Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

 

Ruh sağlığının korunmasında bireyin kendini tanıması önemlidir. Kişi, kendini olumlu ve olumsuz yönleriyle kabul etmelidir. Olumlu davranışlarını geliştirmesi, olumsuz olanları azaltmaya çalışması gerekir.

Olaylar karşısında kişi yaşadığı toplumun gerçeklerine göre davranmalıdır, kendini toplumdan soyutlamamalıdır. Toplumla ters düşen davranışlar sergilemede ısrarcı olmamalıdır. Bununla birlikte kişi kendi özelliklerini de koruyabilmelidir.
Kişi, çevre ve diğer insanlarla ilişkilerinde ölçülü davranmalıdır. Yaşamla bağını koparmamalıdır. Bunun için kendisine bir hedef belirleyip ona ulaşmak için çaba sarf etmelidir.

Kişi, evinde, okulunda, iş yerinde çalışarak kendisinin ve yaşadığı toplumun gelişmesine katkıda bulunmak zorundadır. Bunun için öğrenimini tamamlayarak yaşantısının huzurlu ve rahat geçmesini sağlayacağı iş hayatına başlamalıdır.


Kişi; çevresindeki farklı görüşlere karşı anlayışlı ve hoşgörülü yaklaşmalıdır. Farklı düşüncelere sahip kişilerle iş birliği yapabilme yeteneğine sahip olmalıdır. Herkesin aynı fikre sahip olamayacağını dikkate alarak uzlaşmacı bir tutum sergilemelidir. Bu şekilde hem kendi hem de çevresindekilerin ruh sağlığını koruyabilecektir.


Yakınlarını kaybetme, işinin bozulması gibi olumsuz durumlarda kişiler karamsarlığa kapılabilir. Bütün olumsuzluklara rağmen kişi, dayanma gücünü kendinde bulabilmelidir. Birey, bazı güç durumların üstesinden gelemeyebilir. Böyle durumlarda kişi çevresinden ve doktorlardan yardım isteyebilmelidir. Eğer bu kişi öğrenci ise öğretmen, rehberlik uzmanı veya okul yöneticilerinden de yardım alabilir.


Bireyin, ruh sağlığını koruması, çevrenin etkisine bağlı olabilir. Ortam uygun değilse bireyin ruh sağlığı olumsuz etkilenebilir. Ruh sağlığının korunabilmesi için yapılması gerekenlerden biri de yeni durumlar karşısında gerçekçi değerlendirmeler yaparak ortama uyum sağlayabilmektir. Birey, hedeflerini ortam koşullarına göre değiştiremediğinde ruhsal bozukluk kaçınılmaz olabilir.


Birey, kendisine ayırdığı zamanları bilgi ve becerilerini geliştirecek uğraşlarla değerlendirmelidir. Spor, gezi veya daha başka bir sosyal etkinliğe katılmalıdır. Arkadaşlarıyla birlikte yapabileceği uğraşlar bulmalıdır. Hobiler edinmeli veya geliştirmelidir.


Sağlıklı ve uzun yaşayabilmek için bedenen olduğu kadar ruhen dinlenme de önemlidir. Stres ve günlük sıkıntılardan uzaklaşmak için zaman zaman tatile gitmek, yapılabileceklerden biridir. Ruh sağlığı insan yaşamının her anını kapsamaktadır. Dolayısıyla ruhsal bozukluk, yaşamı bir bütün olarak etkiler.


Ruh sağlığının korunmasında istekli olma

Sağlıklı ve uzun ömürlü olmak, ruhsal doyuma ulaşmak, mutlu yaşamak için boş zamanların dinlendirici ve yararlı işlerle doldurulması gerekir. Her insanın para kazanmak için yaptığı işinden başka uğraşları da olmalıdır.

Müzikle meşgul olmak, şiir okumak, resim yapmak, fotoğraf çekmek, balık tutmak, koleksiyon yapmak ruh sağlığını korumak açısından çok yararlıdır. Böyle uğraşlar kişiyi yüceltir, ona saygınlık kazandırır ve onun yaratıcılığını geliştirir. Bu alışkanlıklar hem etkin çalışma dönemlerinde hem de emeklilikte insanın ruh sağlığını düzenli hâle sokar.

Kişi hem kendi hem de çevresinin ruh sağlığını düşünerek ailede, okulda ve toplum içinde tutarlı davranışlar sergilemelidir. Böylece çevresine örnek olur. Karşısındaki kişiye saygı, sevgi ve hoşgörüyle yaklaşan insan, sorunları daha kolay çözer.

Günlük yaşamda belli nedenlere bağlı kaygı ve sıkıntıların her zaman ruhsal bozukluğa sebep olmayacağı bilinmelidir. Örneğin; ergenlik çağındaki sivilcelerinden etkilenen birey, arkadaşlarıyla bir arada olmaktan sıkılır. Toplumsal ilişkilerini azaltır. Gençlerin bu dönemde ilgilerinin bedenlerindeki değişikliklere yönelik olması normaldir. Ancak bu değişikliklerin süreklilik kazanması ve kısır döngüye girmesi engellenmelidir. Bu da okul içi etkinliklerle, ilgilerinin başka yöne çekilmesiyle olur. Okul ve aile, gencin sorunlarına sabırla, sevgiyle yaklaşmalıdır. Bu yaklaşımlar, kişide davranış bozukluğuna neden olabilecek olayları kişi lehine çevirebilir.


İnsan, yaşamının herhangi bir döneminde, üstesinden gelemeyeceği ruhsal sorunlarla karşılaşabilir. Örneğin; kimlik arayışı içinde olan genç, kendi değer yargılarını belirleyemezse, yaşamdan ne beklediğini kavrayamazsa çöküntüye düşer. Yeni kimlik arayışı içinde kendi kimliğini bulamazsa öz güveni kaybolur. Öz güveni kaybolan bireyde içe kapanma, suça yönelme, intihar girişimleri gibi ruhsal sorunlar ve yanlış davranışlar oluşabilir. Genç, herkesin çeşitli sorunlarla zaman zaman karşılaşabileceğini bilmelidir. Ancak bu sorunların dost ve yakın çevrenin yardımıyla zaman içerisinde atlatılabileceğine de inanmalı, okul yaşamı boyunca karşılaştığı veya karşılaşabileceği sorunlarla ilgili sınıf öğretmeni ve rehber öğretmenden yardım almalıdır. Hatta okul yöneticilerinin ve sağlık personelinin de her zaman kendisine yardımcı olacağına inanmalıdır. Yardım istemekten asla çekinmemelidir. Öğretmenlerin ve idarecilerin, gerekirse kendisine yardımcı olacaklarını bilmesi öğrenciyi rahatlatır. Bu alanda öğrencilere yararlanacakları kaynaklar gösterilmeli ve onlara doğru bilgiler verilerek sağlıklı gelişmelerine katkıda bulunulmalıdır.


Gençler yetenekli oldukları alanlarda kendilerini yetiştirmeye çalışmalıdırlar. Boş vakitlerini verimli uğraşlarla değerlendirmeye istekli olmalıdırlar. Bu uğraşların ileride onlara kazanç sağlayabileceğini düşünmelidirler. Yetenekli ve istekli oldukları alanda çalışmalarının kendilerini başarıya götüreceğine inanmalıdırlar. Başarı, insanları mutlu eder. Ruh sağlığını koruyabilen insanlar mutlu olurlar.

Herkesin toplumda bir yeri ve görevi vardır. Kişi bunu bilmeli ve güçlükler karşısında yılmadan ve karamsarlığa kapılmadan sorumluluklarına uygun davranışlar sergilemelidir.

Kişi, olumsuzlukların kendisini yıldırmasına izin vermemelidir. Aksaklıkların karşısında kendinden ve toplumdan kaçmamalı, tersine olayların çözümüne çalışmalıdır. Mutlaka bir çözüm bulabileceğine inanmalıdır.


Kişi, ruh sağlığını koruyabilmek için geleceğe yönelik hedef ve tasarılara sahip olmalıdır. Bir amaç belirlemeli ve amacına ulaşmak için de çaba sarf etmelidir. Ancak bu şekilde yaşamı bir anlam kazanır. Günlük kaygı ve tasalarından uzaklaşarak mutluluğu yakalayabilir.


Kişinin ruh sağlığını koruyabilmesi, yeni durumlara uymada esneklik gösterebilmesiyle mümkündür. Başarısızlıklar karşısında yılmamalıdır. Tersine başarmak için daha çok uğraş vermelidir. Bütün çalışmalarına rağmen başarı sağlayamıyorsa hedeflerini çevre koşullarına göre değiştirerek uyum sağlamalıdır. Örneğin; üniversite giriş sınavlarında başarı gösteremeyen genç yılmamalı, kazanmak için tekrar şansını denemelidir. Çabalarına rağmen istediği başarıya ulaşamazsa ümitsizliğe kapılmamalıdır. Yeni hedefler belirleyip bu hedeflere ulaşmak için çaba göstermelidir. İşe girip çalışmalı, bilgi ve yeteneklerini yeni işi için geliştirmelidir.

Koruyucu ruh sağlığı hizmetleri

Ruh sağlığı, beden sağlığı gibi korunmadığı takdirde bozulabilir. Bu durumda tedavi ve rehabilitasyon gerekir. Koruyucu ruh sağlığı hizmetleri üç aşamada uygulanır.

1. Birincil koruyucu ruh sağlığı hizmetleri

Birincil koruyucu ruh sağlığı hizmetleri, ruhsal bozukluklar ortaya çıkmadan önce yapılacak çalışmaları kapsar. Bu da ruh sağlığını bozan etmenleri bilmek ve nasıl giderileceğini saptamakla mümkündür. Ruhsal bozuklukların görüldüğü kişilere yönelik tedbirler alınmalıdır. Ayrıca toplum, ruh sağlığının korunması konusunda eğitilmelidir.

Birincil koruyucu ruh sağlığı hizmetleri; mediko-sosyal merkezleri, rehberlik danışma merkezleri, halk sağlığı merkezleri vb. yerlerden sağlanabilir.

2. İkincil koruyucu ruh sağlığı hizmetleri

İkincil koruyucu ruh sağlığı hizmetleri, ruhsal bozukluk tanısı konulmuş kişilerin tedavilerini kapsar. Sağlık Bakanlığına bağlı hastane ve dispanserler ile üniversite hastaneleri bu görevi üstlenmiştir. Karşılıklı konuşarak sorunların sebebinin anlaşılması esasına dayalı ve sağlık personelleri tarafından verilen bir hizmettir.

3. Üçüncül koruyucu ruh sağlığı hizmetleri

Üçüncü koruyucu ruh sağlığı hizmetleri, rehabilitasyon çalışmalarını kapsar. Ruhsal bozukluğu teşhis ve tedavi edilmiş hastaların yeniden hastalanmamaları ve topluma kazandırılmaları için yapılan çalışmalardır. Ruh sağlığı alanında uzmanlaşmış rehabilitasyon merkezlerinde verilen hizmetlerdir.

 

 

“Ruh sağlığını koruma yolları”

1.Pozitif düşünmenin olumlu gücünden yararlanmak gerekir. Ancak bunu Pollyanna’cılık ile karıştırmamalıyız.

2. “Kabullenmek”, “Rıza göstermek” kavramlarının iyi anlaşılarak yaşama dahil edilmesi önemlidir. Bazen yaşamımızda yaşadığımız olayları değiştiremeyeceğimizi kabul etmeliyiz. Ama bu kabullenme acizlik manasına gelmemelidir.

3. Kişilik özelliklerimizin farkına vararak kendimize uygun yaşam tarzını oluşturmak gereklidir.

4. Çevremizde olumlu insanları tutmak,olumsuz kişilerden uzaklaşmak faydalıdır.

5. Yeni insanlarla tanışmaktan çekinmemeliyiz fakat insanlarla aramızda sınırlarımızı çizmesini öğrenmek gerekmektedir,ancak bu sınırlar duygusal ve sıcak ilişkiyi engellememelidir.

6. Beklentilerimizi iyi ayarlamak gerekmektedir. Aşırı beklenti beraberinde mutsuzluk getirebilir.

7. Kişinin hatalarını görmesi ve kabullenmesi önemlidir.Bireyin hatalarını düzeltmesi kendine olan güveni de arttıracaktır.

8. Hızı zaman zaman azaltmak önemlidir.Bu bağlamda tatile çıkmak, kendisine ve ailesine zaman ayırmak da destekleyicidir.

9. Yaşama değer katacak işler yapmak ve yapılan işi değerli görmek de olumludur.

10. Ne geçmişe ne geleceğe bakmak,bugüne ve şimdiye odaklanmak faydalıdır.

11. Kişinin kendine güvenmesi ve kendine değer vermesi çok mühimdir.

Tanım ve Genel Bilgiler

’Onyomanya’ yani alışveriş bağımlılığı isminin kökeni Yunanca Onyomanya, onyos satılık-sahn alma, manya saplantıdan geliyor. İlk kez 1915 yılında tanımlanan alışveriş bağımlılığı, aynen alkol ya da uyuşturucu bağımlılığı gibi ciddi bir davranış bozukluğu olarak görülüyor.

Bağımlılar yalnızlık, mutsuzluk, sinirlilik, engellenme, kendini ifade edememe gibi depresyona neden olabilecek etkenlerden dolayı, aşın derecede harcama yaparak alışveriş yapıyor ve kendilerini sadece alışveriş yaptıkları zaman iyi ve mutlu hissediyor. Bu iyi ve mutlu olma hali, genelde kişinin kendini diğer insanlardan üstün görmesine neden oluyor.

 Alışveriş bağımlılığının toplumun ne kadarını etkilediği net olarak bilinmiyor. Çünkü pek çok kişi, alışveriş bağımlılığının bir problem olduğunu düşünmediği için profesyonel yardım almıyor. Ancak bağımlıların genellikle kadınlar arasından çıktığı bilinse de, bu hastalığa yakalanan erkeklerin sayısının da küçümsenmeyecek kadar çok olduğu düşünülüyor. Erkekler daha çok cep telefonu ya da bilgisayar gibi elektronik eşyalar alırken, kadınlar genellikle giysi, kozmetik, mücevher, ayakkabı ve çanta alıyor. Kadınlarda görülen alışveriş hastalığı, ortalama 17-30 yaşlan arasında başlıyor. Alışveriş bağımlıları, alışveriş öncesi kontrol edilemez bir istek hali ve haz yaşarken, alışveriş sonrasında yoğun bir suçluluk hissi duyuyor.

Literatüre “Oniomania” olarak geçen alışveriş bağımlılığı en az diğer bağımlılıklar kadar riskli ve acı verici olup finansal çöküşe, enkaz haline gelmiş ailelere, yürümeyen ilişkilere, iş ve itibar kaybına sebep olabilir.

Evreler

Alışveriş bağımlılığın erken evrelerinde kişi bu tarz bir problemi olduğunu farketmez ve alışveriş davranışına mümkün olduğunca zemin hazırlar.

Orta evrelerde alışveriş yapmak için bahaneler bulmanın yanı sıra kişi kendini bu durumu kontrol edebileceğine inandırır.

En son aşamada da davranışı tamamen kötüye kullanarak, “Bu yaşamla başa çıkabilmek için tek yolum”, “Bunu hakediyorum” gibi kendini kandırma yöntemleriyle durumun ciddiyetini inkar eder.

Erken yetişkinlik dönemlerinde başlayan alışveriş bağımlılığı genelde duygu durum bozuklukları, kaygı bozuklukları, yeme bozuklukları, dürtü kontrol bozuklukları veya kişlilik bozukluklarıyla beraber görülür.

Öfke, İçerleme

Alışveriş bağımlılığı, yani kompulsif satın alma davranışı kadınlarda daha yaygın olmakla beraber satın alınan objeler değişse de erkeklerde de görülür. Tedaviye gelince; kadınlar çıkış kapısını görür, fakat geçmek konusunda direnç gösterir, erkekler de kapıyı zor görür, ama kolay geçerler. İçgüdüselliğini reddeden alışveriş bağımlılıları hem yöneten, kontrol eden hemde kontrol edilen mağdur kişi rolündedirler.Çoğunlukla başkalarının yaşam gücüyle ayakta kalırlar ve küçük çaplı suçlara meyillidirler. Hafızaları, karar verme yetileri zayıflamıştır.

Alışveriş bağımlılığı süreci de diğer bağımlılıklarda da olduğu gibi planlama, edinme anı, keyif ve pişmanlık şeklinde gelişir.

Bağımlılarda genellikle siyah beyaz düşünme, sonuna kadar tüketme davranışı ailede maddi problemlere, iş hayatında zorluklara ve itibar kaybına neden olur. Evde bağımlı ebeveynlerin olması, ebeveynlerin yetişkin görünümlü çocuklar, çocukların da ebeveyn rolünde olması durumunu yaratır. İnkar etme , “Ailemin ihitiyaçlarını karşılıyorum” “İhtiyacı olanlar için yapıyorum” gibi içinde bulunulan durumu rasyonelize etme yoluna gidilir.

Alışveriş bağımlılığının ileri safhalarında boyun sırt ağrıları, baş ağrısı, dalgınlık, unutkanlık ya da alışveriş sırasında çarpıntı, sıcak basması, uykusuzluk, istenilen şeye ulaşılamadığında gerginlik, titreme görülebilir.

Alışveriş bağımlılığının ileri safhalarında başkalarının kaynaklarını kullanma, borçlanma, sadece davranışı besleyen kişilerle görüşme, düşünmemek için kendini sürekli meşgul tutma, yoğun intikam duygusu, depresif ruh hali, ortada bir sorun yokmuş gibi davranma, yüzleştirildiğinde kaçınma, üzerine alınmama, sorunun artışını izleme, delirme korkusu, zayıf sınırlar, diğerlerinin davranışlarına tolerans göstermeme, incitilmeye müsade etme, şikayet etme, suçlama,patolojik yalan söyleme, kendi yerini korumak için kontrol etme çabası ve karşılanmamış kişisel ihtiyaçlar sıklıkla görülür.

Alışveriş Bağımlılığının Çelişkisi

Dört tarafımız bizi satın almanın mutlu edeceğine fena halde ikna eden reklamlarla çevriliyken, politikacılar ekonomiyi canlandırmak için satın almamız gerektiğini söylerken ve biz de etrafımızdakiler neye sahipse aynılarına, belki de daha fazlasına sahip olmak için yanıp tutuşurken kaçınılmaz olarak tüketim bizim sosyal değerimizin bir ölçüsü haline geliyor. Tüketimin son yıllardaki hızlı artışına rağmen alışveriş bağımlılığı yani kompulsif satın alma davranışı yeni bir davranış bozukluğu değil, 19. yüzyıldan bu yana süregelmiş, fakat 20. yüzyılda ancak literature girebilmiş bir rahatsızlıktır.

Nedir, ne değildir? Arada bir ipin ucunu kaçırmakla alışveriş bağımlılığı arasındaki fark nedir?

Alışveriş bağımlılığı ihtiyacınız olan şeyleri almak ya da beğendiğiniz pahalı birşeyin en uygun fiyata nerde satıldığını araştırmak değildir. Diğer alışveriş davranışlarından farklı olarak, bağımlı kişiler hayatlarındaki problemlerden kaçmak için bir yol olarak alışverişi seçerler.

Bayılana kadar alışveriş yapanlar ve kredi kartlarının limitlerini zorlayanlarda büyük ihtimalle alışveriş bağımlılığı vardır. Alışveriş yaparlarsa daha iyi hissedeceklerine inanırlar, Fakat aksine kompulsif satın alma ve harcama genellikle bağımlıyı daha da kötü hissettirir.Alkol bağımlılığı, kumar bağımlılığı ve yeme bağımlılığıyla benzer özellikler ve davranış örüntüleri sergilerler.

Kompulsif (dürtüsel) alışveriş yapma ya da para harcama depresyon, kaygı bozukluğu, birikmiş ve ifade edilmemiş öfke ya da yalnızlık için dönemsel ve geçici ve aldatıcı bir rahatlama sağlayabilir. Fakat ne yazık ki alışveriş yapmak ve para harcamak kişiye, daha çok sevgi, sağlamlaşmış bir özgüven ve özsaygı kazandıramadığı gibi, yaralarımızın sarılmasını, pişmanlıklarımızın yok olmasını ya da günlük problemlerim çözümlemesi için de her hangi bir destek sağlayamaz. Pahalı hediyeler alarak önemsenmeyi sağlamak, eksiklerini kapamak, ön plana çıkmaya çalışmak insanları muhtaç, müteşekkür ve mahçup hissettirmeye yönelik yersiz çabalardır. Genellikle, bu tür duyguları daha şiddetlendirir, borç batağına, maddi, manevi krizlere sebep olur.

Alışveriş Bağımlılığı Ne Bakımdan Diğer Bağımlılıklara Benzer?

Alışveriş bağımlılığının diğer bağımlılıklarla pek çok ortak yanı var. Diğer bağımlılıklarda olduğu gibi alışveriş bağımlılığında da kişiler kendilerini harcamayla meşgul eder ve zamanlarını ve paralarını buna adarlar.Gerçekten para harcamayla, vitrinlere bakarak dolaşma arasındaki fark, bağımlı davranışın para harcama süreciyle zevk merkezine ulaşmasıdır.

Diğer bağımlılıklarda olduğu gibi alışveriş bağımlılığı da fazlasıyla ritüelleştirilmiş ve davranış örüntüsü alışverişle ilgili düşünme, planlama, alışveriş için yola çıkma ve alışveriş yapma şeklinde devam eder ve aşırı zevk veren, bilincini kaybettirecek derece yükselmiş bir tatmin haliyle devam eder ve kişi olumsuz duygulardan o süre içerisinde uzaklaşır ve rahatlar. Sonuç olarak, alışveriş bağımlısı kişi kendisi ile ilgili hayalkırıklığı yaşayarak çöküşe geçer ve rahatlamak için tekrar alışverişle ilgili düşünmeye ve plan yapmaya başlar. Aşırı harcama psikoaktif bir madde gibi bağımlılık oluşturarak fiziksel tolerans ve yoksunluk belirtileri gösterebilir.

Alışveriş bağımlıları dışarı çıkarlar ve sadece alırlar, ve geçici bir süre için modları yükselir (getting high) alma işlemi gerçekleşene kadar acele eder, panik olurlar, satın alırken de tıpkı bir uyuşturucu ya da alkol bağımlısı gibi kafayı bulurlar, çünkü beyin her bağımlılıkta aynı maddeyi salgılar. Dolayısıyla, bağımlı olunan yapılan hareket değil, salgılalanan maddeye ulaşma sürecidir. Bir çok alışveriş bağımlısı alışveriş atakları yaşar ve bazıları da özellikle belli şeyleri (ayakkabı, mutfak eşyaları…) alma konusunda takıntılıdır.

Alışveriş bağımlısı için bir şeye ulaşana kadar olan gerilimi, satın alındığındaki müthiş rahatlama ve haz alma duygusu takip eder. Bu döngü kumar bağımlısı kişilerin önemli bir bahis oynadıklarındaki durum gibidir. Hayattaki problemlerine alternative bir gerçeklik ve/ veya problem yaratırlar. Nasıl ki kumar bağımlısının heyecanı kazanmaktan çok bahis yaparken tetiklenirse, alışveriş bağımlısı da elde etme hissinden çok o sürece bağımlıdır.

Alışveriş bağımlıları aktif olarak ele geçirme hissini severler, fakat edindikten sonra satın aldıkları şeyin hiç bir önemi kalmaz. Kadınlar dolaplarına yeni elbiseler asar, etiketlerini bile çıkarmazlar, dokunmazlar. Erkekler ise CD’leri açılmamış bir şekilde bırakırlar, bazen hiç dinlemezler bile…Araştırmalar erkeklerin elektronik eşyalar, kitaplara harcama yaparken kadınların daha çok kıyafet, makyaj malzemeleri ve ev aksesuarlarına para harcadığını göstermektedir.

Kompulsif satın alma davranışında bulunanlar alışverişi, depresyon, kaygı, sıkıntı, kendiyle ilgili eleştirel düşüncelerin yarattığı utanç ve öfke gibi olumsuz duygulardan bir kaçış yöntemi olarak kullanır. Maalesef, bu kaçış kısa sürelidir. Satın alınan şeyler genelde kullanılmamış bir şekilde kenarda dururken, bağımlılılar bir sonraki harcama atağına planlamaya başlarlar. Çoğu tek başına alışveriş yapar. Genel olarak, başkalarıyla bu şekilde alışveriş yapmak kişilerde utanç duygusuna yol açabilir. Bazı tip kişilik bozukluklarında utanma ve vicdan duygusu gelişmediği için bu tür alışveriş bağımlıları alışveriş ataklarında yalnız olmayı tercih etmeyebilirler.

Araştırmalar, alışveriş bağımlılılarının dörtte üçünün davranışlarının sorun olduğunu ve maddi ve insan ilişkileri boyutunda sorunlara yol açtığını kabul ettiklerini gösteriyor.

Diğer bağımlılıklarda olduğu gibi alışveriş insanın stresle başa çıkabilmek için en temel yöntemidir.

Alışveriş Ataklarını Nasıl Önleriz?

Alışveriş bağımlılarının profesyonel yardım almaları ya da destek gruplarına katılmaları önerilir. Bağımlı davranışlar bir davranışsal problemler kümesi şeklindedir. Yani bağımlı olan kişinin başka bağımlılıkları ya da davranışsal veya kişilik bozuklukları olma olasılığı yüksektir.

*Satın alırken nakit para ya da hesap kartı kullanın

*Alışverişe çıkmadan önce bir liste yapın ve sadece listedekileri almaya çalışın

*Bir tane acil durumlar için kulanmak üzere saklayın ve diğer kredi kartlarınızı iptal ettirin veya yok edin.

*İndirim mesajları ve maillerinin size ulaşmasını engelleyin.

*Vitrinlere bakarak dolaşma işini dükkanlar kapalıyken yapın, eğer gündüz yapmak istiyorsanız cüzdanınızı evde bırakın.

*Telefonla katalog alışverişi, internet üzerinden sipariş veya televizyondaki alışveriş kanallarını kullanmayın.

*Alışveriş dürtüsü geldiğinde yürüyüşe çıkın ya da egzersiz yapın.

*Kontrolden çıkmış hissediyorsanız muhtemelen çıkmışsınızdır.Destek ve profesyonel yardım alın.

*Tedavi yöntemlerini psikologunuzla ya psikiyatristinizle mutlaka görüşün.

*Borçlarınızı düzenlemek için finansal rehberliğe de ihtiyaç duyabilirsiniz.

*Alışveriş kompulsif bir şekilde para harcamayan ve bizi durdurabilecek yakınlarımızla ve arkadaşlarımızla keyifli olabilir.

*Aynı zamanda kendimizi daha iyi hissetmek için boş zamanlarımızı daha farklı aktivitelerle de değerlendirebiliriz.

Farkında olsanız da olmasanız da, çevrenizde özellikle bu davranışınızı besleyen, onaylayan, zaaflarınızdan çıkar sağlayan kişiler vardır, sizi teşvik eden ya da benzer davranışlar sergileyen bu kişilerden uzak durun.

*Eğer seyahat ediyorsanız, arkadaşlarınızı veya akrabalarınızı ziyaret edecekseniz hediyeleri kolay açılamayacak şekilde paketlettirin ve bu görevin bittiğini kendinize hatırlatın. Unutmayın insanlar çeşitli nedenlerle bazen başkalarına alışveriş yaparken daha da savurgan olabilirler.

*Sevgi ve saygınızı başka şekillerde göstermeyi öğrenin. Hediyenin büyüklüğü sevginizin boyutunu gösteremediği gibi sizi de daha sevilen ve saygı duyulan biri yapamaz.Sizin değeriniz nelere sahip olduğunuz ya da olmadığınızla ölçülen bir şey olamaz.

TARİHTEN NOTLAR…

Tarihte bilinen en ünlü alışveriş bağımlılarının arasında Marie Antoinette, Jacqueline Kennedy, Prenses Diana ve Mary Todd Lincoln geliyor. Bir suikaste kurban giden Amerikan Başkanı John F. Kennedy’nin eşi olan Jacqueline Kennedy ve İngiliz kraliyet ailesinden Prens Charles’ın eşi olan Leydi Diana’nın bağımlı olduğu şeylerin başında kıyafet, ayakkabı, antika eşya ve sanat eserleri geliyordu. Yine eski ABD Başkanlan’ndan Abraham Lincoln’ün eşi Mary Todd Lincoln’de de tam bir eldiven takıntısı olduğu biliniyor.

Alışveriş bağımlısı mısınız?

Aşağıdaki testi çözerek alışveriş bağımlısı olup olmadığınızı öğrenebilirsiniz.

1- Kendimi mutsuz hissettiğimde genellikle alışveriş yaparım.
2- İhtiyacım olmayan şeyler için çok harcarım.
3- Harcamalarım son iki yılda arttı.
4- Dolabım hiç giymediğim eşyalarla dolu.
5- Alışveriş yaparken kontrolsüz davranırım ve çok fazla şey satın alırım.
6- Arkadaşlarıma ve aileme alışverişe ne kadar para harcadığım konusunda yalan söylerim.
7- Kredi kartı limitimi çoktan aşmış olmama rağmen, alışveriş yapmaya devam edebilirim.
8- Alışveriş yaptıktan sonra kendimi mutsuz hissederim.
9- Alışveriş alışkanlığım kişisel ilişkilerimde sorunlara neden oluyor.

Yukarıdaki şıklardan dördüne veya daha fazlasına cevabınız evetse,risk grubundasınız .Profesyonel bir yardım tavsiye ederiz.

POZİTİF PSİKOLOJİ NEDİR?

Pozitif psikoloji insan doğasında yanlış olan noktaları düzeltmekten ziyade olumlu olan özellikleri vurgulamayı ve kişinin hem topluma fayda sağlamasını hem de doyumlu bir hayat sürmesini amaçlar.

Bu alan psikolojinin her hangi bir alanına rakip olmayı ya da eleştiri getirmeyi hedeflemediği gibi, var olan sisteme katkıda bulunmaya çalışır. Bireyin güçlü yanları, yetenekleri, kişiliği ve olumlu özellikleri üzerine eğildiğimiz zaman çok daha verimli ve mutlu olmasına katkıda bulunuruz. Kişi de dünyaya o konuda en çok fayda sağlayabilecek şahıs olduğunu düşünerek kendini önemli ve mutlu hisseder. Bu etki sadece çok yetenekli ve yaratıcı kişiler için geçerli değildir. Herhangi bir insanın olumlu yönlerine eğildiğimizde de bir deha yaratmamız mümkündür.

Sanatçı kumaşı olan çocuklardan mühendis, mühendis olabilecek gençlerden doktor, doktor olacak gençlerden avukat yapmaya çalışan toplumlar pozitif psikolojiden faydalanabilirler. Bir diğer deyişle pozitif psikoloji, insan ziyan etmektense insanın kıymetini bilmek üzerine yoğunlaşır.

Son yıllarda artan ” kişisel koçluk” faaliyetleri pozitif psikolojinin uygulandığı alanların başındadır. Danışanın güçlü yanları üzerinde yoğunlaşarak kendisiyle barışması, güçlü özellikleri sayesinde hayata karşı daha olumlu yaklaşması sağlanır. Bugün bir kitapçıya gitseniz raflarda bulacağınız binlerce kişisel gelişim kitabı pozitif psikoloji ilkesine göre hazırlanmıştır. Bu kitaplarının bu denli popüler olmasında, bireyin olumlu yanlarını kullanarak hayatının anlamını bulmasına yardımcı olması yatmaktadır. Güçlü özelliklerine yoğunlaşan insan artık kendini değersiz, işe yaramaz değil; özgün ve becerikli hisseder.

Pozitif psikoloji çalışmaları insanın yalnızca yetenekli olduğu alandaki becerilerinin farkında olmasını sağlamakla yetinmez. Hepimizin insan olmaktan gelen bir takım ortak becerileri vardır. Strese karşı belirli düzeyde dayanıklı olmak, bazı hastalıklarla mücadele edebilmek, yeni bir ortama uyum sağlamak ve zaman içerisinde üzüntüyle baş edebilmek gibi. Hepimizde bu tip yaşam becerileri var olsa da, diğer sosyal etmenler sayesinde gelişebileceğini veya zayıflayabileceğim söyler.herkeste aynı derecede gelişmiş değildir.

Bazen stresle başa çıkmak için mücadele etmek yeterli olmayabilir. Dahası, stresli olduğumuz zamanlarda verdiğimiz tepkileri değiştirmek için çalışmak bazı kişilerde bu davranışın yerleşmesine sebep olabilir. Bireyin zayıf yönünü güçlendirmek için doğrudan müdahale etmektense, kendisini değerli ve becerikli hissetmesini sağlamak stresle başa çıkmasına etkili biçimde yardımcı olacaktır. Örneğin ölüme yaklaşan kanser hastalan üzerinde yapılan bir çalışmada hastaların yetenekleri keşfedilerek onların üzerine eğilmeleri sağlandığında, hastalıklarının eskiye kıyasla daha yavaş ilerlediği görülmüştür. Bu kişiler kendilerini ölmek üzere ve işe yaramaz kişiler olarak değil, yetenekli ve faydalı bireyler olarak hissettikleri için mücadele güçleri artmıştır.

Bu alan, psikolojinin hep insanların zayıf yönlerini güçlendirmek, hastalıklarını iyileştirmek ya da dezavantajlı grupların refahını artırmak için çalışan bir bilim olduğunu düşünenlerin tam tersine çalışmalar da yapıldığını kanıtlayan bir alandır.

 POZİTİF PSİKOTERAPİ

Pozitif Psikoterapi; insancıl, psikodinamik ve davranışçı terapinin sentezi olup çatışmaların, sorunların pozitif yönlerine ağırlık veren kültürlerarası bir yaklaşımdır. Pozitif Psikoterapi 1960’ların sonlarından başlayarak Prof. Nossrat Peseschkian ve çalışma arkadaşları tarafından Almanya’da geliştirilmiştir. Peseschkian, İran’da doğup büyümüş, tıp eğitimini Almanya’da aldıktan sonra bu ülkeye yerleşerek çalışmalarını burada sürdürmüştür. Peseschkian’ının yaşamındaki bu kültürel değişimler, Pozitif Psikoterapiyi geliştirirken onu kültürlerarası bir kuram geliştirmeye yönlendirmiştir.

Pozitif Psikoterapi; psikodinamik yaklaşımlar, varoluşçu-humanistik yaklaşımlar, davranışçı yaklaşımlar ve kültürel terapi yaklaşımları olmak üzere dört ana yaklaşımın etkileriyle ortaya çıkan bütüncül bir yaklaşımdır. Pozitif Psikoterapi bu teorilerin hepsinin bir tedavi planında organize edilmesini sağlamaktadır. Böylelikle Pozitif Psikoterapi danışanın gelişimini ve kaliteli yaşamasını desteklemek için kullanılacak uygun terapötik stratejilerin seçilebilmesi için bir alt yapı sunmaktadır.

Pozitif Psikoterapi’nin insana bakış açısı pozitiftir ve insanın dört temel kapasite ile gelişmeye müsait olduğuna inanır: fiziksel, zihinsel, sosyal ve manevi. Pozitif Psikoterapide ruhsal bozukluklar yeni ve olumlu bir şekilde yorumlanmaktadır.

Pozitif Psikoterapide temel amaç bireyin asıl kapasitelerini geliştirmesine yardımcı olmak ve günlük yaşamında dengeyi sağlamasına yardımcı olmaktır. Pozitif Psikoterapide danışan belirli bir terapi sürecinden geçtikten sonra, sonlandırmadan önce, hem kendisi hem de ailesi ve çevresi için kendi kendine yardım süreçlerini kullanmak konusunda cesaretlendirilir. Bu noktada kişi, danışan rolünü bırakır ve kendi kendine yardım için kullanabileceği olanakların farkına varır ve adeta kendi kendisinin terapisti olur.

Pozitif Psikoterapi orijinal bir yaklaşıma sahiptir: Hem terapist, hem de hasta tarafından kolaylıkla anlaşılabilmesi için günlük yaşamda kullanılan ifadelerden oluşan temel kavramları, söyleyişleri, hikayeleri kullanmaktadır.

Hikayeler, atasözleri ve farklı kültürlerin olaylarla nasıl başa çıktığı örnekleri yoluyla ifade edilen bilgelikler terapist ve hasta arasında aracı olarak kullanılır; çatışma çözümlemede fanteziyi kullanmaya cesaretlendirmede ve gelecek durumlar için hatırlatıcı yardım olarak kullanılır.

Pozitif Psikoterapinin yüksek oranda etkin olduğu yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Avrupa Psikoterapi Birliği tarafından psikoterapi metodu olarak onaylanmıştır.

Denge Modeli

İnsan yaşamını, insan varlığının 4 boyutu açısından kavramsallaştırılmıştır: Vücut/sağlık, İş/Başarı, İlişkiler ve gelecek /maneviyat. Çatışmalar ortaya çıktığında, problemle baş etmek için belli bir boyuta yönelme eğilimi gösterilir. Bazı bireyler ise fiziksel semptomlar geliştirerek tepki verirken, bazıları içe yönelir, bazıları sosyal etkileşimlerden kaçar ya da sosyal etkileşimler kurar ve bazıları fantezilere sığınır. Pozitif Psikoterapi kişinin bu dört alanda dengeli biçimde enerjisini ayırdığı takdirde optimum fonksiyonda bulunacağına inanır ve terapide bu denge durumunun oluşturulmasını hedefler.

 

İyimserlik ve Öğrenme :

İyimserlik ve ilham öğrenme ile bağlantılıdır.

 

“İyimserlik çaresizliğin antitezidir ve umut, sorumluluk ve hayata genel bir olumlu eğilimi vurgular.”   (Hoy, 2008)

 

 

Kaynaklar

Peterson, C, “Reclaiming Children and Youth”, Positive Psychology, Cilt 8, Sayi 2, s. 3-7,2009. Seligman, M. E. P. ve Csikszentmihalyi, M., “Positive psychology: An introduction”, American Psychologist, Cilt 55, Sayi 1, s. 5-14,2000. Sheldon, K. M. ve King, L” “Why positive psychology is necessary” American Psychologist, Cilt 56, Sayi 3, s. 216-217,2001.

Spiegel, D” Kraemer, H., Bloom, J” & Gottheil, E (1989). Effect of psychosocial treatment on survival of patients with metastatic breast cancer, [doi: 10.1016/S0140-6736(89)91551-1]. The Lancet, 334(8668), 888-891

 

 

 

ÖZET:

Bibliyoterapi, bireylere sorunlarını çözmede ya da kendilerini daha iyi tanıyıp anlamalarında kitaplardan yararlanma olarak tanımlanabilir. Kitapların psikolojik danışma sürecinde kullanılması oldukça eski bir geçmişe dayanır. Öyküyle okuyucunun kişiliği arasında dinamik bir ilişki kurulması ile başlayan bu süreç 3 evrede gerçekleşir. (1) Özdeşim ve yansıtma, (2)Arınma( katarsis), (3) içgörü ve bütünleşme. Bu evreler öncesinde uygulayıcılar için hazırlık ve kitap seçimi aşamaları yer alır. Kolay bir yöntem gibi algılanmasına karşın, bu yöntemi uygulayacak profesyonellerin bazı yeterliklere sahip olması, hangi amaçlarla nasıl uygulanacağını iyi bilmesi, sınırlılıkları dikkate alması gereklidir.

 

Bibliyoterapi; bireylere problemleri çözmede ya da kendilerini daha iyi tanıyıp anlamalarında edebi eserlerden yararlanmalarını sağlayan bir sürecin ya da etkinliğin düzenlenmesi olarak tanımlanabilir(Bodert;1980).

Kitap ile okuyucu arasındaki bu dinamik sürecin iyileştirici, geliştirici etkisinin keşfedilmesi, kitapların psikolojik danışma ve rehberlik alanında kullanımına dikkat çekmiştir.

Samuel Crothers’in, kitapların terapi amaçlı kullanımını bibliyoterapi olarak tanımladığı 1916 yılından bu yana, psikolojik danışmanlar, kitapları terapi aracı olarak kullanmaktadırlar(Akt. Jackson & Nelson 2002). Aslında bibliyoterapi çalışmalarına temel oluşturan, kitapların insanı iyileştirici özelliklerini vurgulayan ilk yaklaşım, Eski Yunan’da bir kütüphanenin girişinde, kapının üzerinde yazılı olan bir tümce ile özetlenmiştir: “İnsanın Ruhunun İyileştirildiği Yer”.

Tarihsel gelişim çizgisine bakıldığında, bibliyoterapi çalışmalarının sistematik olarak 1930’ larda kütüphaneciler tarafından yapıldığı görülür. Bu çalışmalar; kütüphanecilerin, insanların üzerinde iyileştirici etkileri olan kitapları belirleme ve listeleme çabaları; okuyuculara yararlanabilecekleri, potansiyel olarak iyileştirici (terapotik) bir güce sahip kabul edilen kitap listesini ortaya çıkarmaktaydı. Böylece kitaplar, sessiz ve adsız, alçakgönüllü birer psikolojik danışman gibi okuyucularına psikolojik yardım hizmeti sunma işlevini yerine getirmeye başladı.

Günümüzde bibliyoterapi, kitaplar aracılığı ile bireyin sorunlarını çözebilmesine yönelik bir yardım tekniği olarak kabul edilmiştir. Aslında karmaşık ve iddialı gibi görünmesine karşın “bibliyoterapi” oldukça yalın bir süreci ifade eder:edebi eserle okuyucunun kişiliği arasındaki dinamik bir ilişkinin kurulması. Bu ilişki bir ruh sağlığı profesyonelinin denetiminde kurulabildiğinde, okuyucu, duygusal sorunlarıyla yüz yüze gelebilir ve olumlu değişimler yaşayabilir.

Ancak, şunu da belirtmekte yarar var “sözcüğün içerisinde” “terapi” kavramının yer alması bu yaklaşımın yalnızca klinik bir uygulama olduğu izlenimini vermemelidir. Çünkü bibliyoterapi klinik bir yaklaşım olarak kullanılmakla birlikte, gelişimsel bir yaklaşım olarak da bireyin gelişim gereksinimlerini karşılamaya yönelik kullanılır.

Bibliyoterapi Süreci

Kitaplar,danışanlar için yalnızca dil gelişimi ve düşünsel güçlerini geliştirmeyi amaçlamakla kalmayıp, onların kişiliklerini biçimlendirebilmelerini, daha olumlu değerler kazanabilmelerini ve içinde yaşadıkları çevreye uyumlarını kolaylaştırmayı da sağlamaya çalışır. Ayrıca, öyküler yoluyla, toplumun ahlak kuralları, değerleri ve yaşam tarzları, genç kuşaklara aktarılabilir. Profesyoneller, kitapların davranışsal ve duygusal sorunların üstesinden gelebilmede etkili bir araç olarak kullanılabileceği konusunda hemfikirdirler. Ancak, bibliyoterapinin etkili bir teknik olarak kullanılabilmesi için uygulayıcının bu konuda bilgi ve beceri sahibi olması gereklidir. Çünkü “bireyi, doğru kitapla doğru zamanda buluşturmak” gerekli ama yeterli değildir. Bibliyoterapinin, uygun bir teknik olarak seçilip, doğru bir uygulama ile gerçekleştirilebilmesi, bu konuda bazı yeterlilikler gerektirir.

Bu yeterliklerin neler olduğu, bibliyoterapi süreci incelenerek açıklanabilir.

A. Hazırlık

Bu tekniği kullanacak olan uygulayıcının öncelikle, kişilik kuramlarını, insan gelişimini ve gelişim sürecine özgü özellikleri ve sorunlara yaklaşım yöntemlerini iyi bilmesi gereklidir. Birlikte çalıştığı bireyin gelişim görevlerini ve gereksinimlerini doğru değerlendirebilmesi, bu tekniği doğru uygulayabilmesinin ön koşullarından biridir.

Bireysel ya da grupla danışmada ya da grup rehberliği çalışmalarında kullanılacaksa, bireyin ya da grubun yapısı, özellikleri, ortak gereksinimleri dikkate alınmalı ve bibliyoterapi yönteminin ne derece uygun olduğu iyi değerlendirilmelidir. Kuşkusuz bu aşamada bibliyoterapinin hangi amaç/amaçlarla kullanılacağı belirlenmiş olmalıdır.

Psikolojik danışmanlar, bibliyoterapiyi aşağıdaki amaçlara yönelik olarak kullanabilirler (Pardeck & Pardeck, 1984; Öner, 1987; Jackson & Nelson, 2002; Forgan, 2002):

  • Kendini tanıma, kendini keşfetme ve kendini kabul etme
  • Daha olumlu bir benlik algısı geliştirme
  • Kendi sorunlarına benzersorunları başkalarının da yaşadığını görerek yalnız olmadığını duyumsama
  • Kendine ve başkalarına ilişkin farkındalık sağlama
  • Sorunlarına dair içgörü kazanma     
  • Bir sorunun farklı çözümyolları olduğunu görme
  • Sorunları tartışma ve çözüm bulma
  • Çevresini, toplumu ve dünyayı   tanıma
  • Yeni değerler ve tutumlar  geliştirme
  • Yaşamda anlamlar bulma, rol modelleri seçme
  • Stresle başa çıkma, duyguların  ifadesi ve katarsis
  • Başkaları ile empati kurma ve olaylara “öteki”nin gözünden bakma
  • Kalıp yargıların yumuşatılması
  • Farklı ve yeni durumlara uyum sağlama, uyum güçlüklerini aşma

Ruh sağlığı profesyoneli bu amaçlardan birini ya da birkaçını birden esas alabilir ve bu amaçlara uygun kitap seçebilir.

B. Kitap Seçimi

Bibliyoterapi sürecinin başarıyla işlemesinde bir diğer ön koşul psikolojik danışmanın uygun kitap seçimi konusunda yeterli olmasıdır. Kitap seçiminde göz önünde bulundurulması gerekli bazı ölçütler söz konusudur:

  • Seçilen kitap bireyin/grubun  gelişim düzeyine,
  • Okuma düzeyine,
  • İlgi düzeyine uygun olmalıdırDüzeylerinin üstünde bir kitabı kavramaları ve yararlanmaları güç olacağı gibi; düzeylerin altında bir kitabın seçilmesi ise, bireylerin ilgilerinin  kopmasına ya da kendilerini aşağılanmış hissetmelerine yol açabilir.
  • Kitabın niteliği ve edebi değeri dikkate alınmalıdır. Seçilen kitabın kapak düzeninden yazı      puntosuna, sayfa düzeninden basım kalitesine dek incelenmesi kadar kuşkusuz yazarı ve edebi değeri de sorgulanmalıdır.
  • Kitap, amaca uygun olmalıdır. Bibliyoterapi’de ulaşılmak istenen hedefe göre kitap seçilmelidir.

Kuşkusuz ki seçilen kitaptaki kahraman ya da diğer figürler bireyin/ bireylerin özdeşim yapabileceği özellikler taşımalıdır. Olumsuzların, umutsuzlukların vurgulandığı bireyin kendisine ve topluma zarar verici davranışlarda bulunduğu kahramanların yer aldığı öyküler kullanılmamalıdır.

C. Uygulama

Bibliyoterapi süreci, gerçekte “bireyi doğru kitapla doğru zamanda buluşturmak” la başlar. Bir diğer deyişle birey, seçilen kitabı okumaya başladığında terapi süreci başlamış olur. Özellikle çocuklarda ve gençlerde bu teknik kullanıldığında uygulama süreci şu biçimde gerçekleştirilebilir:

  1. Danışman, danışana seçilen   öyküyü/ masalı okur ve gerektiğinde belli aralarla onun duygularını ifade etmesine yönelik fırsatlar verir ( soru, yorum vb.)
  2. Birey / grup kitabı yalnız başlarına okuyup danışma oturumuna gelir ve öykü terapi sürecinde ele alınır.
  3. Öykünün bir kısmı birlikte  okunur kalan bölümünü birey / bireyler kendileri okumayı sürdürürler.

Hangi yöntemin uygulanacağına danışman, durumu inceleyerek karar verebilir. Okuma süreci başladığında bibliyoterapi süreci üç evreden geçerek tanımlanır (Pardeck & Pardeck, 1984; Öner, 1987; Eisenberg & Delaney, 1993).

Bu evreler aşağıda açıklandığı şekilde gerçekleştirilir:

1. Evre: Özdeşleşme ve Yansıtma

Kitapla birey buluşturulurken, birinci evre, okuyucunun öyküdeki kahramanın sorununu tanıyarak, kendi yaşamakta olduğu sorunla benzer ve farklı yönlerini bulup, onunla özdeşim kurabilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada danışmanın rolü, öykü kahramanının kişilik özelliklerinin tanınması ve kişilik dinamiklerinin işleyişi ile ilgili yorumlar yapabilmesinde bireye yardımcı olacak açıklamalar sunmasıdır. Ayrıca bireyin öyküdeki iletişim ağını tanımasına ve ilişkileri yorumlayabilmesine yardımcı olmaktır. Okuyucunun öyküden çıkardığı anlamı, kendi yaşamakta olduğu soruna uygulayabilmesi ve sorununa ilişkin farklı bir görüş kazanabilmesi için danışman bireye yardım eder, ipuçları verir, yönlendirir. Özetle bibliyoterapinin birinci evresi “özdeşleşme ve yansıtma” işlevinin sağlandığı evredir. Bu evre başarıldığı zaman, yani okuyucu öykü kahramanı ile özdeşim kurabildiği ve kendi sorunuyla ilgili bir yansıtma yapabildiği zaman, danışman yavaş yavaş bireyin kendi duygularını ortaya koyması için onu cesaretlendirir ve arınma evresine hazırlanmasına yardımcı olur.

2. Evre: Arınma (Katarsis)

Okur (danışan) hazır olduğunda, duygular ortaya çıkarılmaya çalışılarak onu rahatsız eden, bastırılan yaşantılarının ifade edilmesi, duygusal boşalmayla birlikte arınma ( katarsis) ile belirli bir rahatlamanın yaşanmasına yardımcı olunur. Birey yaşadığı bu rahatlama duygularını, bazen sözel olarak ifade edebilir, bazen de kendi içinde yaşayabilir. Bu evre, bibliyoterapiyi normal okuma sürecinden farklı kılar. Hem öykü kahramanının, hem de kendi duygularını tanımaya başlayıp adlandırmasıyla, birey unuttuğu, bastırdığı, tanıyamadığı, bir anlam veremediği birçok duyguyu yakalamaya, yaşamaya ve anlamaya başlar.

Duyguların ortaya çıkarılması ve arınma evresinde, bireyin öykü kahramanının hangi kişilik özellikleriyle özdeşim kurduğu ve bununla ilgili duygularının neler olduğu da ele alınmalıdır. Öykü kahramanının sorunu ve onun sorununa bakış açısı ile bireyin kendi sorununa yaklaşımını karşılaştırarak, bunlara eşlik eden duygular tanınmaya ve değerlendirilmeye çalışılmalıdır.

3. Evre: İçgörü ve bütünleşme

İlk iki evrenin ne kadar süreceği bireyin ve sorunun yapısına, danışma sürecinin dinamiklerine bağlı olarak değişir. Ancak, birey (danışan) sorunlarını kabul etme ve onlar üzerinde çalışıp nedenlerini anlamaya başladığında 3. evreye girilmiş olur. Bu evre, bibliyoterapinin son evresidir; bireyin kendi özelliklerine, yaşadıklarına, sorunlarına ilişkin bir içgörü kazanarak kendi içinde bir bütünlüğe ulaşabilmesi ile tamamlanır. Danışmanın yardımı ile içgörü kazanan birey, kendi yaratıcı gücünü kullanarak, öyküdekinden farklı, kendine uygun çözüm seçenekleri üretmeye başlar. Kendi iç güçlerini harekete geçirir, kendini algılayışı değişir, farkında olmadığı yönleri tanıyıp kabul etmesiyle bütünlük kazanır.

SONUÇ

Kişinin sorunlarını tanıyıp çözebilmesine bir yardım yaklaşımı olan bibliyoterapinin terapi sürecinde kullanım amacı; kitaplar, CD’ler ve DVD’ler aracılığı ile kişinin kendisini tanıyıp iç görü kazanabilmesine yardımcı olabilmektir.

Bu yolla, kişinin kendi kişiliğini tanıyabilmesine yardımcı olunarak, onun, gelişimine katkıda bulunulurken, aynı zamanda bu yolla, kişiler arasında farklı bir iletişim süreci de başlatılmış olmaktadır. Çünkü kişi duygusal sorunlarıyla yüz yüze gelebilir ve olumlu değişimler yaşayabilir. Ayrıca kişi yaşamla ve yaşamda karşılaşılan sorunlarla baş edebilmeyi öğrenirken, kazanılan farklı bakış açıları sayesinde kendi iç dünyasındaki zedelenmelerin nedenlerini bularak, yaşadığı zedelenmeleri kendi kendine onarmaya, okuduğu kitapların ve seyrettiği DVD’lerin rehberliğinde başlayabilir. Bazen de okunanlar, kişinin fark edemediği, adını koyamadığı, gereksinimlerin farkına varılmasını ve bunların karşılanabilmesinin yollarını keşfetmesine yardımcı da olabilir.

Örneğin, eski bir Hint öyküsü olan “Kör Adam ve Fil” öyküsü herkesin içinde bulunduğu dünyayı nasıl kendine göre algıladığını anlamasına yardımcı olan güzel bir öyküdür. Bu öyküde göremeyen bir grup insan, bir file dokunarak fili betimlemektedirler. Hepsinin tanımlaması birbirinden farklıdır. Çünkü kim filin bedeninin hangi bölgesine dokunursa o parçayı betimlemektedir. Kimine göre fil bir ağaç kütüğüdür, kimine göre ise bir hortumdur.

Sonuçta kişi bibliyoterapi çalışmalarıyla kendi yaşam öyküsünü yeniden yorumlayabilir, eksik bıraktığı yönlerini yakalayabilir, üzerinde değişiklikler yapma cesaretini gösterebilir ve okunan her öyküyle yeni ufuklara doğru yol alabilir. Bu nedenlerle kişiler daha çok okumalıdır, daha çok bilgilendirici CD ve DVD’ler izlemelidir. Çünkü acı çeken ve değişim isteyen her kişi, kendi öyküsünü yakalayabilir veya yaratabilir.

 

KAYNAKLAR

Bodert, J. (1980)” Bibliotherapy : The right book for the right person at the right andmore”. Top of the News, 36, 183–188

Borders, S. Ve P.O. Paiskey (1992) “Children’s literature as a resource for classroom

Guidance” Elementary School Guidance & Counseling, 27(2), 131–139

Eisenberg, S. Ve D.J.Delaney (1993) Psikolojik Danışma Süreci (Çev. N.Ören ve M.Takkaç) İstanbul: M.E. Basımevi

Forgan, J-W. (2002) “Using Bibliotherapy to Teach Problem Solving. Interventıon ın school and Clinic, V01.38,No: 2, 75–82

Gladding, S. Ve C. Gladding (1991)TheABC’s of biblioterapy for school counselors’ School Counselor,Vol. 39, Issue 1.

Gültekin, Z.(2006) Kapsamlı Gelişimsel Rehberlik Programları Yüksek Lisans dersi uygulamaları ( Ders Sorumlulusu: B.Yeşilyaprak)

Jackson, S.A. & K.W. Nelson (2002) “Use of Children’s Literature in a Comprehensine school Guidance Program for Young Children” Early Childhood Literacy: 2001 Yearbook

Pardeck, J.T. (1994) “ Using Literature to help adolescents cope with problems.” Adolescence, 29,421–427

Pardeck, J.A. ve Pardeck, J.T. (1985) “Bibliotherapy Using a Neo-Frendian Approach for children of Divorad Parents” The School Counselor, cilt 33, s.3: 313–317

Öner, U. (1987) “Bibliyoterapi “ A.Ü.E.B.F.Dergisi, cilt.20,s.1–2

 

SİNEMA RUHU İYİLEŞTİRİR!

Sinema terapi; sinemanın insan üzerinde oluşturduğu korku, heyecan, öfke,sevinç, coşku ve aşk gibi duyguların işlenmesine, analizine ve olumlu modelleme temellerine dayanan bir yöntemdir.

Hayatın koşuşturmacası içinde mola vermek, stresten kurtulmak ve eğlenmek amacıyla en sık başvurduğumuz kaynaklardan biridir filmler. Gittiğimiz bir filmde hüngür hüngür ağlar, başka bir filmde coşar,bir başkasında ise ikisini bir arada yaşayabiliriz. Bu sebeple sinema; insan yaşamına ve hayallerine ilişkin konuları ele alış şekli, kullanılan ses ve görüntü efektleri, oyuncuların duygulara olan hâkimiyeti, müziklerive daha birçok yaratıcı özellikleriyle seyirciler üzerinde önemli bir etkiye sahiptir.

Sinemanın bu etkisi psikoloji bilimi için yeni bir uygulama alanı oluşturmuş ve sinema terapi ortaya çıkmıştır.

Sinema Terapi Ne Demektir, Nasıl Bir Şeydir?

Sinema terapi; sinemanın insan üzerinde oluşturduğu korku, heyecan, öfke,sevinç, coşku ve aşk gibi duyguların işlenmesine, analizine ve olumlu modelleme temellerine dayanan bir yöntemdir. Bu yöntem ilk olarak, bir psikoloji profesörü olan Gary Solomon tarafından kullanılmıştır.

Solomon kitabında, 200 kadar filmin oyuncu kadrosunu, hikâyesini,terapide kullanılacak iyileştirici temaları ve yorumları birlikte ele almıştır. Sinema terapidaha sonra terapötik süreç esnasında da kullanılmaya başlanmıştır.

Sinema Terapi Nasıl Uygulanır?

Film toplu halde, terapistle birlikte ya da ev ödevi şeklinde verilerek terapi seansı dışında seyrettirilebilir. Filmin seyredilmesinden önce kişinin terapideki hedefler doğrultusunda uyarılması, ilgili bölümlere özellikle dikkat etmesi, filmi durdurarak not alması ve birden fazla kez seyretmesi istenebilir. Kişinin neleri, neden sevdiği ya da sevmediği ele alınır. Daha sonra terapist, film üzerinden başlayan yorumların, yardım alan kişinin gerçek hayatı ile bağlantılarının kurulmasında yardımcı olur.

Bir Film,Bazen Bir İlaç Kadar Tesirli Olabilir!

Sinema terapi hakkında kitabı bulunan psikiyatrist Dr. Fuat Ulus’a göre bir filmi seyrederken düşünce, his ve inançlarımız; projeksiyon denilen bir yansıtma mekanizmasıyla,filmdeki olay ve karakterlere ulaşmaktadır. Sonra filmdeki karakterlerle özdeşleşerek (identifikasyon) ya onları algılamakta ya da reddetmekte ve farkında olmadan karakterlerin yerine geçmekteyiz. Daha sonra introjeksiyon denilen bir başka bilinçdışı akım ile olayları kendi dünyamıza çekmekteyiz. Film bittiğinde ise öğrendiklerimizle öfkemiz, huzursuzluğumuz ve depresyonumuz da hafiflemeye başlamaktadır. Ulus, kaliteli bir psikoterapist elinde, filmlerin bir ilaç kadar tesir edebileceğini de öne sürmektedir.

 

Tarihçesi

Yöntem, ilk olarak Gary Solomon‘ın 1995 yılında yayınlanan ‘The Motion Picture Prescription: Watch This Movie and Call Me in the Morning: 200 Movies to help You Heal Life’s Problems’ adlı eseriyle öne sürülmüştür. College of Southern Nevada‘da psikoloji profesörü olan Solomon kitabında 200 kadar filmin oyuncu kadrosu, hikâyesi, terapide kullanılacak iyileştirici temaları ve yorumlarıyla birlikte ele almıştır.

Film terapisini terapi seanslarında ilk uygulayanlar ise ABD’li psikiyatrist çift David Cambronne ve Jan Hasley olmuştur.

Kullanımı

Uzman eşliğinde rahatsızlığın türüne göre seçilen film izlendikten sonra uzman, kişiyle film hakkında konuşmakta ve hikâye ve karakterlerin davranışlarıyla kişinin karşı karşıya kaldığı sorunların önce açığa çıkarılması sonra giderilmesi amaçlanmaktadır. Film veya kliplerini, depresyon, huzursuzluk, öfke, sinirlilik ve korku faktörlerinin iyileşiminde yardımcı metot olarak kullanılmaktadır.

Film/sinema terapisinde psikiyatristler, psikologlar, terapistler, akademisyenler, eğitimciler 8-12 kişilik hasta gruplarına onların ihtiyaçlarına göre örneğin ilişkilerindeki sorunları, bağımlılıkları veya yaşadıkları travmalarına yönelik temaları içeren filmleri seyrettirirler. Haftada bir gerçekleştirilen seanslarda katılımcıların gösterdikleri gelişmeler uzman tarafından kayıt altına alınır.

Film terapisi, bilişsel-davranışsal yaklaşımlar için destekleyici, tedaviyi destekleyici, hızlandırıcı bir araç olarak da kullanılmaktadır. Terapide hikâyeler, mitler, espriler ve rüyalara benzer şekilde kullanılabilen metaforlar olan filmler hastanın bilişsel (cognitive) yapısını anlamayı kolaylaştırmakta ve aynı zamanda izlediği filmdeki davranışa öykünerek tedaviye daha açık olmaktadır.

Konu hakkında bir de kitabı bulunan psikiyatrist Fuat Ulus’a göre filmi seyrederken düşünce, his ve inançlarımızın projeksiyon denilen bir yansıtma mekanizmasıyla filmdeki olay ve karakterlere ulaşmakta, karakterlerle özdeşleşerek (identifikasyon) ya algılamakta ya da reddetmekte ve farkında olmadan karakterlerin yerine geçmekte, daha sonra introjeksiyon denilen bir başka bilinç altı akım ile olayları kendi dünyamıza çekmekteyiz. Film bittiğinde ise öğrendiklerimizle öfke, huzursuzluğumuz ve depresyonumuz da hafiflemeye başlamaktadır. Ulus kaliteli bir psikolog elinde filmlerin bir ilaç kadar tesir edebileceğini de öne sürmektedir.

Bazı rahatsızlıklarda kullanılan filmlerden bazı örnekler:

  • Depresyon: Alone In The T-Shirt Zone  (1986)- Death In Small Doses (1995) – Eraserhead (1976) – Harold And Maude (1971) – King Of Marvin Gardens (1972) – The Last Picture Show Modern Times (1936) – Natural Enemies (1979) – Ordinary People Repulsion (1965) –  The Seventh Veil – The Shrike – Unstrung Heroes (1995) – The Wrong Man

 

  • İlişkilerdeki çatışmalar:The Accidental Tourist – Groundhog Day – He Said, She Said – Ordinary People – The Story of Us -The War of the Roses -Who’s Afraid of Virginia Woolf?

 

  • Eş seçimi:Forget Paris – Me, Myself and I – When Harry Met Sally

 

  • Öz saygı: Billy Elliot(2000) – Children of a Lesser God(1986) – Dead Poets Society (1989) – Erin Brockovich(2000) – Field of Dreams (1989) – The Full Monty (1997) – Gattaca (1997) –  Forrest Gump (1994) – My Left Foot(1989) – Rain Man (1988) – The Other Sister (1999) – The Paper (1994) – Parenthood (1989) – Places in the  Heart(1984) – Powder(1995) – Shawshank Redemption (1994) – Secrets and Lies(1996) – Shine (1996) – Sliding Doors (1998) – The Turning Point

 

  • Cesaret: Saving Private Ryan (1998) – Serving in Silence – The Shawshank Redemption – The Diary of Anne Frank (1959) -Forrest Gump

 

  • Yakınların Kaybı/Ölüm: Ghost-The Fisher King-What Dreams May Come-Dying Young-My Life – Flat Liners

 

Farklı ruhsal rahatsızlıklar için farklı filmleri öne çıkaran Solomon, örneğin Kramer Kramer’e Karşı adlı filmi boşanma sürecinde olan kimselere tavsiye ediyor.

Sineterapi mizahı da irrasyonel düşüncelerden ve davranışlardan uzaklaşma amacıyla kullanabiliyor. Komedi filmlerini izlemenin depresyon semptomlarını ve ağrı şikayetlerini azalttığını gösteren bulgular var.

Filmler politik pozisyonlarımızı, umutlarımızı ve insanlık yarışına karşı olan korkularımızı anlatır, asla mümkün olacağını düşünmediğimiz biçimlerde bize dokunurlar.Bunla da kalmayıp bize hayatta karşımıza çıkan olumlu ya da olumsuz deneyimlerle baş etme alternatifleri sunarlar.

Filmler izleyenlere umut aşılıyor. Bu şekilde psikoterapi oldukça yararlı bir hal alıyor,hasta sakin bir şekilde olaylara dışarıdan bakıp, olanları anlayabiliyor. Ve bunun için de kitap okumakta olduğu gibi ekstra bir konsantrasyon gerekmiyor. Tabii her film örnek alınacak nitelik taşımıyor ve çok az gerçeklik payı olabiliyor.

Sineterapinin psikiyatrik terapiye engel olmadığını ekleyen Solomon, insanların, kendi yaşadıkları problemleri bir aktör veya aktrisle özdeşleştirerek, içinde bulundukları “kendini inkar etme” sürecinden kurtulduklarını belirtiyor.

 

KAYNAKLAR :

  • Gary  Solomon, ‘Motion Picture Prescription: Watch This Movie and Call Me in the  Morning, Aslan Publishing, Santa Rosa Claifornia, 1995
  • John ve  Jan Hesley, Rent Two Films and Let’s Talk in the Morning: Using Popular Movies in Psycotherapy, New York: John Wiley & Sons, 1998
  • Glen ve  Krin Gabbard, Psychiatry and The Cinema, London, England: American  Psychiatric Press, 1999
  • Nancy Peske ve Beverly West, Cinematherapy: The Girl’s Guide to Movies for Every  Mood, New York: Dell, 1999
  • Glenn Gabbard, Psychoanalysis & Film. London, England: H. Karnac, 2001
  • Fuat   Ulus, Movie Therapy, Moving Therapy, Not Avail, 2003
  • Michael   A. Kalm, The Healing Movie Book – Precious Images: The Healing Use of Cinema  in Psychotherapy. Lulu Press, 2004
  • Danny   Wedding ve Mary Ann Boyd, Movies & Mental Illness: Using Films to  Understand Psychopathology, Ashland, OH: Hogrefe & Huber, 2005
  • Birgit   Wolz, E-Motion Picture Magic: A Movie Lover’s Guide to Healing and Transformation.      Centennial, Colorado: Glenbridge, 2005
  • David  Robinson, Reel Psychiatry: Movie Portrayals of Psychiatric Conditions .  Port Huron, Michigan: Rapid Psychler Press, 2005
  • Faruk   Gençöz (editör), Psinema: Sinemada Psikolojik Bozukluklar ve Sinematerapi. Ankara: Hekimler Yayın Birliği, 2007
  • Gençöz,      F., Aka, B.T. (2007) Sinema tadında psikoterapi: Sinematerapi. Bilim ve Teknik Dergisi, 40 (473), 58-61.
  • Gençöz,  F. (2006) Sinemada psikolojik bozukluklar: Psinema. Bilim ve Teknik  Dergisi, 39 (458), 82-86.
  •  Gençöz, F. (2008). Sinema Filmlerinde   İntihar: Araştırma, Eğitim ve Sinematerapi. Kriz Dergisi, 16(2), 1-9.
  • Gençöz   F. (2007). Sinema Filmlerinden Psikolojik Fayda Sağlamak. Güncel Psikoloji   ve Psikiyatri Dergisi, 3(Yaz), 52-56.
  • Gençöz,  F. (2007). Sinema, Duygular ve Sinematerapi. Popüler Bilim Dergisi, 163,  20-24.
  • Gençöz,  F. (2007). Psikoloji, Psikiyatri, Psikoterapi, Sinema: Psinema. Güncel   Psikoloji ve Psikiyatri Dergisi, 2(Bahar), 52-55

 

 

Farkındalık, kökenlerini Uzakdoğu’nun içgörü ve kişisel gelişim öğretilerinden alan bir zihin ve beden pratiğidir. Bu pratik dikkatin anlık yaşantılara odaklanmasına ve bu yaşantıların yargısızca gözlenmesine dayanır. Farkındalık pratiği sırasında düşünceler, duygular ve bedensel duyumlar anlık akışları içerisinde izlenir. 

“Farkındalık” tanımı psikoterapiye uyarlanırken modifiye edilmiş, daha sonra geniş bir fikir ve pratikler bütününü oluşturmuştur.

Farkındalık temelli terapiler, farkındalık düzeyini arttıran çeşitli terapi tekniklerinin ve alıştırmaların kullanıldığı bireysel veya grup terapi yaklaşımlarıdır.

Farkındalık temelli teknikler, şimdiki ana odaklanmayı, anlık yaşantıların gözlemlenmesi, bu yaşantılara yargısızca ve kabullenmeyle yaklaşılmasını amaçlayan alıştırma ve pratiklerden oluşmaktadır.

Bu terapilerde düşünce ve duygulara mesafe koymayı öğrenmek, önemli bir hedeftir. Duygu ve düşüncelere mesafe koymayı öğretmek amacıyla çeşitli metaforlar ve alıştırmalar kullanılmaktadır.

Farkındalık terapisinde geçmiş değil şimdi önemlidir. Bireyin edindiği ve kendisine mutsuzluk veren düşünce alışkanlıkları hedef alınmaktadır. Bunları değiştirmek için eğitici teknikler kullanılmaktadır.

Farkındalık ilk olarak yaklaşık 2500 yıl önce Pali dilinde ortaya çıkmış bir kavramdır. Farkındalık yani “Sati”, bu dilde anlık yaşantılara yöneltilmiş saf dikkat anlamına gelmektedir. Farkındalık Doğu öğretilerinde,  insanın yaşamın salt gerçekliğini görmesi, acıdan kurtulması ve mutlu olabilmesi için uyguladığı bir yöntem olarak önem taşımıştır.

Farkındalığın Batı kültüründe tanınmasını sağlayan Thich Nhat Hanh farkındalığı şöyle anlatmaktadır: 

    “Farkındalık günlük yaşantımızın her anında, yaşama derinden dokunmaktır. Farkında olmak, gerçekten hayatta olmak, var olmak, etrafınızdaki insanlarla ve yaptığınız şeylerle bir bütün olmak anlamına gelir.”    

 

Doğu öğretilerine göre, insanın çektiği acıların büyük bir bölümü insan zihnin koşullanmalarından kaynaklanır. İnsan zihni tüm yaşantıları ve olguları değerlendirmek, kıyaslamak, yorumlamak üzerine çalışır. Bazen yararlı olabilen bu işlevler, kimi durumlarda insan için üzüntü kaynağı haline gelir.

 

Örneğin, gelecek hafta yapacağınız sunum için bilgilerinizi gözden geçirmeniz ve planlama yapmanız yararlıdır. Ancak  başarısız olmaktan, sunumda anlatacaklarınızı unutmaktan, hatta sabah saati kurmayı unutup gecikeceğinizden endişelenmeye  başlarsanız kaygı düzeyiniz yükselecektir. Bu durumda, bilişsel bir kapasite olan gelecekteki eylemleri planlama becerisi, aleyhinize çalışmaya başlamıştır. Şimdiki andan uzaklaşırsınız ve “kötümser bir gelecek an” içerisinde yaşarsınız.

 

Farkındalık sizi şimdiki anınıza geri getiren araçtır. Farkındalığın ruh sağlığı açısından taşıdığı önem de işte buradan kaynaklanır. Psikolojik sorunların çoğunda, zihnin gelecekle ya da geçmişle aşırı olumsuz meşguliyet içerisinde olduğu görülür. Ya da zihin anlık yaşantılarla meşgul olsa bile, bu yaşantılara negatif ve yargılayıcı bir filtrenin ardından bakar. Farkındalık şimdiki ana dönmeye ve anın salt gerçekliğini görmeye yardımcı olur.

Farkındalık, yaklaşık 30 yıldır Psikoterapi içerisinde bir yöntem olarak kullanılmaktadır. İlk farkındalık terapisi uygulamasını gerçekleştiren J.Kabat-Zinn farkındalığı şöyle tanımlar. “Farkındalık; yargısız bir şekilde, şimdiki ana odaklanabilmek amacıyla, dikkatinizi toplayabilmektir.

 

Farkındalık şimdiki ana odaklanmakla ilgilidir.  Bu nedenle farkındalık herkesin içinde var olan bir kapasitedir. Dikkatini yargısız bir şekilde düşüncelerine, duygularına ve bedenine odaklayabilen herkes farkındalığı geliştirme potansiyeline sahiptir.

 

Farkındalık Temelli Terapiler

Farkındalık Temelli Terapiler, bir terapi yöntemi olarak farkındalığı kullanan yaklaşımlardır

Bu yaklaşımlarda farkındalığı arttıran çeşitli terapötik teknikler uygulanır. 

Farkındalık Terapilerinde, farkındalık eğitimi, psiko-eğitim, yaşantısal teknikler, metafor ve kognitif müdaheleler gibi terapi bileşenleri bulunur.

 

Farkındalık Terapisinin yararları şunlardır:

  • Olumlu duygularda artış
  • Olumsuz duygulara karşı tolerans kapasitesinin      yükselmesi
  • Tekrarlayan olumsuz düşüncelerin azalması
  • Fiziksel gerginliğin azalması
  • Uyku kalitesinde artış
  • Dikkati daha kolay yoğunlaştırma, konsantrasyonda      artış
  • Stres düzeyinde azalma
  • Bağışıklık sisteminin güçlenmesi

Farkındalık Terapisi aşağıdaki sorunlarda uygulanabilmektedir:

  • Depresyon
  • Panik Bozukluk
  • Yaygın Kaygı Bozukluğu
  • Obsesif Kompulsif Bozukluk
  • Sosyal Anksiyete Bozukluğu (Sosyal Fobi)
  • Alkol ve Madde Kötüye Kullanımı
  • Post Travmatik Stres Bozukluğu
  • Kronik Ağrı
  • Onkoloji’de Destekleyici Terapi
  • Sınır Kişilik Bozukluğu

 

Farkındalık Temelli Stres Azaltımı (Mindfulness Based Stress Reduction)

Farkındalık Temelli Stres Azaltımı, ilk olarak kronik ağrıdan kaynaklan strese yönelik olarak uygulanmıştır. Bu program Jon Kabat-Zinn tarafından geliştirilmiş ve ilk geliştirilme sürecinde kronik ağrı ve strese ilişkin bozukluklar hedef alınmıştır. Bu program 30 kişiye kadar çıkabilen gruplara 2-2,5 saatlik, 8-10 hafta süre ile yapılan dersler şeklindedir. Bu süre boyunca stres ve baş etme ile ilgili çalışmalar, ev ödevleri ve Farkındalık meditasyonu ile ilgili eğitim verilmekte ve pratik yapılmaktadır. Genelde 6. haftada  (7-8 saat süren) tüm günlük bir Farkındalık eğitimi gerçekleştirilir.

Diyalektik Davranış Terapisi (Dialectical Behavior Therapy)

Marsha Linehan tarafından geliştirilen Diyalektik Davranış Terapisi Sınır Kişilik Bozukluğu’na yönelik olarak geliştirilmiştir. Terapide, bilişsel ve davranışçı yöntemlerle birlikte uygulanan farkındalık temelli yöntemleri önemli bir yer tutmaktadır. DDT’de bireysel terapi ve grup terapisini içeren ve aşamalardan oluşan bir terapi planı uygulanmaktadır. Terapi süresince, “ne” becerileri ve “nasıl” becerileri olarak ayrılan farkındalık becerilerini arttıran pek çok terapötik yöntem kullanılmaktadır. Farkındalık temelli yöntemler, hem meditatif alıştırmalardan hemde günlük yaşamda farkındalık kapasitesini arttıran informel farkındalık alıştırmalarından meydana gelmektedir.

Farkındalık Temelli Bilişsel Terapi (Mindfulness Based Cognitive Therapy – MBCT)

Farkındalık Temelli Bilişsel Terapi Segal, Williams, ve Teasdale tarafından daha çok depresif nüksleri önlemek amacıyla geliştirilmiş bir Farkındalık Terapisidir. 8 haftalık bir grup çalışmasını içerir . Bilişsel terapinin ‘düşünceler gerçekler değildir’ ve ‘düşüncelerim ile ben aynı şey değilim’ gibi ifadelerini içeren ve kişinin düşüncelerine karşı bağımsızlaşmış ya da merkezsizleşmiş bir bakış geliştirmesini kolaylaştıran teknikleri içermektedir.

Kabullenme ve Kararlılık Terapisi (Acceptance and Commitment Therapy)

Steven Hayes tarafından geliştirilen Kabullenme ve Kararlılık Terapisi (ACT), davranışçı ve hümanistik yaklaşımları  farkındalıkla bütünleştiren bir terapi yaklaşımıdır. Bireysel olarak uygulanan terapide, farkındalığı  günlük yaşama adapte edilebilecek pek çok farklı alıştırma kullanılmaktadır. Adından da anlaşılabileceği gibi, ACT’de kabullenme özelliği daha fazla vurgulanmaktadır. ACT temel olarak İşlevsel Bağlamsalcılık (Functional Contextualism) ve İlişkisel Çerçeve Teorisine (Relational Frame Theory) dayanır.

 

 

KAYNAK: Kültegin Öğel- Farkındalık ve Kabullenme Temelli  Terapiler,HYB.

İNTERNET BAĞIMLILIĞI

Günümüzde  teknolojik gelişme ile beraber internet, cep telefonları, bilgisayar yaşamımızın vazgeçilmezleri arasına girmişlerdir.

İnternet iletişimi kolaylaştırarak ,sosyalleşmeyi arttırır gibi görünürken, iletişimin yakınlığını bozarak, iletişimin kalitesini düşürmekte ve sosyal izolasyona yol açabilmektedir.

İnternet bağımlılığı ilk kez 1995 yılında Goldberg tarafından patolojik kumar bozukluğuna benzetilerek tanımlanmıştır. Patolojik kumar model alındığında, patolojik internet kullanımı da bir tür dürtü kontrol bozukluğu olarak düşünülmektedir.

Sanal seks bağımlılığı, aşırı ve mantık dışı oyun tutkusu, sosyal iletişim sitelerinde aşırı zaman tüketimi, internet üzerinden dayanılmaz bir kumar oynama ya da alışveriş yapma isteği internet bağımlılığı sendromunun alt grupları olarak değerlendirilmektedir.

Internet bağımlılığı tanısını koymak için internet karşısında geçirilen zamandan ziyade, internette geçirilen sürenin iş, evlilik, okul hayatında sorunlar yaratması, depresyon, içe kapanıklık, anksiyete, kaygı ataklarını tetiklemesi önemlidir.

*Yanlışlığını bildiği halde internet tutkusunu frenleyememek,

* Giderek daha fazla zaman harcamak,

*Aile, eş ve arkadaşların ihmal edilmesi,

*Bilgisayardan ayrılınca sinirlilik, huzursuzluk, anksiyete, kaygı duygularının hissedilmesi,

*Bilgisayar başında tüm sorumlulukları unutarak, kendini dış dünyadan soyutlayarak kendini iyi hissetme hali,

*Yalan söyleme,

*Davranış kontrolünü yitirme söz konusuysa internet ve bilgisayar bağımlılığının patolojik sınıra kaydığını söyleyebiliriz.

İnternet bağımlılığı her yaşta ve cinsiyette görünen bir rahatsızlık olmasına rağmen diğer bağımlılıklara göre daha erken yaşlarda başlamaktadır. Özellikle 12-18 yaşları riskin en yüksek olduğu dönemler olarak görülmektedir.

Cinsiyetler arası farka bakıldığında ise internet bağımlılığının erkeklerde kızlara göre 2-3 kat fazla olduğu görülmektedir. Ayrıca erkekler ve kızlar arasında internette geçirilen zamanın içeriği açısında da bazı farklar vardır. Kızların daha çok okuyarak ya da chat programlarında sohbet ederek zaman geçirirken, erkeklerin spor ve şiddet oyunlarını tercih ettiği görülmektedir.

İnternet bağımlılığının toplumda görülme olasılığı %1.8′dir. Bu rakamlar bize internet bağımlılığının toplumda sık görülen ve tedavisi gerekli bir rahatsızlık olduğunu söylemektedir.

İnternet bağımlılığı adı altında pek çok bağımlılık türünden bahsetmek mümkündür.Örneğin;Telefonla konuşmak, SMS mesaj göndermek, İnternet, Bilgisayar, Playstation , İpod vb.

 

İnternet bağımlılığı anksiyete, depresyon, kaygı bozuklukları yaşayan kişilerde sıklıkla görülmekte olup, bu kişiler içsel dünyalarındaki sıkıntı verici düşünce ve kaygılarından uzaklaşmak için internetin sanal öğelerini kullanmaktadırlar.

Alkol, madde, sigara ve seks bağımlılarının yüzde ellisinden fazlasında internet bağımlılığı da gözlenmektedir.İnternet bağımlılığı saptanan hastaların yüzde sekseninden fazlasında zihinsel sağlık problemleri de gözlenmiştir.

İngiltere ve İrlanda’da yapılan bir araştırmada tüm internet kullanıcılarının yüzde 5-10’nda bağımlılık derecesinde patoloji saptanmıştır.Uzakdoğu Asya ülkeleri, internet bağımlılığının en sık rastlandığı ülkelerdir.Amerika ve Kanada’da boşanmayla sonuçlanan evliliklerin yüzde 30’nda, internet bağımlılığının etkisi olduğu saptanmıştır.

Dünya çapında internet bağımlılarının günde ortalama 8-9 saat, haftada en az 25-30 saat internette kaldıkları görülmektedir.

İnternette geçirilen zaman tek başına bir kriter olmasa da, bağımlı kullanıcılar haftada 40-80 saat arası, bir oturumda ise 20 saatin üzerinde internette zaman harcayabilmektedirler. Bu sebeple hem uykuya gereken zamanı ayıramamakta, hem de ertesi sabah iş/okul ile ilgili sorun yaşamaktadırlar.

Uç vakalar kafein tabletleri alarak uyku saatlerini internette geçirmektedirler. Bu durum ise immün sistem sorunlarına yol açarak hastalık riskini arttırmaktadır. Ek olarak bilgisayar ekranı başında hareketsiz geçirilen uzun saatler, göz sorunları, bel ağrısı, karpal tünel sendromu gibi bedensel sorunlara da sebep olmaktadır.

İnternet bağımlılığı, madde bağımlılığı ile karşılaştırıldığında ise benzer mesleki, ailevi ve akademik sorunlara yol açtığı görülecektir.

Patolojik internet kullanımında Young’un ‘’PİK Kriterleri” şöyledir:

-İnternet ile ilgili aşırı zihinsel uğraş. (Sürekli olarak interneti düşünme, internette yapılan aktivitelerin hayalini kurma, internette yapılması planlanan bir sonraki etkinliği düşünme vb.)

-İstenilen keyfi almak için giderek daha fazla oranda internet kullanma ihtiyacı duyma.

-İnternet kullanımını kontrol etme, azaltma ya da tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması.

-İnternet kullanımının azaltılması ya da tamamen kesilmesi durumunda huzursuzluk, çökkünlük ya da kızgınlık hissedilmesi.

       -Başlangıçta planlanandan daha uzun süre internette kalma.

-Aşırı internet kullanımı nedeniyle aile, okul, iş ve arkadaş çevresiyle sorunlar yaşama,eğitim ve kariyer  ile ilgili bir fırsatı tehlikeye atma ya da kaybetme.

-Başkalarına (aile, arkadaşlar, terapist vb.) internette kalma süresi ile ilgili yalan söyleme.

 

TEDAVİ

Bilgisayarı ve interneti tamamen yasaklamak çözüm değildir. Amaç kişinin bilgisayar ve internet kullanımını kontrol altında tutabilmeyi öğrenmesidir.

Diğer bağımlılıklarda olduğu gibi internet bağımlılığında da ailenin ve kişinin bilgilendirilmesi ve uyarılması bağımlılığın önlenmesinde önemlidir. Bu sebeple tüm ailenin tedaviye katılımı gerekmektedir.

Tedavide bütüncül psikoterapi kapsamında öncelikle bilişsel davranışçı terapiler uygulanmaktadır. Bilişsel davranışçı terapilerle istenen değişim sağlanamıyorsa altta daha derin dinamik etkenler olabilir ve daha derinlemesine çalışmalar için psikodinamik psikoterapiler uygulanabilir.

Tedavide esas amaç bir yandan kişinin internet kullanım sebeplerini ortaya çıkararak bu sebepler üzerinde çalışmak, bir yandan da kişinin hayatını programlamak ve internet başında geçireceği zamanı azaltmak için dışsal kontroller geliştirmektir.

TÜKENMİŞLİK SENDROMU (Burnout Syndrome)

İlk kez 1974 yılında Herbert Freudenberger tarafından tanımlanmış olan Tükenmişlik kavramı “uzun dönemli karşılanmamış iş stresi sonucu oluşan duygusal ve fiziksel enerji tükenmesiyle karakterize patolojik durum” olarak tanımlanmaktadır.

Tükenmişlik sendromu, kişinin bedensel ve ruhsal olarak zorlayan bir etkene uzun süre maruz kalması sonrası ortaya çıkan tükenme halidir. Tükenmişlik sendromu, özellikle iş stresinin yoğun olduğu ve iş yükünün sürekli yüksek olduğu yerlerde çalışanlarda olmak üzere günümüzde oldukça yaygın görülen bir sendromdur.

Çalışan kişilerin %80’i iş yaşamlarının bir noktasında bu durumla karşı karşıya kalabilmektedir. Ancak bu durum  genellikle yavaş yavaş gelişmektedir.

En çok doğrudan insana hizmet verilen meslek kollarında özellikle tıp doktoru, hemşire ve diş hekimi gibi sağlık çalışanlarında; öğretmenler, psikologlar ve çocuk bakıcılarında, ayrıca idarecilerde, sosyal çalışmacılarda ve atletlerde görülmektedir. Ayrıca kronik bir hastalığa sahip kişilere bakım veren hastabakıcıları da risk altındadır.

Özellikle yüksek derecede sorumluluk sahibi, işini hayatının merkezi haline getirmiş-kendisini işine adamış, kendisinden beklentileri fazla olan mükemmeliyetçi kişilik yapısına sahip kişiler özellikle risk grubundadırlar.

Tükenmişlik Sendromunu hazırlayan etmenler şunlardır:

* Aşırı iş yükü
* Zaman idaresinde zorluk
* Plansız-programsız çalışma koşulları
* Net hedefler olmadan aşırı çalışma
* Yeterli kaynak olmadan sorunları çözmeye çalışma (imkânsızı gerçekleştirme isteği)
* Kişisel değerler ile çalıştığı kurumun değerlerinin örtüşmemesi-kendinden ödün verme
* Görünmez tavana çarpma-ne kadar çalışırsa çalışsın bir türlü yükselememe

Bu sendrom, gönüllü sağlık çalışanları arasında ilk olarak görülen yorgunluk, hayal kırıklığı ve işi bırakma ile karakterize bir durumu tanımlamak için ortaya atılmıştır. Bugün bunlara dayanarak tükenmişlik sendromunun sağlık çalışanları arasında büyük bir sorun olduğu bilinmektedir. Bu sendroma ilişkin üç temel etmen tanımlamıştır;

1. Duygusal tükenmişlik,

2. Depersonalizasyon,

3. Bireysel beceride azalma.

Sıkça görülen diğer etmenler şunlardır:

1. Bu fenomen bireysel ya da kurumsal düzeyde oluşabilir.

2. İnsanın iç dünyası ile ilgili duyguları, amaçları, istekleri ve beklentileri etkileyen psikolojik bir deneyimdir.

3. Olumsuz bir deneyimdir ve sorunlar, baskı hissi, huzursuzluk ve işlev bozukluğu görülür.

Tükenmişlik sendromu fiziksel, duygusal ve zihinsel bulgu ve belirtiler içerir.

Fiziksel tükenmişlik belirtileri; kronik yorgunluk, güçsüzlük, enerji kaybı, yıpranma, hastalıklara daha hassas olma, sık baş ağrıları, bulantı, kas krampları, bel ağrısı, uyku bozuklukları gibi değişik sorun ve yakınmaları içerir.

Duygusal tükenmişlik bulguları; depresif duygulanım, desteksiz, güvensiz hissetme, ümitsizlik, evde gerilim ve tartışma artışı, kızgınlık, sabırsızlık, huzursuzluk gibi negatif duygulanımlarda artış, nezaket, saygı ve arkadaşlık gibi pozitif duygulanımlarda azalma içermektedir.

Zihinsel tükenmişlik bulguları doyumsuzluk, kendine, işine ve genel olarak yaşama karşı negatif tutumlar içerebilir. Sonuçta işi bırakma, savsaklama gibi davranışlar görülebilir.

Tükenmişlik sendromunun uzun dönem etkileri:

İş yaşamının erken dönemlerinde oluşan tükenmişlik sendromu, uzun dönemde sorun yaratmıyor gibi görünmekte ve sağlık çalışanları bu sendromdan kurtulabilmektedir. Ancak iş yaşamının sonraki dönemlerinde oluşursa ciddi uzun süren sorunlara yol açabilir. İlginç olarak tükenmişlik sendromundan kurtulmayı sağlayan etmenler aynı zamanda bu bozukluğa neden olabilmektedir. Bu etmenler arasında yeni iş ortamı, daha fazla özerklik, yönetim desteği ve işin ilginç olması sayılabilir.

Sıklık

Olgunun yaygınlığı hakkında kesin sayı vermek ve kestirimlerde bulunmak zordur, çünkü pek çok bireysel, çevresel ve yönetimsel koşulların etkileşimlerine bağlıdır. Ancak yine de doktorların %30 ile 40’ının iş performansını etkilediği ileri sürülmüştür.

Nedenleri

Yazarların çoğu tükenmişlik sendromunun gelişmesinde stresin bir biçimde anahtar rol oynadığını ileri sürmektedir. Bu olgu sağlık ile ilgili yardımcı mesleklerde çok yaygın görülmektedir. Bu mesleğe özgü olan ve tükenmişlik olgusunun ortaya çıkmasına neden olan bir çok etmen vardır. Ayrıca akut sıkıntıda olan hastaya yardımcı olamamak ve hastaların düzelmediğini izlemek önemli etmenlerdir. Kronik, çaresiz ve ölen hastalarla çalışmanın kendine özgü koşulları da tükenmişlik sendromuna neden olabilir. Bu koşullar kronik mental bozukluğu olan ve AİDS’li hastalarla çalışanlar için de geçerlidir.

TÜKENMİŞLİĞİN EVRELERİ
Tükenme dört evre ile tanımlanmıştır. Bu evrelendirme tükenmeyi anlamayı kolaylaştıran bir bakış açısı sağlamaktadır.

(Ancak aslında tükenme kişinin bir evreden diğerine geçtiği kesintili bir süreç değil, sürekli devam eden bir olgudur)

I. Evre:

Şevk ve Coşku Evresi (Enthusiasm): Bu evrede yüksek bir umutluluk, enerjide artma ve gerçekçi olmayan boyutlara varan mesleki beklentiler sergilenmektedir.

Kişi için mesleği her şeyin önündedir.

Uykusuzluğa,gergin çalışma ortamlarına,kendine ve yaşamın diğer yönlerine zamanını ve enerjisini ayıramayışına karşı üstün bir uyum sağlama çabasındadır.

II. Evre:

Durağanlaşma Evresi (Stagnation): Bu evrede artık istek ve umutlulukta bir azalma olur.

Mesleğini uygularken karşılaştığı güçlüklerden, daha önce umursamadığı ya da yadsıdığı bazı noktalardan giderek rahatsız olmaya başlamıştır.

Sorgulanmaya başlanan “işten başka bir şey yapmıyor olmak”tır.

Zira mesleği, kuramsal ve pratik tüm yönleri ile kişinin varoluşunu tamamen dolduramamıştır.

III. Evre:

Engellenme Evresi (Frustration): Başka insanlara yardım ve hizmet etmek için çalışmaya başlamış olan kişi, insanları, sistemi, olumsuz çalışma koşullarını değiştirmenin ne kadar zor olduğunu anlar.

Yoğun bir engellenmişlik duygusu yaşar.

Bu noktada 3 yoldan biri seçilmektedir.

  • Adaptif savunma ve başa çıkma stratejilerini harekete geçirme,
  • Maladaptif savunmalar
  • Başa çıkma stratejileri ile tükenmişliği ilerletme durumundan kendini çekme veya kaçınma

 IV. Evre:

  • Umursamazlık Evresi (Apathy): Bu evrede, çok derin duygusal kopma ya da kısırlaşma, derin bir inançsızlık ve umutsuzluk gözlenmektedir.
  • Mesleğini ekonomik ve sosyal güvence için sürdürmekte, ondan zevk almamaktadır.
  • Böyle bir durumda iş yaşamı kişi için bir doyum ve kendini gerçekleştirme alanı olmaktan çok uzak, kişiye ancak sıkıntı ve mutsuzluk veren bir alan olacaktı

 

 

            Çalışma   ortamı

Aşağıdaki çalışma ortamına ve yönetime ilişkin   etmenler strese neden olabilir:

1.   Aşırı iş yükü ve dinlenme zamanlarının az olması,

2.   Hastaların gereksinimlerinin finansal, bürokratik ve idari nedenlerden dolayı   karşılanamaması,

3.   Önderlerin yetersizliği, denetim yetersizliği ya da her ikisi,

4.   Yetersiz uzman eğitimi ve yönlendirme,

5.   Yaptığı işi kontrol etme ya da etkileme duygusundan yoksun olma,

6.   Çalışanlar arasında destek ve sosyal ilişkilerin olmaması,

7.   Aşırı zor ve yoğun hastalardan oluşan iş ortamı,

8.   Kağıt işi ve bürokratik işlerin çok zaman alması.

Kontrol kaybının özellikle önem taşıyan bir etmen olduğu görülmüştür. Araştırmalar devlet kurumlarında çalışanlarda, özel sektör çalışanlarına göre daha fazla hayal kırıklığı olduğunu göstermiştir. Sosyal desteğin eksikliği tükenmişlik sendromunun gelişmesini etkileyen etmenlerden biridir. Buna ek olarak organizasyon, gözlemcilerin tavrı ve ekip ilişkileri, iş tatmini üzerinde doğrudan etkileri olan etmenlerdir. Özellikle görüşlerin ifade edilebildiği bir ortam daha çok arzulanan bir durumdur, çalışanların arasında daha açık ve destekleyici ilişkiler kurulmasına neden olur, bu da kimlik belirsizliğini azaltır.

Bireysel etmenler

Bazı sağlık çalışanlarının kişisel özelliklerinin tükenmişlik sendromuna daha yatkın olduğu görülmüştür. Özellikle nevrotik anksiyete, gerçek dışı hedefler ve azalmış özsaygı bu bozukluğa yatkınlık oluşturmaktadır. Stres yanıtını etkileyen bir başka etken de duyarlılıktır. Ayrıca, bireyin kendi işi hakkında hissettiklerinin, dışardan görünen iş koşullardan daha önemli olduğu anlaşılmıştır.

Çözüm

Önlemek için bir kaç uygulama yöntemi tanımlanmıştır. Bu yöntemlerin oluşturulması için bir taraftan sağlık çalışanlarının günlük rutinini gözlemek, diğer taraftan da var olan tükenmişlik sendromu olguları için geliştirilmiş tedavi teknikleri incelenmiştir. Bu yöntemlerin çoğu stres ile mücadele alanında oluşturulmuştur.

Tükenmişlik sendromu için önlem alanları:

Bireysel olarak çalışanlar

Çalışma grubu

İşveren (organizasyon)

Tükenmişlik sendromu ile başedebilmek için strateji belirleme, planlama ve uygulama daha çok işveren ya da çalışma koşullarını belirleyenlerin kararlarına bağlıdır.

Bireysel ve grup olarak çalışanlar

Tükenmişlik sendromu ile başedebilme yöntemleri oluşturmak ve bunları yaşama geçirebilmek için bireysel kontrol olanakları çok önemlidir. İş ortamlarını kontrol etme olasılığının az olduğu yerlerde bireysel başetme yöntemleri öncelik kazanmaktadır.

Tükenmişlik sendromunu önlemek ya da iyileştirmek için takım çalışması oluşturmak bir başka yararlı yöntemdir. İşyerinde sosyal destek amaçlı gruplar kurmak ve toplantılar düzenlemek benzer koşullar altında çalışanların iş ortamlarının zorlukları ve stresle başetme yöntemleri hakkında karşılıklı fikir alıp vermelerini sağlamak için uygun bir ortam olabilir. Eğitim içerikli uygulamalar bireysel baş etme yöntemlerini geliştirmek amacı ile oluşturulmuş teknikler içermektedir. Stresi ve tükenmişliği kanalize etmek sıklıkla kas gevşetici egzersizler ile olanaklıdır. Gevşeme teknikleri özellikle bitkinlik hissini azaltarak hastalar ile olan ilişkilerin uyumlu olmasına yardımcı olur.

Organizasyon teknikleri

Organizasyon tekniklerini savunanlar, stres etmenlerin kişisel kontrol mekanizmalarından daha öte unsurlar içerdiğini ve yalnızca bireysel kontrol teknikleri ile sorunun aşılamayacağını öne sürmektedirler.

Organizasyon teknikleri üç temel ögeden oluşur:

1. İşin modifikasyonu: Aşırı yüklenme, boş oturma, belirsizlik ya da çatışmadan kaynaklanan stresin azaltılmasında en basit ve en etkili yöntemdir. Aynı zamanda iş ve çalışan arasında uyumun sağlanmasına yardımı olur.

Bireysel iş stresini azaltmak için işin yeniden yapılanmasına yönelik yöntemler:

* Zor işleri eşit olarak dağıtarak yükün aynı kişiler üzerinde birikmesini engellemek,

* Zor işlerin dönüşümlü olarak yapılmasını sağlamak,

* Gün içerisinde iş harici aktiviteler için zaman ayarlamak (örn.:okumak),

* Yarım gün çalışmayı desteklemek bu yöntemle insan kaynakları ve esneklik artar,

* Çalışanlara yeni programlar oluşturması için olanak tanımak.

2. Danışmanlık hizmetleri: Bu yöntem ile danışmanların öneri ve eleştirilere daha açık olması sağlanırken, çalışanların fikirlerine de önem verilmiş olur. Düzenli aralıklarla geri bildirim almak için anket düzenlemek yararlıdır.

3. Organizasyon olarak sorun çözme: Kalite gelişim programlarının bir amacı da iş ortamının doğru değerlendirilmesini ve sorunların ilk ortaya çıkış anında ele alınmasını sağlayacak kalıcı bir mekanizmanın oluşturulmasını sağlamaktır. Çalışanlarla sorun çözmeye yönelik toplantıların düzenlenmesi kimlik belirsizliğini ve iletişimsizlikten kaynaklanan çatışmaları engelleyebilir.

 

Kaynaklar

1- Badura B, Kickbusch. Health Promotion Research, WHO Publications No:37 1991.

2- Bertan M, Güler Ç. Halk Sağlığı Temel Bilgiler. Güneş Kitabevi 1995.

3- Baric L. Health Promotion and Health Education Handbook for Students and Practitioners.Barns Publications, First Edition 1996.

4- Fry LR. Prenatal Screening. Prim Care 2000; 27(1):55-69.

5- Miller KE, Zylstra RG, Standridge JB.The geriatric patient: a systemic approach to maintaning health. Am Fam Physician 2000; 61 (4): 1089-104.

6- Rick J, Briner RB. Psychosocial risk assessment: problems and prospects. Occup Med 2000; 50(5):310-4

 

Bağımlı kişilik bozukluğu, gerginlik ve korku hisleriyle karakterize olan, anksiyöz kişilik bozuklukları adındaki grup içinde yer alan bir rahatsızlıktır. Bağımlı kişilik bozukluğu karakteristikleri içinde umutsuzluk, başkalarına bağlı kalma, bakım ve ilgiye ihtiyaç duyma ve kendi başına kararlar alamama da yer almaktadır.

Bağımlı kişilik bozukluğu en sık rastlanan kişilik bozukluklarından biridir. Kadınlarda ve erkeklerde eşit olarak ortaya çıktığı gözlemlenmekte ve genellikle erken ya da orta yetişkinlik dönemlerinde kendisini belli etmektedir

Bu örüntü genç erişkinlik döneminde başlar ve değişik koşullar altında ortaya çıkar. Bağımlı davranışlar bakım almayı sağlamak üzere tasarlanır ve kişinin başkalarının yardımı olmadan kendi başına yeterince işlev göremeyeceğiyle ilgili benlik algısından kaynaklanır.

Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler başkalarına aşırı güvenme, dayanma ve teslimiyetçi bir davranış sergilerler. Bu kişilerin teslimiyetçi ve bağımlı olmalarının sebebi, başkalarının yardımı olmadan hiçbir şey yapamayacaklarına inanmalarıdır. Yalnız kalamazlar.

Bu kişilerde, depresyon, alkol veya madde kullanımı riski yüksektir, çünkü bağımlı oldukları kişi/kişiler hayatlarından çıktığında ya da bu kişiler eleştirel yaklaştıklarında tamamen reddedilmiş gibi hissettiklerinden boşluğa düşerler.
Birilerine bağımlı olmaya eğilimli olduklarından ve bağımlı oldukları kişi ile olan ilişkisinde en önemli faktör o kişinin kendisini bırakmaması olduğundan fiziksel, duygusal ve cinsel istismara maruz kalma riskleri çok fazladır. Bağımlı olduğu kşi tarafından terk edilmemek için her türlü acıya, aşağılanmaya katlanırlar. Kendilerine olan öz güvenleri düşük olduğundan bunu karşısındaki kişininki ile telafi etmeye çalışırlar. Bütün bunlardan dolayı her çeşit tavizi verebilirler. Bu kişiler bağımsız çalışacakları iş ortamlarında rahatsızlık yaşarlar ve başarısız olurlar. Sorumluluklardan kaçınırlar, ciddi karar vermeleri gereken durumlarda aşırı endişeli olurlar.

Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler, başkalarından bol miktarda öğüt ve destek almazlarsa gündelik kararlarını kendileri vermekte büyük güçlük çekerler. Bu kişiler edilgen olma eğilimindedirler ve yaşamlarının çoğu önemli alanında girişimde bulunmak ve sorumluluk almak için başkalarının ön ayak olmasını isterler.

Böyle bir bozukluğu olan kişiler nerede yaşayacakları, ne gibi bir işlerinin olması gerektiği hangi komşularıyla yakınlaşacakları gibi konularda karar vermede anne ya da babalarına ya da eşlerine bağımlıdırlar. Böyle bir bozukluğu olan ergenler ne giymeleri gerektiği kimlerle arkadaşlık etmeleri gerektiği boş zamanlarını nasıl değerlendirmeleri gerektiği ve hangi okula gidecekleri gibi konularda ana babalarının karar vermesini isterler. Sorumluluğu başkalarının alması gereksinmeleri, yaşlarına ya da durumlarına uygun olarak başkalarından yardım isteme isteğinin çok ötesindedir.

Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler desteklerini yitirecekleri ya da kabul görmeyecekleri korkusuyla bağımlı oldukları kişiler başta olmak üzere başkalarıyla aynı görüşü paylaşmadıklarını söylemekte çoğu zaman zorluk çekerler. Bu kişiler tek başlarına işlev göremeyeceklerine öylesine inanmışlardır ki yol göstericiliklerine gereksindikleri kişilerin yardımlarını yitirmektense yanlış olduğuna inandıkları şeylere katılmayı yeğlerler. Kendilerinden uzaklaştıracakları korkusuyla, desteklerine ve bakım vermelerine gereksindikleri kişilere yeterince kızgınlık gösteremezler. Kişinin katılmadığını ifade etmesinin sonuçlarıyla ilgili kaygıları gerçekçiyse (istismar eden eşin kötü bir biçimde karşılık vereceğine ilişkin gerçekçi korkular gibi ) bu davranış bağımlı kişilik bozukluğunun bir kanıtı olarak düşünülmemelidir.

Böyle bozukluğu olan kişilerin tasarıları başlatma ya da kendi başlarına iş yapma zorlukları vardır. Kendileri güvenleri yoktur ve işleri başlatmaları ya da sürdürmeleri için yardıma gereksinmelerinin olduğuna inanırlar. İşleri başlatmak için başkalarını beklerler çünkü bir kural olarak başkalarının kendilerinden daha iyi yapacağına inanırlar. Bu kişiler kendi başlarına işlev göremeyeceklerine inanırlar ve kendilerini beceriksiz olarak sunarlar ve sürekli yardıma gereksinirler. Bununla birlikte başka birinin denetim verdiğine ve başka biri tarafından kabul gördüklerine ilişkin güvence alırlarsa yeterince işlev görebilirler. Daha yeterli biri olmak ya da daha yeterli biri gibi görünmekten de korkarlar. Sorunlarının ele alınmasıyla ilgili olarak başkalarına güvendikleri için bağımsız yaşama becerilerini geliştiremezler kalmamak için önemli buldukları kişilerin peşlerine takılırlar.

Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler yakın bir ilişkileri sonlandığında( sevgiliden ayrılma, bakım verenin ölümü gibi ) bir bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka bir ilişki arayışı içine girerler. Yakın bir ilişkileri olmadığında işlev göremeyeceklerine ilişkin inançları bu kişilerin çok kısa bir süre içinde başka birine gelişi güzel bağlanmalarına yol açar. Kendi kendilerine bakma durumunda bırakılacakları korkuları üzerine gerçekçi olmayan bir biçimde kafa yorarlar. Kendilerini, önemli diğer kişinin öğütlerine ve yardımına öylesine bağımlı olarak görürler ki bu korkularını haklı çıkaracak bir zemin olmasa bile bu kişi tarafından terkedilecek olma ile ilgili olarak kaygı duyarlar. Bu ölçütün karşılanabildiğini düşünebilmek olabilirler.için bu korkular aşırı ve gerçekdışı olmalıdır.

Psikoterapi bu hastalar için tercih edilen tedavi yöntemidir ve Psikoterapi ile hastanın yavaş yavaş kendi yaşamlarını etkileyen kararlar almaları sağlanabilir. Sonuçlar genelde uzun süreli tedavi sonucunda gerçekleşir. Başlangıçta bu hastalar tedavisi kolay gibi görünebilirler çünkü bu kişiler ilgili, işbirliği yapan ve minnettar davranan kişilerdir. Tedaviye harfi harfine uyarlar ve doktorun söylediği her şeyi yaparlar. Fakat bir süre sonra hastanın sadece terapiste yada tedaviye bağımlılık geliştirdiği ve her hangi bir şekilde sorumluluk almaya yanaşmadığı görülür. Bu nedenle kişinin tedavi sırasında daha aktif olması gerekir. Bu değişim oldukça zordur ve bağımsız olmanın getireceği tehlikeler ile ilgili fantaziler geliştirmesine yol açabilir.

Bağımlı kişilik bozukluğunun tedavisi genellikle başarılıdır. İç-görü oryante terapi, davranışlarının geçmişini anlamasını sağlar ve terapistin desteği ile hastalar terapi öncesinden daha fazla bağımsız, güçlü ve kendine güvenli hale gelirler.

“Obsesif kompülsif kişilik” kullandığımız kelimelerden de anlaşılacağı üzere, bir hastalık değil, bir kişilik türüdür. “Mükemmeliyetçi” kişilik olarak Türkçe’ye çevrilebilir.

Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu (OKKB) son yıllarda batı kültüründe özelllikle erkekler arasında görülmektedir. Bu kişilik biçiminin, ayrıntılara dikkat, disiplinli olma, duygusal kontrol, azim ve nezaket gibi özellikleri toplum tarafından hoş karşılanır. Bununla birlikte bazı kişilerde bu özellikler katılık, mükemmeliyetçilik, kuralcılık, kararsızlık gibi uç noktalara ulaşır ve işlevsel olmayan bir bozukluk haline gelerek bireye ve çevresindekilere sıkıntı yaşatır hale gelir.

Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu olan kişiler esneklikten yoksun, yetkinci (mükemmeliyetçi) kişilerdir. Yaşamlarının bütün alanlarında bir düzenin ve denetimin olmasına gereksinirler. Ayrıntılara takılıp kalmaktan ötürü işlerini bitiremeyebilirler. İlişkileri çoğu zaman çok soğuk ve katıdır, yakınlık kurmakta zorlanırlar. Günlük yaşamın olağan akışını bozan her şey onlarda büyük bir kaygı uyandırır. Çoğu kişilik bozukluğu olan kişiden değişik olarak obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu olan kişiler kendi belirtilerini tanırlar ve bunların yarattığı sıkıntıyı kabul ederler. Bu kişilerin kullandıkları savunma düzenekleri karşıt tepki kurma (reaksiyon formasyon), yalıtma (izolasyon) ve yapma bozmadır (undoing). Karşıt tepki kuran kişi, tam ters bir tutum takınarak kabul etmediği duygularını yadsımış olur. Yalıtma, kabul edilebilir olmayan duygu ve düşüncelerin buna eşlik eden duygulanımdan intrapsişik olarak ayrılmasıdır, ardından yaşanan bu duygular bastırılır. Yapma bozma savunma düzeneğini kullanan kişiler, kabul edilebilir olmayan düşünce, duygu ya da eylemlerini geçersizleştirmek, olumsuzlamak için özel birtakım simgesel davranışlar geliştirirler.

Obsesif kompülsif “kişilik” sahibi olanların en önemli özelliği kusursuzluk peşinde koşmalarıdır. Kılı kırık yaran insanlardır.Kusura tahammül edemedikleri için, son derece ayrıntıcıdırlar. Ağaca bakarken ormanı görmeyen kişiler bunlardır.Kurallara oldukça bağlıdırlar.Esnek tutum sergileyemezler. Düşünce yapıları katıdır. Tutucudurlar.Duygusal kabızlık çekerler. Duygularını bastırır, kendi kendilerine bile itiraf etmezler.Her şeyde hata bulurlar. Bol bol eleştirirler, çevrelerindeki insanlara karşı yargılayıcı ve suçlayıcı tutum takınırlar.Öte yandan obsesif kompülsif “kişiliği” olanlar, dürüsttürler. Hatta hastalık derecesinde dürüsttürler. Yargılayıcı ve eleştirici tutumlarına bir de duygusal kabızlıkları eklenince, insanları kırarlar, ama:-”Ben sadece doğruları söylüyorum,” deyip insanların neden kırıldıklarına anlam veremezler. Sadece doğruları söylediklerini iddia ederken samimidirler. İnsanları kırmak gibi bir niyetleri yoktur. Sadece herkes mükemmel olmalıdır!

Bu kişiler çalışma tutkunudurlar.Yaptıkları işi çok iyi yaparlar. “Şişirmek” tabiatlarında yoktur.Hata yapma endişesi yüzünden işleri uzar durur. Ancak kararsız olduklarından inisiyatif alamazlar. Çok iyi “ikinci adam” olurlar. Özel hayatları düzenlidir.

Ayırıcı tanısının yapılması gereken başlıca durum obsesif-kompulsif bozukluktur, obsesif-kompulsif bozuklukta belirtiler çok daha belirgindir.

Bu bir kişilik sorunu olduğu için mutlaka bir psikiyatri uzmanından yardım alınmalıdır. Uzman kişinin aşırı hassas olduğu konuları normalleştirme konusunda yardımcı olur. Bu kişilerde korkular, depresyon, kaygı bozukluğu gibi ruhsal sorunlar da sıkça görülür.