Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

YÖK’ün kurucu başkanı ve Bilkent Üniversitesi kurucusu Prof. Dr. İhsan Doğramacı vefat etti.

Doğramacı’nın, tedavi gördüğü Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde, ”çoklu organ yetmezliği” nedeniyle yaşamını yitirdiği bildirildi. Doğramacı, 9 Kasım 2009 tarihinden bu yana Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri’nde yoğun bakım tedavisi gördüğü kaydedildi.

Alınan bilgiye göre, Doğramacı için 27 Şubat Cumartesi günü sabah saatlerinde bir dönem rektörlüğünü yürüttüğü Hacettepe Üniversitesinde, öğlen de kurucusu olduğu ve onursal başkanlığını yaptığı Bilkent Üniversitesinde tören düzenlenecek.

Kurucusu ve ilk başkanı olduğu YÖK’te de İhsan Doğramacı için 28 Şubat Pazar günü sabah saatlerinde tören yapılacak.

İhsan Doğramacı’nın naaşı, Kocatepe Camisi’nde öğle namazından sonra kılınacak cenaze namazının ardından Bilkent’e götürülecek.

İhsan Doğramacı, Bilkent’teki Doğramacızade Ali Paşa Camisi avlusunda hazırlanan bölümde defnedilecek.

Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın babası adına yaptırdığı  Bilkent Doğramacızade Ali Paşa Camii’nde defni için Bakanlar Kurulu Kararı gerekiyor.

Prof. Dr. Doğramacı’nın Bilkent Doğramacızade Ali Paşa Camii’ne defni için Bakanlar Kurulu’nun kararname hazırlaması bekleniyor. Kararnamenin Bakanlar Kurulu üyeleri tarafından imzalanmasının ardından Resmi Gazete’de yayınlanması gerekiyor.

Prof. Dr. Doğramacı’nın toprağa verilmesi beklenen cami özel bir önem taşıyor. Prof. Dr. Doğramacı’nın, babası adına Bilkent’te yaptırdığı Doğramacızade Ali Paşa Camii, yanında bulunan sinagog ve kilise ile üç semavi dinin mensuplarına bir mekanda ibadet imkanı sağlıyor. Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerin aynı avludan geçerek tek çatı altında ibadet edebildiği Doğramacızade Ali Sami Paşa Cami, dinlerarası diyalogun yaşanacağı bir yer olma özelliği taşıyor. Cami, Osmanlı ve Selçuklu mimarisi çağdaşlaştırarak inşa edildi.

Bin 200 kişinin ibadet edebileceği camide, “akıllı bina” sistemi uygulanarak, aydınlatma, ısıtma ve soğutma sistemleri bilgisayar kontrolü ile çalışıyor. Isıtma, soğutma ve havalandırma sistemleri namaz vakitlerine göre çalışan camide, ısıtma ya da soğutma sistemi ile havalandırmayla ilgili sistemler namaz vaktinden 30-45 dakika önce devreye giriyor. Bilkent girişinde yer alan cami değişik mimari tarzıyla da dikkat çekiyor. Klasik cami görüntüsünden uzak olan ve içinde üç dinin ibadethanesini barındıran tesisin ilginç bir de minare tasarımı bulunuyor.

İhsan Doğramacı’nın özgeçmişi

İhsan Doğramacı, 3 Nisan 1915’de Irak’ın Erbil kentinde doğdu. Doğramacı, son olarak Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı, Türkiye ve Uluslararası Çocuk Sağlığı Merkezi Başkanlığı, UNICEF Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı ile Uluslararası Pediatri Kurumu Onursal Başkanlığı görevlerini sürdürüyordu.

Londra’da 1971’de Kraliyet Tıp Koleji üyeliği yapan Prof. Dr. Doğramacı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde 1947-1954 yılları arasında öğretim görevlisi, doçent ve profesör olarak hizmet verdi.

İhsan Doğramacı, 1955-1967 yıllarında Ankara Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü Pediatri Profesörü olarak görev yaparken, 1967-1981 yılları arasında da Hacettepe Üniversitesinde çalıştı. Doğramacı, 1963-1965 yılları arasında Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nde bulundu.

Prof. Dr. Doğramacı, ”Orta Doğu Teknik (ODTÜ) Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı (1965-1967), Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü (1967-1975), Tıp ve Sağlık Bilimleri Milli Konseyi Başkanlığı (1974-1981) yaptı. Doğramacı, Yüksek öğretim Kurulu’nun (YÖK) ilk başkanlığını (1981-1992) da üstlendi.

Değişik üniversitelerden fahri doktora unvanı verilen Doğramacı, birçok uluslararası akademi ve pediatri cemiyeti üyesiydi.

Prof. Dr. Doğramacı, 1985’te Türkiye’nin ilk özel üniversitesi Bilkent Üniversitesini kurdu; 1963’de Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesinde entegre eğitim sistemini uyguladı. Ankara’da Hacettepe Üniversitesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi ve Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesine birer Tıp Fakültesi kurulmasında öncülük eden Doğramacı, YÖK Başkanı olarak Kayseri-Erciyes, Samsun-Ondokuz Mayıs, Sivas-Cumhuriyet, Eskişehir-Anadolu Üniversitelerinin kurulmasına da destek verdi.

İhsan Doğramacı, uluslararası birçok kuruluşta ve örgütte onursal başkanlık, başkanlık, yönetim kurulu üyeliği, üyelik, danışmanlık görevlerini de yürütmüştü.

İhsan Doğramacı’nın 80’den fazla mesleki periyodiklerde, özellikle çocuk ve halk sağlığı ve tıp eğitimi hakkında yayınlanmış makaleleri; ayrıca Prematüre Bebek Bakımı, Annenin Kitabı isimli kitapları bulunuyor.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı, TÜBİTAK Hizmet Ödülü, Leon Bernard Vakfı Ödülü (Dünya Sağlık Örgütü), Christopherson Ödülü (Amerikan Pediatri Akademisi), Maurice Pate Ödülü (UNICEF) sahibiydi. Ayrıca, Officier de la Legion d’Honneur (Fransa), Gran Oficial, Orden del Merito de Duarte, Sanchez y Mella (Dominik Cumhuriyeti), First Rank Commander of the Order of the Lion of Finland (Finlandiya), First Rank Commander of the Order of Merit of Poland (Polonya), Gran Cruz Placa de Plata de la Orden Heraldica de Cristobal Colon (Dominik Cumhuriyeti) nişanları ve T.C. Devlet Üstün Hizmet Madalyası almıştı.
İhsan Doğramacı’nın, Bilkent semtinde babası ”Doğramacızade Ali Paşa” adına yaptırdığı bir cami bulunuyor.

Taziye mesajları

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın vefatından derin üzüntü duyduğunu ifade ederek, ”Doğramacı’nın milletçe gurur duyulan bir bilim adamı, örnek bir vatandaş olduğunu” belirtti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ”Merhum Doğramacı, bilim adamlığının yanı sıra, Türkiye’de yeni üniversitelerin kurulması ve Anadolu’ya yayılması bakımından oynadığı rolle akademik hayatımızın unutulmazları arasında olacaktır” dedi.

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, YÖK’ün kurucu Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın bu sabah saatlerinde vefatını üzüntüyle öğrendiğini belirterek, “Sadece Türkiye değil, dünyada da tanınan merhum İhsan Doğramacı geniş ufku ve öngörüsü ile yılmadan çalışmasıyla uzun yıllar insanlığa hizmet etmiştir” dedi.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), obezitenin yaygınlaştığına dikkati çekerek, obezitenin salgın boyutlarına ulaştığı, üye ülkelere obeziteyle mücadele politikaları geliştirmeleri çağrısı yaptı.

DSÖ’nün resmi internet sitesinden derlenen bilgilere göre, 50 yıl öncesine kadar gelişmiş ülkelerde belli oranlarda görülen obezite, bugün dünya geneline yayılmış bir sorun olarak kabul ediliyor, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde de kilolu ve obez sayısı artıyor.

DSÖ’nün rakamlarına göre, fazla kilosu bulunanların sayısı 1,6 milyarı, obez sayısı ise 400 milyonu geçerken, dünya genelinde her yıl 2,6 milyon insan obeziteye bağlı sağlık sorunları nedeniyle yaşamını yitiriyor.

Üye ülkelerin yeni bin yılın bu önemli sağlık sorunu üzerine daha dikkatle eğilmeleri çağrısında bulunulurken, gerekli önlemlerin alınmaması durumunda, 2015 yılında 15 yaş ve üzeri kilolu insan sayısının 2,3 milyara, obez sayısının da 700 milyona ulaşmasının beklendiğini açıkladı.

DSÖ verilerine göre, 21. yüzyılda en zorlu savaşın ”çocuklarda şişmanlık” alanında verileceğini belirtilirken, ”geleceğin obez adayları” olan kilolu çocukların erken yaşta kalp damar hastalıklarına ya da diyabete yakalanma risklerinin arttığına, sağlıksız kuşaklar riskiyle karşı karşıya kalındığına da vurgu yapılıyor.

Yüksek kalorili gıda ürünlerinin tüketimi hızla artarken, fiziksel aktivitenin de azaldığına işaret eden verilerde, alınan ve harcanan kaloriler arasındaki farkın arttığını, bu durumun dengelenmemesi halinde ”obezite salgınının” daha da yaygınlaşacağını kaydediliyor.

Kilo sorunu olanların ve obezlerin diyabet başta olmak üzere onlarca hastalığa yakalanma riskinin yüksek olduğunu hatırlatan verilere göre, obezitenin önüne geçilebilmesi için hükümetlerin, uluslararası kuruluşların, sivil toplum temsilcilerinin ve özel sektörün katkıda bulunduğu kapsamlı programların acilen geliştirilmesi gerekiyor.

Söz konusu programların etkili olabilmesi için bireylerin daha sağlıklı bir yaşam anlayışı yönünde bilinçlendirilmesi ancak bir yere kadar etkili olmakla birlikte, yeterli olmadığını kaydeden Dünya Sağlık Örgütü, hükümetlere ve yerel yöneticilere, bireylerin fiziksel aktivitelerini artırmalarına destek olacak sağlıklı çevreler yaratma, sağlıklı gıdalara fiziksel ve mali anlamda kolay ulaşmalarını sağlama konularında önlemler alınması çağrısında bulunuyor.

DSÖ, metre cinsinden boy ölçüsünün, kiloya bölünmesiyle bulunan Beden Kitle İndeksi 25 ve üzeri olanları kilolu, 30 ve üzeri olanları ise obez olarak tanımlıyor.

Yeni doğan bebeklerin, ilk günlerden itibaren notalar arasındaki uyumu ve ton farklarını ayırt edebildiği ortaya çıktı.

İtalya’nın Milano kentindeki Vita-Salute del San Raffaele Üniversitesi’nden bilim adamları, 1-3 günlük 18 bebeğe uyurken 3 parça dinletti. İlk parçada notalar uyumluydu. İkinci parçada bazı notalar bir ton üstten çalınmıştı ve üçüncü parçada notalar arasında uyum yoktu. Bebekler bu parçaları dinlerken, beyin filmleri çekildi.

Yetişkinler müzik dinlediğinde etkin hale gelen beynin sağ bölümünün, yeni doğan bebeklerin tümünde de harekete geçtiği görüldü. İkinci ve üçüncü parça dinletildiğinde ise beynin sağ bölümünün daha az etkin hale geldiği ve sol bölümün harekete geçtiği belirlendi.

Bilim adamlarına göre bu sonuçlar, yeni doğan bebeklerin doğumdan sonraki ilk saatlerden itibaren müziği algılama becerisine sahip olduğunu, ayrıca notalar arasındaki uyumsuzluğu ve ton farklarını anlayabildiklerini gösteriyor. Araştırma, Amerikan PNAS dergisinde yayımlandı.

Tıp alanında güncel bilgiye ve akademik içeriğe kolayca ulaşabileceğiniz, Kongre, seminer gibi etkinliklerden haberdar olabileceğiniz, Mesleğiniz ile ilgili veya mesleğiniz dışındaki her türlü konuda yazışabileceğiniz, Tedavi ettiğiniz vakaları meslektaşlarınızla paylaşabileceğiniz, Herhangi bir hastalıkla ilgili konusunda uzmanına kolayca ulaşarak konsülte edebileceğiniz, Özgeçmişinizi, yapmış olduğunuz çalışmaları ve mesleki yeterliliklerinizi paylaşabileceğiniz, Eski arkadaşlarınızı bulabileceğiniz, yeni arkadaşlıklar edinebileceğiniz, Merak uyandıran fısıltıları, efsane olmuş olayları ve kişileri takip edebileceğiniz, Doktor ile doktoru bir araya getiren, tüm tıp camiasını aynı çatı altında buluşturan, Hipokrat yeminine sadık, deontolojiye ve etik değerlere bağlı, bir iletişim ortamıdır.

İnsanların yaşlandıkça uykuya daha az ihtiyaç duydukları inancının efsane olduğu bildirildi.

Daily Telegraph’ın haberine göre, California Üniversitesi’nden uyku ve hafıza alanında uzman Prof. Sean Drummond, aslında yaşlıların da gençler kadar uykuya ihtiyaç duyduğunu belirterek, az uyumanın yaşlılarda hafızanın azalmasının nedenlerinden biri olduğuna da dikkat çekti.

Prof. Drummond, yaşlıların deliksiz uyumakta güçlük çekmelerinin, uykuya daha az ihtiyaçları olduğu yönünde yanlış bir inanışa yol açtığını bildirdi.

Amerikan İlmi İlerletme Derneği’nin toplantısında konuşan Drummond, 35 yaşındaki uyku süresini korumanın “idraktaki yaşla ilgili azalmayı” engellemeye yardımcı olabileceğini ve genel olarak sağlığa olumlu katkısı olacağını söyledi.

Bir kişinin 35 yaşındaki uyku süresiyle 75 yaşındaki uyku süresinin aynı olması gerektiğini belirten Drummond, “İnsanlar yaşlanınca uymakta güçlük çekiyorlar ve bunun artık daha az uykuya ihtiyaçları olduğunun bir işareti olduğunu düşünüyorlar. Aslında olay başka. Yaşlanınca uykunun kalitesi düşebilir, ama süreyi korumalıyız” dedi.

Prof. Drummond, yaş ortalaması 68 olan yaşlılar üzerinde yaptığı araştırmada, yetersiz uykunun beynin çalışma yeteneğini önemli ölçüde etkilediğini belirledi.

Araştırmaya katılanlar arasında daha az uyuyanların, kendilerine verilen bir isim listesini hatırlamakta daha çok güçlük çektikleri ortaya çıktı.

“İnsanlar az uykuyla da idare edebileceklerini sanıyorlar, ancak hafıza testleri bunun tersini söylüyor” diyen Drummond günde 7-8 saat uykunun normal olduğunu söyledi.

Drummond, “6 saatten az uyku işlerini yapma ve hatırlama yeteneğini etkiler” diye konuştu.

Drummond, yaşlanınca vücudun 24 saatlik ritminde değişikliler olması sebebiyle yaşlıların daha bölük pörçük uyuduklarını, bunun da gündüz uyuklamalarına gece de uyuma güçlüğü çekmelerine yol açtığını anlattı.

Bir çocuğun büyümesini, anası babası zor fark eder. Çünkü çocuk her gün gözlerinin önündedir ve bir günden ertesi güne değişiklik olmamaktadır.

Çocuk hep aynı gibidir. Ama aynı çocuğu bir yaşında gören kişi, dokuz yıl sonra gelip de onun on yaşını sürdüğünü gördüğü zaman gözlerine inanamaz. Ve çocuğu tanıyamaz. Ülkeler için de durum böyle. Her sabah kalkıyoruz, gazeteleri okuyoruz, işe gidip geliyoruz, akşam televizyonda haberleri izliyoruz ve ülkedeki büyük değişimi fark edemiyoruz. Her şey aynıymış gibi geliyor.

Oysa, Türkiye büyük bir hızla değişiyor, dönüşüyor, bambaşka bir ülke haline geliyor. Bunu anlamanın en kestirme yolu, ülkeyi üç beş yıldır görmemiş birisinin tanıklığına başvurmaktır. İnanın bana, bütün samimiyetimle söylüyorum; bir süre sonra Türkiye iyice tanınmaz hale gelecek.. Siz bile şaşıracaksınız. Peki bu değişimin yönü ne? Bunu kısaca “muhafazakarlaşma, Orta Doğu ülkesi olma, zenginleşme ve kalitesizleşme” olarak adlandırabiliriz. Dikkat edilirse bunlardan bazıları olumlu, bazıları olumsuz özellikler ama hepsi bir arada gerçekleşiyor. Yani önümüzdeki yıllarda şöyle bir ülkede yaşayacağız: Gökdelenlerle ve alışveriş merkezleriyle dolu, lüks mağaza ve Lokantalardan geçilmeyen, yabancı şirketlerin Orta Doğu merkezlerinin bulunduğu bugünkünden daha zengin bir ülke. Yani bir çeşit büyük Dubai ya da eski Beyrut! Öte yandan; daha da hızlanmış bir cahilleşme, kültürsüzleşme, lumpenleşme süreci. Her önemli işin başında; liyakata göre değil.. tarikat ilişkilerine göre seçilmiş insanlar. Alabildiğine muhafazakar ve alabildiğine Amerikancı bir ülke. İşte benim gördüğüm manzara bu.

AKP’nin önümüzdeki yerel ve ondan sonraki genel seçimleri de alacağını söylemek kehanet değil. Bunu herkes görüyor.

Hatta beş yıl sonra Erdoğan halk oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı olacak, belki de Abdullah Gül’ü Başbakan olarak göreceğiz.. Yani Türkiye en az on yıl daha AKP’nin elinde. Çünkü karşısında hiçbir güç yok. Koltuğunu kaybetmemek için uyuşturucu satıcılarını bile partisine üye kaydeden CHP başkanı, zaten AKP ile anlaşmalı olarak götürüyor bu sistemi. MHP deseniz, ortada.

Önümüzdeki günlerde AKP hükümeti, “PKK liderlerini teslim alan hükümet” olarak alkışlanacak. Orta Doğu’dan ve Batı’dan Türkiye’ye para akmaya devam edecek. Laik kesim ise bir yandan giderek küçülecek, bir yandan da yıllardır yaptığı gibi birbirini yemeye devam edecek.

Bu kadar büyük bir değişim sadece iç dinamiklerle başarılamazdı.. Amerika’nın Orta Doğu meselesinde Türkiye’ye biçtiği rol, Uzun dönemli bir senaryoyla uygulanıyor. İçteki aktörler de, siyasiler, basın, üniversite, iş alemi, aydınlar olarak rolün hakkını veriyorlar.

Peki on beş yıl sonra ne olur diyorsanız, Onunla ilgili bir tahminde de bulunabilirim. Toplum, sistemli eğitimle dönüştürülmüş olacağı için, Cumhuriyetin kuruluş yılını bile hatırlayan kalmaz.

İsteyen bu yazıyı kesip saklasın ve eğer Türkiye başka türlü gelişirse, beni utandırmak için suratıma çarpsın. Ama ne yazık ki bu pek mümkün görünmüyor.

İşte ‘Kilo vermek için hangi besinlere ağırlık vermeliyim?’ sorusunun cevabı…

Su: Suyun süper besin olarak kabul edilmesinin en önemli nedeni “0” kalori olmasıdır. Eğer yüksek kalori içeren içeceklerden tüketirseniz bunu dengeleyebilmek için daha az yemek zorunda kalırsınız. Araştırmalar gösteriyor ki karbonhidratları içmektense yemek daha iyidir. Su, tüm vücut fonksiyonları için önem taşır ve günün her saatinde tüketilebilir. Suyunuzu sade olarak içmekten hoşlanmı-yorsanız, içinde taze meyve dilimleri bekleterek tüketebilirsiniz.

Kuru baklagiller: Kuru baklagiller içeriğindeki lifler dolayısıyla kendinizi tok hissetmenizi daha çabuk sağlar. 1,5 bardak barbunya yaklaşık 8 gram lif, 7 gram protein ve yaklaşık 110 kalori içerir. Baklagilleri yemek olarak tüketebileceğiniz gibi haşlayıp, salata ve çorbalarınızın içine de ekleyebilirsiniz.

Yoğurt: Yağsız yoğurdun içindeki kalsiyumun zayıflatıcı etkisi olduğu çeşitli çalışmalarla ortaya konmuştur. Bir çalışmaya göre günde 3 porsiyon yüksek kalsiyumlu ve yağsız yoğurt tüketen obez bireyler, düşük kalsiyum ve yağlı yoğurt tüketen obezlere göre yüzde 22 daha fazla kilo ve yüzde 61 daha fazla vücut yağı kaybetmiştir. Burada en etkileyici sonuç ise yüksek kalsiyumlu, yağsız yoğurt yiyenlerin yüzde 81 daha fazla trunkal (karın bölgesindeki) yağ kaybetmeleridir. Yoğurt hem karbonhidrat hem de proteini bir arada bulundurduğu için kan şekeri regülasyonunda ve açlık kontrolünde etkili olmaktadır.

Yeşil salata: Düşük kalorili salatalar ana yemek öncesi kendinizi doymuş hissettirecek bir başka iyi seçenektir. Yapılan bir araştırmaya göre yemekle birlikte yenen düşük kalorili küçük salata, öğünde alınan toplam kaloriyi yüzde 7, büyük bir salata ise yüzde 12 azaltabiliyor. Ancak araştırmanın sonuçları yüksek kalorili salatalar için tersinin doğru olduğu ortaya koydu. Öğün sırasında yenen yüksek kalorili küçük bir salata alınan kaloriyi yüzde 8 artırırken, büyük bir salata yüzde 17 artırıyor. “Sağlıklı bir salata nasıl hazırlayabilirim” diye düşünüyorsanız taze ıspanak yaprakları (2 bardak dolusu), 1 orta boy salatalık, 1 orta boy domates ve 1 /4 bardak rendelenmiş havuçla yaklaşık 70 kalorilik, 5,5 gram lif içeren sağlıklı bir salata hazırlayabilirsiniz.

Çorba (et veya balık suyuna bol domatesli çorba): Ana yemeğe başlamadan önce içilen et veya balık suyuna bol domatesli çorba kişiye doygunluk hissi verir. Böylece kişi ana yemeğe geçişte kendisini tok hissettiği için daha az kalori alma eğiliminde olur. Düşük kalorili çorbalar açlığı bastırmakta çok işe yarar.

Yeşil çay: Büyük boy bardak buzlu yeşil çay veya bir büyük bardak sıcak yeşil çay içmek farklılığı başlatabilir. Yapılan son çalışmalarda gönüllü olarak 3 ay boyunca her gün bir şişe yeşil çay içenler, diğer gruba oranla daha fazla yağ kaybetmiştir. Araştırmacılara göre yeşil çayın içinde bulunan kateşinler (yararlı bir fitokimyasal) kalori yakımını sağlayıp, kilo kaybını artırmıştır.

ABD’nin önde gelen sağlık kuruluşlarından Mayo Clinic tarafından yayımlanan diyet kitabında, günlük hayata adapte edilemeyen diyet mitlerinin bir kenara bırakılarak birkaç sağlıklı alışkanlığın edinilip bazı kötü alışkanlıkların terk edilmesiyle kolay kilo vermenin ve bu kiloyu korumanın yolları anlatılıyor.

 Mayo Clinic uzmanlarına göre, tüm yapılması gereken, doğru yiyecekleri bulmak, yemekten zevk alarak tüketmek, böylece strese girmeden zayıflama süreci geçirmek, doğru beslenmeyi öğrenmek ve eski kötü alışkanlıklara dönmemek.

Kilo vermek için öncelikle sağlıklı beslenme alışkanlıkları edinme ve hareketsiz yaşamı bir kenara bırakma konusunda kararlı olmak gerektiği belirtilen kitapta, şu 5 sağlıklı alışkanlığın edinilmesini öneriliyor:
”Güne iyi bir kahvaltıyla başlayın. Meyve ve sebzenin bulunmadığı öğününüz olmasın. Tahılları sofranızdan eksik etmeyin. Zeytinyağı gibi sağlıklı yağlar tüketin, trans yağ ve doymuş yağlardan uzak durun. Her gün mutlaka egzersiz yapın, hiçbir şey yapamıyorsanız her gün 1 saat yürüyün.”

Çoğu zaman önemsiz görülen ve terk edilmesi gereken 5 kötü alışkanlık ise şöyle sıralanıyor:
”Televizyon seyrederken asla yemek yemeyin. Şekeri hayatınızdan çıkarın, ‘yapamam’ diyorsanız tatlandırıcı olarak meyvelerden faydalanın. Aperitif olarak sadece meyve ve sebze yiyin, bir dilim kekin 4 elmaya eş değer olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Yağlı etten uzak durun, eti az yağlı veya yağsız tüketin. Fast food restoranlar başta olmak üzere dışarıda yemek yemeyi kesin.”

“Televizyon neden çok yediriyor?”

Mayo Clinic uzmanlarının önerileriyle ilgili olarak açıklamalarda bulunan A Plus Kliniği diyetisyenlerinden Sinem Paker, ”Listenin başında televizyon var, neden televizyon karşısında yemek yenmemeli?” sorusuna şu karşılığı verdi:
”İnsanları adeta hipnotize ediyor. Bizi hareketsiz yapıyor. Eskiden çocuklar sokaklarda koşup oynarken şimdi televizyon, bilgisayar karşısında. Toplumumuzda şişmanlığın artmasının başlıca sebebi budur, hareketsizlik çok arttı. Doyma hissi veya hızlı miktarlarda bir şekilde tükettiğinizde yediğinizi ayarlayamıyorsunuz. Yemeye başladıktan 20 dakika sonra beyinden doyma hissi emri gelir. Bu 20 dakika boyunca televizyon izlerseniz yediklerinizin miktarına adapte olamazsınız ve çok fazla yemiş olabilirsiniz. Ne yediğinizi bilmeniz, görmeniz, yediğinizin tadına varmanız gerekiyor. Televizyon bunu engelliyor. Çocuklarda çok sık düşülen bir hata. Çocuklara asla televizyon karşısında yemek yedirilmemeli. Aksi halde ileride büyük sorunlara yol açar.”

“Kilo vermenin sırrı karar vermekte”

Sinem Paker, kilo vermenin sırrının karar vermekte yattığını belirterek, ”Bu işi yapacağım diye düşünürseniz kilo verirsiniz ancak şu kıyafete gireceğim, yazın bikinime girmem lazım, şu düğün var hazırlanmam lazım mantığıyla yola çıkarsanız çok sıkıntılı oluyor” dedi.

Hayat tarzı değişikliği yapılmayıp meseleye ”diyet” gözüyle bakıldığında zayıflamada başarılı olunmadığını kaydeden Paker, ”Bir haftada 5 kilo, 10 günde 15 kilo verme, 3 ayda 20 kilo verme gibi hedefler olmamalı. Çünkü bedeni hızlı bir şekilde kilo vermeye endekslediğinizde çok hızlı şekilde de kilo alıyorsunuz. Bu yüzden hızlı kilo vermeyi önermiyoruz. Bu zahmet isteyen bir iş. Beslenme alışkanlıklarınızı mutlaka değiştirmelisiniz” diye konuştu.

Paker, bu süreçte en sıkıntılı dönemin ilk 1 ay olduğunu, bu dönemde bedenin dirençle karşılık verdiğini, sonrasında ise vücudun buna alıştığını belirterek, şunları söyledi:
”Gazetelerde, dergilerde özellikle yaz öncesi bu dönemlerde çok fazla diyet listeleri çıkacaktır. Onları 3-5 gün uygularsanız sonrasında yaşam şeklinize uygun olmadığı için hayatınıza adapte edemezsiniz. O zaman da kilo vermeden uzaklaşılıyor. O yüzden uzmanlarla kontak halinde olunması gerekiyor ki böylece hayatını zorlaştırmadan, sınırlar içine almadan kilo verilebilsin.”

“Diyet listeleri değil kişiye özel program”

Diyetisyen Sinem Paker, tek tip diyetlerle kilo vermede başarı sağlanamayacağını, kişiye özel programlar uygulanması gerektiğini belirterek, ”Kişinin çalışma koşulları, zevk aldığı şeyler, hayat tarzı, sağlık durumu gibi kişisel programların uygulanması gerekiyor. Çünkü her vücut yeganedir” dedi.

Paker, ”Sadece haşlama, sadece sebze yiyeceğim” gibi bir sıkıntı yaşamanın doğru olmadığını kaydederek, ”Hayatımızdaki en büyük sosyallik yemek yemek. Sevdiklerimizle buluşacağımız zaman nereye gitsek, ne yesek, ne içsek diye düşünüyoruz. Böyle büyük bir sosyalliği hayatımızdan çıkarmak gibi bir hakkımız yok. Ama insanlar diyet deyince böyle bir sürece gireceğini düşünüyor. Oysa hayat tarzı haline getirmek için elinizin altındaki gıdalarla bunu yapmayı öğrenmek gerekiyor” diye konuştu.

Sinem Paker, uzman yardımıyla kilo verme programının maliyetiyle ilgili soru üzerine ”Aylık 4 görüşmenin yapıldığı programlar 350 lira. Ayrıca paket programlar olduğunda süre uzadığında indirim yapıyoruz’‘ dedi.

“TÜRKİYE’DE DOKTOR OLMAK”…
 
Gözlerini gözlerime dikti, “sizinle özel konuşmak istiyorum” dedi güçlükle. Son günlerindeydi, düzelmesi imkânsız bir kan hastalığı ile bir yıla yakın bir süre boğuşuyordu. Eşi ve çocukları onu bir dakika bile yalnız bırakmıyor, olanaksız bir iyileşme için gözlerinin içine bakıyorlardı…
Yalnız bir zamanında odasına girdim, gülümsedi. Yanına oturmamı işaret etti. Vücudunun savunmasından sorumlu beyaz kan hücreleri hasta kemik iliğinde yapılamadığından iltihap oluşumundan onu koruyabilmek için maske takıyorduk. Eliyle maskemi çıkarmamı istedi, dediğini yaptım.
“Biliyorum” dedi, ”umut yok, yakın bir zamanda öleceğim, ne olur beni yorma, eşim, çocuklarım her şeyin yapılmasını isteyeceklerdir, boş ver, beni uğraştırma.” Ellerini tuttum, “onlara bir şey anlatma” dedi, “bu konuşmayı bilmesinler”. “Siz” dedim, “inanılmaz bir kadınsınız”. “Hayır” dedi, ”ben, çok sıradan bir kadınım”…
İzleyen süreçte şuurunu kaybetti, çevreyi tanımadı, çığlıklarla uyandı geceleri. Ailesi son güne kadar hep yanındaydı. Her sabah vizitinde gözümün içine bakıyor, “yeter artık” diyordu, ya da bana öyle geliyordu.
Ben bir hekimim ve son ana kadar bir hekim ne yapmalıysa onu yaptım, tıbbi desteği kesmedim tabii, ama gözlerinin içine de bakamadım hiç. Sonraki günlerde onu kaybettik.
Sevgili Hocam Prof Dr Akif Berki, “her kaybettiğim hastamla benim de bir yanım ölür” derdi, haklıydı… Her hekimin hastası öldüğünde onun da bir tarafı ölür gerçekten.
Bu anımı neden paylaştım…
Çünkü genç lise mezunları meslek tercihlerini yapıyorlar bu günlerde. Son yıllarda Tıp fakültelerinin puanları yeniden çok yükseldi, insanlar meslek garantisi yüzünden “hekim” olmayı tercih ediyorlar artık. Onlara çok kısaca şunu hatırlatmak isterim, hekimlik bir meslek değil, bir yaşam biçimidir. Sizler bakmayın son yıllarda hekimler ile ilgili çok yetkili ağızlardan “paragöz” oldukları anlamına gelen imalara…Gündelik siyasetin sarmalına takılmış, hekimlik ile ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar farklı anlayabiliyor ve öyle anlatabiliyorlar hekimleri insanlara. Şunu bilmenizi isterim, bir avucu geçmeyecek kadar olan nadir örnekleri bir yana koyarsanız, yukarıda size aktardığıma benzer tek bir anısı olan bir hekim bile yaptığı işin eksenine parayı koyamaz. Sizlerin yazılı basında okuduğunuz, televizyonlarda seyrettiğiniz tam gün yasası, öğretim üyelerinin farklı üniversitelerde görevlendirilmesi gibi sorunların ana eksenini hekimlerin “paragöz” olmaları oluşturmuyor. Bu tartışmanın ana eksenini olanaksızlıklardan, politika üretememekten, hastane kapılarında ölen hastaların, halen ilaca ve hekime ulaşamayan vatandaşların sorumluluğundan kurtulmaya çalışan politikacılar oluşturuyor. Onların hesapları hekimleri hedef göstererek işlemeyen bir sağlık sisteminin sorumluluğundan kurtulmaktır. Hekimler ve diğer tüm sağlık personelini ucuza, yok pahasına çalıştırmak ve her bir zorlukta onları hedef göstermektir.
Hekimlik mesleğini seçmeyi planlayan hekim adaylarının şunu iyi bilmeleri gerekir. Eğer ekonomik nedenler ile hekimlik mesleğini seçecekseniz, bunu yapmayın. Çünkü önümüzdeki süreç Türkiye’de bu mesleği insanlık sınırlarını zorlayan bir özveri gerektiren ve boğaz tokluğuna yapılacak bir meslek haline getirecektir. Dahası yaşanacak her zorlukta siz ve mesleğiniz suçlanacaksınız.
Ama eğer içinde “insan” olan bir meslek seçmek istiyorsanız, başka insanların acılarını dindirerek mutlu olacağınızı düşünüyorsanız, yaşamınızın her anını işinizle geçirmeyi kabul ediyorsanız “hekim” olun. 
Sağlık Bakanı Akdağ diyor ki, “Bunlar ısrarla para kazanmak istiyorlar”…
Kendisi de bir hekim olan sayın bakanın “bunlar” diye hitap ettiği insanları ileride meslektaşınız olarak görecek ve sayacaksınız, onlara değer verecek ve beraber çalışmayı isteyecekseniz hekim olunuz. Şuna inanın, “bunların” asıl istediği insanca, uygarca, bilimin rehberliğinde, hastayı ve sağlık personelini gözeten iyi planlanmış sağlık sistemleri içinde insanca hastalarına yardımcı olabilmektir.
Eğer halen “hekim” olmak istiyorsanız, buyurun gelin, sizlerde aramıza katılın, meslektaşımız olun.
                                                        Dr. Mustafa Çetiner