı”na değer görülen ”Son Ada”nın yazarı Zülfü Livaneli‘ye ödülü, 2 Haziran’da verildi.
 

Sinema dünyasının ödülleri

Yönetmenliğini Tolga Örnek‘in yaptığı ”Devrim Arabaları”, 17 Mayıs’ta düzenlenen Monaco Charity Film Festivali’nde ”En İyi Film” ödülünü aldı.

Adana’da 14 Haziran’da düzenlenen 16. Altın Koza Film Festivali’nde, ”Uzun Metrajlı Ulusal Film Yarışması”nda ”En İyi Film Ödülü” Aslı Özge‘nin yönettiği ”Köprüdekiler” ile yönetmenliğini Pelin Esmer‘in yaptığı ”11’e 10 Kala” paylaştı.

18 Ekim’de düzenlenen ”46.Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması”nda ”En İyi Film Ödülü” ”Bornova Bornova” ve ”Kosmos” filmleri arasında paylaşıldı. Festivalde, ”Kosmos” adlı filmin yönetmeni Reha Erdem ”En İyi Yönetmen”, Öner Erkan, ”En İyi Erkek Oyuncu”, Nergis Öztürk ise ”En İyi Kadın Oyuncu” ödüllerini kazandı.

Mahsun Kırmızıgül‘ün yönettiği ”Güneşi Gördüm” filmi, 24 Eylül’de yabancı dilde en iyi film dalında Oscar aday adayı oldu.

Bursa’da 14 Kasım’da düzenlenen ”4.Uluslararası İpekyolu Film Festivali”nde, ”En iyi yönetmen” ödülünü ”Francesca” filmiyle Romanya’dan Bobby Paunescu alırken, ”En iyi senaryo” ödülünü ”The Artist/Ressam” adlı filmiyle Andres Duprat kazandı. ”En iyi erkek oyuncu” ödülüne Mahmut Fazıl Coşkun‘un yönettiği ”Uzak İhtimal” adlı filmdeki rolüyle Nadir Sarıbacak, ”En iyi kadın oyuncu” ödülüne ise Romanya’dan Bobby Paunescu‘nun yönettiği ”Francesca” adlı filmdeki rolüyle Monica Birladeanu layık görüldü.

10 Aralık’ta gösterime giren ”Recep İvedik 2” yılın en çok izlenen filmi olarak, 4 milyon 300 bin kişiyle ulaştı. ”Güneşi Gördüm” 2 milyon 490 bin kişi ile en çok izlenen film listesinde ikinci sırayı alırken, üçüncü sıraya ise 1 milyon 500 bin izleyiciyle ”Nefes” filmi yerleşti.
 

Festivaller yılı

”28. Uluslararası İstanbul Film Festivali” 4-19 Nisan 2009 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Festivalde, ”En İyi Türk Filmi” ”Köprüdekiler”, ”En İyi Yönetmen” Mahmut Fazıl Coşkun, ”En İyi Kadın Oyuncu” Derya Alabora, ”En İyi Erkek Oyuncu” Nadir Sarıbacak, ”En İyi Senaryo” Tarık Tufan, Görkem Yeltan ve Bektaş Topaloğlu, ”En İyi Görüntü Yönetmeni” Özgür Eken, ”En İyi Müzik ödülü”nü Nail Yurtsever alırken, ”Jüri Özel Ödülü”ne ”11’e 10 Kala” layık görüldü.

İstanbul’da, 5-30 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen ve 500’ü aşkın yerli ve yabancı sanatçıyı ağırlayan ”37. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali”, dünyaca ünlü piyanist ve orkestra şefi Daniel Barenboim‘in ve İtalya’nın en önemli orkestralarından ”La Scala Filarmoni”nin konseriyle sona erdi.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen ”16. Uluslararası İstanbul Caz Festivali”, 2-15 Temmuz tarihleri arasında yapıldı. Festival, 30’un üzerinde konser verildi.
Yaklaşık 100 bin kişinin gezdiği ”11. Uluslararası İstanbul Bienali”,12 Eylül-8 Kasım tarihleri arasında gerçekleşti.

”Ne, Nasıl ve Kimin İçin” küratörlüğünde ”İnsan Neyle Yaşar?” başlığı altında düzenlenen bienalde, 40 ülkeden 70 sanatçı ve sanatçı grubunun 141 projesi sergilendi. Bienali, İstanbul ve çevre illerdeki üniversitelerden 25 bini aşkın öğrenci ziyaret etti.

İKSV tarafından 17–25 Ekim tarihleri arasında düzenlenen ”Filmekimi”ne seyirciler yoğun ilgi gösterdi. Festivalde pek çok filme ek seanslar konuldu.

Türkiye’nin ilk uluslararası edebiyat festivali olan ”İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali” 1 Kasım’da düzenlendi. Festivale, dünyaca ünlü yazar Adam Fawer konuk oldu.
 

İstanbul, ünlü müzisyenleri ağırladı

Latin-rock’ın efsanevi ismi Carlos Santana, 20 yıl sonra 6 Temmuz’da Türk hayranlarıyla Kuruçeşme Arena’da buluştu. 13 Grammy ödüllü gitar üstadını 12 bin kişi izledi.

Kanadalı yazar, şair, söz yazarı ve müzisyen Leonard Cohen, İstanbul’da 6-7 Agustos’da sevenleri ile buluştu. Müzikseverlerin yıllardır beklediği 74 yaşındaki Cohen, 2009 dünya turnesi kapsamında Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde sevenlerinin karşısına çıktı.

Efsane rock grubu U2‘nun, Türkiye’de konser vereceği 27 Eylül’de kesinleşti. Grubun resmi web sitesinden ”U2 360° Tour” İstanbul konserinin 6 Eylül 2010’da, İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadı’nda yapılacağı duyuruldu. Biletleri şimdiden satışa çıkan konsere, 100 bin kişinin gelmesi bekleniyor. Bilet fiyatları 50 TL ile 375 TL arasında değişiyor.

17 Mayıs’ta düzenlenen 54. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Norveç ekibi birinci oldu. Türkiye, Hadise‘nin seslendirdiği ”Düm Tek Tek” adlı şarkıyla dördüncü sırada yer aldı.
 

‘Dali’ İstanbul’dan geçti

Sürrealizm akımının temsilcisi ve 20’nci yüzyılın en önemli sanatçılarından Salvador Dali‘nin İspanya haricinde en kapsamlı sergisi ”İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali” 20 Eylül 2008–20 Ocak 2009 tarihleri arasında gerçekleşti. Sergiyi yaklaşık 250 bin kişi ziyaret etti.

”Beni sadece sevgi ilgilendirir ve sadece sevdiğim şeylerle ilişki halindeyim” diyen 20. yüzyılın ünlü ressamlarından Marc Chagall’in İsrail Müzesi’ndeki eserlerinden oluşan ”Chagall: Yaşam ve Aşk” adlı sergisi, 2 Aralık’ta Pera Müzesi’nde açıldı.

Ayasofya’da üzeri sıva ve metal maskeyle kapatılan 6 kanatlı 4 melek figüründen birinin yüzü 23 Temmuz’da açıldı. 1,5 metreye 1 metre ebadındaki mozaiğin en az 700 yıllık olduğu tahmin ediliyor.

Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni isimli eseri, 16 Kasım’da 2 milyon 200 bin TL gibi rekor bir fiyata satıldı. Kimin aldığı gizli tutulan müzayede sonrası tabloyu, ünlü işadamı Murat Ülker’in satın aldığı ortaya çıktı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis Başkan Vekili Ahmet Selamet, 2009 Avrupa Kültür Başkenti olan Litvanya’nın Vilnius kentini ziyaret ederek, ”2010 Avrupa Kültür Başkentliği” unvanını 14 Aralık’ta teslim aldı.

Edebiyat Ödülleri

”2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay‘ın katıldığı törenle 1 Şubat’ta Çetin Altan‘a verildi.

Nazım Hikmet’in Türk vatandaşlığından çıkarılmasına ilişkin 25 Temmuz 1951 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı’nı yürürlükten kaldırılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı Resmi Gazete’de 10 Ocak’ta yayımlandı.

Mevlana, Şems ve ”İlahi Aşk”ı anlattığı ve 5 Eylül’de okuyucuyla buluştuğu son romanı ”Aşk”, 300 bin satış rakamına ulaşan Elif Şafak, bu yıl Türkiye’nin en çok kazanan yazarı oldu.

Dan Brown‘un son kitabı ”Kayıp Sembol” 15 Eylül’de satışa çıktığı ilk günden rekor kırdı. 9 Aralık’ta kitabının tanıtımı için İstanbul’a gelen Brown, kitabın aynı zamanda filminin de yapılacağını söyledi.

‘Karagöz Gölge Oyunu”, ”Aşıklık Geleneği” ve ”Nevruz”, 1 Ekim’de UNESCO’nun ”İnsanlığın somut olmayan kültür mirası listesi”ne alındı.

Türkiye Yazarlar Birliği’nin ”2009 yılı, Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri”ne değer bulunanlar açıklandı.

 Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı İbrahim Ulvi Yavuz, düzenlenen basın toplantısında, 29 yıldır kültür, sanat ve düşünce hayatındaki yıl içindeki gelişmelerin değerlendirilerek, yazar, fikir adamı ve sanatçıların ödüllendirildiğini belirtti.

Ödüllerin, edebiyat ve sanat uzmanları arasında gerçekleştirilen anket çalışmalarının sonunda ve alanının tanınmış isimlerinden oluşturulan özel komisyonların görüşleri alınarak belirlendiğini anlatan Yavuz, ”Bugüne kadar 550’nin üzerinde eser sahibi ödüllendirilmiştir” dedi.

Yavuz’un verdiği bilgiye göre, ”2009 yılının Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri”ne değer bulunanlar şöyle:
”Hikayede ‘Kesik Hava’ ile Murat Yalçın, şiirde ‘Meğer Aşk İmiş’ ile Arif Dülger, romanda ‘Korkma Ben Varım’ ile Murat Menteş, denemede ‘Filmin Ağalanacak Yeri’ ile Muhsin Macit, araştırmada ‘Divan Şiiri Poetikası’ ile Abdülkadir Erkal, incelemede ‘İkinci Meşrutiyet Dönemi Türk Hikayesi’ ile Nesime Ceyhan, edebi tenkitte ‘Bir Eleştirmen Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ ile Mehmet Erdoğan, hatırada ‘Ali Emiri’nin İzinde’ ile Mehmet Serhan Tayşi, halk kültüründe ‘Türküler Dile Geldi’ ile Merdan Güven, tercümede Goethe’nin’Doğu Batı Divanı’ tercümesi ile Senail Özkan, biyografide ‘Ahmet Avni Konuk’ adlı çalışmasıyla Savaş Barkçin, basın kültür sanat sayfası alanında Milli Gazete, basın fikirde Vakit Gazetesi Yazarı Abdurrahman Dilipak, basın fıkrada Taraf Gazetesi Yazarı Alper Görmüş, basın karikatürde Cacaf Dergisinden Ahmet Keskin, dergi yayıncılığında Mostar Dergisi, çocuk yayıncılığında Timaş Yayınları, Türk müziğinde Kültür ve Turizm Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Musikisi Topluluğu, elektronik yayıncılıkta Poetikhars, TV belgeselde ‘Hac Yolunda’ belgeseliyle yönetmen Bilal Gökçınar, sinemada ‘Nokta’ filmiyle yönetmen Derviş Zaim, radyo programında Burç FM’de Saniye Öztürk’ün ‘Bezm-i Cihan’ programı, şehir kitaplarında Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, kamu yayıncılığında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ, özel yayıncılıkta Kitap Yayınevi.”

Türkiye Yazarlar Birliği’nin üstün hizmet ödüllerinin ise Prof. Dr. Salih Tuğ ve Prof. Dr. Ali Özek’e verilmesi uygun görüldü.


Romanın saltanatı sürdü

Yine bol romanlı bir yıl geçti. 2009’da yayımlanan 427 romandan 238’i ilk romandı. Ama aklımızda kalanların sayısı fazla değildi. Dünya klasiklerinden uyarlanan çizgi romanlar ilgi gördü. Şiir ve öyküde ise geçen yıllara göre düşüş vardı.

Metin Celal

 Oldukça sakin bir yıl geçirdik. Kayda değer tartışmalar, heyecan verici kitaplar pek olmadı. Yılın en çok satan kitapları, genç kızların gözdesi Stephenie Meyer’in vampir romanları (Epsilon), Elif Şafak’ın “Aşk”ıydı (Doğan). Dünya klasiklerinden yapılan çizgi romanlar çok satanlar listelerinde yer aldı.

İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın edebiyat adına en somut projesi “40 Semt 40 Yazar 40 Kitap” (Heyamola) yayımlandı. Yapı Kredi Yayınları 3000. kitabını çıkardı. “Cumhuriyet Kitap” 1000. sayısını kutladı. Kitap ve eleştiri dergisi “Virgül” 12. yılında kapandı. İstanbul iki edebiyat festivaline kavuştu: Tanpınar Edebiyat Festivali ve Edebiyat Mevsimi.

Yayımlama özgürlüğü açısından da geçen yılların dava yağmuru biraz dinmiş gibiydi. 301’den pek söz etmez olduk, ama ufukta Muzır Yasası beliriverdi. Sel Yayınları’nın Apollinaire gibi yazarların da yer aldığı erotik edebiyat dizisi CinSel, muzır bulunup yargılanmaya başladı.

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı Cevat Çapan oldu.

Bol roman

Yine bol romanlı bir yıl geçirdik. Ömer Türkeş’in belirlemesine göre 427 roman yayımlanmış, bunların 238’i ilk roman. Ama aklımızda kalanların sayısı pek fazla değildi. Okurun ilgisini daha çok Ayşe Kulin, Nermin Bezmen, Hande Altaylı gibi yazarların popüler romanları çekti. Yazgülü Aldoğan, Ece Vahapoğlu, Ömer Özgüner olaya dayalı, kolay okunan, çok satan kitaplarıyla gazeteci romancılar akımını başlattılar. Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü” ve Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”sundan sonra Orhan Kemal’in “Hanımın Çiftliği” de televizyon dizisi oldu. Dizileşen klasikler çok satanlar listelerine girdi.

Yılın önemli romanları Ayfer Tunç’un hem biçimi hem de anlatımıyla dikkati çeken, Türkiye’den insan manzaralarını anlattığı “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” (Can), Mahir Öztaş’ın 70’lerin siyasi havasının hâkim olduğu “Koparıldığımız Topraklar” (YKY), Behçet Çelik’in krizde işsiz kalmış bir adamın gözünden orta sınıfın iletişimsizliğini, yalnızlığını anlattığı “Dünyanın Uğultusu” (Kanat), Mehmet Eroğlu’nun “laik-Müslüman çatışması ekseninde bir aşk romanı” diye sunulan, “Fay Kırığı” üçlemesinin ilk cildi “Mehmet” (Agora), İrfan Yalçın’ın “Yorgun Sevda”sı (Can), Mehmet Açar’ın 80’li yıllar gençliğini anlattığı “Çok Uzaklarda Bir Yaz” (Turkuvaz), Sema Kaygusuz’un Dersim konulu “Yüzünde Bir Yer” (Doğan), Cahide Birgül’ün “Eflatun Koza”sı (Everest) ve Oya Baydar’ın “Çöplüğün Generali”ydi (Can).

Romanın aksine şiir ve öyküde hem ürün sayısında hem de dikkati çeken kitaplarda geçen yıllara göre düşüş vardı. Edip Cansever’in kitaplarına girmemiş şiirlerinin derlendiği “Öncesi de Kalır” (YKY), İş Bankası Yayınları’nın “Kayıp Şairler” dizisi, Cevat Çapan’ın “Ara Sıcak” (YKY), Hulki Aktunç’un “Sönmemiş Dizeler” (YKY), Çiğdem Sezer’in “Denizden Geçme Hali” (YKY), Emirhan Oğuz’un yirmi yıl aradan sonra ikinci kitabı “Myndos Geçişi” (Kırmızı), Onur Caymaz’ın “Yaz Tarifesi” (Metis) akılda kalan kitaplardı.

50 Kuşağı yazarları, ilk kitaplarının yeni baskılarıyla edebiyatta ellinci yıllarını kutladı. Metin Eloğlu’nun dergilerden derlenen öykülerinden oluşan “İstanbullu” (YKY), Onat Kutlar’dan yepyeni bir derleme “Karameke” (YKY), Feyza Hepçilingirler’in göç öyküleri “İşte Gidiyorum” (Everest), Mustafa Kutlu’nun uzun hikâyesi “Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı” (Dergâh), Rasim Özdenören’in “İmkânsız Öyküler”i (İz), Murathan Mungan’ın “Eldivenler, Hikâyeler”i (Metis), Yekta Kopan’ın “Bir de Baktım Yoksun”u (Can), Aslı Erdoğan’ın cezaevi ve işkence temasını işlediği “Taş Bina ve Diğerleri” (Everest), Murat Yalçın’ın “Kesik Hava”sı (YKY), Emrah Serbes’in “Erken Kaybedenler”i (İletişim) sözü edilmeye değer öykü kitaplarından bazılarıydı.

Dünya edebiyatından çeviriler

Turgut Uyar’ın tüm yazı ve söyleşilerinden oluşan “Korkulu Ustalık” (YKY), Edip Cansever’in “Şiiri Şiirle Ölçmek”i (YKY), Yaşar Kemal’in “Binbir Çiçekli Bahçe”si (YKY), Faruk Şüyun’un derlediği “Füruzan Diye Bir Öykü”, Ayşe Sarısayın’ın “Erdal Öz” biyografisi (Can), Sevengül Sönmez’in “A’dan Z’ye Sabahattin Ali”si (YKY), Murat Belge’nin “Sanat ve Edebiyat Yazıları” (İletişim), Murat Gülsoy’un “602. Gece”si (Can) yılın önemli deneme ve inceleme kitaplarıydı.

Dünya edebiyatından çok sayıda değerli çeviri okuduk. Musil’in “Niteliksiz Adam”ının on yıl aradan sonra Ahmet Cemal çevirisiyle yayımlanan ikinci cildi (YKY), Italo Calvino’nun Kemal Atakay’ın ilk kez Türkçeye çevirdiği denemeleri “Yeni Bir Sayfa” (YKY), Sezer Duru’nun Thomas Bernhard’dan çevirdiği iki kısa anlatı “Yürümek – Evet” (YKY), Behçet Necatigil’in yıllar sonra bulunan çevirisi “Tûtinâme” (Can) ilk akla gelenler oldu.

Cumhuriyet gazetesinin değerli yazarlarından Hikmet Çetinkaya, gazetenin İmtiyaz Sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile pazar sohbetlerine devam ediyor. Çetinkaya’nın İlhan Selçuk ile yaptığı son görüşmesi bugünkü Cumhuriyet’te…

Hikmet Çetinkaya

 
Hava bir açıp bir kapıyor… Lodoslar, poyrazlar arasında bir İstanbul…
 
Ve dün öğle saatleri…
 
İlhan Ağabey koltuğunda oturmuştu. Kız kardeşi Ülfet Ertel ve ben…
 
Türkiye’yi ve dünyayı konuştuk üçlü sohbetimizde. İlhan Ağabey anlattı, biz dinledik.
 
Türkiye’de yaşanan siyasi gerilim, hükümet-asker arasındaki gerginlik.
İlhan Ağabey, sürekli sorular soruyor ve yanıtlarını arıyordu.
 
Bir ara şöyle dedi:
 
“Her şeyimizi laik demokratik Cumhuriyete, Mustafa Kemal’e borçluyuz. Laik demokratik Cumhuriyeti yaşatacağız. Türkiye bir hukuk devleti. Hukuk her zaman bize gerekli. Kışkırtmalara gelmemeliyiz. Çünkü bu yurt bizim. Tüm siyasetçiler, bilim insanları, gazeteciler sağduyulu olmak zorunda. Aklımızı yitirmeyelim. Bölünmeyelim. Bizi ayrıştırmak isteyenlere karşı ulusça tümlüğümüzü koruyalım.”
 
Gözlüklerini düzeltti…
 
Gözlerinde eksik olmayan bir pırıltıyla devam etti konuşmasına:
 
“Hiç durmadan değişen çevre… Dünya olayları… Toplumsal koşullar… Bilim… Üretim güçleri… Üretim ilişkileri… Renkten renge giren dünya haritası… Dalgalanan koşullar…”
İnsan yanlış yapabilirdi, çevresini ve olayları değerlendirirken. .. İlhan Ağabey’in deyişiyle “her şeyi ben bilirim” şişinmesi içinde. Üstelik Türkiye’ye tepeden bakıp, dünya sorunlarını hallaç pamuğu gibi atarak gözü kapalı mı yürümeli insan?
Yoksa daha alçakgönüllü bir yaklaşım içinde, sağını solunu gözeterek mi olayları ele almalı?
İlhan Ağabey’in söylediği her kelimenin bir anlamı ve derinliği var…
***
Bilgece ve bir alçakgönüllülükle olaylara yaklaşmak erdem değil midir?
İlhan Selçuk, hem bir bilge, hem de alçakgönüllü…
Son olayları kaygıyla izliyor, devletin önemli kurumlarının yıpratıldığının altını çiziyor…
Konu dönüp dolaşıp etnik ve dinsel kimliğe geliyor:
“…Biz Türkçü değiliz, Turancı olamayız; Lozan sınırları içinde insan haklarını sonuna dek uygulayabilen bir uygarlık anlayışını yeğlemek güzeldir.
 
Ne var ki Kürtçü de olamayız, dinci de!
Kürt olmakla, Kürtçü olmak arasında da altı çizilmesi gereken bir ayrım var.
Anadolu halkı ne Türkçülüğün ardından koşacaktır, ne Kürtçülüğün, ne dinciliğin!
Çünkü, bu toprakları mezbahaya çevirmek için, şovenlik üstünde yükselen bir etnik çatışmanın tohumlarını ekmek isteyenlerin ardına yuvalanmış emperyalizmi, yakın tarihin ardında tanımıştır.”
Birinci Dünya Savaşı’yla Turancılık yıkılmıştı…Türkçülüğün düşün lideri Ziya Gökalp de değişen gerçeklere göre yeni yorumlar yapmak zorunda kaldı. Mütarekede İngilizlerin
Malta’ya sürdüğü Gökalp, 1924 yılında Diyarbakır milletvekiliyken gözlerini yaşama yumdu.
İlhan Ağabey, bir önemli noktanın altını çiziyor bu arada:
“İkinci Dünya Savaşı’nda Türkçülük yeniden canlanır gibi oldu. Hitler Almanyası’nın Yeni Nizam’ının etkisiyle Orta Asya’ya dönük Turancılık hevesleri başladı ama bu kısa sürdü.
Türkçülük, bir tür şovenliktir; Türk olmakla Türkçü olmak arasında bir ayrım var. Atatürk Cumhuriyeti kurulurken Türkçülük kapandı. Çağdaş ulusalcılığın sınırları çizildi. CHP’nin Aatı okundan birisi “milliyetçilik”ti ama ırkçılık değildi. Daha çok kültürel içeriği ağır basan bir ilkedir. Halkçılık ise demokrasi kavramıydı.”
 
***
 
Evet biz ne Türkçü oluruz, ne Kürtçü, ne dinci!
Birey olmamız gerekiyor!
İlhan Selçuk, son aylarda yaşananlardan, hükümet-TSK gerginliğinden kaygılanıyor.
İlhan Ağabey, “Demokrasi bilincimiz birey olduğumuz sürece gelişir” deyip ekliyor:
 
“Cumhuriyet devrimi bizi geçmişimizden koparmıyor; geçmişimize bağlıyor. Bu güzel ülkemizde yaşadığımız için mutlu olmalıyız. Kısır çekişmelerle uğraşmamalıyız. Bilim, araştırma, inceleme, önyargısız yaklaşım, bilimsel sentez çabası… Cumhuriyet devrimi bize bu fırsatı sağlıyor. Yoksa geçmişimizin cahili kalırız.
Mustafa Kemal Atatürk, laik Cumhuriyeti, yeni kuşakların eğitimini akla ve bilime dayalı öğretim düzeni üzerinde kurmuştu, şeriatçı bu düzeni değiştirdi; Milli Eğitim’de şeriata bağlı kuşaklar yetiştiriliyor, gün geçtikçe denge tersine dönüyor. Bu denge dönüşümü emperyalist güçlerin işine yarıyor.
Bugün Türkiye’de 12 Eylül yasaları hâlâ sürüyor, insanlar gece yarıları gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.
Devletin kurumlarıyla hükümet arasındaki sürtüşme herkesi tedirgin ediyor.
Bu sorunları, demokrasimizi geliştirip temel hak ve özgürlükleri sağlarsak aşabiliriz.”
Sohbetimiz bitti… Dışarıya çıktım… İnceden bir yağmur altında yürümeye başladım…

Çörek otunun faydaları saymakla bitmiyor… Eğer kilo sorununuz varsa çörek otunu mutlaka menüden eksik etmeyin.

Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi Biyokimya Klinik Şefi Prof. Dr. Necat Yılmaz, çağın salgını obezite ve tip 2 diyabetin insülin direnci ile birlikte gelişen çok önemli bir sorun olduğunu, uzun süreli antiviral tedavi gören kişilerde çörek otunun insülin direncini azaltarak hastaları antiviral tedavinin yan etkilerinden koruyabildiğini belirtti.

İnternethaber’den alınan bilgiye göre; Yaş ilerledikçe alınan fazla kaloriler ve hareketsiz yaşam tarzının kanda şekeri düzenleyen insülin hormonunun giderek etkisizleşmesine yol açtığını ifade eden Prof. Dr. Yılmaz, sözlerini şöyle sürdürdü:

”Etki edebilmek için daha fazla insülin pankreas bezinden salgılanır ve kanda insülin seviyesi artarak hiperinsülinemi (şeker metabolizması bozukluğu) oluşur. Hiperinsülinemi kişinin kolay kilo almasına yol açar ve bu kişiler kilo vermekte de zorlanırlar.

Hiperinsülinemisi olan kişiler özellikle göbek çevresinde yağ tutar ve zamanla kan şekeri yükselir ve şeker hastası, yani Tip 2 diyabet geliştirirler. Hiperinsülinemiye yol açan nedenler arasında bir diğer faktör de antiviral ilaçların uzun süreli kullanımıdır. Özellikle AIDS hastalarında veya domuz gribi gibi viral hastalıklara karşı kullanılan ‘yüksek aktivitede antiretroviral tedavi’ hiperinsülinemi yan etkisi yapmaktadır.”

Amerikalı bazı araştırmacıların yaptıkları bir çalışmada bu yan etkileri çörek otu kullanarak azalttıklarını ve antiviral terapinin hiperinsülinemi etkisini azalttıklarını söyleyen Prof. Dr. Yılmaz, ”Can J. Physiol Pharmacol dergisinin nisan sayısında çıkan bu çalışmada, Tulane Üniversitesi’ndeki bu araştırmacılar insülin direnci gelişen kişilerin tedavilerinde çörek otunun önemini göstermişlerdir” şeklinde konuştu.

İnsülin direncinin özellikle 45 yaş civarı kilo verme sorunu olan kişilerde mutlaka ölçülmesi gerektiğini ifade eden Yılmaz, ”HOMA indeksi kullanılarak kişinin insülin direncinin olup olmadığı değerlendirilir. HOMA indeksi 3.8’den büyük çıkan kişiler insülin direnci olan ve mutlaka izlenmesi ve tedavi edilmesi gereken kişilerdir” dedi.

Edebiyat ve aşk zamanı

Ingeborg Bachmann’ın hasretlik sevdalısı şair Paul Celan’la uzun yıllar süren yazışmalarını bir araya getiren çalışma dilimize çevrildi. Kalp Zamanı adıyla yayımlanan kitap yalnızca mektuplardan oluşmadığı gibi, kitapta bir araya toplanan mektuplar da yalnızca Celan ile Bachmann arasında gidip gelenlerden ibaret değil.

Mutlak aşkın romanı‘ diye anılan ünlü eser Malina’nın yazarı olan şair Ingeborg Bachmann ile Paul Celan’ın (en altta) aşkları hayli gelgitli…

Kalp Zamanı, dört kişinin birbirleriyle ilişkilerini yansıtan bir mektup arşivi sayılabilir, çünkü Bachmann’ın, Paul Celan’ın karısına yazdıklarını ve Paul Celan ile Max Frisch’in yazışmalarını da okuma fırsatı sunuyor. Böylece hem yazışan kişilerin konumları ve ilişkileri nedeniyle hem de kitabın sonundaki açıklamalarla birlikte, zaten her daim okurun ilgisini çeken bir edebi tür olarak mektuplar daha da ilgi çekici. Mektuplaşan isimler Bachmann, Celan ve Frisch olunca bu mektuplar yalnızca hal hatır sorup hasret çeken, kıskançlık veya çaresizlik yansıtan duygusal yazılar olmaktan öte dönemin edebiyat ve hatta akademi dünyasındaki gelişmelerin de nabzını tutuyor.

Bu durumun genel bir örneği Ingeborg’un Frankfurt’taki okutmanlığının sıklıkla mektuplara girmesi. Ancak bunun gibi fikir alışverişlerinin, tartışmaların yanı sıra bazı mektuplara bir yerden alıntılanmış edebiyat eleştirileri de ekleniyor ve bazı mektuplar tamamen bu çerçeve içinde akıp sonlanıyor. Bunun göze çarpan örneklerinden birisi; Paul Celan’ın Bachmann’a yazdığı bir mektuba, kendi kitabı hakkında -Günter Blöcker tarafından- yazılan bir eleştiriyi eklemiş olması. Celan, bu mektubu Bachmann’dan fikir almak için yazar ve bunu da tek bir cümleyle ifade eder: ‘Sevgili Ingeborg, ekteki eleştiri yazısı bu sabah erkenden geldi, lütfen oku ve ne düşündüğünü söyle bana.’

Mektuplara bakıldığında başyapıt sıfatını çoktan sahiplenmiş olan, ‘okunması gereken’ kitaplar listelerinin en ön saflarında yer alan, ‘mutlak aşkın romanı’ diye anılan ünlü eser Malina’nın yazarı olan şair Ingeborg Bachmann ile Paul Celan’ın aşklarının hayli gelgitli olduğu söylenebilir. İki âşık, ‘ayrıldıkları’ zaman da birbirlerinden kopmamıştır ki bunun tek nedeni aynı camiaya mensup olmaları değildir. Onların mektuplarının her birini şiire dönüştüren etkense yazar olmalarından çok aralarındaki yakınlık ve birbirlerine karşı duydukları hevestir. Bu nedenle de birbirlerine sarf ettikleri cümleler dizeye dönüşürken mektupları da muhakkak ki (onlara özel de olsa) bir şiir içerir.

İşte bu yüzden yazıyla iletişim kurmaya meyilli bu iki insan için yazmak, sanılanın aksine her zaman o kadar da kolay değildir. Kitabın editörlerinden Barbara Wiedeman ile Bertrand Badiou ‘Açıklamalar’ bölümünde, bu iki insanın zaman zaman yaşadığı yazınsal suskunluğa ve yazma sıkıntısına değinir: ‘Yazmak, 1950’li yıllarda çoğu kez hiç düşünmeden savaş sonrası Alman şiirinin baş temsilcileri diye adlandırılan her iki mektup arkadaşının hayatlarının merkezindedir. Ancak yazmak, her ikisi için de kolay değildir, mektup yazmak da öyle. İfade etmek için boğuşmak, sözcüklerle kavga etmek, mektuplaşmanın merkezine oturmuş. Sürekli olarak, gönderilmemiş mektuplardan söz ediliyor: Bu mektuplardan bazıları istendiği gibi olmuyor ve atılıyor, şu ya da bu deneme yine de saklanıyor ve mektupların arasında tereddüdün belgesi olarak duruyor.’

İşte bu gönderilmemiş mektuplar da yayımlanmamış ve hatta yakılmak üzere saklanmış ama yine de sonsuza dek saklanmış ve asla yakılamamış öyküler gibidir. Yırtıp atmaya kıyamaz yazanı çoğu kez, bazense upuzun bir roman, yıllanmış bir öykü ya da şiir bir çırpıda yakılıp yırtılır. Suskunluğun çığlığıdır sanki bu yakıp yırtma eylemi. Kişinin kendi kendini susturması çıldırtıcıdır elbette ancak karşı tarafın susuşu da kahredici bir çaresizliğe neden olur. Kitabın editörleri, ‘Açıklamalar’ bölümünde buna da değinir: ‘Mektup arkadaşlarından biri ya da öteki tarafından işkence gibi algılanan ya da her ikisi tarafından sessiz bir mutabakatla korunan suskunluk, mektuplarda görülen ve sınırları her ikisinin hayatındaki biyografik noktalarıyla sıkı sıkıya iç içe geçen altı zaman diliminde önemli bir öğe.’

Aslında suskunluk, susmak ve susmanın gerekli mecburiyeti ve sıkıntısı Bachmann’ın şiirlerinde de açığa çıkar. Örneğin ‘Mezmur’ adlı şiirine; ‘Susun benimle, nasıl susmuşsa bütün çanlar!’ dizesiyle başlayan şair, şiiri şu dizelerle sonlandırır: ‘Suskunluğumun kuytuluklarına/ yerleştir bir sözcük/ ve büyük ormanlar yetiştir iki yanda/ öyle ki, dudaklarım/ bütünüyle gölgede kalsın.’ Bachmann’ın, Budala adlı bale-mim gösterisinde Prens Mişkin’in monoloğu için döktürdüğü dizeler arasında da suskunluğa dair olanlar vardır: ‘Sessizliğin idam sehpalarında çanlar/ dinlenmeye çekilmekteler, bu, ölümdür belki de/ gel o halde, artık çekilmek gerekiyor dinlenmeye.’

Gönderilmemiş mektuplarda kalanlarsa başka bir metne, başka bir şiirin dizelerine sızmıştır belki de’ Her biri bir duygu ‘kıskançlık, merak, öfke, tedirginlik vb.- ve bir şiir, bir ilişki barındıran mektuplara bazen uzun aralıklardan sonra yeniden başlamıştır Bachmann ve sevgilisi ve Paul Celan kim bilir kaçıncı son mektubunu -günlük hayatın en sıradan cümleleriyle de olsa- Bachmann’la bir şeyler paylaşıyor olmanın heyecanını ve Bachmann’ın hayatı karşısındaki merakını ona ve tabii ki okuyucuya da sezdirerek noktalamıştır:

‘Sevgili Ingeborg,

Freiburg’dan gelince üç gün önce Dr. Unseld’den Ahmatova olayını öğrendim, sonra da Spiegel’i aldım. Bu Rus şairinin- şiirlerini uzun zamandır biliyorum- çevirmeni olarak beni Piper Yayınevi’ne önerdiğin için sana gönülden teşekkür ederim. (‘) Belki birkaç satır yazarsın bana. Yazarsan lütfen şu adrese gönder: P.C. Ecole Normale Superieure,45, rue d’Ulm, Paris 5e. İyilikler diliyorum! İçtenlikle

Paul

Frankfurt, 30 Temmuz 1967’

Kalp Zamanı- Mektuplar/ Ingeburg Bachmann, Paul Celan/Çeviren: İlknur Özdemir/ Turkuvaz Kitap/ 335 s.

Ataol Behramoğlu’nun şiiri hayattan, doğadan beslenir ancak onları ‘taklit’ etmez; tam tersine, onlara ‘sözün dolaysızlığı’nda kendi ‘gerçeğini’, biçemini ekler.

Genel olarak şiir, şiir dili üzerine yazarken, kendi şiiri ve şiir estetiğinden en fazla söz eden şairlerin başında gelir Ataol Behramoğlu. Yazarların ve şairlerin farklı yazınsal türlerde ürettikleri metinlerle yetinmeyip, doğrudan kendi yazın estetiklerini, poetikalarını ve buna bağlı olarak dünya görüşlerini, yazınsal kurgu tekniklerini, dil-dünya, dilhayat, dil-toplum, dil-düşünce, dil-gerçeklik ilişkileri üzerine düşüncelerini anlatışını hep ilginç bulmuşumdur. Kuşkusuz, bu kaygının yazar ve şair açısından nedenleri çeşitlidir; kendi metinlerinin ‘doğru’ anlaşılması; sanatsal ve düşünsel ‘duruş’larını açıklama ya da savunma gereksinimi, sanatçı ile aydın sorumluluğu, sanatsal/ düşünsel bir etkinlik ortaya koyma isteği, kendi üretimini, düşüncelerini paylaşma duygusu ya da tüm bu gerekçelerin dışında, sırf ‘Meraklısı İçin Notlar’ yazma, vb. nedenler sayılabilir.

Yazar ve şair açısından ‘doğal’ sayılabilecek bu kaygıların okur ve eleştirmen açısından ne ifade ettiği konusu bilgilendirme kaygısı dışında- özellikle iki noktada önem kazanır. Birincisi, yazarın ya da şairin kuramsal anlamda kendi yazın estetiği konusunda söylediklerinin uygulamada, metin veya yapıt düzeyinde ne derece doğrulanabildiği; ikincisi de, bu tür ‘açıklayıcı’ bilgilerin daha baştan okura bir ‘sınır’ çizip çizmediği konusudur. Şurası bir gerçek ki, metin üretildiği andan itibaren yazarından bağımsızlaşır. Yazarın metnine kattığı anlam, biçem, metnin bir kez yaratılıp da ‘bitmiş’ özellikleri değildir. Okur ve eleştirmen, metni çoğunlukla yazarın sunduğundan ‘farklı’ biçimde alımlar, yeniden üretir. Bakış açıları çoğaldıkça metin de çoğullaşır. Kuşkusuz, sanat yapıtının da en temel niteliğidir bu.

Ataol Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini de bu çerçevede görmek gerekir kanısındayım. Ben, kendi payıma, 1960’lı yılların sonundan itibaren, Behramoğlu’nun yaklaşık kırk yıl içinde şiir, Türk şiiri, dünya şiiri ve kendi şiiri üzerine yazdıklarını, kendi içinde tutarlı -kimi tespitlerini tartışmalı bulsam da- öğretici, bilgilendirici, çözümleyici bir bütünlük olarak görmüş ve onlardan çok yararlanmışımdır. Ancak bu yazıda, yukarda sözünü ettiğim ‘kuramsal görüşmetin/ şiir ilişkisi’ ve okurun/ eleştirmenin özgürlüğü ve özerkliği açısından, Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini tartışmaktan çok, şiirinin bir okur/ eleştirmen olarak bendeki yerinden söz etmeyi yeğlediğimi belirtmeliyim.
 

Mekanik toplumculuğa direniş

Genel anlamda sanatın, edebiyatın, özel anlamda şiirin, yaratıcılık, kurgusallık ve estetik kaygıların dışında, bireycilik, toplumculuk, soyutçuluk, gerçekçilik gibi nitelemeler ya da ‘izm’lerle etiketlenerek değerlendirilmesine başından beri yakın durmamışımdır. Dönem, maddi koşullar, kültürel coğrafya, mizaç, dünya görüşü, ideoloji önemsizdir denemez kuşkusuz, ancak sanatın/ edebiyatın vazgeçilmezleri de değildir. ‘İzm’ler -bir anlamda dünya görüşü’– her zaman sanatın/ edebiyatın ‘yumuşak karnı’ olmuştur. Victor Hugo‘yu büyük kılan romantikliği değildir; Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé simgeci; Nâzım Hikmet, Mayakovski, Neruda da toplumcu oldukları için büyük değildir. Çünkü, gerçek (otantik) sanatçılara, yazarlara ‘kalıp’lar her zaman dar gelir; deha, yaratıcı güç, yani kendine özgülük, kendilik, kişilik ‘kural’ ve ‘kalıp’lardan taşan şeydir. Yapıtı tam da bu noktada aramanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Ataol Behramoğlu’nun şiirini önemli kılan toplumculuğu mudur? Bence hayır! Tüm doğallığı, içtenliği ve yalınlığı içinde hayatla, somut hayat olgularıyla kurulan ilişki olarak nitelendirebileceğimiz toplumsallığı, Behramoğlu’nun şiirinde öncelikle okurla kurulan bir ‘ön alan’, bir yakınlık bağı ilişkisi olarak görmek abartılı olmaz; bu durum, kuşkusuz onun dünya görüşünün de bir gereğidir. Ancak şiiri, -dünyayı, eşyayı, insanı algılamada getirdiği geniş olanaklara karşın- ‘toplumcu içerik’le sınırlı alanda değil, başka yerde aramak gerekir. Nitekim, bu ‘ön alan’ ya da ‘araf’ yerinde durmaz Behramoğlu’nun şiiri. Çünkü, burada, tam da bu sınırlar içinde, onu, bir şair için katlanılmaz ceza olan ‘slogan’ ve ‘düzyazı’ beklemektedir. Gerçekten de ‘toplumcu şiir’in en ‘iflah olmaz’ yanı buradadır; fikir, -içerik-, çoğu zaman şiiri ezer, araçsallaştırır. Behramoğlu’nun ‘mekanik toplumculuk’ diyerek haklı olarak karşı çıktığı ve içi önceden doldurulmuş kavramlarla örülmüş ‘diyalektik’ karşıtı bir anlayıştır bu. Ne yazık ki, şiirimizin son altmış yılında bu yönelimin örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır.

Behramoğlu’nun şiiri hayata açılan kapılardır: ‘Kulağı bütün tıkırtılarda/ Ve gözleri ardına kadar açık/ Ama sanki en çok/ Kendi içini dinleyen’ (1) bir şiirdir bütün insanlıkta; ‘Dünya nasıl doğru dürüst bir dünya olabilir? Aşkı, dostluğu, çocukçu saflığı nasıl korumalı? Adalet, eşitlik, özgürlük düşlerinin gerçeğe dönüşmesi bu kadar mı güçtür? Nasıl yapmalı, nasıl yaşamalı ki, yaşam yaşanmaya değer bir şey olsun?’ (2) sorularıyla iç içe. Ancak, güçlü çekinceler koyar yine de şiir adına; toplumsal, insancıl sorunları -özgürlük, kardeşlik, dayanışma, insanlık onuru ve saygınlığı, keyfiliğe, sömürüye, baskıya direnme, aşk, yalnızlık, ölüm, vb. konular- şiir konusu yapmanın, yazılanı her zaman şiir kılmadığına yazılarıyla, denemeleriyle tanıklık eder durur. Ona göre, ölçüt tektir ve bunda da haksız sayılmaz; ‘İçten ve dürüst olmak ve özgürce aramak’(3); yani, kendi olmak, kendi kalmak, kendi dilini konuşmak ‘toplumsal’ın içinde. Bu açıdan, onda ‘toplumsal’, ne ideolojik bir saplantı, ne ‘şiirsel dekor’, ne de ‘bireysel ben’i yutan; ‘bireysel ben‘in, içinde eriyip yok olduğu bir ana örgendir; olduğu şeyin, bireysel varlığının, kişiselliğinin bir boyutudur, daha doğrusu temel boyutudur: ‘Dostları özlemle kucaklamayı unutma/ Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma/ En zorlu anındayken bile kavganın/ Gökyüzüne bakmayı unutma’(4); ‘dostlar’, ‘kavga’ toplumsalsa, ‘gökyüzüne bakma’, bir ‘parça’ olarak ‘büyük bütünde’ görmektir kendini.

Behramoğlu, şiirini doğrudan hayatın kendisinden çıkarır, tıpkı Baudelaire‘in kendi şiirini ‘dünyanın çamuru’ndan çıkarması gibi: bu nedenle, bu şiir doğrudan hayattan gözlemlenen olguların, hayattan gelen etkilerin, izlenimlerin niteliğine göre lirik, epik, didaktik, ironik, felsefi, vb. söylemlere açıktır. Hayatın içerdiği olağanüstü çeşitlilik, ayrıntı, karmaşa, karşıtlık, derinlik, değişkenlik, süreklilik, akıcılık, kopuşlar, birleşmeler, tüm bu ‘organik süreç’ içinde Behramoğlu’nun hayatla kurduğu bire bir ilişki, içinde yaşanılan toplumsal tarihin olduğu kadar, kendi kişisel tarihinin de dinamiklerini, dahası diyalektiğini ele verir: ‘Hayatın şarkısını söylüyorum/ Uçsuz bucaksız hayatın/ Tarihin sayfalarında tekrar eden/ Kendi hayatımın tarihinin/ Her hayatın bir tarihi vardır/ Kısa uzun sıradan ya da görkemli/ Ama hepsi de ufalanan kaderlerdir/ Bir yerde her şey eşitlenir/ Toz zerrelerine dönüşerek/ Ve toz da parçalandığında/ Geriye kalan hiçlikten başka nedir/ Öyleyse her şey hiçbir şeydir/ Ya da hiçbir şey her şey’(5). Konuşan Behramoğlu değil de ‘Evrenin varlığını bilmeyen, kendisinin de nerede olduğunu bilmez’ diyen Marcus Aurelius’tur sanki.

Bu bağlamda, denebilir ki bu şiir, -felsefi, ironik ara tonları saymazsak iki temel eksen üzerine kurulur: ‘Epik’ ve ‘lirik.’ İnsanüstü, doğaüstü nitelikleriyle değil, akli, düşünsel boyutlarıyla öne çıkan ‘epik söylem’, direniş, eylem, değiştirme, dönüştürme, yani tüm bir ‘oluş’, bir ‘duruş’, bir ‘karşı duruş’ stratejisine dayanır. Doğası gereği dışa dönük, insancıl ve toplumsal olan bu söylem insanı ve onun direniş gücünü kutsadığı için ‘trajik’ olanı dışlar. Bu anlamda, Behramoğlu’nda epikin, insan olma onuru ve saygınlığı ile hayatı yücelten yönüyle Corneille ile Malraux arasında bir yerlerde durduğu söylenebilir. Behramoğlu, ‘epik’i fazlaca ‘kurgusal’ bulsa da; hayatın toplumsal ve bireysel düzlemde dinamik bir süreç ve insanın da bu süreç içinde ‘eylemlerinin’ bir sonucu olduğu düşünülürse, sanıldığının tersine ‘epik’in bir ‘dip akıntısı’ gibi derinden derine şiirinin içeriğini olduğu kadar, söylemini, edasını, tonlamasını belirlediği görülecektir. Doğası gereği anlatıya, öykülemeye ve betimlemeye dönük epik biçemin düzyazıya çok yakın durduğu, bu nedenle de şiiri düzyazılaştırma riskini hep taşıdığı bilinen bir olgudur.

Behramoğlu bu tehlik Destansı söylemin çizgisel öykülemeciliğini yalın ve güçlü bir lirik söylemle kaynaştırır:

‘Yağmurlar k’rlarlagüneş ve uçurum/ Ve sonsuz renkleriyle çiçekler/
İşte size birkaç sözcükle çocukluğum/ Ve içinde kaybolmak istediğim yalnızlık/ İçinde kaybolmak istediğim hayat (‘)/ Uzun, uykusuz gece yolculukları/ Gece ve yolculuk sanki aynı şeydir/ Sabah başka bir ufukta uyanılacak olan/ Başka bir geometride/ Başka ağaçlara ve kuşlara/ Yağmurlar sonsuzca geride kalmıştı/ Başka güneşti başka sabahları aydınlatan/ İşte ergenlik düşleri sanki başlamıştı/ Romantik şiirlere doğru yolculuk/ Durup dururken ağlamalara/ Bir kuşun yazgısı için bile/ Ve hep bir kızı hayal ederek/ Bir başka kızın yüzünde/ Bir şehirde başka bir şehri/ Bir şiirde bir başka şiiri/ Bir başka serüveni kendi serüveninde/ Böylece gece yolculukları yeniden başlamıştı/ Ama bunlar başka gecelerdi/ Sigara üstüne sigara/ yakılıp şiir düşünülen/ Ve yüzleri sisler altında sevgilileri/ Onlar alaturka şarkıda bir dizeydi/ Hep hayal edilecek olan/ Siz önünden geçerken/ Pencerede kıpırdanan bir gölge/ Ve şehrin ortasındaki ırmak / Bu kez usulca akıp giderdi / Aşklar usulca akıp giderdi / Düşlerin yeni ülkelerine’
(6).
 

Karşı duruşun anlatımı: lirik

Epik, sanki bir tonlama değil, bir söyleyiş biçimi, bir dil değil, ‘Sözcüklerden fazla bir şeydi’(7). bir tanıklıktı kendine, hayata, kendi hayatına; ‘O sanki bir başka kıyıya gitmek gibiydi/ Başka bir denizin kıyısına/ Sanki hem deniz hem deniz olmayan/ Sanki hem kendi hem kendi olmayan’(8); hem varoluş başlı başına epik bir ‘karşı duruş’ değil midir yazgıya, ölüme ve onun efendilerine?

Bireysel ve toplumsal renkleriyle epik bir ‘karşı duruş’ ise, lirik de bu ‘karşı duruş’un anlatımıdır Behramoğlu’nda. Ancak bu söylem, kesinlikle romantik ya da idealist bir benlik, bireysellik / bireycilik anlatımı; ‘içe kapanma’, dış dünyadan kopuş, bir kaçış, umarsız bir sıkıntı ve yalnızlık duygusu değildir; gizeme, bilinmezin arayışına, metafiziğe, soyut bir düşünselliğe, düşsele indirgenmiş ya da epiküryen anlamda coşkulu bir duygu boşalması da değildir. Behramoğlu’nda kendilik, kişisellik, ‘sahihlik’ diyebileceğimiz lirik toplumsal/ kolektif olanla iç içedir: ‘Şu yoksul, ışıksız sokaklardan geçerken akşamüstleri/ Elimde yiyecek filesi, evime doğru/ Siliniyor sanki zihnimin yorgunluğu/ Isıtıyor halkımın ozanı olmak duygusu içimi/ Yıpranmış ellerinde bir sokak çiçekçisinin/ Bir kırmızı gül gibi’(9). İlginç bir parça-bütün ilişkisidir bu Behramoğlu’nun şiirinde; bireysel toplumsalı, toplumsal da her zaman bireyseli içinde taşır, tohumun potansiyel olarak koca bir ağacı, ağacın da tohumu içinde taşıması gibi. Bireysel ve toplumsal olan, diyalektik -Behramoğlu buna ‘organik’ diyor- bir bütünlük içinde kavranır şiirinde. Buysa, ona güçlü bir tarih ve toplum bilinci vererek, hayatı ve dünyayı algılayışında geniş bir açılım sağlar. (‘) Nasıl yenilenebilirim/ Her şeye yeniden başlamak (‘) Tekniğin içindeki esaretimden/ Bir özgürlük kıvılcımı yaratmak/ Ormana dönüştürmek bir dizeyi/ Bir ağacı betimleyen/ İçinde rüzgârlar estirmek/ Yepyeni bir şiirin/ Sevdiğim bütün kadınları/ Parçalayıp birleştirmek/ Bir yenisini yaratmak için/ Hayat içimden sel gibi akıyor, kütükler, çatılar/ Leşler, yitik umutlar/ Ve içimde birikmiş ne varsa/ Bir başka ufka taşıyarak/ Ve daha başka bir ufka/ O ufkun da ötesinde (10).

Behramoğlu, bu bilinçle ve sorumluluk duygusuyla bütüne -topluma, insanlığa, ortak insanlık değerlerine- aidiyetini unutmadan ‘kendi’ kalır; şair, diyecektir, ‘insanlığın bütünü içinde yer aldığı hissine sahip değilse bana göre boşluktadır’(11); o, kendisinde diğer insanları bulur ya da diğer insanlarda kendisini. ‘Herkes tek ve benzersizdir, ama insanlık bütündür’ (12) ölüm de bile: ‘ Kendi ölümüyle ölüyorsa da herkes/ Kendi ölümümü biri ölünce düşündüm’(13). Şiirinden yayılan insaniliğin, insan sıcaklığının nedeni temelde bu olsa gerekir.

Hayatı diyalektik bir bütünlük içinde kavrayan bu ‘epiko-lirik’ şiirin kimi durumlarda ironiyi içermesine şaşırmamak gerekir. Hayat, varlık, varoluş tüm dinamik unsurlarıyla, karşıtların, zıtların biraradalığıyla yeni bireşimler üreterek var olur, çoğalır, sürer. İroni, hayatın içindedir; hayattan yansır. Behramoğlu’nun izlenimci/ duyumsal-eleştirel gözlemciliği ironik olanı tüm bireysel ve toplumsal bileşenleriyle bir arada çekip çıkarır hayatın sıradan gerçekliğinden. Bu bağlamda, denebilir ki, ironi Behramoğlu’nda bir dilsel dönüştürüm, dilsel sapma, kurgusal bir zekâ ve söz oyunu, gerçeği tersinden ele alan ‘nükteli bir söz’, olumsuzlama, bir dil silahı olmaktan çok somut bir hayat gerçeğidir; ironi gülümsetir, düşündürtür; hayatla aramızda organik, doğrudan, sıcak, içten, dramatik bir bağ kurar: ‘Ona ‘haydi’/ Savaşa dediler/ Başkaca bir şey/ Söylemediler/ Aldılar köyünden/ Davulla, zurnayla/ Geride üç çocuk/ Bir eş ve bir ana/ Eline bir silah/ Tutuşturdular/ Ve karşılaştı/ Düşman ordular/Vurulup düştü/ İlk çatışmada/ Göğsünde bir oyuk/ Üç delik alnında/ ‘Ey bu topraklar için/ Toprağa düşen’/ Bir karış toprağın/ Var mıydı yaşarken?/ (14). Şaire düşen, sadece toplumsal hayatta kendi mantıksallıkları içinde ‘tutarlı’ görünen kimi gerçeklikleri yan yana getirmek; ironi, karşıtlıkların doğurduğu gerilimden kendiliğinden doğar; kara mizah pusudadır.

Soyutlamacılığa, dil, söz oyunlarına, şematizme, biçimciliğe, katışıksız bir kurguya, idealist/ metafizik bir hayat ve dünya algısına indirgeyici tavrı dışlayan Behramoğlu’nun şiiri ‘bıçak sırtında’ bir şiir; günlük dilin doğallığıyla ve çoğunlukla öykülemeye eğilimli yazıldığı için, ‘düzyazı’ hep bir köşede gözetler onu. Çünkü, şiiri onun ‘sınırlar’ında kurulmuştur. Behramoğlu, gözü kirişte, şiirini -sıradanlığa düşmeden- düz, rahat, içten bir söyleme, günlük dilin olanaklarına açar. Akılda kalıcı, konuşulduğu gibi yazılan, kolay ulaşılabilen, doğrudan, etkileyici, kavrayıcı, sıcak ve güçlü ses örgüleriyle işlenmiş ve her şeyden öte ‘sahih’ bir söylemdir bu. Paul Eluard’ın ‘hayatın doğal seyri’ (‘le cours naturel de la vie’) dediği akışı izler ve öyküler bu şiir. Somut bir lirik yalınlığı öne çıkartır; hele, bir de bunu ‘mecazlı dil’e, retoriğe başvurmadan, doğal yoldan yapıyorsa; yani, dilin biçim, anlam özellikleri ile sözdizimin olanaklarından; sözcüklerin ritminden, sesinden, çağrıştırıcı gücünden yararlanarak kuruyorsa şiirsel etki daha bir yoğun duyumsanır. Aslında zor olan da budur; doğal, ham gerçeklikten şiir çıkarmak, ‘konuşur gibi’ yazarken gerçeği dönüştürmek…

Melih Cevdet’in ‘dilin simyageri’ dediği şaire tıpatıp uyar bu eylem; ‘Kişisel, içten, dolaysız (bir) söz’ (‘) Bir anlamlar, imalar, sesler, görüntüler, gözlemler, izlenimler, düşünceler, duygular sağanağı…

Bilinciyle, bilinçaltıyla, bilinçüstüyle, bilinçdışıyla… bütünüyle insan (‘) yaşayan, varoluşsal, organik bir yaratı (‘) Açık, sade, insancıl bir şiir'(15), öykülerken derinleşen, genişleyen bir şiir; ancak, onda öykülemecilik, kesinlikle çizgisel bir seyir değildir; çoğunlukla içe dönüşlerle, iç yolculuklarla, uzak, yakın çağrışımlarla derinleşen bir kopuksuzluğu, sürekliliği anlatır içten içe: ‘Değişir yönü rüzgârın/ Solar ansızın yapraklar/ şaşırır yolunu denizde gemi/ Boşuna bir liman arar/ Gülüşü bir yabancının/ Çalmıştır senden sevdiğini/ İçinde biriken zehir/ Sadece kendini öldürecektir/ Ölümdür yaşanan tek başına/ Aşk iki kişiliktir'(16). Hayatın ritmi, sonsuz devingen akış içinde nefes alır verir şiir; ‘organik’ bir bütünün ‘parça’ları olan birbirinden kopuk gerçeklikler kişisel, içten bir sözün dolaysızlığında, evrensel bir hakikate tanıklık etmek için derinden derine bir ‘monolog’da yankılanıp durur.

Behramoğlu’nun şiiri hayattan, doğadan beslenir, ancak onları ‘taklit’ etmez; tam tersine, onlara ‘sözün dolaysızlığı’nda kendi ‘gerçeğini’, biçemini ekler. Gerçeğin ‘temsiliyet’ sorunu, onda bir ‘sorun’ olmaktan çıkar; toplumsal ya da bireysel olgular, gerçeklikler, ‘tarih’ kendi iç gerekirlilikleri, yapıları ve bağıntıları içinde sadece boyut değiştirir, kişiselleşir, derinleşir, arınarak, yalınlaşarak, güzelleşerek, etkileyerek. ‘Yazacağım her şeyin hayatta bir karşılığı olsun istiyorum’(17) diyecektir Behramoğlu; ‘Bir şiir nasıl biter, ya da biter mi, hayat sürüp giderken’(18), şiir-hayat, hayat-şiir ilişkisini bundan daha güzel ne açıklayabilir dersiniz?

Prof. Dr. Kemal Özmen, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü.