Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

 
Tarihçe
8 bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ilk ıslah etmesiyle bira yapımı başladı.
6 bin yıl önce Sümerler, Godin Tepelerinde (Batı İran ve Anadolu) bira ve şarap içiyorlardı. Paleolitik çağda fermente edilmiş meyve, tahıl ve baldan alkol yapılıyordu.
Metanol, Yunanca Methy ve Sanskritçe Madhu kelimelerinden gelir ve bal, sarhoş eden madde anlamına gelir.
Alkol kelimesi Arapçadan gelmektedir.
Distilasyon, İS 8. yy’da Arabistan’da başlamıştır.

Alkolizmin Kliniği

 
Alkolizm, davranışsal bir bozukluktur.
Tekrarlayıcı olarak fazla miktarlarda alınan alkole bağlı problemler gelişmesi anlamına gelir.
Alkolik, kötü sonuçlar doğurmasına rağmen, kompulsif bir biçimde alkol içmeye devam eder.
Alkolizmde, alkol alımının sınırlanması ile ilgili kontrol kaybolmuştur.

İnsanlar neden içiyorlar?

 
– Zevk almak
– Duygudurumu düzeltmek
– Stresle başa çıkmak
– Alkol içme arzusu (craving, aş erme)

Alkoliğin hayatı

 
İçenlerle arkadaşlık eder, evlenir
İçmek için her zaman neden vardır: mutluluk, neşesizlik, gerginlik vs
İçme fırsatları sonsuzdur: maç, av, parti, tatil, doğum günü vs
Alkolizm ilerledikçe problemler artar, yalnız içmeye başlar, gizlice içer, şişeleri saklar, durumun ciddiyetini saklamaya çalışır
Suçluluk duygusu gelişir, suçluluk ve pişmanlık duygularını bastırmak için daha çok içmeye ve sabahları kalkınca içmeye başlar.

Alkolizmde kısır döngü

 
Suçluluk ve anksiyete nedeniyle daha çok alkol alır, alkol aldıkça anksiyete ve depresyon derinleşir ve şu belirtiler ortaya çıkar: Uyku kalitesinde bozulma, gece uyanmalar, depresif duygudurumu, huzursuzluk ve sıkıntı hisleri, panik nöbetleri, göğüs ağrısı, çarpıntı, nefes almada zorluk

Alkolizmde fiziksel bulgular

– Arkus senilis: gözün kornea tabakasında yağ halkası
– Acne rosecea : kırmızı burun
– Palmar eritem: avuç içinde kırmızılık
– Asteriksis: Elde flapping tremor (büyük amplitüdlü titreme)
– Sigara yanıkları: parmak, göğüs vs’de
– Morarıklıklar (düşme ve çarpmalara bağlı)
– Hepatomegali (karaciğer büyümesi), karın ağrısı
– Spider anjioma
– Periferik nöropati (el ve ayaklarda his kusurları, uyuşma vs)
– Kan tetkiklerinde anormallikler: GGT, MCV, AST, ALT, ürik asit, trigliseritler, üre yükselir.

Doğal gidiş, cinsiyet farkı

 
Erkeklerde daha erken başlar (20 civarı), sinsi gidişlidir, 30 yaşından önce problemleri farketmek zordur. 45 yaşından sonra başlama nadirdir.
Kadınlarda başlangıç daha geç olur, depresyon daha sıktır.

Alkolizm tipleri

 
Gamma tipi alkolizm: Çok aşırı miktarda alkolün aralıksız biçimde alındığı epizotların yaşandığı, ama aralarda alkol alınmayan dönemlerin olduğu alkolizm tipi. Örneğin kişi günler boyunca sızıncaya kadar alkol alıp ayılır ayılmaz içmeye devam eder. Sağlık durumu nedeniyle içemez hale gelince birkaç gün hasta yatar, daha sonra 1-2 hafta alkol almaz ve sonra herşey yeniden başlar. Bu kişilerde temel problem alkol alımı ile ilgili kontrol kaybıdır, yasal ve sosyal problemler ön plandadır. Bunun tersine “Fransız tipi alkolizm”de kişi sürekli olarak fazla ama aşırı olmayan miktarlarda alkol alır, alkol kullanımı bir hayat tarzı haline gelmiştir. Herhangi bir nedenle alkol içmeyi durdururlarsa alkol yoksunluğuna girebilirler. Uzun vadede sağlık problemleri ortaya çıkar.

Tip A-B ya da 1-2: Erken yaşlarda başlayan, ailede alkolizm öyküsünün varolduğu, antisosyal kişilik bozukluğu ile birlikte sık görülen kötü gidişli alkolizm ve daha geç yaşta başlayan, aile öyküsünün olmadığı, daha çok depresyonun eşlik ettiği, daha iyi gidişli alkolizm tipi.

Komplikasyonlar (alkolizmin sonuçları)

 

Sosyal:
-Boşanma, terkedilme
-İş sorunları, devamsızlık
-Ev-iş-trafik kazaları
-Adli problemler

Tıbbi:

 1.Akut sorunlar  2.Kronik sorunlar  3.Yoksunluk belirtileri
Karaciğer harabiyeti, kardiyomiyopati (kalp büyümesi), anemi (kansızlık), yüksek tansiyon, trombositopeni (pıhtılaşma sağlayan hücrelerde azalma), miyopati (kas yıkımı), kanser, teratojenite (anne karnındaki bebekte anormallikler), pankreatit (pankreas iltahabı), pnömoni (zatüre), merkezi sinir sistemi bozuklukları (retrobulbar nörit,Wernike-Korsakoff Sendromu ve bunaması, serebeller atrofi)

Alkol Yoksunluğu belirtileri

 
Otonomik hiperaktivite (terleme, nabız 100’ün üstünde)
titreme
uykusuzluk
bulantı ve kusma
geçici halusinasyon ve ilüzyonlar: alkolü bıraktıktan sonra 1-2 gün içinde görülür.
psikomotor ajitasyon
anksiyete
grand mal konvülzyonlar (epileptik nöbetler): alkolü bıraktıktan sonra 2 gün içinde görülür.

Deliryum tremens:
Uzun süre fazla miktarda alkol alan kişilerde alkolü kestikten 2-3 gün sonra ortaya çıkabilen, ölüm riski taşıyan bir tablodur.
Bilinç ve konsantrasyon bozukluğu, görsel halusinasyonlar (gerçekte var olmayan şeylerin görülmesi), bulunduğu zamanı ve yeri karıştırma ile kendini belli eder, hızlı başlayıp dalgalı bir seyir gösterir.

En sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklar

 
– Majör Depresyon: Alkol bağımlılarının %30-50’sinde görülür
– Anksiyete bozuklukları: %30 sıklıktadır. Erkeklerde sosyal fobi, Kadınlarda agorofobi sıktır.
– İki uçlu duygudurum bozukluğu (manik depresif b)
– Diğer madde bağımlılıkları: başta sigara olmak üzere esrar vs.
– Kişilik Bozuklukları: antisosyal ve sınırda kişilik bozuklukları.

Alkolizm tedavisi

Alkolikler tedavi için başvurduklarında genellikle ‘dibe vurmuşlardır’ yani sağlık, aile, meslek, sosyal yaşam vb yönlerden büyük kayıplara uğramış ve çaresiz duruma düşmüşlerdir. Bu hale düşmeden pek çok alkolik bu zevki terketmeye yanaşmaz, ya da buna karar verse de kolayca vaz geçer. Önemli olan bu denli kayba uğramadan bu kısır döngüyü durdurmaktır. Bu nedenle kişinin alkolik olduğu yani alkol karşısında zayıf, hatta alkolün esiri olduğunu farkedip kabullenmesi düzelmenin başlangıç noktasını oluşturur. Erken dönemdeki alkoliklerin bu gerçeği farketmeleri için “motive edici görüşmeler” yapılır.

* Alkolizm tedavisi yoksunluk belirtileri kalktıktan sonra başlar

* Hedef ayıklıktır (sobriety): Eşlik eden psikiyatrik bozuklukların ayırıcı tanısı ve tedavisi için de bu önemlidir.

* Ekip tedavisi gerekir

* Tedavi hastanın ihtiyaçlarına göre seçilmelidir.

* Tedaviden sonra uzun süreli izlem gereklidir. Kişi uzun süre hastanede kalsa bile daha sonra izlenmezse alkole dönmesi kolaydır. Düzenli aralıklarla görüşmelere ya da kendine yardım gruplarına katılmalıdır.

* Nüksler (tekrarlamalar) ilk 6 ayda en sıktır.

İlaç tedavileri

* Disulfiram (Antabus)

* Antidipsojenikler:

Naltraxone, Acomprasate

* Seratonerjik antidpresanlar

* Lityum

Psikoterapi

* Sıcak ama biraz otoriter bir yaklaşım gereklidir.

* Adsız Alkolikler gibi kendine yardım grupları tedaviye entegre edilmelidir.

* Davranışçı-kognitif tedaviler iyi sonuç verir.

* Eğitimsel faaliyetler tedavinin önemli bir parçasıdır.

* Psikoterapilerde iç görü üzerinde yoğunlaşılmamalıdır. Psikanaliz gibi bu türdeki terapiler alkol kullanımını daha da arttırabilir.

* Hastanın içinde bulunduğu aile ele alınmalıdır, çünkü alkolizm bir “Aile Hastalığı”dır.

ALKOLİZM ve Tedavisi

Alkol bağımlılığı, sigaradan sonra toplumda en yaygın görülen psikoaktif madde bağımlılığıdır.

Alkol tüketimi ve içme örüntüsü çok çeşitlilik göstermektedir. Sosyal kullanımdan, zararlı kullanım ve bağımlılığa kadar giden bir süreç izlenir. Kullanılan alkol miktarı ve sıklığı arttıkça, bununla ilişkili tıbbi ve psikolojik sorunlar da artmaktadır. Tüketilen alkol miktarı ile ilişkili olarak, kan alkol düzeyi yükselmektedir.

 Kan alkol düzeyi yükseldikçe ortaya çıkan tablo ağırlaşmakta, giderek koma ve ölüm görülebilmektedir. Bu nedenle alkol kullanım sorunu olmayan kişilerin de alkol tüketim miktarlarının kontrollü olması önemlidir.

Alkol kullanım bozukluklarında ülser gibi çeşitli mide barsak hastalıklarına; karaciğerde yağlanmadan, siroza kadar önemli karaciğer hasarına; gıda ile alınan birçok besinin emilimini bozarak, beslenme bozukluklarına; kalp ve damar hastalıklarına ve nörolojik hastalıklara rastlanmaktadır.

Aynı zamanda depresyon, kaygı bozuklukları, psikotik bozukluklar sık görülür. İntihar oranları daha yükselmektedir. Alkol bağımlılığında aynı zamanda aile içi sorunlar, çalışma hayatında ortaya çıkan problemler, çeşitli yasal sorunlar ve toplumsal yaşamın etkilenmesi görülür.

Tıbbi ve sosyal birçok sorunun yaşanmasına karşın, alkol kullanımının devam etmesi bağımlılığın tanınmasında önemli bir ipucudur. Alkol kullanım sorunu olan kişiler, böyle bir sorunları olduğunu kabul etmekte zorlanırlar. Aile içinde, işte, sağlıkları ile ilişkili ve toplumsal hayatta çeşitli sorunlar yaşansa dahi, bu sorunlarla alkol kullanımları arasında bir bağlantı kurmazlar.

Bu sorunların kaynağının alkol dışı nedenler olduğunu düşünürler. Alkol kullanımı ve ortaya çıkan olumsuz sonuçlar arasında bu bağlantıyı kurmadıkları için tedaviye başvurmak için de bir nedenleri bulunmaz. Bu noktada aile üyeleri ve çevrelerindeki kişiler sorunun kaynağı ile bağı kurmalarında önemli bir rol üstlenebilirler.

 Alkol kullanımının bir sorun olduğu farkedildiği zaman yapılacak en doğru işlem tedavi kurumları ile ilişki kurmaktır. Alkol bağımlılık yapan bir madde olduğu için, kesildiği zaman yoksunluk belirtileri ortaya çıkar. Çoğunlukla hafif yoksunluk belirtileri ortaya çıksa dahi, şiddetli yoksunluk bulguları da gözlenebilmektedir. Hatta bazı yoksunluk tabloları uygun tıbbi tedaviden yararlanılmazsa, ölümle sonuçlanabilir.

Tedavinin ilk aşaması alkolün vücuttan arınması olan detoksifikasyon tedavisidir. Bu tıbbi bir tedavidir. Detoksifikasyon, yoksunluk belirtilerinin şiddetine göre, ayaktan veya yatarak yapılabilir. Çoğunlukla bir hafta – 10 gün içinde detoksifikasyon tamamlanır.

Detoksifikasyon tamamlandıktan sonra, alkol bağımlısı için tedavinin uzun süreli bölümü olan psikososyal tedavi bölümü başlar. Burada yeniden kullanımın önlenmesi, riskli durumların tespiti, alkolsüz yaşamın inşası için değişimin sağlanması önemlidir. Ailenin tedaviye katılımı, tedavi başarısını artırmaktadır.

Bağımlılık düzelebilen bir hastalıktır. Bağımlı olan kişi, bu davranışını değiştirmeye hazır olduğu zaman uygun yaklaşımlarla başarılı bir şekilde tedavi edilebilir.

En önemli çağdaş tedavi yaklaşımı alkol ile ilişkili kendisinin ve çevresinin gördüğü zararı azaltmaktır. Bu nedenle alkol tüketimi ile ilişkili sorunu olduğunu düşünen kişilerin bir tedavi kurumuna başvurması, zararlı kullanım ve bağımlılık gibi sorunun tanımlanması ve uygun müdahalelerin yapılmasına olanak tanıyacaktır.

GENÇLİK: DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK

Yaşamın en önemli dönüm noktalarından biridir gençlik. En zorlu dönemlerinden olduğunu da söyleyebiliriz. Tüm çocukluk yaşantılarının yeniden gözden geçirildiği, doğa tarafından tüm eski yaşantılara ait yaraların onarımı, eksiklerin giderilebilmesi için yeni bir şansın sunulduğu, uygun olmayan yaşam koşullarında ise yeni yaralanmalara, kırılmalara en duyarlı olunan bir dönem.

Gençlik boyunca hızlı fizik, psikolojik, sosyal değişiklikler ortaya çıkar. Deneylerin yapıldığı, idealizm, çatışma ve belirsizliğin olduğu, kimlik duygusunun ve ayrılma ve bireyleşmenin gerçekleştirildiği dönemdir. Bu süreçte gencin başarmak zorunda olduğu birçok gelişimsel görev söz konusudur:

  • Ebeveynden ve diğer erişkinlerden belli ölçüde bağımsızlaşmanın başarılması gerekir.
  • Her iki cinsiyetten yaşıtlarıyla yeni ve daha olgun ilişkilerin başarılması gerekir.
  • Ergenlikle gelen değişikliklerin kabullenilmesi gerekir.
  • Temel eğitimsel süreçlerin tamamlanması gerekir.
  • Çeşitli hobilerin keşfedilmesi gerekir.
  • Sosyal olarak kabul görecek davranışların benimsenmesi gerekir.
  • Kişisel olarak önemli olan değer ve inançlarla özdeşimin gerçekleşmesi gerekir.
  • Belli ölçüde ekonomik bağımsızlığın kazanılması gerekir.

Toplumun araç-gereç dünyası ile iyi bir ilişkinin kurulması ve ergenlik çağının gelmesi ile çocukluk dönemi sona erer, gençlik çağı başlar.

Gençlik dönemi üç değişik bakış açısı ile değerlendirilebilir:

  • Psikoseksüel
  • Bilişsel 
  • Psikososyal

Psikoseksüel bakış açısıyla ergenlik;

  • Dürtüler yoğunlaşır.
  • Cinsellik ve sağlıklı agresyon erişkin olgunluğuna dönüşmede yaşamsal bir etki oluşturur.

Ergenlikte bilişsel gelişim;

  • Erişkinlik öncesindeki değişim açısından çok önemli bir güç oluşturur.
  • Ergenlik yıllarında soyut düşünme kapasitesi bakımından çok büyük bir genişleme, neden sonuç ilişkisi kurabilme, yargılama ve sentez yeteneği gelişir.
  • Erken ergenlik dönemiyle beraber genç, somut nesnelerin manipüle edilmesine bağlı olmadan düşünceleri manipüle edebilmekte olduğunu kavrıyor.
  • Soyut teorileri ve kavramları anlamaya başlıyor ve gelecekle ilgili ideal projeler oluşturabilme becerisine ulaşıyor.

Psikososyal bakış açısına göre ergenlik;

  • Gencin genetik olarak getirdikleri, toplumsal girdileri ve yaşam deneyimleri yeniden düzenlenir.
  • Bu yapıların tümü üzerinde tek, kişisel bir yapı oluşturmak üzere, yani ego kimliğini oluşturmak üzere yeniden çalışır genç.
  • Bu çalışma “kimlik bunalımı” (identity crisis) olarak adlandırılır.

Ergenlikte ruhsal-sosyal gelişim ve ergenin duygu ve davranışına yansımaları

Ergenliğin başlangıcı biyolojik bir olayla veya buna öncülük eden belirtilerle kendini gösterir. Ancak bitişini bu şekilde bir biyolojik karşılıkla belirleyemeyiz.  Buluğa erme fizik cinsel olgunlaşma ve eşlik eden fizik üreme yeteneğidir ve ergenlik boyunca sürecek bir dönemi harekete geçirir. Ergenlik deneyimleme-pratik yapma, böylece yeniden düzenleme dönemidir. Genç geçmiş psikolojik gelişimini bugün içinde bulunduğu fizik cinsel olgunluk düzleminde yeniden gözden geçirir, yeniden şekillendirir, geçmişi ve bugünkü deneyimlerini bütünleştirir ve böylece psikolojik yapısı erişkin yaşamda da kendine yetecek, kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak yeni bir şekle kavuşmuş olur. Dönemin sonunda genç biyolojik ve toplumsal üreticilik yeteneğini kazanmış olur. Bu süreci yaşarken kimi zaman duraksamalar, sanki genç her şeyi askıya almış, durdurmuş gibi görüntüler karşımıza çıkabilir. Zaten bu nedenle dönem bir “moratoryum” dönemi olarak da adlandırılır. Yoğun sıkıntı ve çatışmaların eşlik etmediği günler-haftalarla sınırlı böyle durumlarda hemen endişeye kapılmak yersizdir. Bir çocuk veya gencin kişiliğinin şekillenmesinin hangi doğrultuda gittiğini tahmin etmek ve sürecin sağlıklı veya sorunlu olduğuna karar verebilmek için davranışlarının en az altı aylık bir zaman diliminde değerlendirilmesi gerekir. Gelip geçici dalgalanmalar henüz psikolojik olgunluğa erişmemiş, ruhsal yapılarını güçlendirme çalışmalarını tamamlamamış olan gençlerde dinlenme, ara verme, ilerleyici adımlardan önce mola alma dönemleri olarak ele alınabilir. Aslında zamanını boş geçiriyormuş gibi görünen genç, iç dünyasında geçmişini gözden geçirip, kendini tanıma, isteklerini anlama, kendini diğerlerinden ayırma, kendi olabilme, kendine özgü yollar bulma çalışması yapmaktadır. Birçok alanda kendini tanıma çabası, sonuçta kim olduğunu, neler yapmak istediğini, yetenek ve sınırlılıklarını, düşünce ve inançlarını, değer yargılarını belirlemesini ve hedeflerini oluşturmasını sağlar.

Kimlik duygusunun kazanılması

Kişinin toplumsal yerini, mesleksel konumunu ve cinsel kimliğini tanımaya, yerine oturtmaya çalıştığı bir dönemdir gençlik ve bu çabaya “kimlik bunalımı” denir. Dönem boyunca genç “ben kimim?” sorusunun yanıtını arar. Nasıl göründüğünü, nasıl bir insan olduğunu, başkalarının gözünde ve kendi gözünde nasıl algılandığını araştırır durur. Bedeninde ortaya çıkan hızlı büyüme ve değişiklikler ona artık bir erişkin görünümü kazandırmıştır. Başlangıçta vücudunda ortaya çıkan bu değişikliklere uyum sağlamak, ayak uydurmak zorundadır. Erkek çocuk kalınlaşan sesine, kız çocuk yeni büyüyen göğüslerine alışmaya çalışır. Hatta göğüslerini saklamak için kambur duran genç kızları hepimiz görmüşüzdür. Öyle enerjiktir ki genç, dürtüler öyle yoğunlaşmıştır ki, bir ilkokul çocuğunda alıştığımız hızlı uyum gösterme, boyun eğme özelliklerini onda görmemiz zorlaşır. Hızla öfkelenir. Yeni büyüyen bedeninde yeni ortaya çıkan duygularla tanışmakta, kendi cinselliğinin farkına varmaktadır. Böyle olunca önceki dönemdeki gibi kendi duygularının üstünü örtmesi artık mümkün değildir. Kendini keşfetme, kim olduğunu anlama ve bağımsızlaşabilme adımlarını hızla atmaya başlaması bu dönemin normal özelliklerinin başlamış olduğunu bize gösterir.

Dönemin başında ortaya çıkan fizyolojik değişiklikler, örneğin hormon salınımındaki hızlanma, gencin enerjisinin artması, kendi cinselliğini duyumsaması gibi yaşa özgü görüntülere neden olur ve aynı nedenle gençlerin öfkelenmeleri de kolaylaşmıştır. Bu artan enerji ve coşkusallık erişkin olgunluğuna dönüşmede yaşamsal bir etki oluşturur.

Ergenlik yıllarında zihinsel kapasitede de belirgin bir artış olur. Soyut kavramları anlayabilme neden sonuç ilişkisi kurabilme, yargılama ve sentez yeteneği gelişir. Düşünme yeteneğinin sınırları büyük ölçüde genişlemiştir. Bu yeni durum kimlik duygusunu geliştirebilmesi için uygun bir alt yapıyı gence sağlar. Kimlik duygusunun kazanılması sürecinde; geçmişte yaşanılmış olan çatışmalar yeniden yaşanır. Bu dönemde kendine göre ne olduğu ve ne olacağı ile, başkalarına göre kendisinin  ne olduğu sorularına yanıt arar. Kimlik duygusunun üç öğesi; cinsel, toplumsal, mesleksel kimliktir. Dönem boyunca dürtüler yoğunlaşır, genç  bir kız ya da erkek olarak nasıl göründüğünü, nasıl hissedip, nasıl davranması gerektiğini anlamaya, kısacası kendi cinselliğini tanımaya çalışır. Benzer şekilde toplum içindeki yerini, arkadaşlar arasında üstleneceği rolleri, sosyal becerilerini, başkaları tarafından nasıl görünüp toplum içinde nasıl bir yer bulabildiğini anlama çabasındadır. Belli bir mesleğe yönelme kimlik duygusunun önemli bir öğesidir. Kimlik duygusunun gelişimi, tüm ruhsal yapıların yeniden şekillenmesi, çocuğun zihninde bölük pörçük duran duyguların ve düşüncelerin bütünleştirilerek daha sağlam bir yapıya dönüştürülmesi anlamına gelir. Dönemin oldukça uzun bir çalışma gerektirdiğini unutmamak gerekir. Bu sağlam yapı oluşana dek genç oldukça kırılgan, hassas bir dönemden geçer. Kendisine olan ilgisi artmıştır, benmerkezcidir. Sürekli kendisi ile meşguldür. Aynanın karşısından ayrılmaz. Gözünü, kaşını, ağzını, burnunu, vücudunun nasıl göründüğünü inceler durur. Beğenmediği bir yanını gördüğünde telaşa kapılır. Tek tek saptadığı olumsuzlukları genelleştirir. Böyle anlarda olumlular geçerliliğini kaybeder. Bir anda yetersizlik duygusu ortaya çıkabilir. Yüzündeki bir tane sivilce nedeniyle dünyanın sonu gelmiş duygusuna kapılabilir. Beden görünümünü, beden sınırlarını keşfetmeye çalışmanın yanı sıra, genç düşünce ve duygularını da anlamaya çalışır. Beğenilerini, eğilimlerini, yetenek ve sınırlılıklarını anlayabilmesi için, arkadaşlarının olduğu ortamlarda kendini sınaması gerekir. Bu durum hem akademik alanda, hem de sosyal alanda kendi yeterliliğini anlamaya çalışması anlamına gelir. Nasıl konuştuğu, elini kolunu nasıl koyacağı, duygularını nasıl ifade edeceği, kendi düşüncelerini nasıl savunacağını düşünüp durur. Aynı zamanda nasıl göründüğünü de dert eder. Başkaları, özellikle arkadaşları onu nasıl görmektedir? Yeterince beğenilip onay görmekte midir,  sevilip aranmakta mıdır? Arkadaşlarının arasında grup içinde kendini göstermek, sesini duyurmak, önemsenmek gereksinimi vardır. Hangi rolde iyi ve yeterli, hangi rollerde sınırlı olduğunu belirleme çabaları içindedir. Bu saptamalar onu kimi zaman yüreklendirir, isteğini arttırır, kimi zaman da vazgeçmeye, geri durmaya iter. Böylece genç kendi sınırlarını keşfeder ve gerçekçi hedeflere yönelebilir. Bu hedefler mesleki olanları içerdiği kadar, yaşamın bütün diğer alanlarını da içermelidir. Okul yaşantısı boyunca başarısız olmuş, çalışma ve üretmenin tadını yakalayamamış, hiçbir mesleki amaç geliştirememiş bir gencin durumu ne kadar kaygı vericiyse, tüm gençliğini ders çalışarak geçirmiş, yaşıtları arasında az çok bir yer bulamamış, toplumsal sosyal alanlarda kendi rolünü ve yerini saptayamamış bir gencin durumu da, okulda çok başarılı olsa da kaygılanmamızı gerektirebilir.  “Kimlik bunalımı” her gencin değişik yoğunlukta yaşadığı doğal bir süreçtir. Bu süreç boyunca duygu ve davranışlarında değişiklikler göze çarpar, iç dünyasında yürütmekte olduğu çalışmaların dışa vurumudur bu değişiklikler. Eskisine göre daha hırçın, daha alıngandır. Arkadaşlarına yönelmiştir. Kendisiyle ve arkadaşlarıyla aşırı meşgul olması, dışardan bakıldığında bencilleştiği düşüncesini doğurabilir.  Anne babalar çocuklarını “bizden uzaklaştın, aklın hep başka yerlerde, evde yeterince sorumluluk almıyorsun,……” şeklindeki cümlelerle eleştirebilirler. Çocuklarının günün modasına uymaya çalışması, erişkinlerin hiç de beğenmeyeceği bir giyim tarzı ve saç stilini benimsemesi, gürültülü müzikler dinlemesini aileler yadırgayabilir. Hatta endişeye kapılabilirler. Oysa bu görüntüler dönemin normal özellikleridir. Dönem boyunca çocuğumuzun duygularında önceden kestiremeyeceğimiz hızlı dalgalanmaların olduğunu görebiliriz. Birkaç dakika önce neşeyle etrafta dolaşırken, bir arkadaşı ile yaşadığı ufak bir sorunun ardından tümüyle karamsar, üzüntülü, sinirli bir görüntü verebilir. Duyarlıdır. Bir öğretmeninin bir sözünden kendini aşağılanmış hissedebilir. Ani tepkiler verip öfkelenen gençlerin yanı sıra, hızla içine dönen, duygusallaşan, kendini geri çekenler de vardır. Duygulardaki bu dalgalanmalar, zaman zaman ortaya çıkan yetersizlik duyguları, eleştiriye duyarlılık, zaman zaman kendinden kuşkuya düşme dönemin normal sıkıntılarıdır. Dürüstlük, doğruluk, tutarlılık arayışı vardır. Bir yandan da çevreye uyum sağlama, arkadaşları arasında yer edinme, tanınma ve onaylanma gereksinimi vardır. Genç değişik ortamlarda kısmen değişik roller içinde bulunabileceğini, değişik tutumlar sergileyebileceğini kabul etmekte zorlanır. Düşünce ve inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır, idealisttir. Sorunları nedeniyle izlediğim bir genç bir  keresinde “değişik arkadaş grupları içinde değişik düşüncelere katılmış gibi yapıyorum. Hangisinin benim düşüncem olduğunu bilmiyorum. Kendimi kimi zaman iki yüzlü gibi hissediyorum” demişti. Bu sözler, değişik zamanlarda değişik duyguları yaşamanın, veya farklı görüşlere esnek yaklaşabilmenin onda bir sadakatsizlik duygusuna neden olmasından kaynaklanıyordu. Gençlik dönemi bir alıştırma dönemidir. Düşünceler son şeklini alıp yerine oturana dek değişik görüşlere yaklaşma, onları tanıma çabaları olağan hatta sağlıklıdır. Aynı zamanda gençler değişik ortamlarda değişik biçimde davranmalarını da yadırgayabilirler. Oysa böyle davranmamız özünde aynı kişi olduğumuz, bizi biz yapan değişmez özelliklere sahip olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Değişik ortamlarda değişik davranışlar sergileyebiliriz. Örneğin arkadaşlarımız arasında çok daha rahat olur, espriler yapar, her hareketimize dikkat etmek zorunda hissetmeyiz. Ama sınıf ortamında, büyüklerimizin yanında daha farklı, ciddi, dikkatli davranabiliriz. Bu bizim tutarsız, iki yüzlü olduğumuzu göstermez. Her iki durum da bize aittir. Hatta değişik durumlarda değişik rollere girebilme esnekliği uyum kapasitemizi de gösterir. Ama genç kimi zaman bunu böyle algılayamaz, birbirinden farklı duygu ve düşünceleri bir bütünün parçaları olarak göremez, kendini bölünmüş hisseder.

Kimlik oluşumu sürecinde çocukluk yaşantılarının etkileri

Sağlıklı bir kimlik oluşumu geçmiş çocukluk yaşantıları ile yakından ilişkilidir. Bebeklikte temel güven duygusu yeterince oluşmuş bir genç gelecekte iyi şeylerin olabileceği, zamanın iyi şeyler getirebileceği konusunda umut besleme yeteneğine sahiptir. Gencin kimliğini oluşturma sürecinde umut duygusuna gereksinimi vardır. Umudun yitirildiği durumda mücadele etme gücü de olmaz. Karşılaşılan tüm zorluklar yaygınlaştırılır, kötümser, karamsar yaklaşımlar, umutsuzluk ve vazgeçme ile birliktedir. Umut yitimi ilerlemenin önündeki en önemli engellerdendir. Özerklik-karar verebilme, girişimcilik-merak duygusu, çalışma ve yapıcılık-yeterlilik duygusu ile ilişkilidir. Ergenlik dönemi boyunca genç birçok rol seçeneği içinde denemeler yaparken, bu rollerden bazılarını seçip kendisine yön verebilecek bir karar verme becerisine sahip olmalıdır. Çocukluk yılları boyunca aşırı kontrol edilmiş, aşırı korunmuş, edilgen olmaya alışmış bir genç zamanı geldiğinde karar vermekte güçlük çeker ve attığı her adımda kendini bir ikilem içinde bulur. Utanma veya kendinden, yaptıklarından, kararlarından kuşkulanma işini büyük ölçüde zorlaştırır. Çocukluk yıllarında aşırı kurallarla büyütülmüş, soruları geri çevrilmiş, ayıplanmış, suçlanmış bir gençte de merak duygusu yetersiz kalır. Böyle gençler girişim yapması gereken durumlarda geliveren, hiç rahat vermeyen suçluluk duyguları nedeniyle etkinliklere dahil olmaktan kaçınabilirler. Gençlik boyunca zaten kendini sürekli göz altında tutup, zaman zaman da ağır biçimde eleştiren, yetersiz olduğunu hisseden genç, bir de çocukluktan bu tür miraslar getirmişse, ağır suçluluk duyguları baş edemeyeceği zorlukların nedeni olabilir.

İlkokul yıllarında her çocuğun becerilerini kullanmaktan tat almayı öğrenmesi, kendini işe yarar hissedebilmesi ve başkalarının takdir ettiği, onayladığı yeteneklerini keşfetmesine özellikle dikkat etmek gerekir. Bu yıllarda hep başarısız olmuş, bu nedenle çalışma ve sonuçta da yaptıklarından tat alma alışkanlığını kazanamamış bir çocuğu ergenlikte önemli tehlikeler bekler. İyiler arasında bir yeri olmadığı, hiçbir zaman başarılı olamayacağı, beğenilmeyeceği, hatta azarlanıp, dışlanacağını düşünen genç için tek seçenek kötüler arasında yer almak olur, çünkü kimse boşlukta kalmaya dayanamaz. Kendine benzer özellikler taşıyan gençlerle bir araya gelerek, onaylanmayacak, kendine zarar verebilecek etkinliklere katılması hiç şaşırtmamalıdır. Bu nedenle çocukluk yılları boyunca kazanılacak yeterlilik duygusunun önemi çok büyüktür. Tersine aşağılık duygusu geliştiyse risk altındaki bu çocukların geçmiş kırgınlıklarının onarımı için gençlik döneminde yeni bir şans sunulabilir.

Kimlik bocalaması

“Kimlik bocalaması” bunalımın ağırlaşması, geçici de olsa uyumun oldukça ağır biçimde bozulmasıdır. Çeşitli etmenler, kimlik oluşumu sürecinde gencin ruhsal dengesinde ciddi bozulmalara neden olabilir. Hepimiz hayata avantaj ve dezavantajlarla doğarız. Kendimizi iyi hissetmemiz olumlu ve olumsuz koşullarımız içinde sağlıklı bir dengeyi oluşturabilmemize bağlıdır. Kimi etmenler bu dengeyi oluşturmakta zorluk yaratır. Bunlar doğuştan gelen, mizaçla ilgili, yapısal ve bireyin kendine ait etmenler olabileceği gibi, sonradan oluşan yaşamla ilgili etmenler de olabilir. Çocukluk yaşantıları ve gelişim özellikleri, içinde yaşadığımız ailemize ait kimi özellikler, sorun ve çatışmalar, okul, arkadaşlar, sosyal çevre ve toplumsal sorunlar bu dengenin oluşturulmasında etkili olabilir. Kimlik bocalaması da bu tür sorunlar nedeniyle gencin kimlik duygusunun gelişmesinde ciddi sorunlar yaşandığının bir göstergesidir.

Kimlik bocalamasının belirtileri;

  • aşırı uçlara sapma
  • ağır cinsel kuşkular
  • yetersizlik duyguları
  • bunaltı ve panik durumları
  • anne-babaya, topluma aşırı karşı gelme
  • “ters kimlik” belirtileri şeklinde sıralanabilir.

Kimlik bocalaması ergenin dönemin gerektirdiği görevleri yerine getirmekte ciddi bir şekilde zorlandığının göstergesidir. Genç ve ailesi için profesyonel bir yardım alma gereksinimi doğar.

İkinci bireyleşme süreci olarak ergenlik

İnsanın biyolojik doğumu dünyaya gelmesiyle gerçekleşir. Psikolojik doğumun ise üçüncü yaşların sonunda annesi ile ikili ilişkiden kurtulması, kendini ayrı bir birey olarak duyumsaması, kendi sınırlarını diğerlerinden ayırması ile gerçekleştiği kabul edilir. Toplum içine ayrı bir birey olarak doğabilmek için ergenlik sonunu beklemek zorunda kalacaktır. Genç ancak, anne ve babasından ayrılıp kendi doğrularını yetenek ve sınırlılıklarını, değer yargılarını, düşünce ve inanışlarını belirleyerek ve kendisi için belli bir ülkü oluşturup bir amaca yönelerek toplumsal anlamda ayrı bir birey olmayı başarmış olur. Kimlik duygusunun sağlıklı oluşması için bireyleşme sürecinin tamamlanması gerekir. Gençlik dönemi ikinci bireyleşme dönemi olarak da adlandırılır (ilk bireyleşme üçüncü yaş sonunda tamamlanır). Bireyleşme süreci birbiriyle yakından ilişkili iki yaşantıyı içine alır;

  • ebeveynden ayrılma ve vazgeçme,
  • aile dışında ebeveynin başka karşılıklarını bulma.

Gelişimsel görev “bağımsızlaşma”dır. Bunun başarılabilmesi için gencin anne babasına eski bağımlılığını bırakması; onlardan belli ölçüde uzaklaşarak, kendini, onları, yaşamı şimdi daha büyümüş ve genişlemiş düşünme, yargılama, sentez yapabilme yeteneğini kullanarak yeniden gözden geçirmesi gerekir. Anne babadan bu uzaklaşma gereksinimi genci aynı zamanda aniden gelen bir boşluk içinde bırakır. Eskisi kadar bağımlı olma iznini zaten yaşam da vermez gence. Evde sık sık çocuklarımıza “sen artık büyüdün, çocuk gibi davranma” mesajını içeren sözler söylemez miyiz? Bu nedenle bağımsızlaşma hem bir gereksinim, hem de bir zorunluluk olarak gencin karşısına birdenbire çıkmıştır, ve genç bir anlamda bir yalnızlık içine düşürmüştür. Şimdi bu yalnızlık ve boşluğu dolduracak yeni ilişkilere gereksinim vardır. Genç ilişki gereksinimini doyurmak, boşluk duygusundan kurtulmak, öz saygısını destekleyebilmek için arkadaşlarına yönelir.

Bağımsızlaşma yakınları ile tüm bağlarını koparma anlamına gelmez. Tersine önceki yıllarda sağlıklı bağlanma yapabilmiş gençlerin bağımsızlaşma adımlarında daha az zorluk yaşadıkları, çok ağır çatışma ve sorunlara gerek olmadan sakin ve rahat bir şekilde kendi sınırlarını ebeveynlerinden ayırarak, ayakları üzerinde duracak duruma gelebildikleri kabul edilir. Ergenlik dönemi boyunca bağımsızlaşma yönünde çalışması gerekir gencin ve bu nedenle “sanki bağımsızmış gibi” davranır. Sağlıklı ilerleyen bir süreçte genç adam yerine konmak ister, sözünü geçirebilmek için kimi zaman biraz isyankar davranır, bunlar kendi düşüncelerini ayırma çabalarıdır. Ancak dönemin sonuna kadar gerçek bağımsızlık henüz söz konusu olmadığından, gencin ruhsal yapıları yeterli olgunluğa erişmediğinden zaman zaman anne babasına yeniden yaklaşıp onların desteğini almak ihtiyacı duyar. Bu bir nevi yakıt ikmalidir, bir süre dışarıda yeni rollerde kendini denemiş, kimi zaman başarılı hissedip, kimi zaman da engellenme ve hayal kırıklığı yaşamış ve bunları yaparken biraz da gücü tükenmiş olan genç, şimdi yeniden güven depolamak için en yakını olan kişilerin yardımına koşacaktır. Anne babaların gençle ilişkilerini, gencin gerektiğinde biraz uzaklaşmasına, ama sonra da kendilerine yeniden yaklaşmasına izin verecek bir sıcaklıkta tutmaları dönemin daha az sancılı ve daha sağlıklı geçirilebilmesi açısından çok önemlidir.

Bireyleşme süreci salınımlı bir süreçtir. Yani genç bir yönden diğer bir yöne, bir kutuptan diğerine gidip gelmeler gösterir, birbirine karşıt duygular yaşanır. Genç sevgi ile nefret duyguları arasında gider gelir. Bir yanda bağımsızlık çabaları, diğer yanda bağımlılık arayışı vardır. Erkeksi yönleriyle kadınsı yönlerini tanımaya çalışır. Uçlarda dalgalanmalar yaş için olağandır. Bireyleşme süreci boyunca, değer yargıları, ahlak kuralları, kısacası gencin vicdanı da önemli değişikliklere uğrar. Bireyleşme süreci tamamlanana kadar aşırı doğruculuk, yargılarında keskinlik, mutlak doğrulara inanma, yüceltme ve değersizleştirmeler, esnek olmayan kurallar söz konusudur. Dönem boyunca katı tutumlar esnetilir ve değer yargıları daha olgun, yumuşak bir biçim alır.

Bireyleşme süreci boyunca genç, geçmişteki ebeveynini şimdi daha gerçekçi bakış açısıyla yeniden değerlendirir. Çocukluk ideallerini geride bırakır. Böylece anne babasından onların mükemmel olmalarını beklemeyi de bırakır. Onları iyi yönleri ve kusurları ile kabullenebilecek bir olgunluğa erişir. Şimdi hem kendine ilişkin, hem de yakınlarına ilişkin ülkülerini dış gerçeğe uyacak şekilde değiştirir. Eğer kendi potansiyeline uygun gerçekçi ülküsel amaçlar içselleştirilirse “özgüven duygusu” sürdürülebilir. Olgunluk derecesi; “bireyleşme sürecinin” ne kadar ilerlediğine bağlıdır. Bireyleşme “büyüyen insanın ne yaptığı ne olduğu konusunda giderek artan sorumluluk alması” anlamına gelir. Tüm sorumluluğu ebeveyne ve diğer önemli kişilere yüklemek, bunları karşı konamaz olarak algılama, amaçsızlık ve yabancılaşma  ile sonuçlanır. Karşı koyabilme olgunlaşmanın göstergesidir. Ebeveynden sağlıklı ayrışmada yetersizlik olduğunda, bu durum gençlik döneminin bitimine kadar çözümlenemezse, yani insan ebeveyninden kendini biraz uzaklaştırıp, kendini ve onları olumlu ve olumsuz yönleriyle tanıyıp kabullenmeyi başaramazsa, çeşitli sorunlar kendini gösterir. Böyle bir kişi ya erişkin yaşamın gereklerini yerine getiremeyecek bir bağımlılık içinde kalır. Birçok erişkin rolünde aksamalar ortaya çıkar. Kendi doğruları, kendi kararları yoktur. Diğer bir olasılık da ebeveyni ve dolayısıyla kendisi ile çatışmalarını çözememiş, onları ve dolayısıyla kendisini olduğu gibi kabullenememiş ve değiştirme çabalarını bırakamamış, olumsuz duyguları olumlu olanlarla bütünleştirememiş bireylerde ortaya çıkar. Kendini içsel olarak onlardan ayırmadaki güçlük nedeniyle, fiziksel olarak uzaklaştırma, kaçma, değersizleştirme, itibardan düşürme, yaşadığı şehri, ülkesini bırakıp gitme gibi çözümler oluşturulur. Ancak bu şekildeki uzaklaşmalar da gerçek bir bütünlük duygusu, iç huzuru ve özgüven duygusunu içinde barındırmaz, tedirginlik ve sorunlar sürer gider.

Ebeveynin rolü

Gencin kimliğini oluşturma, ruhsal ve duygusal olarak farklı bir kişi olma çabasının başarılı olması için ebeveynin de desteği gerekir. Kendi bireyleşme sorununu çözümlememiş ve belli bir düzeyde duygusal olgunluğa ulaşmamış ebeveyn çocuğun bağımsız olarak düşünmesini bir tehdit olarak algılar. Ergenlik boyunca hem genç hem de ailesi neredeyse eşit güçte bir kriz yaşarlar. Genç yeni bastıran yoğun duyguların etkisi altındadır. Erişkin durumundaki ebeveyn yaşamını anlamlı, kendini ruhsal ve sosyal açıdan üretken ve değerli hissedebilmek için en değerli olan, kendini adadığı çocuklarının şimdiki durumları ve başarıları ile yoğun olarak ilgilenmektedir. Çocukların başarısı onların başarısı, çocukların sorunları ise onların sorunlarıdır adeta. Yaptıklarıyla övünür, yapamadıklarında başarısızlık, hatta suçluluk hissederler.

Ebeveyn de ergenle eşit güçteki bir krizi yaşamakta olduğundan, çocuğun bireyleşme ve özerklik yönündeki çabalarını sabote edebilir. Böylece duygusal anlamda bir kayıptan kaçınmış olur, kendisini yaşlanma ve rollerin yeniden değişmesi konusunda rahatlatabilir. Kendi bireyleşme sorununu çözümlememiş bir ebeveyn kontrolü ve gücü elinden bırakmak istemez. Çocuğun bağımsız olarak düşünmesini bir tehdit olarak algılar. Bilerek veya istemeden engeller koyar.

Yaşıt Grubu:

Yaşıt grupları erken çatışmalarını çözümlemeye çalışan gence yargılayıcı olmayan bir destek sağlar. Yaşıt ve grup ilişkilerinde “pratik yapma niteliği” vardır. Bu zaman için oluşturulur, sürekli bir bağlantıyı gerektirmez. Bu özellik bazen anne babalarda endişeye eden olur. Gencin sürekli arkadaş ya da sevgili değiştirmesi, sebatsızlık, tutarsızlık gibi değerlendirilebilir. Özellikle kız erkek arkadaşlığında ahlaki kaygılar ortaya çıkabilir. Oysa bu yaştaki arkadaşlıklarda gerçek bir cinsellikten çok karşı cinsle ilişkide kendini, karşı cinsi tanımak, duygularını ayrımlaştırmak, sınırlarını belirlemek gibi amaçlar ön plandadır. Ergenlerin yaşıt grubuna katılımları, arkadaş aramaları birçok nedenden dolayı bir gereksinimdir, bir zorunluluktur. Yaşıt grubunun ya da  arkadaşın  önemini artırarak  yavaş yavaş ebeveynlerin yerini alması ergenlik döneminin bir gereğidir. Bunu değerlendiremeyen anne babalar çocuklarının kendilerinden uzaklaşmalarını, sürekli yaşıtlarının yakınında oluşlarını, kaygı ve kuşku ile karşılayabilir. Hele kendi ayrışma sorunlarını çözememiş ebeveynlerde, çocuklarının uzaklaşma eğilimleri yoğun kaygıya  neden olabilir. Bir de üstelik gençler evdekilere yabancılaşmış gibi davranırlar. Anne babaya yönelik eleştirilerin dozu artar, bunlara katlanmak kimi zaman gerçekten zor olur. “Benim çocuğum böyle değildi arkadaşlarından etkilendi, kötü arkadaşları onun da huyunu bozdu” benzeri yakınmalar hiç de az değildir. Oysa arkadaşların genç için, gelişimi destekleyici, yeniden yapılanmayı kolaylaştırıcı işlevleri vardır.

Gençlik dönemi çok olumlu özellikleri içinde barındırır. Yaşam boyunca yaratıcılığın en yüksek olduğu, duyguların coşkuyla yaşandığı, idealizmin, doğruluk ve dürüstlük arayışının ve içtenliğin en belirgin olduğu bir dönemdir. Böyle bir süreçte arkadaş ortamı esprinin, yaratıcılığın, empati-eşduyum gibi olumlu özelliklerin bolca yaşandığı bir alan olma özelliği taşır. Anne babasından uzaklaşan genç bir ölçüde boşlukta kalmıştır. Birdenbire geliveren bir hüzün duygusu, nedenini bilmediği bir iç sıkıntısı gencin yakasına yapışıverir. Böyle bir kayıp ile başa çıkmaya çalıştığı bir sırada arkadaşları bir can simidi gibi imdadına koşarlar. Bir ayna gibi işlev görür adeta yaşıtlar. Onların arasında bir çok gözlem yapma, değişik tutum ve davranışları deneme olanağı bulur ve görgüsü artar. Arkadaşlar bir tür geçiş nesnesi işlevi de görürler. Ebeveyninden kendini ayırma gayreti içinde olan gence dış dünya ile bütünleşmede, topluma katılabilmede aracılık ederler, deneyim olanağı sağlarlar. Duygulardaki dalgalanmalar arkadaş ilişkilerinde de kendini gösterir. Genç bir an çok bağlandığı arkadaşından ertesi gün uzaklaşabilir. Hızla başlayıp, hızla biten aşklar yaşanabilir. Böyle değişik duyguların yaşanması, giderek gencin kırılganlığının, alınganlığının azalmasını, onun olgunlaşmasını, deneyim kazanmasını, kendi sınırlarını ve diğerlerininkini tanımasını ve ayırt etmesini mümkün kılar. Bir gruba ait olma duygusu da dönem boyunca çok önemlidir.

Ebeveynden bir ölçüde uzaklaşma, daha çok arkadaşları ile vakit geçirmeyi isteme dönemin normal özelliğidir ve kaygılanmayı gerektirmez. Ancak kimi gençlerin kendilerinden veya ailenin tutumundan kaynaklanan nedenlerle, dış dünyaya açılmada isteksiz davrandığı, anne babasının dizinin dibinden ayrılmadığı durumları da görürüz. Böyle durumların nedenlerini anlamaya çalışmakta yarar vardır. Çünkü karşı koyabilme olgunlaşmanın bir gereğidir. Böyle ergenler, bir ölçüde başkaldırma ve karşı koyma yoluyla kendi bireysel sınır ve eğilimlerini keşfetmek yerine, uyum ve boyun eğiciliğin ağırlıkta olduğu bir tutum sergilerler. Bu tür durumlarda kimlik duygusunun oluşum süreci erken tamamlanır. Genç yeterince sorgulamadan, kolaycı bir yöne gitmiş, erken bağlanma yapmıştır. Böyle oluşmuş bir kimlik duygusu kendi içinde çelişki ve uyumsuzlukları barındırabilir. Genç aslında kendisine ait olmayan kimi düşünceleri de benimsemiştir, ayrımlaşma, kendini tanıma yetersiz kalmıştır. Erişkin yaşamdaki mutsuzluklar, gerginlikler, ilişki sorunları, kendi kararlarını vermede yetersizlik, her alanda doyumsuzluk ve memnuniyetsizlik, işinden, eşinden, yaşamından sürekli yakınma gibi sorunlara neden olur.

Okul:

Okul ergenlik döneminde “geçiş nesnesi” işlevi görür. Gencin sadece dersleri öğrendiği akademik bir ortam değildir. Sosyal becerilerin kazanılması, topluma katılarak bir birey olmanın hissedilmesi öncelikle okul ortamı içinde olur. Genç arkadaşlarını en çok okul ortamı içinde bulur, yakınlaşır. Birçok yeni özdeşim yapma olanağını da sağlar okul. Arkadaşlar yanı sıra, ebeveyninden uzaklaştığı için bir kayıp duygusu yaşayan, biraz da boşlukta hisseden genç için bir öğretmenin yüceltilmesi örnek alınması çok sık rastladığımız bir durumdur. Öğretmene yapışma, ona hayranlık duyma, onun peşinden gitme eğilimi gençlerin sorunlarının çözülebilmesinde de çok önemli bir fırsat sağlar. Ebeveyniyle çatışmak zorunda olan, bu nedenle sanki bağımsızmış gibi davranan, ama gerçekte yönlendirilmeye, rehberlik almaya büyük gereksinimi olan genç için öğretmeni bir cankurtaran rolü oynayabilir. Maalesef okullarda yönetimin öğrencilerden beklediği çoğunlukla disipline uyma ve başarılı olma ile sınırlı kalmaktadır. Böyle bir beklenti etkin, sorgulayan, bazen de gürültücü bir sınıf ortamı yerine, pasif, boyun eğen öğrencilerden oluşan bir sınıf ortamının yeğlenmesi sonucunu doğurabilmektedir. Bağımlı öğrenci davranışı bağımsız olana yeğlenir. Karşı koyanlar böyle bir sistem içinde dışlanır, ağır biçimde eleştirilebilir. Eleştiriye duyarlılığın arttığı, grup içinde kabul görmenin öneminin arttığı, başkalarının gözündeki yerini sürekli sorgulayan bir genç için bu tür bir dışlanma ve eleştiri hiçbir olumlu etki sağlayamaz. Tersine isyan duyguları içindeki gencin öfkesi ve uyumsuzluğunda artış ortaya çıkar. Giderek durum bir kısır döngü haline gelebilir. Yönetimle sorunların gencin olumsuz tutumlarından kaynaklandığı kadar, okulun uygun yaklaşımlarla genci kazanmaya çalışmasındaki eksikliklerden de kaynaklandığına günlük pratikte sıkça tanık oluyoruz. Oysa ezberci öğrenim, bağımlılığın desteklenmesi, gencin yaratıcılığını ve sosyal gelişimini olumsuz etkiler. Sorunları olanların da tamamen toplum dışına itilmesine risklerin artmasına neden olur.

Akademik başarı ile ilgili alanların geliştirilmesi, diğer alanların ihmal edilmesi başka önemli sonuçları da beraberinde getirmektedir. Öğrencilerin okullarda işbirliğinden çok yarışmayı öğrenmesi, arkadaşlar arasında gerçek yakınlaşma ve dayanışma duygularının gelişmesinin önünde bir engel oluşturmaktadır. Depresyonda olan bir hastama bir arkadaşı destek olmaya çalışırken, diğer bir tanesi “boş ver yarışta bir kişi eksik olur” karşılığını vermişti. Sevgi ve destek olma duygusundan yoksun, sadece öne geçme ve yarışma duygularının beslendiği bir ortamda gençlerin rekabet duyguları kendilerini geliştirip başarılı olma değil, birbirini ezme, birbirinin önüne geçme şeklinde yönlendirilmekte, yapıcılıktan uzak, yıkıcılığın ön planda olduğu bir ortam  oluşturulmaktadır. Böyle bir ortamda okullarda öğrencilerin sınıf geçme uğruna kişilik bütünlüğünü bozucu, çoğunlukla pek dürüst sayılmayan yollara başvurması da yaygınlaşır.

Öğretimde bilgi kazandırmaya önem verilmesi, bu bilginin ne anlama geldiği üzerinde durulmaması da önemlidir. Genç insan çalıştığı işi anlamsız bulursa, toplum ve kendisi için bir değer taşımadığına inanırsa kendini işe yaramaz hisseder. “Çalıştığım işten hiçbir zevk almıyorum”, “çalıştıklarım ne işime yarayacak ki?”, “öğrendiklerimizin ne anlamı var ki?”, “yaptığım işin kime yararı var ki?” gibi sorular zihnini kurcalar. Gençte isteksizlik, zevk alamama, boşluk, anlamsızlık duyguları ortaya çıkar. Bir yandan da toplumda sürekli tüketim duygusu destekleniyorsa, bu durum sonuçta bireyin kendisini de yok edeceği, bir şey üretmeden sürekli harcama ve yok etme davranışına götürür. Bir grup gencin hiçbir toplumsal konuya, ciddi bir uğraşa ilgi duymadan sadece doyuma, eğlenceye ve harcamaya yöneldiği ortamlara da ne yazık ki rastlıyoruz. Böyle bir ortamın gerçek bir doyumu sağlayabilmesi olanaksızdır. Yaratıcılığın, üretkenliğin önemini yitirdiği, hiçbir engellenmenin olmadığı, sınırsız bir alma eğiliminin yaşandığı bu tür durumlar, gerçek bir olgunlaşmayı mümkün kılmaz. Bencillik, amaçsızlık, boşluk, yabancılaşma ve sonuçta mutsuzluk kaçınılmazdır.

SONLANIŞ

Ergenlik dönemi buluğa erme ile başlar. Ancak bitimi için böyle bir biyolojik olay ya da belirleyici olmadığından hangi yaşta sonlanacağını söylemek zordur. Gencin biyolojik ve toplumsal anlamda üretken hale gelmesi, kendi doğrularını, yönünü belirleyip belli bir hedef doğrultusunda kendi sorumluluklarını üstlenecek bir kapasiteye ulaşması ergenliğin bitmekte olduğunun habercileridir. Dönemin sonunda dünyayı iyiler ve kötüler olarak ikiye bölmeyi bırakır genç. Siyah ve beyaz olarak algılamak yerine grilere izin çıkmıştır. Bu durum hem kendisini değerlendirirken, hem de yakınları ile ilgili düşünce ve ilişkilerinde değişikliklere neden olur. Yüceltme ve değersizleştirmeler ortadan kalkar. Bireyleşme süreci tamamlandığında, insan ebeveynini yeterince iyi olarak görebilmeye veya en azından kusurlarına karşı daha merhametli yaklaşabilmeye başlar. Geçmişte yücelttiği, kimi zaman da çok kızıp değersizleştirdiği anne babası şimdi daha gerçekçi bir gözle değerlendirilir. Bireyin gerçekçi potansiyeline uygun ülküsel amaçlar (idealler) benimsenebilirse, erişkinlikte özgüven duygusu sürdürülebilir.

Birçok zaman erişkin yaşlara geldiği halde ergen özellikleri gösteren kişilere rastlayabiliriz. Kararlarından memnun olmayan, kendini huzursuz, tedirgin ve mutsuz hisseden, sürekli ilişkiler oluşturamayan, hiçbir amaca tam olarak yönelemeyen, sadakatle bağlanmayı gerçekleştiremeyen, belli bir olgunluk ve bütünlük duygusuna ulaşmamış kişilerdir bunlar. Bu tür belirtiler ergenlik döneminin sağlıklı olarak yaşanıp sonlandırılmasında yetersizlik olduğunun göstergesidir. Yani böyle kişiler kendini diğerlerinden ayrımlaştırmada, kendi sınırlarını belirlemede, kendi yetenek ve sınırlılıklarının bilincine varıp olumlu ve olumsuz öğeleri bütünleştirmede yetersizlik gösterirler. Kişiler arası ilişkilerde başarısız olurlar, çünkü esneklikleri yoktur. Diğerlerini de iyi ve kötü yanları ile kabullenemezler. Süreklilik duygusu yetersiz kalmıştır. Geçmişlerini iyi ve kötü yönleri ile kendilerinin bir parçası olarak görüp kabullenmekte zorlanırlar. Yani ergenlik boyunca hem yeterli değişimleri gerçekleştirememiş, hem de geçmişle sağlıklı bağlantıları yerine oturtup süreklilik duygusuna erişememişlerdir.  Böyle değişmiş ve gelişmiş bir ruhsal yapının varlığında sağlıklı bir kimlik duygusunun yerleşmesi de eksik kalmıştır. Bireyleşme sürecini sağlıklı bir şekilde tamamlayabilen kişiler ise, şimdi geçmişle daha sağlıklı bağlar oluşturabilirler. Kendi geçmişiyle barışmış, kendine ait olduğunu bildiği doğrularına şimdi daha gerçek bağlarla sarılmıştır. Kısacası bireyleşme ve kimlik duygusuna ulaşma, yakınlaşmayı mümkün kılar, sadakat ve bağlanma duygularını geliştirir, pekiştirir. Böylece insan karşı cinsle daha sağlıklı yakınlaşmalar yaşayabilir, aidiyet duygusu gelişir, değer yargıları, düşünce ve inançlarında bir tutarlılık ve süreklilik oluşur.

 BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPİ NEDİR?

 

 

Bilişsel davranışçı terapi bir psikoterapi türüdür. İnsan davranışı ve duygulanımını inceleyen psikolojik modellerden yararlanılarak geliştirilmiştir. Bilimsel bir zemin üzerine kurulu olup birçok psikiyatrik bozukluk ve geniş bir sorun alanında etkili olduğu kanıtlanmış bir tedavi yaklaşımıdır.

Davranış tedavileri, genel bir tanımla öğrenme ilkelerinin davranış bozukluklarının analiz ve tedavilerine sistematik bir biçimde uygulanışı olarak tanımlanabilir. Davranış tedavileri doğrudan uyumsuz davranışlar üzerine odaklanır. Davranışçı tedavide bireye tedavinin mantığı aktarılıp, kaygı verici durumlarla karşılaştığında kaçmak yerine, kaygıyla başa çıkmak konusunda ne tür yöntemler uygulayabileceği aktarılır.

Bilişsel teoriye göreyse çocukluk çağındaki deneyimler öğrenme yoluyla bazı temel düşünce, sayıltı ve inanç sistemlerinin oluşmasına neden olur. Bu temel düşünce ve inançlar „şema“ olarak adlandırılır. Bu şemalar katı düşünce kalıpları olup, yaşamın daha ileri dönemlerinde bireylerin kendileri ve yaşadıkları dünyaya ilişkin algılarını biçimlendirmekte kullanılır. Psikiyatrik bozukluklar, bireyin bilinçli olarak farkında olmadığı bu olumsuz kalıpların içeriğindeki temel düşünceleri destekleyen bir yaşam olayının ardından gelişir.

Tedavide danışan kişi ile terapist çeşitli sorunları belirlemek ve anlamak için, iyileşmeyi hedef alan bir işbirliği içinde düşünce, duygu ve davranışlar arasındaki ilişkiler konusunda çalışırlar. Bu yaklaşım genellikle “şimdi ve burada” üzerine, yani o anda güncel olarak kişide sıkıntı yaratan sorunlar üzerine odaklanır. Çeşitli hastalıkların yaşamı kısıtlayan etkileri hastayla birlikte saptanır. Bireyin hastalığı nedeniyle yapamadığı çeşitli aktiviteler tedavideki hedefler olarak belirlenir ve tedavi sonunda hastalığın yaşam alanlarında oluşturduğu kısıtlanmalar ortadan kaldırılarak yaşam kalitesinin iyileştirilmesi amaçlanır. Bu tedavi yaklaşımında tedavi süresi oldukça kısadır.
Kişinin öz kaynaklarını kullanarak sıkıntı yaratan durumlarla başa çıkabilmesine yardımcı olacak becerileri kazandırmak asıl hedeftir. Terapist ve danışanın birlikte çalışarak saptadığı hedeflere ulaşmak ve “değişim” yaratabilmek için seanslar sırasında öğrenilenler seanslar arasında uygulamaya geçirilir. Seans içinde terapistten öğrenilen bilginin beceriye dönüştürülebilmesi için uygulamada “ev ödevleri” ya da egzersizlerden faydalanılır.
Özetle bilişsel davranışçı terapi sıkıntı yaratan belirtileri hedef alan, sıkıntıyı azaltmayı, düşünce biçimlerini yeniden gözden geçirmeyi ve sorun çözmede yardımcı olacak yeni stratejiler öğretmeyi amaçlayan etkililiğini araştırmalarla gösterilmiş bir psikoterapi türüdür.

Bilişsel davranışçı terapilerde terapist ve danışan birlikte danışanın sorunu hakkında ortak bir fikir edinerek sorunu birlikte anlamaya, mevcut sorunun danışanın düşünce, duygu ve davranışlarını ve gün içindeki işlevlerini nasıl etkilediğini belirlemeye çalışırlar.
Danışanın kişisel sorunlarının anlaşılmasını izleyerek terapist ve danışan bir sonraki aşamada tedavi hedefleri belirleyip bir tedavi planı oluştururlar. Terapinin amacı danışanın sorunlarını çözmekte halen kullandığı baş etme yöntemlerinden daha yararlı olabilecek yeni çözümler üretebilmesini sağlamaktır. Bunu izleyerek, danışanın terapi seansları içinde öğrendiklerini terapi seansları arasındaki süreç içinde de uygulaması istenir.

Pratik bir takım zorunlu durumlar bir yana bırakıldığında (belli bir süreyle terapiye gelebilme imkanı gibi) terapinin ne kadar süreceği terapistle danışan tarafından birlikte belirlenir. Genellikle 2-3 seanstan sonra ilk seanslarda ortaya konulan amaçlara ne kadar sürede ulaşılabileceği konusunda terapistin bir fikri oluşabilir. Bazı danışanlar için 6-10 görüşme gibi çok kısa bir süre yeterli olabilir. Daha uzun süreli çözüm gerektiren kişilik bozuklukları gibi durumlarda danışanlar aylarca hatta bir yılı geçen bir süre boyunca terapiye devam etmek durumunda kalabilirler. Danışanla başlangıçta, çok ağır bir kriz durumu söz konusu değilse haftada bir kez görüşülür. Kişi kendini daha iyi hissetmeye başlar başlamaz seansların aralığı açılmaya başlar önce 15 günde bir daha sonra üç haftada bire doğru görüşmeler kademeli olarak seyrekleştirilir. Bu henüz terapide iken öğrenilen becerilerin gündelik hayat içinde uygulanarak denenmesi şansını verir. Terapi sona erdikten 3, 6 ve 12 ay sonra birer güçlendirme seansı yapılır.

Bilişsel davranışçı terapi ile birlikte ilaç tedavisinin birlikte yürümesi mümkündür. İlaç kullanılması gerektiğini düşündüğü durumda terapistiniz bu durumu size söyleyerek durumun avantajlarını ve dezavantajlarını sizinle tartışacaktır. Birçok durum hiç ilaç kullanmadan tedavi edilebileceği gibi sadece ilaç kullanımıyla geçen sorunlar söz konusu olabilir. Her iki tedavi türünün de etkili olduğu durumlarda tercih danışmaya gelen kişiye bağlıdır. Bazı durumlar genellikle iki tedavinin birlikte kullanımına daha iyi cevap verir.

Bilişsel davranışçı terapinin çocuk ve ergenlerde kullanımı da oldukça iyi sonuçlar vermiştir. Genellikle depresyon, anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, enürezis noktürna, travma ve travma sonrası stres bozukluğuyla ilişkili semptomların tedavisinde kullanılır.

Bu terapi türünün etkililiğini gösteren bilimsel veriler mevcuttur. Bu veriler bilişsel davranışçı terapinin aşağıda sayılan sık görülen psikiyatrik bozuklukların tedavisinde etkili olduğunu göstermiş ve bilişsel davranışçı terapi bu bozuklukların tedavisini konu alan pek çok kılavuzda etkili bir tedavi yöntemi olarak yer almıştır:

• Anksiyete bozuklukları
• Obsesif kompulsif bozukluk
• Panik bozukluk
• Hipokondriyazis
• Travma sonrası stres bozukluğu
• Yaygın anksiyete bozukluğu
• Depresyon
• Cinsel işlev bozuklukları
• Çift tedavileri ve aile terapileri
• Alkol ve madde kötüye kullanımı
• Yeme bozuklukları
• Somatoform bozukluklar
• Sosyal fobi
• Özgül fobiler
• Tik gibi çeşitli davranış problemleri
• Yeme bozuklukları
Ayrıca KDT’nin aşağıda yer alan diğer durumlarda da tedaviye katkı sağladığı gösterilmiştir:
• Şizofreni
• İki uçlu bozukluk (Bipolar bozukluk)
• Öfke kontrolü
• Kişilik bozuklukları
• Ağrı kontrolü
• Çeşitli sağlık sorunlarına uyum sağlama
• Uyku bozuklukları

PSİKANALİZ: DİN Mİ, BİLİM Mİ?

Sayın Arkadaşım, İçgörü Merkezi Yöneticisi Psikolog Yavuz Erten’in http://www.pppderne gi.org/index. php?option= com_content&task=view&id=22&Itemid=13 web mekânından indirdiğim konuşmasını aşağıda okuyacaksınız. Kendisiyle bu konuda akademik seviyede (bir kongrede veya toplantıda) tartışmak istedim ama henüz bunu yapacak konumda olmadığını ifâde etti, başka birisini haberdar edeceğini ekledi ve şunu da ifâde etti: “Haklısın, konunun bu kadar mistifiye edilmesine ben de taraftar değilim”. Epey süre haber çıkmayınca, ben de bu yazıyı mekânıma koymayı uygun gördüm. Onun imlâsına dokunmayacağım. Sonra, kendi transkripsiyonumda kendi bildiğim şekilde yazacağım.

Psikolojik ve Psikiyatrik Bilgi ile Psişik Olanın Ayrımı – Psikanalist Adayı Yavuz Erten
(7 Eylül 2006 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 14. Ulusal Psikoloji Kongresi’nde “Türkiye’de Psikanaliz” başlıklı panelde sunulmuştur).

Psikanaliz bir asırlık gelişimini psikoloji, psikiyatri, pedagoji gibi bilim dalları ile yakın ilişki içinde geçirmiştir. Ayrıca uygulamalı psikanalizin ilgi alanları olan sosyoloji, tarih, sanat, felsefe ile de çeşitli alışverişlerde bulunmuştur. Psikanalizin uygulamacıları çoğunlukla psikiyatrist ve psikologlar olmuşlardır. Bu yakınlıklar, akrabalıklar ve alışverişler çeşitli melezlikler yaratsa da, geleneksel psikanaliz kurumu ve de kuramları açısından baktığımızda, psikanalizin kuramsal, teknik, kurumsal ve etik yapısı bu disiplinlerle ve onların uygulamaları ile kendi arasına belirgin bir sınır çizer. Bu anlamda, yukarıda değinilen alışverişler birleşme ve yekvücut haline gelmeler değil, sınır ticaretine benzetilebilir.

Psikanalitik bilginin üretimi ve uygulanması ve bu uygulamalardan gelen yeni bilgilerin bütüne katılımı süreci bir çerçeve gerektirir. Her şeyden önce şunu iletmek gerekir. Psikanalizin hedeflediği bilgi türü ile psikiyatri ve psikolojinin bilgi türünü birbirinden ayırmak için, psikanalizin bu bilgisel malzemesine “psişik” adını vermek uygun olur. Bu psikanaliz içinde sıkça başvurulan bir adlandırmadır. Bu kavram bir tartışma yaratabilir. Belki bazı çağrışımları kabul görmeyebilir. Ancak burada önemli olan “psikolojik bilgi” ile “psikiyatrik bilgi” ile bir ayırım yapmaktır.

Psişik bilgiyi psikolojik bilgiden ayıran en temel özellik, psikanalitik bakış açısıyla söylersek, bilginin sadece ikincil süreç özelliklerini değil, birincil süreci hedeflemesidir. Böylece bilinçli düzeyle sınırlı kalmayıp, bilinçöncesine ve bilinçdışına yönelmesidir. Bu bilginin ayırıcı özelliği, içgörüyü edinme sürecinin bilişsel yönleri ile birlikte duygulanımsal, somatik, duyumsal bir evrimleşme ve dönüşüm olmasıdır.

Bu psişik bilgiyi yani içgörüyü edinme sürecinin yaratılması için gerekli olan bir çerçeveden söz etmiştik. Nedir bu çerçeve? Bu çerçeveyi içsel ve dışsal diye ikiye ayırarak açıklayabiliriz. İçsel çerçeve analist ve analizan arasındaki ilişkiyi ve yapacakları çalışmanın dinamik yapısını düzenler. Çalışmanın tabi olacağı belli kurallar vardır. Zamansal, mekânsal, ilişkisel, parasal… Bu özelliklerin aşağı yukarı hepsi zaten diğer ekollerin uygulamaları tarafından da az veya çok benimsenmektedir. Bunlardan başka çerçeveyi düzenleyen bir başka özellik, analistin analitik ilişkideki varlığına dair özelliktir. Analist nötralite, anonimite ve perhiz ilkelerine bağlıdır. Bu ilkeler analist-analizan arasındaki ilişkiye belli bir yön ve itki katarlar. İçsel çerçeveyi düzenleyen bundan sonraki özellik kurama ait olandır. Bunu da ikiye ayırmak mümkündür. Birincisine “kuram-kuram” diyebiliriz. Bu, gelişim, yapı ve güdülenme hakkında, insanın temel yapılanması hakkındaki bir kuramdır. İkinci olarak ta tekniğin kuramı vardır. Aktarım nedir? Direnç nedir? Analizin safhaları nasıl gerçekleşir? Yorum nasıl yapılır? Tekniğin kuramı bu soruların yanıtlarını içerir.

Bu özelliklerin tamamı (yani, a-zamansal, mekansal, ilişkisel, parasal kurallar; b-analistin varlığının bağlı olduğu ilkeler; ve c-fondaki kuramsal özellikler) sürekli olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu etkileşimin psişik bilgiye dönüşüm süreci araç olarak “aktarım-karşıaktarı m dinamiği”ni kullanır. Aslında psikanalizin içsel çerçevesinin varlık sebebi “aktarım ve karşıaktarım dinamiği”nin kristalize oluşunu sağlamaktır. Aktarımın yorumlanması ancak bu koşullarla sağlıklı yapılabilir.

Psikanalizin dışsal çerçevesine gelince… İçsel çerçeve analist-analist arasındaki çalışma ilişkisini düzenler, sinerji yaratır ve güvenlik sağlarken, dışsal çerçeve, bu analizin psikanalizin geneliyle, psikanaliz kurumu ile, bu spesifik analizi yapan analistin diğer analistlerle, analiz kurumuyla ilişkisini düzenler. Dışsal çerçeve öncelikle psikanalistin eğitimini içerir. Bu eğitim temel ve sürekli olarak ikiye ayrılır. Temel eğitim analist adayının analist olarak tanınmasını sağlayan eğitimdir. Bu eğitim şunlardan oluşur: -Analist adayının kendi analizi; analist adayının teorik eğitimi; analist adayının divanda hasta görerek aldığı süpervizyonlar. Analist adayı analist olduktan sonra ise, psikanaliz kurumu ile devam eden ilişkisinde ömür boyu süren bir eğitimsel işbirliği içindedir. Süpervizyonlar alır; eğitimlere, kongrelere katılır. Etik değerlendirilme sürecine tabidir. Analist hastası ile odada yalnızdır ama oda dışında üyesi olduğu kurumla, o kurumun üyeleri ile ve kullandığı bilginin geleneği ile ilişki içindedir. Psikanalitik ilişkinin içsel çerçevesinin desteği, güvencesi ve tamamlayıcısı dışsal çerçevedir.

Ayrıca unutulmamalıdı r ki, nasıl analist adayı analist olmadan önce analizden geçiyorsa, geçmişte teorik eğitim alan, süpervizyon alan aday zamanı gelince teorik eğitim ve süpervizyon verecektir. Psikanalitik çerçevelerin dinamiklerini kuşak ilişkilerine de benzetebiliriz.

Psişik bilginin oluşum, gelişim ve yerleşimi, kısmen örtüşük ancak bütünüyle bitişik bu iki çerçevenin –yani içsel ve dışsal çerçevenin- varlığına bağlıdır. Psikiyatri ve psikoloji bilgi üretim ve aktarma süreçleri bu çerçeveleri yaratmazlar. Bu disiplinlerin kendi yapılarına uygun çerçeveleri yoktur denemez. Her oluşumun kendisine göre çerçevesi vardır. Altı çizilmek istenen bu çerçevelerin farklarıdır.

NEDEN PSİKANALİZ DİN Mİ?

Şimdi aynı yazıyı spritüel şifâ anahtar kelimeleriyle ele alalım:

Psikolojik ve Psikiyatrik Bilgi ile Psişik Olanın Ayrımı – Spritüel Şifâcı Adayı Yavuz Erten
(7 Eylül 2006 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 14. Ulusal Spritoloji Kongresi’nde “Türkiye’de Spritüel Şifâ” başlıklı panelde sunulmuştur.)

Spritüel şifâ bin asırlık gelişimini psikoloji, psikiyatri, pedagoji gibi bilim dalları ile yakın ilişki içinde geçirmiştir. Ayrıca uygulamalı spritüel şifânın ilgi alanları olan sosyoloji, tarih, san’at, felsefe ile de çeşitli alışverişlerde bulunmuştur. Spritüel şifânın uygulamacıları çoğunlukla spritüel şifâcılar, mânevi şifâcılar, Reikiciler ve psikologlar olmuşlardır. Bu yakınlıklar, akrabalıklar ve alışverişler çeşitli melezlikler yaratsa da, geleneksel spritüel şifâ kurumu ve de kuramları açısından baktığımızda, spritüel şifânın kuramsal, teknik, kurumsal ve etik yapısı bu disiplinlerle ve onların uygulamaları ile kendi arasına belirgin bir sınır çizer. Bu anlamda, yukarıda değinilen alışverişler birleşme ve yekvücut hâline gelmelere değil de, sınır ticaretine benzetilebilir.

Spritüel bilginin üretimi ve uygulanması ve bu uygulamalardan gelen yeni bilgilerin bütüne katılımı süreci bir çerçeve gerektirir. Her şeyden önce şunu iletmek gerekir. Spiritüalizmin hedeflediği bilgi türü ile psikiyatri ve psikolojinin bilgi türünü birbirinden ayırmak için, spiritüalizmin bu bilgisel malzemesine “psişik” adını vermek uygun olur. Bu spiritüalizm içinde sıkça başvurulan bir adlandırmadır. Bu kavram bir tartışma yaratabilir. Belki bâzı çağrışımları kabûl görmeyebilir. Ancak burada önemli olan “psikolojik bilgi” ile “psikiyatrik bilgi” ile bir ayırım yapmaktır.

Psişik bilgiyi psikolojik bilgiden ayıran en temel özellik, spiritüalist bakış açısıyla söylersek, bilginin sâdece tâli vetire özelliklerini değil, aslî vetireyi hedeflemesidir. Böylece şuurlu düzeyle sınırlı kalmayıp, şuuröncesine ve şuurdışına, dolayısıyla Allah’a (cc) yönelmesidir. Bu bilginin ayırıcı özelliği, içgörüyü edinme manevî sürecinin bilişsel yönleri ile birlikte duygulanımsal, somatik, duyumsal bir evrimleşme ve dönüşüm olmasıdır.

Bu psişik bilgiyi yâni rûhaniyeti edinme sürecinin yaratılması için gerekli olan bir çerçeveden söz etmiştik. Nedir bu çerçeve? Bu çerçeveyi içsel ve dışsal diye ikiye ayırarak açıklayabiliriz. Dâhilî çerçeve spritüel şifâcı ve şifâ alan arasındaki ilişkiyi ve yapacakları çalışmanın dinamik yapısını düzenler. Çalışmanın tabi olacağı belli kurallar vardır: Zamansal, mekânsal, ilişkisel, parasal… Bu özelliklerin aşağı yukarı hepsi zaten diğer mâneviyatların uygulamaları tarafından da az veya çok benimsenmektedir. Bunlardan başka çerçeveyi düzenleyen bir başka özellik, şifâcının analitik ilişkideki varlığına dâir özelliktir. Şifâcı nötralite, anonimite ve eline-diline- beline sâhip olma ilkelerine bağlıdır. Bu ilkeler şifâcı-şifâ alan arasındaki ilişkiye belli bir yön ve itki katarlar. Derunî çerçeveyi düzenleyen bundan sonraki özellik kurama âit olandır. Bunu da ikiye ayırmak mümkündür. Birincisine “kuram-kuram” diyebiliriz. Bu, gelişim, yapı ve güdülenme hakkında, insanın temel yapılanması hakkındaki bir kuramdır. İkinci olarak da tekniğin kuramı vardır. Şifâ nedir? Direnç nedir? Spritüel şifânın safhaları nasıl gerçekleşir? Şifâ nasıl verilir? Tekniğin kuramı bu soruların yanıtlarını içerir.

Bu özelliklerin tamamı (yâni, a-zamansal, mekânsal, ilişkisel, parasal kurallar; b-şifâcının varlığının bağlı olduğu ilkeler ve c-fondaki kuramsal özellikler) sürekli olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu etkileşimin psişik bilgiye dönüşüm süreci araç olarak “şifâ verme-şifâ alma dinamiği”ni kullanır. Aslında şifâcının derunî çerçevesinin varlık sebebi “şifâ verme ve şifâ alma dinamiği”nin kristalize oluşunu sağlamaktır. Şifâ vermenin yorumlanması ancak bu şartlarda sıhhatli bir şekilde yapılabilir.

Spritüel şifânın hâricî çerçevesine gelince… Derunî çerçeve şifâcı-şifâ alan arasındaki çalışma ilişkisini düzenler, sinerji yaratır ve güvenlik sağlarken, hâricî çerçeve bu analizin spritüel şifânın geneliyle, spritüel şifâcılık kurumu ile, bu spesifik şifâyı veren şifâcının diğer şifâcılarla, şifâ kurumuyla ilişkisini düzenler. Hâricî çerçeve öncelikle şifâcının eğitimini muhtevidir. Bu eğitim temel ve sürekli olarak ikiye ayrılır. Temel eğitim şifâcı adayının şifâcı olarak tanınmasını sağlayan eğitimdir. Bu eğitim şunlardan oluşur: Şifâcı adayının kendi şifâ buluşu; şifâcı adayının kuramsal eğitimi; şifâcı adayının dergâhta dertli görerek aldığı ilhamlar. Şifâcı adayı şifâcı olduktan sonra ise, psişik şifâ tekkesi ile devam eden ilişkisinde ömür boyu süren bir mânevi işbirliği içindedir. İlhamlar alır; zikirlere, başka dergâhlarla buluşmalara katılır. Ahlâkî değerlendirilme sürecine tabidir. Şifâcı hastası ile odada yalnızdır ama oda dışında üyesi olduğu dergâhla, o dergâhın mürşitleri ile ve kullandığı bilginin geleneği ile ilişki içindedir. Spritüel şifâcılık ilişkinin derunî çerçevesinin desteği, güvencesi ve tamamlayıcısı hâricî çerçevedir.

Ayrıca unutulmamalıdı r ki, nasıl şifâcı adayı şifâcı olmadan önce şifâ buluyorsa, geçmişte mânevi eğitim alan, ilham alan aday zamanı gelince mânevi eğitim ve ilham verecektir. Spritüel şifâcı çerçevelerin dinamiklerini kuşak ilişkilerine de benzetebiliriz. Bunun ne zaman ve nasıl olacağını bir tek Allah (cc) bilir.

Psişik bilginin oluşum, gelişim ve yerleşimi, kısmen örtüşük ancak bütünüyle bitişik bu iki çerçevenin –yâni derunî ve hâricî çerçevenin- varlığına bağlıdır. Psikiyatri ve spritoloji bilgi üretim ve aktarma süreçleri bu çerçeveleri yaratmazlar. Bu disiplinlerin kendi yapılarına uygun çerçeveleri yoktur denemez. Her oluşumun kendisine göre çerçevesi vardır. Altı çizilmek istenen bu çerçevelerin farklarıdır.

SANIRIM ANLAŞILDI

Şimdi, benim Yavuz’un şahsına veya bir disipline şuûrsuzca saldırdığımı sanarak ânında öfke patlatacak sekterleri baştan bir tarafa bırakırsak, sanırım samimiyetimi gören okuyucu buradaki derin epistemolojik sorgulamanın farkına varmıştır.

Psikanalizin kendi a priori’lerini mutlak doğru kabûl etmesi itibâriyle dogmatik yapısı, yanlışlanabilme ilkesine ters düşmesi, sonuçları bu peşin hükümlerle değerlendirmesi, birilerinden icâzet (farkında iseniz tam olarak “bilimsel eğitim” değil) almadan bu işin yapılamaz olması, birtakım üst merkezlere dâima bağlı kalınacağı teminatının verilmesi… Bunlar hep mistifikasyonlar değil de nedir?

Nitekim Melanie Kleinciler (Talât Parman ve arkadaşları), klâsikçiler (baba ve kız Freud’ların izinden giden Saffet Murat Tura ve varsa diğerleri), yeni Gurucular (Türkiye’de en önde geleni Vamık Volkancılar, bunlar da birkaç alt gruba bölünmekteler: Abdülkadir Çevikçiler bir de Politik Psikiyatri Derneği kurdular, Kanal B’de milliyetçi ama politik psikiyatri uzmanı olmuş, genellikle sol eli ceket cebinde konuşan bir meslekdaşımız Abdülkadir Hoca’ya hitap ederken sürekli “Sayın Genel Başkan” demekteydi, ilginç dinamikler…) ayrı ayrı derneklerde örgütlenmişler ve birbirlerinden hiç hazzetmiyorlar. Saffet Murat Tura gibi bireysel “takılanlara” ise kendisi divana uzanıp analizden geçmediği için çok kızıyorlar; o da Sigmund Freud’la tam bir özdeşleşme-benimseme içerisinde, Freud’un kendi analizini kendisinin yaptığını hatırlıyor, hatırlatıyor (CV’si de Freud’unkine çok benzer bu değerli meslekdaşımızın, fizyolojiden psikiyatriye, oradan da psikanalize seyahat etmiştir).

Kurumsal anlamda din basitçe memetik bir havuzdur, bol mutasyona uğrar ve epistemolojisi de objektif değil sübjektif bilgiye dayandığı için bilimsel değildir ama saygı ile karşılanır. Bu tanrısız ama bol Gurulu dine de bütün dinler gibi hürmetim sonsuz…

İyi de, bunun bilimle ne alâkası var?

Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 25 Temmuz 2007 Çarşamba

Tam Gün Yasası’na itirazlar devam ediyor
Tam Gün Yasası’nın çıkarılma sürecinde özellikle tıp fakültesi öğretim üyeleri, doktorlar hazırlanan yasaya çeşitli kitlesel gösteri ve eylemlerle tepki göstermişlerdi.

Hocaların, doktorların itirazlarının tekrar gündemde olmasının en önemli sebepleri; Tam Gün Yasası gereğince devlet hastanelerinde çalışan doktorların 30 Temmuz 2010’a kadar ya muayenehanelerini açık tutarak kamu görevlerinden ayrılmak ya da görev yaptıkları hastanede kalmak arasında seçim yapmaları, 31 Temmuz 2010’a kadar zorunlu mesleki sorumluluk sigortası yaptırmaları gerekliliğidir, yine yasaya göre tıp fakültesi hocalarının da 31.01.2011 tarihine kadar görev alacakları yer konusunda karar vermeleri istenmektedir.

Tam Gün Yasası’yla ilgili 25 Ocak 2010 tarihinde yazdığımız yazıda doktorların, üniversite hocalarının düşüncelerini, yasanın gerekçesini, daha önceki uygulamaları ve gelinen noktayı yazmıştık. Yine o yazıda değerli görüşleriyle yazımıza katkıda bulunan İ.Ü’den Prof. Dr. Fuat Demirkıran’ın görüşlerine yer vermiştik. Bu yazıda Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve üniversite hocaları ile görüşmelerimizdeki açıklamaları dile getirmek istiyorum.

Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Bşk. Prof. Dr. İsmail Mete İtil “Yeni yasada sağlığın tamamen paralı hale geldiği bir sisteme doğru gidilmektedir. Muayenehaneler bozuk sistemin sorumlusu olarak gösterilmekte ve hasta ile hekim arasındaki para ilişkisinin kesildiği iddia edilerek hastanın her adımda para verdiği bir sistem olumlanmaktadır” şeklinde açıklama getirmektedir. Memorial Hastanesi’nden Prof. Dr. Bingür Sönmez de “Getirilmek istenen yöntemin sakıncalı yönü, Bakanlığın özel ve devlet arasındaki geçişleri kısıtlayabilmek için yaptığı uygun olmayan düzenlemelerdir. Bir tercih yapıldıktan sonra o tercihten geri dönememe, Bakanlığın hiç görevi olmamasına rağmen özel hastanelerin kadrolarını devlet hastanesi gibi sınırlaması doğru değildir” yaklaşımıyla yasaya bu noktada itirazda bulunmaktadır.

İ.Ü’den Prof. Dr. Tamer Erel, yeni yasadaki doktorların ücretlendirilme kıstaslarına ilişkin “Performans kriterlerine göre çok riskli bir operasyon ile aynı sürede bakılabilecek daha risksiz sayılabilecek teşhis aynı ücretlendirilmeye tabii tutulmaktadır. Bunun sonucunda da doktorlar riski gerektirecek ameliyat gibi işlemlerden kaçınacaklardır. Hastalar kendilerini ameliyat edecek doktor bulamayacaklardır” açıklaması ile toplum sağlığının risk altına gireceğine işaret etmektedir. İ.Ü’den Prof. Dr. Yavuz Dizdar da “Hekimler arasında sayıları beşi onu geçmeyecek arsız bir kesim var, bunlar hastayı gerçekten Kunta Kinte yerine koyuyorlar. Oysa doktorların yüzde 90’ı da altyapı yetersizliklerine rağmen elinden geleni tam kapasite yerine getiriyor. Tam günün yeni Kunta Kinteleri işte bu arkadaşlarımız olacaktır” diyerek gerçek mağdurun kim olacağını ortaya koymuştur.

İ.Ü’den Prof. Dr. Sezai Şahmay’a göre yasa, doktorları sadece baktıkları hasta sayısına göre değerlendirirken bilgi, emek ve tecrübeyi yok saymaktadır. Bilimsel makaleler veya konferanslar değerlendirmeye alınmamaktadır. Şahmay, “Bir veterinerin ineği doğurtması 610 lirayken bir doktorun bir kadını doğurtmasına biçilen ücret 220 lira” sözleriyle yasayla doktorların ucuz işgücü haline getirilmeye çalışıldığını ifade etmektedir.

25.01.2010’daki yazıyı bitirirken bu yasanın uygulanması halinde doğacak olumsuzlukları sıralamış, sağlığın ticarileştirilmesine ve tıp alanında kalitenin düşmesine neden olacağına ilişkin öngörüde bulunmuştuk. Sayın Şahmay bu yasa yüzünden eskiden okul birincileri arasından ancak en başarılılarının seçildiği doktorluk mesleğinin kan kaybedeceğini ve artık kimsenin bu mesleğe rağbet etmeyeceğini dile getirmektedir. Dileğimiz CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğü yasanın iptal edilmesi. TTB, bize yaptığı açıklamada, “Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na yasa hakkında görüşlerini sunma olanağı tanınması için talepte bulunduğunu, başkanlığın yasa ile ilgili tarafların sözlü açıklamalarını 31 Temmuz 2010 tarihinden önce dinlemeye karar verdiğini” belirtmiştir. Şükrü Kızılot’un 26 Haziran 2010’daki köşesinde söylediği gibi, “Tam Güm Yasası” gümlemeden tek umut, Anayasa Mahkemesi’nin bu düzenlemeyi iptal etmesidir. Şimdi söylenecek tek söz, “İyi ki bu ülkede yargı var” olacaktır ve en önemlisi yargının daha da bağımlılaştırılmamasıdır; çünkü unutmayalım ki bir gün herkes adaletin kapısını çalmaya ihtiyaç duyacak, yargı bir gün herkese lazım olacaktır.

    Gözlerinin pınarında

     Bir bulut,

     Boşandı boşanacak

     Nerdeyse.

     Aklımdan geçenleri

     Okuyorsun su gibi.

     Dünya gördü

     Bizi boğazladılar.. .

 

     Tutma gözyaşlarını

     Onur da ağlar…

     Bırak yıkansın gökyüzü,

     Lacivert, yeşil, altın

     Işıkları günbatının.

     İşte şafaktayız gene

     Çırılçıplak

     Ve mavi.

     İşte sanki dağ yeli

     Ve işte sanki meltem…

 

     Kimse toz konduramaz

     Kesip attığımız tırnağa bile.         

     Sen en güzel kızısın 

     Bütün galaksilerin

     Bense tözüyüm artık 

     Akkor tözüyüm      

     Prometheus’u yakan

     Kara sevdanın…

 

     Ne alnımızda bir ayıp

     Ne koltuk altında

     Saklı haçımız

     Biz bu halkı sevdik

     Ve bu ülkeyi.

     İşte bağışlanmaz

     Korkunç suçumuz…

     Ahmed ARİF

 

Ruhsal travma, birey için beklenmedik nitelikte, kişinin varlığını, bedensel, ruhsal ve sosyal bütünlüğünü tehlikeye sokacak şiddette stres verici yaşam olaylarının yarattığı etki ve tepkiler bütünlüğü olarak tanımlanabilir. Genel olarak tacizler, istismarlar, şiddet olayları, afetler, savaş, esaret vb. durumlar, ağır kazalar ve kayıplar ruhsal travmanın etkenleri arasında en sık tanımlananlardır.
 

Ruhsal travma tanımında önceleri, travmatik olarak nitelendirilebilecek olayların hemen herkes tarafından yaşanmayacak nitelikte ve şiddette olması, sıradışı bir durum olması gerektiği ileri sürülmekteydi. Tecrübeler, bir yaşam olayının ruhsal travma yaratmasında bireysel özelliklerin de önem taşıdığını gösterdi. Örneğin: Aynı deprem felaketini yaşayan hemen herkeste deprem sonrası bir takım tepkiler benzer tarzda ortaya çıkmakla birlikte, ancak bazı kişilerde  bu tepkilerin bir hastalık tablosu halinde daha uzun süreli devam ettiği görülmektedir. Bunun yanısıra hastalık süreci halinde devam eden ruhsal tepkilerin, travmatik olayda yaşananların ve kayıpların şiddeti ile her zaman doğru orantılı olmadığı da bilinmektedir.

 

Zorlu koşulllar, travmatik olarak nitelendirilebilecek olaylar bireylerde tehdit algısına neden olur. Bu tehdit algısı da korku, kaygı gibi sıfatlarla adlandırılan bazı belirtiler ortaya çıkarabilir. Bunlar tehlike karşısında savaşmaya ya da kaçmaya hazırlanan canlıların gösterdiği tepkilerdir. Bu tepkilere, tedirginlik, gerginlik, kötü bir şey olacak hissi, artmış uyanıklılık hali, hızlı reaksiyon gösterme, en ufak belirtiyi bile kötüye yorma örnek gösterilebilir. Bu gibi tepkiler, olay yeni ve tazeyken, olayın tekrarlama riski gerçekten varsa, olayın tehlikesi ile doğru orantılı ise bir dereceye kadar normal kabul edilmektedir. Hatta tehlikenin henüz geçmediği durumlarda koruyucu da olabilirler. Deprem sonrası yıkıntılara girerken tedirgin ve dikkatli olmak, artçı sarsıntılar devam ediyorsa kişinin hayatını koruması için yardımcıdır. Savaş alanında korku askerin kendisini emniyete alması için önemli bir duygusal uyarıdır.

 

Tehlike karşısında ortaya çıkan ruhsal tepkiler, tehlikenin geçmesine rağmen bazı kişilerde daha kalıcı seyredebilir. Başka sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir ve bireyin yaşam kalitesini bozabilir. Bu gibi durumlarda tıbbi yardım almamak, sorunları yok saymak giderek tepkilerin pekişmesine, kalıcı bir hâl almasına neden olabilir. Başta aile olmak üzere sosyal ilişkilerini bozar, iş verimini azaltır, yaşamı çekilmez hâle getirebilir.

 

“İnsan”ın zorlu koşullardan, travmatik yaşantılardan, üzücü durumlardan etkilenmesi, yıpranması doğaldır. Bazı kişilerde bu etkilenmenin diğerlerine göre biraz daha fazla olması da doğaldır. Bu bir zayıflık işareti değildir. Ağırlık kaldırma kapasiteniz kas gücünüzle ilişkili olabilir ancak herhangi bir durum karşısında gösterdiğiniz ruhsal tepkiler “güçlülük veya zayıflıkla” ilişkilendirilmemelidir. Bu konuda yanlış tanımlamalar ihtiyacı olan bireylerin doğru zamanda yardım arayışını ketlemekten başka hiç bir işe yaramamaktadır.

 

Travma psikiyatrisi, özellikle son 50 yıl içerisinde savaşlar ve doğal afetlerle çerçevesi daha iyi çizilen bir takım ruhsal sorunlarla ilgilenen bir klinik psikiyatri alanıdır. Travmatik yaşantılar ve bunlara bağlı ruhsal sorunlar günümüzde başarıyla tedavi edilebilen rahatsızlıklardır.

 

  • Zorlayıcı bir yaşam deneyimi ardından, durum yatışsa, tehlike geçse bile,
  • İstemeden tekrar tekrar olayı hatırlamak, gece rüyalarında görmek,
  • Artmış tedirginlik, gerginlik hali,
  • Olaya benzer ses ve görüntülerle karşılaşınca, sanki tekrar yaşıyormuşcasına tepkiler göstermek,
  • Sinirlilik, çabuk öfkelenmek,
  • Olayı anımsatan yer ve şartlardan kaçınmaya, uzak durmaya çabalamak,
  • Zorlu yaşam deneyimlerinden sonra bireyin huy ve karakterinde süreklilik gösteren değiişiklikler olduğunun fark edilmesi,

Bütün bunlar veya birkaçı sizin, arkadaşınızın veya yakınınızın zorlu koşullar karşısında ruhsal olarak başetmede zorlandığını düşündürebilecek belirtilerdir.

 Kendi kendinize teşhis ve tedavi uygulamaya kalkışmayınız. Durumu değerlendirmek üzere, bir psikiyatri uzmanından mutlaka yardım alınız.

Kılıçdaroğlu Kemal Bey’i anlatıyor…
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile iki uzun söyleşi yaptık. Kılıçdaroğlu, bu söyleşilerde önce Kemal, sonra Kemal Bey, ardından da Kılıçdaroğlu olduğu günleri anlattı. Yazı dizisini de kendisinin bu anlatımlarını esas alarak hazırladım. Tabii burada hemen şunu vurgulamalıyım: Ona göre, “Kılıçdaroğlu ve Kemal Bey” tanımları, “Tayyip Bey ve Recep Bey”den farklı olarak tek bir dönemi ve tek bir kişiliği ifade ediyor.

Tapu memuru Kamer Bey, her akşam ocak başında kitap okurdu. ‘Kerem ile Aslı’, ‘Hazreti Ali’nin Cenkleri’, ‘Ebu Müslümi Horasani’ gibi kitapları heyecan içinde dinlerdi çocukları. Yatma vaktine kadar sürerdi okumaları.
Çocuklar, ertesi akşamı iple çekerdi. Yemekten hemen sonra ocak başındaki yerlerine geçer, babalarının kitabı alıp arkası aynalı 14 numaralı gaz lambasının önüne oturmasını beklerlerdi.
Misafir geldiği akşamlar kitap okumaya ara verilirdi. Lamba söndürülür, lüks lambası dolaptan çıkarılırdı. Lambanın zayıf ışığına alışan çocuklar için lüksün yanması evin şenlik yerine dönmesi demekti. Bir kenara oturur, bu kez babalarının misafirlerle sohbetini dinlerlerdi.
Kamer Kılıçdaroğlu, evdeki otoriteydi. Ailenin yaşamı da onun tayinleriyle birlikte alt üst olur, sürekli taşınıp dururlardı. O nedenle ailenin ikizleri Kemal ve Adil, ilkokula Van’ın Erciş ilçesinde başladı. İlk üç sınıfa orada gitti fakat dördüncü sınıfı Tunceli’de, beşinci sınıfı ise Bingöl’ün Genç ilçesinde okudu.

UZUN ÖNLÜKLER TAHTA ÇANTALAR

İlkokuldan itibaren ikizlerin yolları birbirinden ayrıldı. Adil, sınıfta kaldı. Kemal ise sınıfı geçerek yoluna devam etti. Adil, okul hayatında hep Kemal’i geriden takip edecekti. Zaten Kemal’den küçüktü, dünyaya da Kemal’in peşinden gelmişti. Tunceli’nin Ballıca köyünde, 17 Aralık 1948 günü birkaç dakika sonra doğmuş olmasına rağmen hep “ağabey” diye seslenecekti ona.
Erciş’te ilkokula başladıkları gün Kemal için unutulmaz bir gündü. Belleğinde kalan o güne dair en önemli görüntü tahta çantası ve uzun önlükleri: “İlk gün çok uzun siyah önlükler giymiştik. Evde tembihlemişlerdi, sakın çantalarınızı kaybetmeyin diye. İlk teneffüse elimizde çantalarla çıktık. Baktık diğer öğrencilerin elinde yok, sınıfa gidip çantalarımızı bıraktık. Diğer çocukların önlükleri kısaydı. Akşam eve gittiğimizde anneme kızınca önlüklerimizi düzeltip kısalttılar.”
Kemal, ders çalışmayı seven, meraklı bir öğrenciydi. Dersler dışındaki aktivitelere de katıldı. İzcilik koluna girdi, bir yavru kurt oldu. Öğretmenler, özel günlerde, bayramlarda şiir okuma görevini de hep ona veriyorlardı. İlk ezberlediği şiirlerden biriydi İstiklal Marşı. Sadece ilk iki kıtasını değil, on kıtasını ezberledi, bir müsamere sırasında çıktı kürsüden okudu. İlerleyen yıllarda Kemal, şiir de yazdı.

İLK ŞİİRİ AÇLIK ÜZERİNE

İlk şiiri açlık üzerineydi: “Bir hafta vardı hiç unutmuyorum, fakat öğretmenler açlıkla ilgili şiir bulamamışlardı. Ortaokuldaydık. Ben açlıkla ilgili bir şiiri yazdım ve götürdüm. Öğretmen ‘Çok güzel olmuş’ dedi. Gençlik yıllarında şiirler devam etti. Elazığ’da Ticaret Lisesi’ndeyken Turan gazetesine şiirler yazdım. Şimdi çok net hatırlamıyorum yazdıklarımı. Saklamadım da.”
Kemal, Genç’te ortaokulu okurken yaz aylarında hiç evde oturmadı. Her öğleyin tren istasyonundaydı. Tren yolcularına salatalık ya da soğan kabuğuyla boyadığı yumurtaları satıp para kazandı. Tuğla ocaklarında da çalıştı. Ortaokul son sınıfta daha büyük bir işe girişti. Genç’in karpuzu meşhurdu, Murat nehri kıyısındaki tarlalarda harika karpuzlar yetişirdi. Kemal de, o yaz bir arkadaşıyla beraber bir karpuz tarlası kiraladı. Zevkli bir anı olarak anlatıyor o tarlada yaşadıkları:
“Tarlayı para verip kiralamadığımız için bize düşen görev gece karpuzları korumak için tarlaya gidip orada yatmaktı. Karpuzları şehrin içine götürüp satmıyorduk. Diyelim ki Bingöl’deki birlikten askerler karpuz almak için gelirlerdi, onlara satardık. Kilosu 5 kuruştu.”

YÜZME SEVDASI VE BABA DAYAĞI

Yaz aylarının en büyük eğlencesi Murat nehri kıyısında dolaşmak, nehirde yüzmekti. Halbuki babası, nehirde yüzmeyi yasaklamıştı. Hem boğulma tehlikesine, hem de babasını kızdırma pahasına Kemal, arkadaşlarıyla nehre gidip yüzmekten vazgeçmezdi.
Bu da akşamları babasından dayak yemek demekti. Kamer Bey, katı bir Anadolu erkeği görünümündeydi. Kararları kendi başına alırdı. Ailenin Karabulut olan soyadını değiştirme kararı da bunlardan biriydi. Bütün aile Karabulut soyadıyla devam ederken, Kamer Bey, 1950’de mahkemeye başvurarak Kılıçdaroğlu soyadını almıştı. Nedeni de köydeki hemen herkesin soyadının aynı olmasıydı, bu benzerlikten rahatsız olmuştu. O tarihte küçük bir çocuk olan Kemal, ailedeki bu soyadı değişikliğini sonradan öğrenmiş: “Bütün amcalarımın soyadı Karabulut. ‘Mehmet Karabulut’tan Mehmet Karabulut’a’ diye mektup yazdığımı hatırlıyorum. İkinci Mehmet Karabulut’a parantez içinde muhtar yazardık hangisi olduğu anlaşılsın. Hiçbir zaman gidip babamıza “soyadımızı niye değiştirdin” diye sormadık. Çünkü çocuktuk.”

DEDEMİZ KILIÇLI EŞKIYA

Kılıçdaroğlu soyadı ise dedelerinden geliyor: “Dedemiz Hüseyin Cebeli. O dönemin halk kahramanı tipi birisi. “Kılıçlı eşkıya” diye adlandırılıyor. Soyadı Kanunu olmadığı için aile Cebeligiller olarak tanınıyor. Rahmetli babam bundan esinlenerek de Kılıçdaroğlu koymuş olabilir.”
Her ne kadar Kürt olduğu iddiaları ortaya atılsa da Kemal Kılıçdaroğlu, ailesinin köklerinin Kureyşan aşiretinin Türkmen boyu olduğu bilgisine sahip: “Kureyşan, aynı zamanda, Aleviliğin en önemli ocaklarından biri. Ailemin Horasan’dan geldiği söyleniyor. Konya Akşehir’e yerleşiyorlar. Ailenin büyüğü Seyyid Mahmudi Hayrani’nin türbesi orada. Rivayete göre, Şah İsmail’le Yavuz Sultan Selim arasındaki savaştan sonra bunlar Adıyaman, Malatya ve bir kolu da Dersim’e, Tunceli’ye gidiyorlar. Türkmen boyu bunlar.”
Anne tarafı ise Areli aşiretinden. Annenin nüfustaki ismi Yemuş. Oysa herkes gibi oğlu Kemal de onu hep Nimet adıyla biliyordu: “Anneme Yemuş demezdik, rahmetli babam, bütün komşular, herkes Nimet diye bilirdi. Ben de anneme sordum. Yemiş koymak istemişler, nüfus memuru Yemuş yazmış. Herkes etnik kimliğiyle uğraştı, acaba nedir, ne değildir diye. Sonuçta o benim sevgili annem. Öyle bir şey olsa söylerim, yok.”

KARDEŞLERİNDEN BİR TEK O OKUDU

Nimet Hanım’ın ikisi kız, beşi erkek yedi çocuğu oldu. Bunların dışında iki çocuğunu da doğumdan sonra yitirdi. Yedi çocuktan sadece Kemal, üniversite okudu. O zaten diğer kardeşlerinden farklıydı. İlkokuldan liseye kadar hep birincilikle bitirdi okulları.
Kemal, Murat Nehri kıyısına oturur, babasının getirttiği Cumhuriyet gazetelerinden Malkoçoğlu çizgi romanlarını okurdu. Sonra gazetedeki Fikret Otyam’ın röportajları dikkatini çekti. Yıllar sonra Otyam’ın resimlerine ilgi duymasında o röportajların etkisi de olacaktı. Bir süre sonra da Çetin Altan’ın yazılarını keşfetti, bazı yazıları kesip saklıyor, sınıftaki arkadaşlarına okuyordu.

Kitap okumaya ise Teksas, Tommiks ve ardından Kerime Nadir’in romanlarından başladı. Lise 1’de de Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini sonra da klasikleri okudu. İnce Memed, hayatının unutulmazlarından biri oldu.
Genç’te lise yoktu. Kamer Bey, Tunceli’de lise müdürü olan bacanağına mektup yazdı, kayıt tarihlerini bildirmesini istedi. Ama beklediği cevap bir türlü gelmedi. Cevabın geciktiğini fark ettiklerinde lise kayıtları dolmak üzereydi. Kemal, Elazığ’da yeni bir ticaret lisesi açıldığını öğrendi o sırada. “Oraya kaydını yap, bir ay sonra naklen alırız buraya” dediler. Kemal, bu lise seçiminin hayat çizgisini değiştirdiğini ancak liseyi bitirdikten sonra anlayacaktı.

HAYALİ DOKTOR OLMAKTI

“Bir ay sonra öğretmenler, öğrencimizden çok memnunuz kaydını vermeyiz dediler ve ticaret lisesinde kaldım. Liseye gidip doktor olmak gibi bir idealim vardı. Fakat ticaret lisesini bitirince anladım ki, sadece iki yerde sınava girebiliyorum. Eskişehir İktisadi Ticari Bilimler Akademisi, bir de Ankara. Önce Eskişehir’i kazandım, 50 lira para verdim kayıt için. Ankara’yı kazandığım belli olunca gidip kaydımı aldım, parayı istedim ama vermediler” diye anlatıyor üniversiteye girişini.
Kemal Kılıçdaroğlu, Ticari İlimler Akademisi’nde okumak üzere Ankara’ya ayak bastığında yıl 1968’di. Gençlerin ayakta olduğu fırtınalı yıl.

EN BÜYÜK PİŞMANLIĞIM

Ablamın okumasına karşı çıktık

En büyüğümüz olan ablam (Feride Çakmak) hiç okula gitmemiş zaten. İkinci kız kardeşimiz (Fikriye) bizden küçüktü. O çevrenin koşullarında okuyan kız çocuklarına farklı bakılıyor, biz de kendimizi o kültürün bir parçası olarak görüyorduk. Biz erkek çocuklar, “ilkokulu bitirdikten sonra okumasına gerek yok” diye itiraz ettik. Bu hayatımın en büyük pişmanlıklarından birisidir. Keşke okuyabilseydi, farklı yerlere gelebilseydi. O yapıyı sonra kırdık tabii. Benim, diğer kardeşlerimin kız çocuklarının hepsi okudu. Benim kızlarım Aslı ve Zeynep üniversiteyi bitirdi. O çevreden çıkınca hayatı, gerçeği daha farklı görüyorsunuz. Kültürün bir parçası olarak kız çocuklarına miras da verilmezdi. Rahmetli babam hayattayken Tunceli’deki iki dükkanı sattı, kardeşlere dağıttı. Gayrimenkul da kaldı babamdan. Biz kardeşler oturduk, kız kardeşlerimize de verelim diye karar verdik, böyle bir adalet sağladık.

BABAM

Rakı içme adabını o öğretti

Belli bir yaşa geldikten sonra rahmetli babam bize içki içmenin adabını öğretti. İlk rakıyı babamla içtik. İşte rakıyı böyle doldurursunuz, suyu böyle koyarsınız, içkiyi böyle içersiniz diye. Daha sonraki yıllarda sosyal içici dediğimiz, yani bir yerde bir işte toplantı olur, bir kokteyl olur bir kadeh alırsınız öyle içtim.

27 MAYIS

Menderes’in idamına üzüldük

Evimizde bir radyo vardı, Bingöl’ün Genç ilçesindeydik. 27 Mayıs’ı hatırlıyorum. Akşamları canlı olarak verilirdi duruşmalar. Hep “Sanıklar getirildi yerlerine oturdular” gibi klasik bir cümleyle başlardı. Her akşam tekrarlandığı için bu bölüm belleğimde kaldı. İdamlar olduğunda küçük bir kasabadaydık, çoğu kişi ertesi gün idamın olduğunun farkında bile değildi. Çoğu evde radyo yoktu. İdamdan herkes üzüntü duydu. Ailemiz CHP’liydi, amcam bir dönem CHP Tunceli İl Başkanlığı yapmış eskiden ama onlar da üzüldü.

Haber: Hürriyet

Bütün yazılar anlamsız artık

Yararsız bütün kitaplar

Bütün söylevler sahte

Yalan bütün hitaplar

Çılgınca gülmedin, eğlenmedin

Keyfini sürmedin on yedinci baharının

Tomurcuklar açmadı kahkahalarında

Bombalar patlarken kimsesizler mezarlığında

O sabah kalktın

Diğer günler gibi bir gündü

Diş fırçalama, kahvaltı derken

Anneni öptün çıkarken

Belki Atatürk sayfana göz attın biraz

Dershaneye gittiğini sanıyordun

Nereden bilecektin ölüm dersine gittiğini

Nereden bilecektin tabutuna bindiğini

Hangi Kassandra bildirecekti

Hain tuzaklar kurulduğunu yollarına

Şehir dedikleri büyük köyde

Alçak gönüllü bir otobüsün içinde

Alçak ellerin patlattığı bir bomba

Aldı canını

Kanın sıçradı plastik koltuklara

Senin önünde

Başımız eğik

Utanç içindeyiz

Utanç içinde

Seni yaşatamayan,

Seni koruyamayan

Kim varsa

Utanç içinde

Utanç içinde

Neşeyle cıvıldamayın artık kuşlar

Ağıt yakın yavrumuza

Bulutlar, sadece gözyaşı dökmek için gelin.

Ve onun saçlarını dağıtan rüzgâr

Sadece acı kelimelerimizi taşı

Yaslı yüreklere

Bütün yazılar yararsız

Anlamsız bütün kitaplar

Bütün söylevler yalancı

Çünkü hiçbiri

Geri getirmeyecek güzel gülüşünü

Busesi dudaklarında solan yavrumun

İbret al Türkiyem ibret al

Ne siyaset önemli, ne demeçler, ne OHAL, ne bu hal

Bir tek gerçek var:

Kollarını açmış kızını bekliyor

Gazi Mustafa Kemal