Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

 
LÂİKLİK HAKKINDAKelimenin menşei Fransızca’daki laïcité, din işlerinin devlet işlerine, devlet işlerinin ise din işlerine karışmaması demek. 2004’de dünyaya gelen bu terim son asırda bütün dinlere saygılı ve eşit mesafede olmak anlamını da kazanmış. Etimolojik olarak Kadim Yunanca λαϊκός’dan geliyor ve “halk hakkında, sıradan adam hakkında” demek. Bize de Fransızca démocratie kelimesinden nüfuz etmiş…

Sekülarizm ile lâisizm aynı şey değildir… Meselâ ABG’de “secularism” hâkimdir, din işleri cemaâtlere bırakılmıştır ama kalkıp da Hristiyan Demokrat Parti filân kuramazsınız. Avrupa’da ise kurarsınız. Çünkü buradaki tâyin edici faktör o ülkenin harsı (kültürü) ve toplumsal yapısıdır.

Bâzı mütefekkirlere göre “anti-Clericalism’in” bir türü olup, dinin tatbikine müsaade etmek veya dinî hürriyet yerine, inanç sâhiplerinin dinlerini tanıma imkânını tanımayan bir baskı tarzıdır.

Anti-klerikalizm din diye yutturulan safsatalardan ve sömürülerden bunalmış Avrupa medeniyetinin diyalektik bir tepkisidir.

Gâzi ve arkadaşların, bütün aksine iddialara rağmen, anti-Klerikalizm batağına düşmeksizin, cemaâtlerin eline düşerse tekrar bir fâcia hâlini alacağını bildikleri için Fransız tarzı ama yumuşatılmış bir Lâisizm’i tercih etmişlerdir.

Bunun sarih esbâb-ı mûcibesi:

1) Türkiye Cumhuriyeti halkının belki de %80’inden fazlası, kentlerde yaşıyor olsalar dahi, tamamen feodal, Ortaçağ artığı, ağalık düzeniyle yaşamaktadır.

2) Rönesans ve Reform hareketlerini aşmış, Teknoloji Devrimi’ni yaşayıp sindirerek öğrenmiş Avrupa milletlerinin efrâdı en azından asgari derecede entellektüel birikime sâhiptir. Çünkü ayrılma ve bireyleşme merhalelerini aşarak, demokrat olabilmişlerdir. Demokratik düşünceye sâhip olan (yâni irfânı ve fikri hür) bir insan kendi hür tercihini yapabilecek donanıma ve iradeye sâhip olan kişidir.

3) Bu amaçla başlanan millî eğitim ve köylere uzanacak millî öğretim seferberliği maâlesef daha İsmet İnönü zamanında atalete mahkûm edilmiş, Menderes ve arkadaşlarınca da tarihe kavuşmuştur.

4) Sonuç, ortadadır: Hâlâ okuma yazma oranı çok düşük olan, cehâletin ve feodalitenin kol gezdiği bir ülke!

5) Böyle bir ülkede demokrasi yürüyemez, ancak totaliter (askerî, dinî veya diğerleri) sistemler memleketi sevk ve idâreyi başarabilirler.

6) Türkiye sür’atle Arabizm ve İranizm târikine çekilmekte, rasyonel – bilimsel düşünceden uzaklaştırılan halk, “din” diye yutturulan safsatalarla büyüsel düşünceyle kitle hipnozuna tâbi tutulmaktadır.

Nitekim δῆμος, yâni dimos, halk zümresi, ahâli + κράτος, yâni kratia iktidar = Halkın iktidarı anlamındaki demokrasi de buradan neş’et eder. Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan’daki filozoflardan Aristo ve Eflatun demokrasiyi eleştirmiş, “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlar kullanmışlardır.

Demokrasiye farklı atıflarda bulunulmuştur: Çoğunluğun yönetimi; azınlık haklarını güvenceye alan yönetim; fakirin yönetimi; sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim; fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim; kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim…

Sonuç: Maâlesef Rönesans ve Reform hareketlerini aşmış, Teknoloji Devrimi’ni yaşayıp sindirerek öğrenmiş Avrupa milletlerinin efrâdı gibi olamamış, en azından asgari derecede entellektüel birikime sâhip olup bireyleşememiş , “sürü” psikolojisiyle düşünen ve hareket eden kitleler çok bayağıca hamâset ve demagojiyle iyice uyutularak, memleket tam bir anomiye ve kaosa sürüklenmiştir.

Açıkça söyleyelim: Aristo ve Eflatun maâlesef bizde –şimdilik– haklı çıkmış,“ayak takımının yönetimi” gündeme gelmiştir…

   Bunu her meslekte ve her kademede görebilirsiniz.

      Ayırıcı teşhis için cehâlet, kibir ve şuursuzca saldırganlık anahtar kelimelerdir.

         Peki, ne yapılacak…

            Defalarca yazdım.

               Vatansever, Lâik, Atatürk Milliyetçisi bir Türk bilim adamının sessiz çığlığı bu…

                  Orada kimse var mı?

Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 09 Ağustos 2010 Pazartesi

Otistik her 10 kişiden 1 tanesi olağanüstü yeteneklere sahip… Bugüne dek hep engelleyici bir durum olarak tanımlanan otizmi artık olumlu yönleriyle ele almanın zamanı geldi… New Scientist dergisi 1 Mayıs 2010 tarihli sayısında, otizmle ilgili bilgilerin eskiliğine dikkat çeken bir yazı yayımlandı. Otistik kişilerin engelli değil, sadece farklı düşünen nörotipik insanlar olduğu, dahası, kimi açılardan daha iyi düşünebildikleri vurgulanıyor.

Michelle Dawson, kalabalık otobüslerde yolculuk etmekten kaçınıyor, yabancılarla iletişim kurarken paniğe kapıldığından lokantada bir fincan kahve ısmarlarken epey zorlanıyor. Yine de, son birkaç yıldır Montreal Üniversitesi’ne bağlı Riviére-des-Prairies hastanesinde bir araştırmacı olarak adından söz ettiriyor.

Dawson’un araştırma alanı, tıpkı kendi gibi, otistik kişilerin bilişsel yetenekleriyle ilgili. Dawson günümüzde otizm ile ilgili tanımlamaların, tümden yanıltıcı olmasa bile, çağdışı bulguları temel aldığına ve otizmin yapısının son 70 yıldır temelden yanlış anlaşıldığına inanan bilim insanlarından bir tanesi.

Tıp kitaplarında otizmin iletişim, düşlem gücü ve toplumsal etkileşimden oluşan klasik “üç bozukluk” ile kendini belli eden gelişimsel bir sakatlık durumu olduğu belirtiliyor. Durumun şiddeti farklılıklar gösterse de, otizm tanısı konan kişilerin yaklaşık dörtte üçü ruhbilim kapsamında zihinsel özürlü sınıfına giriyor.

Yaklaşık on yıldır sürdürülmekte olan otistik onur hareketi, otistik kişilerin engelli değil, yalnızca farklı düşünen “nörotipikler” oldukları görüşüne destek veriyor. Şimdi Dawson ve kimi başka araştırmacılar bu kavramı bir adım öteye taşıyarak otistiklerin yalnızca farklı düşünmekle kalmayıp, kimi açılardan daha da iyi düşünebildiklerini öne sürüyorlar. Bu duruma “otistik üstünlük” adını verebiliriz.

Bilişşel üstünlük nerede?

Peki, genelde engelli olarak değerlendirilen bir grup insan nasıl olur da gerçekte bilişsel üstünlüklere sahip olabilir?

Öncelikle, son araştırmalar otistiklerde IQ düzeyinin görünürde daha düşük olduğunu ortaya koyan ilk bulguları giderek geçersiz kılıyor. Kimi araştırmalar otistik kişilerin dikkattten ayrıntıya, duyarlıktan müzikal eğilime ve daha güçlü belleğe uzanan bilişsel yetilerdeki üstünlüklerini gözler önüne seriyor. Daha yakın bir geçmişte yapılan beyin taramaları da söz konusu becerilerin ardında ne tür sinirbilimsel farklılıkların yer alabileceği konusunu giderek aydınlığa kavuşturuyor.

Kimi otistik kişilerin belli yeteneklere sahip oldukları görüşü hiç de yeni değil. Otizmi ilk kez 1940’larda tanımlayan ruhbilimci Leo Kanner, kimi hastalarının anımsama, çizim ve blmaca gibi birtakım alanlarda “beceri adacıkları” adını verdiği bir özelliğe sahip olduklarına dikkat çekiyordu. Ne var ki Kanner de, kendinden öncekiler gibi, daha çok otizmin olumsuzluklarını vurgulamaktaydı.

Günümüzde otizmin hangi özelliklerinin var olduğu ve bunların kendilerini ne ölçüde belli ettiği açısından çok farklılıklar gösterdiği artık biliniyor. Otizmin nedeni henüz gizini korusa da, elde edilen bulgular bu durumda çok farklı genlerin rol oynadığına, bir olasılıkla bunların ana rahminde gelişmeyi etkileyen unsurlarla birlikte etkili olduklarına işaret ediyor.

Otizmin tüm farklılıklarını içine alan tek ve kapsamlı bir açıklamaya bugüne dek ulaşılamasa da, en dikkate değer özelliklerin açıklanmaya çalışıldığı çok sayıda görüş ortaya atıldı. Bu görüşlerden belki de en bilineni otistik kişilerin zihinsel kuramdan- başka insanların kendisinden, ya da gerçeklikten farklı inançlara sahip olabileceği anlayışından yoksun oldukları yönünde. Bu görüş, onu destekleyen kanıtlar son dönemlerde eleştirilere hedef olsa da, birçok otistik kişinin neden yalan söylemediğini ve başkalarının yalan söylemelerine bir anlam veremediğini açıklayabilir.

Sözel ipuçları

Otistik kişilerde merkezi bütünlüğün, bir başka deyişle, sohbet sırasında görülen sözel ve bedensel ipuçları gibi bir dizi bilgiyi biraraya getirme yeteneğinin de, pek güçlü olmadığı, bu kişilerin kimi zaman ağaçlardan ormanı göremedikleri söylenir.

Popüler kültürde dudak uçuklatan olağanüstü becerilere sahip otistik dehalarla ilgili görüş oldukça yaygın. Ne var ki, bu tür kişler kuralı değil, ayrıksı durumu oluşturuyorlar. Bu konuda öne sürülen en yaygın görüş, otistik her 10 kişiden 1 tanesinin olağanüstü yeteneklere sahip olduğu yönünde. Söz konusu yetenekler arasında, söz gelimi geçmiş ya da gelecekteki bir tarihin haftanın hangi gününe denk geldiğini anında bilmek gibi olağandışı beceriler de yer alıyor.

Gerçek şu ki, otistik çocuklar konuşma, tuvalet eğitimi gibi dönüm noktalarını genelde gecikmeli yaşıyorlar ve erişkin olarak topluma ayak uydurmada zorlanıyorlar. Britanya’da istatistikler bu ülkedeki otistik erişkinlerin yalnızca %15’inin ücretli bir işte çalıştıklarını gösteriyor. Ana akım tıbbi görüşe göre otizm beyinde gelişimsel bir hasarın göstergesi. Peki, bu görüş birtakım gerçekleri gözden kaçırıyor olabilir mi?

Dawson, ana akım görüşe meydan okurken önce otizm ile düşük IQ arasındaki bağlantıya dikkat çekti. Montreal Üniversitesi otizm araştırma programı başkanı Laurent Mottron ile birlikte yaptığı ve 2007 yılında yayımlanan araştırma otistik bir kişinin IQ düzeyinin uygulanan deneye göre değiştiğini ortaya koymaktaydı. En yaygın sınama yöntemi olan Weschler Zekâ Testi uygulandığında, otistiklerin dörtte üçünün 70 ya da daha düşük puan aldıkları görüldü. Bu da, Dünya Sağlık Örgütü’nün ölçütlerine göre, zihinsel özürlü oldukları anlamına geliyordu. Ancak toplumsal bilgiye daha az yer veren Raven Standart Gelişim Matrisleri gibi farklı, ancak bir o kadar geçerli IQ testi uygulandığında çoğunun onları bu sınıflandırmanın dışında tutacak puanlar elde ettikleri görüldü. Daha önce yapılan binlerce araştırma ve veriyi yeniden gözden geçiren Dawson olumsuz görüşlerin kafaya takılması yüzünden gizli kalmış otistik becerilerle ilgili deneysel kanıtlar içeren onlarca araştırmaya tanık oldu.

Ayrıntıya özen göstermek

Yeni araştırmalar da otizmin üstünlüklerini giderek su yüzüne çıkartıyor. Bu üstünlüklerden bir tanesi uzun süre temel eksikliklerden biri olarak görülen güçsüz merkezi bütünlükten kaynaklanıyor. Ağaçlardan ormanı görememek gibi bir beceriksizliğin olumlu yönü ağaçları görme konusunda çok ama çok becerikli olmaktır.

Ruhbilimciler bilgiyi biraraya getirme ya da ayrıştırma yeteneğini deneklere, söz gelimi ev gibi, nesne çizimleri gösterip onlardan bu nesnelerin içine yerleştirilmiş üçgen, dikdörtgen gibi biçimleri bulmalarını istemek suretiyle inceliyorlar. Çok sayıda araştırma otistik kişilerin bu işlemleri çok daha hızlı ve doğru yaptıklarını ortaya koyuyor. Üstelik bu becerinin salt resimlerle sınırlı kalmayıp, müzikte de geçerli olduğu görülüyor.

Bu tür araştırmalar yapan Utrecht Üniversitesi çocuk ruhbilim uzmanı Maretha de Jonge merkezi bütünlük bağlamında “güçsüzlüğün” mutlaka gündelik yaşamın niteliksizliği anlamına gelmediğine, bu durumun dışarıdan gelen ve dikkati dağıtan uyarıların filtreden geçirilmesine yardımcı olabileceğine dikkat çekiyor.

Öteki otistik özelliklerin herhangi bir biçimde kusur olarak değerlendirilmeleri daha da güç. Örneğin, araştırmalar otistiklerin müzikal perdeleri tanımada çok daha başarılı olduklarını gösteriyor. Görsel açıdan, son derece yetenekli sanatçılar oldukları bilinen otistik dehalar olmakla birlikte, son araştırmalar otizmde görsel-uzamsal becerilerin sanıldığından çok daha yaygın olduğunu ortaya koyuyor.

Otistiklerin üç boyutlu çizimlerde daha başarılı oldukları, örneğin, üzerlerinde farklı biçimler olan blokları biraraya getirmek gibi işlemleri daha kolay yaptıkları görülüyor. Beyin taramaları otistik kişilerin beynin görsel bölgelerindeki ateşleyici güçten daha iyi yararlandıklarını ortaya koyuyor.

Yoğun dünya sendromu kuramı 

Kimi araştırmacılar otistik kişilerin görüntü ve seslere de daha duyarlı olduklarını öne sürüyor. 2007 yılında İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nden Kamila Markram ile Henry Markram tarafından yapılan bir araştırmadan elde edilen bulgulardan yola çıkılarak ortaya atılan “yoğun dünya sendromu” kuramına göre otizm, gündelik duyusal deneyimleri yoğunlaştıran hiperaktif bir beyinden kaynaklanıyor. Otopsi bulguları otistik kişilerin beyinlerindeki korteks bölümünde yapısal farklılıklar bulunduğunu, bu kişilerde minikolonların-yaklaşık 100 sinir hücresinden oluşan ve kimi araştırmacılara göre beynin temel işlemci birimleri işlevini gören öbeklerin- sayıca daha çok, ancak daha küçük olduğunu gösteriyor.

Otistiklere üstünlük sağlayan öteki bilişsel beceriler arasında bir de daha mantıklı karar alma yetisi yer alıyor. Otistiklerin öznel ya da duygusal unsurlara karşı daha az duyarlı oldukları öne sürülüyor. Bu görüş henüz kesin olarak kanıtlanmış olmasa bile, giderek yaygınlık kazanıyor. Kaliforniya’daki TED (Teknoloji, eğlence, tasarım) konferansında söz alan ve kendisi de otistik olan hayvanbilim uzmanı Temple Grandin, otizm olmasa Silikon Vadisi’nin de olamayacağını şaka yollu dile getiriyor, teknoloji ile uğraşanların bir olasılıklaotizm genleri” ile dolup taştıklarına dikkat çekiyordu.

Gerçekten de, otistikler arasında çok başarılı mühendislere, bulaşık makinesini boşaltmayı beceremeyen müzik dahilerine, konuşmaktan yoksun matematik bilginlerine ve yetenek ile yeteneksizliğin birlikte var olduğu böylesi daha nice bileşimlere tanık oluyoruz.

Ne var ki, otizmin üstünlüğü kavramının tüm dünyada kabul görmediğini de önemle belirtmek gerekiyor. Kimi araştırmacılar ve anababalar, otistik kişilerin yaşadıkları güçlükler toplum tarafından hafife alınır ve yeterince destek verilmez korkusuyla, bu duruma özgü üstünlüklerin aşırı vurgulanmasından kaçınıyorlar. Otizmin yararlı bir durum olabileceğini söylemek, kendi başına yemeğini yemekten, ya da tuvalete gitmekten yoksun çocuğu için çalışıp didinen anne ya da babalara sinir bozucu ve incitici gelebilir.

Öte yandan, kimi anababalar da çocuklarının olumsuzluklarıyla ilgili yorumları dinlemekten bıkmış olabilir. Bu durumda en iyi çözüm, ikisi arasında bir denge kurulmasıdır. Otizmi hem olumlu, hem olumsuz yönleriyle değerlendirebilenler yaşamın sağladığı olanaklardan çok daha iyi yararlanabilir.

 

 Mustafa Bilici

Psikiyatri Klinik Şefi, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

İshak Saygılı

Psikiyatri Araştırma Görevlisi, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

 

Psikotik ya da ȃmiyȃne bir tabirle söyleyecek olursak “deli” diye nitelenen insanların davranışları ile sanat arasındaki ilişki eskiden beri ilgi çekici olmuştur. Sanat ve delilik arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için çeşitli yollar denenmiştir. Bu yollardan en çok tercih edilenleri önemli yazarlar, ressamlar, yönetmenler ve bestecilerin biyografilerini incelemek olmuştur. Bu incelemeler neticesinde meşhur sanatçılarda ve onların akrabalarında bir takım ruhsal bozuklukların ve intihar eğiliminin özellikle incelendiği görülmüştür. Ağır ruhsal bozukluklar ve intiharın sanatçılarda ve yakınlarında sıkça bulunduğunun gösterilmeye çalışılmasından hareketle delilik ile sanat arasında bir bağlantı olduğu söylenmeye çalışılmıştır.

Yapılan bir araştırmada çeşitli sanatçıların genel nüfusta beklenenden daha fazla ruhsal bozukluk gösterdikleri bulunmuştur. Psikiyatrik bozukluklar en fazla sırasıyla şairlerde (% 50), müzisyenlerde (% 38), ressamlarda (% 20), heykeltıraşlarda (% 18) ve mimarlarda (% 17) gösterilmiştir. Bu sanatçıların kardeşleri ve çocukları siklotimi, intihar girişimi ve bipolar bozukluğa genel nüfustaki bireylerden daha fazla yatkın bulunmuştur. Bir başka çalışmada şairlerin yarısından fazlasında (% 55) psikopatoloji öyküsü vardı ve bu şairlerin yedide birinin psikiyatri hastanesine yatırılmayı gerektiren psikotik belirtiler gösterdiği bulunmuştur. Bestecileri ve soyut ekspresyonistleri inceleyen bir diğer çalışmada bu kişilerde yaklaşık % 50 oranında duygudurum bozukluğu bulunmuştur. Yaratıcı faaliyetlerde bulunan sanatçılarla “sağlıklı” kontrol grubunu karşılaştıran bir çalışma psikoz, intihar girişimi, ruhsal bozukluklar ve madde bağımlılığının kontrol grubundan iki-üç misli daha yüksek oranda bulunduğunu göstermiştir.

Iowa Üniversitesi’nde yazarlardaki yaratıcılık ile psikopatoloji ilişkisini inceleyen bir çalışmada yazarlarda herhangi bir ruhsal bozukluk bulunma oranı (% 80), kontrol grubundan (% 30) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bu çalışmada tespit edilen ruhsal bozuklukların yarısını duygudurum bozuklukları oluşturmaktaydı. Ancak hiçbir yazarda şizofreninin tespit edilememesi daha önce iddia edilen “şizofreni-yaratıcılık” bağlantısıyla çelişmekteydi.

Sanat ve delilik ilişkisi konusunun incelenmesinde kullanılan bir diğer yöntem ise psikiyatrik teşhis konan hastaların sanat ürünlerini değerlendirmek şeklinde olmuştur. Bu çalışmalarda özellikle duygudurum bozukluğu olan hastaların yaratıcılıklarının dikkat çekici bir şekilde arttığı bildirilmiştir.

Bütün bu çalışmalarda yöntem sorunlarına rağmen duygudurum bozuklukları ile yaratıcılık arasındaki güçlü ilişki varlığı kabul edilmektedir. Ancak önemli bir eser ortaya koymak için “aklı başında olmak” gerektiği bir ön kabul olarak alınırsa ve psikotiklerin aklının başında olmadığı gerçeği göz önünde tutulursa bu kişilerin değerli bir eser ortaya koyamayacakları söylenmektedir. Belki bir sanatçı, şizofreni rahatsızlığına yakalanırsa hastalığının başlangıç döneminde tecrübe edeceği bazı farklı yaşantılar sayesinde kısa süreli de olsa “sıradışı” bir bakış açısı kazanabilir ve bu döneme özgü uzun süreli olmayan bir yaratıcılık artışı sergileyebilir. Bir hasta ile normal bir sanatçının ürettiği sanat eserleri karşılaştırıldığında hastaya ait eserlerin bir süre sonra izleyicide bıkkınlık duygusu oluşturacağı belirtilmiştir. Hastaların eserlerindeki içerik ve biçim konusunda yavanlık, basmakalıplık ve durağan öğelerde yineleme ve zihinsel durgunluk dikkat çekicidir.

Sanatla delilik ilişkisi akıcı görsel öğeler içermesi bakımından en güzel örneklerini sinemada vermiştir. Çeşitli ruhsal bozukluk ya da anormal davranış sergileyen bireylerin “normal” kişilerin ilgisini çekeceğinden hareketle pek çok film psikiyatrik hastalıklarla ilişkilendirilmiştir. Psikiyatrik hastaların sahip olduğu varsayılan gizemli, bir miktar tuhaf, ürkünç ve hatta korkutucu hallerini beyaz perdede izlemek pek çok seyirci için ilginç bulunmuştur.  Bu ilginin altında biraz merak ve gerginlikle karışık kontrollü bir korku hissetme arzusu olsa da izleyicideki temel duygu onlar gibi “deli” olmadığını anlamanın hazzıdır. Filmler sayesinde delilik izleyicinin evinden ve zihninden uzağa itelenerek sinema perdesine hapsedilmektedir. Böylece seyirci film bittiğinde hem deliliği sinema salonunda ya da ekranda hapsetmenin, hem de deli olmadığını tescillemiş olmanın rahatlığıyla salondan huzur içinde ayrılmaktadır. Bu yönüyle sinema deliliği dışsallaştırmanın modern bir aracı olarak kullanılır. Sonuçta filmler kullanılarak biz “aklı başındakiler” güvenlikli meskenlerimizde kutsanmış oluruz. Sinema bu özelliği nedeniyle birçok modern araç gibi deliliği hayatın dışına öteleyip haksız yere damgalamanın aracına indirgenir ve “normal” seyircinin gönlüne “sen öyle değilsin” diyerek su serpmek amacıyla kullanılmış olur.

Sinemada bir şekilde şizofreniyi ve psikozu ele alan belli başlı filmleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1)      Shutter Island

2)      A Beautiful Mind

3)      Sybil

4)      Psycho

5)      Secret Window

6)      Donnie Darko

7)      Repulsion

8)      Teyzem

9)      Karanlıktakiler

10)   Spellbound

11)   Shine

12)   Bug

13)   Murder Inside of me

14)   Canvas

15)   I Never Promised You a Rose Garden

16)   Revolver

17)   Mor Defter

18)   Fisher King

19)   Makinist

Sıraladığımız filmler dışında da elbette birçok filmde şizofreni bir şekilde geçmekte ya da şizofrenik bir süreç anlatılmaya çalışılmaktadır. Ancak bu çaba birçok filmde titizlikten yoksun olduğu için filmlerin birçoğunda karakterler şizofreniden ziyade ya dissosiyatif bozukluktan ya da bağımlılık yapıcı bir maddenin etkisiyle oluşan psikozdan muzdarip gibi görünmekten paçayı kurtaramaz. Yani filmlerde şizofren diye tasvir edilmeye çalışılan hastalık genellikle başka bir ruhsal rahatsızlıktır. Bu konuda özellikle bir hedef saptırılmasının olduğunu söylemeye çalışmıyoruz, aksine söylemeye çalıştığımız husus psikiyatrik temalı bir film yaparken gerekli titizliği gösterip bir psikiyatrdan danışmanlık hizmeti alma zahmetine girilmemiş olmasıdır. Gerçi filmlerin doğru teşhis koyması ya da şizofreni belirtilerini kitaptaki gibi aktarmasını beklemek haksızlık olarak değerlendirilebilir ancak en azından filmlerle verilen çarpık bilginin izleyicinin kafasını karıştıracağı hesaba katılmalıdır. Çünkü filmlerin etkisiyle izleyicide oluşan kafa karışıklığı yüzünden pek çok hasta ilacını bırakabilmekte, psikiyatri dışı çözüm arayışlarına girebilmekte ve filmlerin oluşturduğu yanlış yargılar üzerinden hayatını intizam etmeye yeltenebilmektedir.

Filmlerde dissosiasyonun psikozla karıştırılması hastalığın karmaşık doğası göz önüne alındığında bir ölçüde mazur karşılanabilir. Meselȃ Fisher King filmini ele aldığımızda Robin Williams’ın canlandırdığı Parry’nin yaşantısı şizofrenik bir süreci düşündürse de halüsinatuar yaşantıların doğası dissosiyatif yaşantıları andırmaktadır. Parry’nin şikâyetlerinin karısının gözlerinin önünde öldürülmesiyle aniden ve gürültülü bir şekilde başladığı göz önüne alınırsa belirtilerin şizofreniden kaynaklanmadığı anlaşılacaktır. Filmde Parry’nin hastalığına bir teşhis konmadığı göz önüne alındığında filmin asıl mesajının Jeff Bridges’ın canlandırdığı Jack Lucas üzerinden modern insana, dolayısıyla bize, bir takım açmazlarımızı göstermek olduğu anlaşılacak ve dissosiasyon-psikoz ayrımı önemini yitirecektir.

Birçok filmde şizofreni hastaları genellikle dürüst, samimi, derin ve cana yakın olarak yansıtılmaktadır. Bu nitelikler birçok filmde izine sıkça rastlayabileceğimiz bir delilik klişesi olarak görülebilir. Ancak bazen filmlerde bu klişenin tam aksine, şizofrenler ne zaman ne yapacağı ya da kimi nasıl öldüreceği belli olmayan, toplumdan uzak tutulması gereken insanlar olarak gösterilebilmektedir. Bu filmlere örnek olarak Secret Window, Bug, Sybil gibi filmler verilebilir.

Şizofreni tasvirinin bir filmden diğerine çelişkiler içermesi ve hastalık belirtileri konusunda bir fikir birliğine varılamamış olması ilginçtir. Birçok filmde, ne hikmetse, hastaların daha çok paranoid özellikleri ön plana çıkarılmaktadır. Filmlerde hastalığın belirtilerinin paranoid düşünceler ve renkli halusinasyonlara indirgenmesi kliniklerde görmeye alışkın olmadığımız bir “şizofreni uyarlaması” ile karşı karşıya kalmamıza neden olmaktadır. Bir oyuncunun ne kadar profesyonel olursa olsun bir şizofrenin jest ve mimik yokluğunun eşlik ettiği “künt” duygulanımı tam mȃnȃsı ile taklit edememesi sinemayı kendine özgü bir şizofreni türü yaratmak zorunda bırakmıştır. Örneğin Karanlıktakiler filminde Meral Çetinkaya’nın canlandırdığı karakter (Gülseren) gerçek bir şizofrenden ziyade oldukça başarılı bir şizofreni uyarlaması olarak görülebilir. Böyle olunca Karanlıktakiler filminde bu yüzden ev yaşamı belli ölçüde gerçekçi bir şekilde verilirken şizofreniye özgü duygusal reaksiyonların tam olarak perdeye yansıtılamamıştır. Gülseren karakterinin affekti şizofreniyle alȃkasız bir biçimde canlı, hatta bazen oynaktır. Akşam yemeği sahnesinde izlediğimiz Gülseren’in şizofreniyle bağdaşmayan tepkileri filmin kendine özgü bir şizofreni uyarlaması yaptığının en tipik göstergesi kabul edilebilir. Uyarlama, hastalığın sebebinin ifşa edildiği “geriye dönüş” sahnesinde zirveye taşınır ve biz seyirciler anlarız ki Gülseren’in şizofren olmasının sebebi işkencenin eşlik ettiği bir tecavüze uğramasıdır. Tecavüze kadar Gülseren oldukça sağlıklı bir kadındır. Travmatik tecavüz Gülseren’in ruh sağlığını bozup onu paranoid bir şizofrene dönüştürmüştür. Filmin izleyiciye dayattığı bu çıkarsama şizofreni ile toplumsal sorunlar arasında bir bağlantı bulunduğu izlenimi uyandırır. Kapkaççılar, tecavüzcüler, yankesiciler ve hırsızlar gibi modern toplumun “üretim hataları” şizofrenin sebebiymiş gibi sunulur. Böylece şizofreni artık bir muamma olmaktan çıkar ve travma mağdurunun kaderi haline dönüştürülür. Bu tuhaf izah tarzı izleyicide filmden çıktıktan sonra izbe sokaklardan geçerken şizofren olmamak için arkasını daha bir hassasiyetle kollama gereği hissettirir. Ayrıca modern toplumun bu üretim hatası tiplere karşı zaten iyiden iyiye beslediği dışlayıcı tutum film sayesinde daha bir belirgin hȃle gelmektedir. “Pis” tecavüzcüler bir de şizofreninin müsebbibi olma yükünü yüklenmek zorunda kalır. Film uyarlama esasına dayanan yanıltmaca sayesinde sanki tecavüzcüleri toplumdan uzaklaştırırsak şizofreninin kökünü kazırmış izlenimi uyandırmaktadır. Bu kolaycılık ve hedef saptırma tutumu, kendini daha ziyade hastalara karşı acıma duygusu uyandırarak sanki onları düzelteceğimiz izlenimini körüklemek sûretiyle göstermektedir. Bu özellikleri nedeniyle sinemanın şizofreniye yaklaşırken içine düştüğü durumun gerçeklikten kopuk ve stereotipik bir yapıda olduğu söylenebilir.

Scorsesse’nin Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı ünlü çalışmasından izler taşıyan Shutter Island adlı filminde yine de her şeyi açıklayacak devȃsa bir ruhsal travma mevcuttur. Ancak bu filmde, hakkını teslim etmek gerekir ki, çok sağlam bir paranoya örgüsü oluşturulmuştur. Bu filmde de diğerleri gibi şizofreni tasvir edilirken yine belki de “mecbûriyetten” canlı bir affektle karşı karşıya kalmaktayız. Aslında bu filmi de diğer benzerleri gibi travmayla ilişkili karmaşık bir dissosiyatif bozukluk örneği olarak görmek daha doğru olabilir. Shutter Island’ı ilginç kılan asıl özelliği “delilik ile suç” arasındaki geleneksel bağı hortlatmasıdır. Zaten delilere yapıştırılan “saldırgan” damgası film sayesinde bir yazgıya dönüştürülür ve bu filmden sonra izleyicilerin akıl hastalarının birer suç makinesi olduğu inancını pekiştirmesi kaçınılmaz olacaktır.  Zaten John Fowles’ın “Büyücü” ve Edgar Allan Poe’nun “Dr. Katran ve Profesör Telek’in Sistemi” adlı eserleri ile kafası delilik ve suç ilişkisi konusunda iyice şartlanmış durumda olan seyirci bu film sayesinde inancına büsbütün saplanıp kalacaktır.

Bug filmi sanırız diğer filmlere göre daha başarılı bir şizofreni örneği olarak görülebilir. Bu filmde de yine ana temanın paranoya olması sürpriz sayılmamalı. Filmde paylaşılmış psikozun gelişimi de gayet başarılı bir şekilde verilmiştir. Her şeyi açıklayan bir travmanın olmaması da gerçekliğe daha bir uygun kabul edilebilir. Nispeten başarılı örnekler içinde John Nash’in hayatını konu edinen A Beautiful Mind filmini de anmak gerekir. Hastalık öncesi sosyal olarak akranlarından farklı olduğunu anladığımız John Nash beyazperdede Russel Crowe gibi bir oyuncuyla hayat bulduğu için şanslı sayılabilir. Zira affekt kaybının beyaz perdede yansıtılabilmesi ve abartılı mimiklerden korunma açısından Crowe başarılı bir örnektir. Ama bu filmin de diğerleri gibi hastalık belirtilerinden hayȃli arkadaşlara ve paranoyaya odaklanması ilginçtir. Film her ne kadar gerçek bir insanın hayatını anlatmaktaysa da yönetmen gerçek hikȃyeye sadık kalmamayı tercih etmiştir. Karısının Nash’i terk etmekten vazgeçtiği sahneden Oscar törenine kadar geçen sürede olanlar yönetmenin kurmacasından ibarettir. Çünkü gerçekte Nash 1959’da ilk psikotik atağını geçirdikten iki yıl sonra resmen boşanır. 1970’lerde tekrar bir araya geldiği eşiyle inişli çıkışlı bol ayrılmalı bir dönem yaşar. 1994’te Nobel ödülü aldıktan sonra ilişkileri biraz yoluna giren Nash çifti 2001 de tekrar evlenirler. Ayrıca Alice, filmde gösterildiği gibi Nash’in ilk eşi değildir. Gerçekte Nash’in 1955 yılında bitirdiği bir evliliği daha vardır. Üstelik Nash bir dönem eşcinsel olarak da yaşamıştır. Hatta bu yüzden ilişkilerinde yasal problemler bile yaşamıştır. Elbette bir sinema filminden gerçek hayatın uzun ve çarpıcı tüm detaylarını ve çıkmazlarını doğru bir şekilde vermesi beklenmemeli ancak gerçek hikâyeden de büsbütün koparak farklı mecralara girilmemeli.

A Beautifull Mind filminde bir başka çarpıtma olan ilaç kullanımı, üzerinde durmayı hak etmektedir. Gerçek hayatta Nash hiçbir tedaviyi gönüllü kabul etmemiştir ve 1970’ten sonra ilaç kullanmamıştır, ancak filmde onu son döneminde dahi atipik tabir edilen antipsikotik ilaçlarını kullanırken görürüz. Bu çarpıtma biz psikiyatristlere göre olumlu olarak kabul edilebilir, zira en azından hastalara ilaç kullandırmayı özendirmemiz için elimize bir hile yapma imkȃnı vermektedir. Bu hile sayesinde bu film birçok klinikte hastaların ilaç uyumunu artırmada kullanılır olmuştur. Eğer ilaç konusunda gerçeğe sadık kalınsaydı yani Nash’in hiç ilaç kullanmadan Nobel ödülünü aldığı gösterilseydi, “mucizevî” ilaçlarımızı hastalara önerirken epey zorlanacaktık. Tüm bunları söylerken filmin biz psikiyatrlara mı yoksa ilaç firmalarına mı “kıyak” geçtiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Burada film yapımcıları ile ilaç endüstrisinin muhtemel ilişkisine girmenin lüzumu yok.

Toparlarsak yukarda sıralan filmlerin delilik derken kastının modernizmin türettiği ve Adorno’nun kıyasıya eleştirdiği “araçsal aklın” yokluğu mu, yoksa insanın modern aklın sınırlarını çizdiği dünya tasavvurundan her ne sûrette olursa olsun sapması mı olduğu net olarak anlaşılamamaktadır. Eğer delilikten araçsal aklın ve dolayısı ile rasyonalitenin yokluğu kastediliyorsa durum vahim demektir. Vehamet filmlerin hem rasyonel olmanın insanlığı ne hale getirdiğini örtbas etmeye çalışmasından, hem de araçsal aklın pompalayıp durduğu bilinmeyene karşı duyulan korkuyu ortadan kaldırma iddiasının tam tersinin deliliği işleyen filmlerle habire gündeme getirilip durmasından kaynaklanıyor. “Filmler ile delilikten korkmalı, delilerden uzak durmalı ve onları ötekileştirip sınırlamalıyız” mesajı verilmek isteniyorsa o zaman araçsal aklı sevmeli ve akıllı insanlara yakın durmalıyız sonucunu da çıkarabiliriz. Eğer bu çıkarsama doğruysa Aydınlanmanın öngördüğü “akıllı birey”in bugün bir çıkmazın içinde debelendiği, bireyin özgürleşmek şöyle dursun araçsal aklın esiri haline düştüğü, aklının her almadığını anormal, tuhaf ve deli diye nitelediği dolayısıyla bir yabancılaşma akımının içine düştüğü gerçeğini bu filmlerle nasıl bağdaştıracağız? Akıl bizi bulunduğumuz berbat noktaya getirmişse insanın aklına “akılsızlık” ya da delilik, filmlerin pompaladığı gibi gerçekten de uzak durulması gereken bir olgu mudur sorusu gelmektedir. Tamam, belki Erasmus gibi deliliğe methiye dizmemiz gerekmiyor ama hiç olmazsa araçsal aklı ilah edinen modern insanın düştüğü bu müşkül durumu gördükten sonra “eleştirel aklı” ya da tefekkürü tekrar hatırlamamız gerektiğini ileri sürebiliriz.

Kaynaklar

1-      Sinemada Psikiyatri, Sinemada Psikiyatri (2010). Editör: Mustafa Bilici. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yayınları

2-Sanat ve Delilik. Haldun Soygür. www.gerceklermaskelenmesin.com

PSİKOTERAPİ NEDİR?   

Psikiyatrik rahatsızlıkların tedavisi tıbbın nispeten daha yavaş ilerleme sağlanan bir alanı olmuştur. Son elli yıla kadar bu hastalıkların gerçek nedenleri ile ilgili bilimsel bilgilerin azlığı nedeniyle, yüzlerce yıldır sadece spekülasyon yapıldığından hastaların ve hasta yakınlarının kafa karışıklığı olması da şaşırtıcı değildir.

    Ruhsal hastalıklar çok can yakıcı, aileyi ve hastayı ızdırap içinde bırakan, maalesef ameliyat gibi hızlı ve pratik çözümlerin olmadığı durumlardır.Duyguların yoğunlaştığı ve ümitsizlik hali ile paniğin iç içe geçtiği zamanlarda yanlış yönlendirmeler ile gerçek , doğru ve bilimsel tedavilerin yerine, etkinlikleri hakkında hiçbir kanıt olmayan biyo-enerji, akupunktur veya son teknoloji alternatif tedavilerden medet umulabilmekte, bu ise sadece tedavide gecikmelere ve hayal kırıklıklarının artmasına neden olmaktadır. Tüm bunlara rağmen tedavilerdeki gelişmeler ve en ağır hastalıklarda bile elde edilen başarı oranları bizi mutlu ettiği gibi geleceğe de umutla bakmamızı sağlamaktadır.

    Psikiyatrik rahatsızlıkların tedavisi temel olarak iki şekilde yapılmaktadır. Bunlardan birincisi ilaç tedavileridir. İlaç teknolojisindeki gelişmeler ile yan etkileri azalan ve tedavi edici güçleri artan psikiyatri ilaçları birçok rahatsızlıkta yeri doldurulmaz faydalar sağlayabilmektedir (sitemizde psikiyatri’de ilaç tedavileri ile ilgili daha detaylı bir makalede bulunmaktadır, lütfen göz atınız).

    Psikoterapi, bir çok rahatsızlıkta ilaç tedavisine ek olarak, kişilik sorunları, ilişki-evlilik sorunları ve bazı tür anksiyete-kaygı bozukluklarında ise yalnız başına kullanılabilen bir tür psikiyatrik tedavi metodudur. Psikoterapi , rahatsızlığı olan kişi ile hekim-terapist arasında etkileşim ve iletişime dayanan, sorunları bu yolla davranış ve düşünce değişiklikleri sağlayarak çözmeyi hedefleyen bir tedavidir.

    Psikoterapiden fayda görebilmek için, hekim ve hasta arasında samimi bir güven ortamı oluşması gereklidir. Bu koşul oluştuktan sonra hekim, uygun gördüğü zamanlarda müdahale ve yüzleştirmeler yaparak kişinin kendine dışarıdan , objektif bir bakış kazanmasını sağlamaya çalışır. Bu müdahalelerin yersiz ve erken olması , psikoterapi ilişkisine zarar verebilir, bu nedenle psikoterapi yapan hekimin de bu konuda deneyimli olması, hastanın duyarlılıklarına saygı göstermesi ve anlayışlı olması gerekir.

    Psikoterapi görmeye karar vermiş kişinin ise bu sürecin kolay olmadığını ve bir arkadaşla yapılan sohbetten farklı olduğunu bilmesi önemlidir. Psikoterapide zaman zaman duymaktan hoşlanmayacağı şeyler, yüzleşmeye hazır olmadığını düşündüğü gerçekler olacak, bunlar huzurunu kaçırabilecektir. Ancak güven duyulan bir terapistten duyulan yorum ve müdahaleler, değişmeye hazır bir kişi için önemli bir sıçrama tahtası vazifesi görebilir. Kişiliğin karanlıkta kalmış ancak günlük hayatı ve işlevselliği, arkadaş ilişkilerini bozan noktalarının değişmeye başlaması, en azından bunların farkına varılmış olması, bir çok kişide çok belirgin bir rahatlama-üzerinden bir yük kalkmış olma hali- oluşmasına neden olmaktadır.

    Chicago psikanaliz enstitüsünün kurucularından ve Freud’un en sevdiği öğrencilerinden biri olan Franz Alexander ‘in öne sürdüğü bir kavram olan ‘ düzeltici duygusal deneyim’(corrective emotional experience) psikoterapilerin nasıl işe yaradığını açıklayan önemli bir noktadır. Alexander’ a göre her psikoterapi ilişkisi hayatın küçük bir yansımasıdır. Kişinin burada terapisti ile kuracağı ilişki, gündelik hayatında üçüncü şahıslarla kurduğu ilişkilerin bir yansımasıdır, dışarıda yaşanan ilişki ve iletişim sorunlarının aynısı burada yaşanır, bu nedenle terapist ,hastanın duyarlılık noktalarında, hastanın,diğer insanlarla olan ilişkilerinde sorun yaşadığı şeklin aksi istikamette davranır ise bu’düzeltici duygusal bir deneyim’ olur. Hastanın dünyada ve insan ilişkilerinde hep sorun yaşayacağına dair olan kötümser beklentileri değişir, kişilik sorunları aşılmaya başlar.

    Hasta yakınlarının ve hastaların en çok kafa karışıklığı yaşadıkları noktalardan biri yüzlerce çeşit psikoterapi metodundan hangilerinin kendileri için uygun olacağı sorusudur.. Gerçekten de bugün birçok farklı psikoterapi metodunu uygulayan terapiste ve birbirleriyle alakalı gözükmeyen psikoterapi şekillerine ulaşmak mümkündür. Temel nokta gözden kaçırılmadığı sürece, tüm psikoterapi şekillerinin faydalı olduğu söylenebilir. Hastanın, iyileşme sağlayan şeyin, psikoterapi şeklinden ziyade , terapist ile kurulan ilişkinin güven ve samimiyet zemininde değişime yol açan mekanizmaları tetikleyebilmesi olduğunu unutmaması gerekir. Ancak genel olarak kaygı-anksiyete bozukluklarında davranışçı –bilişssel terapilerin, kişilik bozukluklarında ise psikoanalitik yönelimli terapilerin daha etkili olduğu söylenebilir.

    Psikoterapi, örneğin Standard bir depresyon veya panik bozukluk tedavisine eklendiğinde, başarı oranlarının arttığı ve hastalık nükslerinin azaldığı gösterilmiştir. Günümüzde, hem zaman azlığı ve hızla tedavi olma isteği, hem de psikoterapilerin tedavi maliyetini arttırmasından dolayı psikoterapiler , psikiyatri tedavisinde hak ettikleri noktada değillerdir, ancak bilimsel ve doğru olan, psikiyatrik rahatsızlıklarda görülen psikoterapinin, hastalık düzelmesinin kalıcı olmasına çok katkısı olduğudur. Bu nedenle psikiyatrik bir rahatsızlık durumunda fırsat yaratmaya çalışıp psikoterapi görmek ve sadece ilaç tedavisi ile değil ilaç tedavisi ve psikoterapi kombinasyonu şeklinde bir tedavi görmek kalıcı ve sağlam bir iyileşme için çok önemlidir.

 

 

Sağlıklı Uyku
Zinde olmak, sağlıklı olmak, yeni bir güne gülerek başlamak için deliksiz uyku uyumak büyük önem taşıyor. Ama uykunun vücudun dinlenmesinin dışında inanılmayacak kadar çok fonksiyonu bulunuyor. Vücut ısısı uykuda düşüyor, kalp hızı ve solunum sayısında azalma olurken büyüme hormonu salınımı artıyor.

Uykunun yeme, içme, dinlenme gibi insan vücudu için vazgeçilmez bir gereksinimdir.Uyku insan vücudunun restorasyonu için gereklidir. Uyku circadian bir ritm izler; Bu circadian ritm hipotalamustaki suprakiazmatik çekirdek tarafından kontrol edilir. Bu bölgeyi tutan hastalıklar, uyku-uyanıklık döngüsünde bozukluğa yol açabilir.

Uyku süresi yaş ile yakından ilgilidir.Yenidoğan döneminde bu süre 16-20 saat, okul öncesi dönemde 10-12, 10 yaş civarında 9-10, ergenlik döneminde 7-8, erişkin dönemde 6-7 saattir. Bebekler, gece uykusundan başka, günde en az iki kez uyurlar. 1,5-2 yaş civarında sabah uykusu, 5 yaş civarında öğleden sonra uykusu kalkar.

Normalde uyku, REM (hızlı göz hareketlerinin olduğu dönem) ve non-REM (N-REM, hızlı göz hareketlerinin olmadığı dönem) dönemlerinden oluşur. N-REM dönemi de dört devreye ayrılır. Her uyku siklusu N-REM ile başlar, REM ile sonlanır. Her uyku siklusu 70-100 dakika kadardır.”

Uyku bozuklukları

 İnsan organizmasının sağlığındaki rolü tartışılmaz olan uykuyla ilgili yaşanan en ufak bir sorun da yaşamı alt üst etmeye yetiyor. Uyku ile bozukluklar üç gruba ayrılıyor. Uykusuzluk (Insomnia), aşırı uyku hali ve parasomni adı verilen rahatsızlıklarla ilgili şunlar söylenebilir:

1. Uykusuzluk (Insomnia)

Uyku gereksinimi kişiden kişiye değişiklik gösterir. Sürekli olarak kişi için gerekli olan süre ve kalitede uyku uyuyamama durumunu, uykusuzluk olarak tarif edebiliriz. Uykusuzluk, kadınlarda erkeklere göre daha sıktır ve yaşla artış gösterir. Uykusuzluk kendisini uykuya geçmede zorluk, uyuduktan sonra uyanma, sabah gereğinden erken uyanma şeklinde gösterebilir. Uykusuzluk durumu bazen geçicidir, birkaç hafta devam edip, sonra düzelebilir. Bazen ise kronik bir hal alabilir. Kronik uykusuzluk şu durumlarda görülebilir:

Mide ülseri, korner arter hastalığı, solunum bozuklukları eklem ağrıları gibi organik hastalıkların seyri esnasında görülebilir.

Anksiyete (bunaltı, sıkıntı durumu) ve depresyon gibi psikiyatrik hastalıklarla birlikte olabilir.

Uykusuzluk, bazı ilaçların kullanılıp kesilmesi sonrasında görülebilir. Uzun süreli yüksek miktarda alkol alımı veya uzun süreli alınan alkolün kesilmesi de uykusuzluğa neden olabilir.

2. Aşırı uykuyla gelişen bozukluklar

Bunlar içinde iki klinik tablo önemlidir:

a) Narkolepsi: Narkolepsi, çevresel ve gençlik faktörlerinin rol oynadığı bir uyku bozukluğudur. Her yaşta ortaya çıkabilirse de, genellikle 20-30 yaşlarında ilk belirtileri verir. Bu hastalarda gün içerisinde, 10-30 dakika süren, önlenemeyen uyku atakları vardır. Ayrıca katapleksi denilen düşme şeklinde ataklar, uyku başlangıcında ve uyanırken ortaya çıkan kısa süreli felçler, uykuya geçerken oluşan halüsinasyonlar klinik tabloya eşlik eder. Tedavisi mümkün bir hastalıktır.

b) Uyku apnesi:Uyku sırasında çok sayıda genellikle 30’dan fazla, kısa süreli (10 saniyeden az) solunum durması (apne) ile seyreden uyku bozukluğudur. Normal kişilerde de, uyku sırasında az sayıda solunum durması atakları olabilir. İki ana tipi vardır.

Birincisi solunum yollarını engelleyen olaylarla birlikte olan mekanik uyku apnesidir. Büyük bademcikler, burundaki deviasyon, çene anormallikleri, üst solunum yolu infeksiyonları en önemli mekanik uyku apnesi nedenleridir.

İkinci neden ise merkezi uyku apnesidir. Daha çok beyin sapı denilen bölgenin hastalıkları bu tür uyku apnesine yol açar. Uyku apneli hastalarda, şişmanlık, apneleri arttırabilir. Bazen şişmanlık, tek başına bu apnelerin nedeni olabilir. Horlama yine uyku apneli hastalarda sık görülen bir bulgudur. Diğer bir bulgu ise gün içindeki aşırı uyku halidir. Öncelikle solunum yollarını daraltan veya tıkayan engeller ortadan kaldırılmalıdır.

Şişman hastalar, zayıflatıcı diyet programına alınmalı, varsa uyku apnesinin diğer nedenleri ortadan kaldırılmalıdır. Bunlarla sonuç alınamayan hastalarda, solunum yollarına devamlı pozitif basınç veren aygıtlarla tedavi gibi diğer yöntemler kullanılır.

Parasomniler:

Parasomniler başlığı altında çeşitli uyku bozuklukları tanımlanmıştır.

1. Huzursuz bacak hastalığı

2. Diş gıcırdatması

3. Uyurgezerlik

4. Çocuklarda gece yatak ıslatma

5. Kabuslar

6. Çocuklarda görülen gece korkuları

Tedavisi mümkün Huzursuz bacak hastalığı: Huzursuz bacak hastalığı genellikle 11 ile 50 yaş üzerindeki kişilerde görülür. Olguları üçte biri ailevi özellik gösterir. Hastalar genellikle yattıklarında ayaklarında huzursuzluk hissederler. Ayaklarını hareket ettirerek, bazen kalkıp dolaşarak bu huzursuzluğu gidermeye çalışırlar. Bunlar hastada kısa bir süre rahatlık sağlar. Hastada uykuya geçmede zorluk, kesintili uyku gibi uyku bozukluklarına yol açar. Bu nedenle tedavisi gerekir.

Diş gıcırdatması:Sık görülen bir uyku bozukluğudur. Devamlı olgularda diş, diş eti, ve çene problemlerine yol aöabilir. Stres durumlarından sonar artar.

Uyurgezerlik:Genellikle uykunun ilk saatlerinde görülür. Ailevi özellik gösterebilir. Özellikle 5-12 yaş arasındaki çocuklarda daha sık görülür. Bu yaştaki çocukların yüzde 15’inde en az bir kez görülebilir. Bazen çocuk yürümez, kalkar, yatakta oturur, tekrarlayıcı hareketler yapabilir. Psikiyatrik bozukluklarla birlikte seyretmez. Daha seyrek olarak erişkinlerde de görülebilir. Uykuda konuşma, bazen uyurgezerliğe eşlik eder. Uyurgezerlik, genellikle atak sırasında hastanın kendisini yaralamasına neden olmaz, fakat koruyucu tedbirlerin alınması gerekir.

Uykuda yatağını ıslatma: Çocuklarda sık görülen bir problemdir. Beş yaşına kadar bir bozukluk olarak değerlendirilmemelidir. 5 yaşında erkek çocukların yüzde 15’inde, kız çocukların yüzde 10’unda görülür. Ailevi özellik gösterebilir. Psikolojik ve davranışsal problemler, bu hastalığın ortaya çıkmasında rol oynar.

Gece korkuları: Çocukluktaki gece korkuları genellikle uykunun ilk 1-2 saatinde görülür. Bazen uyurgezerlik ile birlikte olabilir. Çocuk ağlama ile uyanır. Yüzünde şaşkınlık ve korku ifadesi vardır. Bu dönemde çocukla sözlü ilişki kurulamayabilir. 15-30 dakika içinde tekrar uykuya geçer. Sık tekrarlayan gece korkuları tedavi gerektirir.

Genç subay kardeşim, rahatsız mısın?

GENÇ subay kardeşim;

Çiçeği burnunda zabit.

Harp Okulu’ndan mezun olurken ettiği yemini hâlâ dün gibi hatırlayan kardeşim;
Karısını, çoluğunu çocuğunu, bilmem kaç yüz kilometre uzakta bırakıp, ıssız dağ başlarında, kuş uçmaz kervan geçmez patikalarda, kalleş bir mayının her an patlayacak gümbürtüsüyle yaşayan teğmenim, üsteğmenim, yüzbaşım; binbaşım, albayım.
Sen;
Sen uzatmalı çavuşum, başçavuşum;
Bu mektup hepinize;
Hepimizden hepinize;
* * *
Sanmayın ki, koparılan bu yaygaraya, atılan iftiralara, şuna buna bakıp da, askerimizden soğuduk.
Sanmayın ki, üç beş kendini bilmezin hoyrat, nobran, tepeden bakan afrasına tafrasına bakıp peygamber ocağına olan itimadımız sarsıldı. 
Sanmayın ki, aranızdan üç beş densiz, beş on darbe sersemi çıktı diye sizi gönül defterimizden sildik.
Sanmayın ki, o dağlarda yaptığınız kahramanlıkları, bıraktığınız kolu bacağı, verdiğiniz canı, canları unuttuk.
Sanmayın ki unutabiliriz.
Unutturabilirler…
Sanmayın ki, her resmi geçitte kabaran göğsümüz indi, dökülen gözyaşımızın pınarı kurudu.
Sanmayın ki, iner, kurur.
Biz her şeyi biliyoruz, her şeyi görüyoruz genç zabit kardeşim.
Merak etme; medyasıyla, Göbels makinesiyle gözümüze mil çekse, gönlümüzle görürüz.
Genç zabit kardeşim, bu mektubu işte bu duygularla yazıyorum.
Sen de bu duygularla oku.
* * *
Bir sabah kalkıyorsun, cephede birlikte savaştığın komutanın hakkında yakalama emri çıkmış.
Biliyorum için acıyor.
Teslim olmaya giden komutanına yapılan muameleyi görüyorsun.
Biliyorum, o sahneyi görünce kahroluyorsun, masaları, sandalyeleri yumrukluyorsun.
Emin ol ki benim içim, bizim içimiz de o kadar acıyor; ben de, biz de, hepimiz de o kadar kahroluyoruz.
Sevgili kardeşim; bil ki sabrını test ediyorlar.
Tepeni attırıp, seni o eski malum tuzaklara çekmek istiyorlar.
Sakın ola ki düşme o tuzağa.
Sakın ola ki dolduruşa gelme.
Dolduruşa getirme; geleni yatıştır, getireni uzaklaştır yanından.
Sabrını, sabrımızı deniyorlar.
Sinirinle oynuyorlar, oranı buranı kurcalıyorlar.
Sakın ha, sakın… sakın…
* * *
Ne diyor Keykavus:
“Sabır ikinci akıldır.”
Sabret, bekle.
Gözün dağlarda, dikkatin mayında olsun.
Bil ki, bir mayın oradaysa, bin mayın burada.
Sakın ha, gözü dönmüş siyasetçinin, nefreti bilenmiş köşe yazarının, vicdanının fişini çekmiş aydının her gün döşediği o kalleş tahrik mayınına basma.
Son umudu, “Genç subaylar rahatsız” manşetlerine kalmış; gece yarıları gelecek bir e-muhtırası için duaya çıkmış, hezimete bahane arayan ruhların aşına tuz katma.
Bekle, sabret…
Ne diyorum, bu millet unutmaz, yeri ve zamanı geldiğinde herkese de hatırlatır.
* * *
Sevgili kardeşim, 
Sen de biliyorsun ki, demokrasi, gerçek bir demokrasi hem senin, hem bizim, hem bütün milletin tek umudu.
Sabret;
Bu millet askeri darbeler dönemini kapattı.
Hiç merak etme.
Sivil darbe dönemini de kapatacak.
Onu da kapatınca, artık ne genç zabit rahatsız olacak, ne genç sivil.
Az kaldı, sabret.
Ne yazıyor Kâbusname’de:
“Sabır ikinci akıldır…”
Emin ol bazen “sineye çekmek”, elindeki G3’ten çok daha güçlü bir silahtır.
Üstelik geri tepmesi de yoktur.

UNESCO Dünya Mirası Komitesi, İstanbul’un Dünya Mirası Listesi’nden çıkarılarak tehlike altındaki dünya mirası listesine alınmasını reddetti.

UNESCO Dünya Mirası Komitesi’nin  Brezilya’da sürmekte olan 34’üncü Yıllık Toplantısı’nda dün İstanbul’un tarihi alanları ile ilgili gündem maddesi ele alındı. Dünkü oturumda, UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde kayıtlı olan İstanbul’un dört tarihi alanındaki sorunlar ve ilerlemeler tartışıldı. Toplantıya katılan Türk Heyeti Komite üyelerine bir sunuş yaparak soruları cevaplandırdı. Tartışmalar sonucunda, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin son dönemdeki olumlu adımları  ve yaklaşımları ile gösterdiği somut çabalar dikkate alındı ve İstanbul’un Dünya Mirası Listesi’nden çıkartılarak Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi’ne alınması yönündeki talepler oybirliğiyle reddedildi.

 

Türkiye’den istekleri var

Ancak Türkiye’den önümüzdeki dönem içinde bazı şartları sonuçlandırması istenildi. Bunların başında Haliç Metro Geçişi Köprü Projesinin başta Süleymaniye Camii olmak üzere İstanbul’un tarihi yarımadasının görüntüsünü zedeleyip zedelemeyeceğinin tespiti için bağımsız bir etki değerlendirmesi yaptırılması talebi geliyor. Bunun yanı sıra, İstanbul’un tarihi alanlarının bütünsel biçimde korunması için hazırlanmakta olan Yönetim Planının bir an önce bitirilmesi, büyük ölçekli altyapı projeleri uygulanmadan önce kültür mirası üzerindeki etkilerinin  değerlendirilmesi, Osmanlı ahşap evlerinin bütünsel bir plan içinde korunması gibi hususlar yer alıyor. Kararda Four Seasons otelinin ek inşaatının mahkeme kararıyla durdurulması memnuniyetle karşılanıyor. Kararda ayrıca, KUDEB’in Osmanlı ahşap mimarisinin korunması ve rehabilitasyonu için İstanbul 2010 Ajansı ile ortaklaşa yürüttüğü çalışmalardan övgüyle sözedildi.

 

3 Ağustos’ta karar son halini alacak

21 ülkeden uzmanlardan oluşan Komitenin kararı 3 Ağustos günü son haline gelecek. Komite İstanbul’un Tarihi Alanları ile ilgili gündem maddesini  2011 yılında Bahreyn’de yapılacak olan 35. Yıllık Toplantısında tekrar ele alacak. Dünya Miras Komitesi, Türkiye’nin de taraf olduğu 1972 tarihli Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’nin uygulanmasını denetleme görevi yapıyor. Anılan sözleşme seçkin evrensel değeri olan varlıkları “Dünya Mirası” olarak niteliyor ve Taraf Ülkelere buları en iyi şekilde korumakla yükümlü kılıyor. Bunun karşılığında söz konusu varlıklar prestij, turistik ilgi, teknik ve mali yardım imkanı sağlıyor.  İstanbul’un 1985 yılından bu yana yer aldığı listede Türkiye’den toplam dokuz yer bulunuyor. Türkiye’nin Dünya Miras Listesi’ne sunulacak yerlerinin bulunduğu geçici listedeyse 23 yer daha bulunuyor.

UNESCO,  İstanbul’u Dünya Miras Listesi’ne alış gerekçesinde Süleymaniye Camiini  ‘’insan dehasının emsalsiz bir başyapıtı ve Osmanlı yapılarının en üst rütbesi’’ olarak nitelemişti. UNESCO uzmanları ve Dünya Miras Komitesi, Haliç Metro Geçiş Köprüsü’nün yapılmasına itiraz etmiyor, hatta köprünün tarihi yarımadadaki trafiği azaltmak bakımından yararlı olabileceğini ifade ediyorlar. Ancak, uzmanlar, projeye göre 65 metre olan köprü direklerinin “dünyada en iyi korunan tarihi – kültürel manzara” olarak niteledikleri İstanbul’un Tarihi Yarımadası’nın manzarasını zedelemesi ihtimalinden endişe duyuyorlar. 

 

GÜÇLÜ BİR HAFIZA İÇİN

Beyninizi ve hafızanızı yaşınız kaç olursa olsun genç tutabilirsiniz. Nasıl mı? İşte cevabı.

1- Ters el alıştırması

Sağ eliniz yerine biraz da sol elinizi kullanmaya başlayın. Saçlarınızı sol elinizle tarayın, kalemi ters elinizle tutun gibi… Sonuç olarak, rutin alışkanlıklarınızı kırar ve beyninizin kullanmadığınız diğer yarısını da harekete geçirmiş olursunuz.

2-Çocuk oyunu alıştırması

İşe veya alışverişe giderken, tıpkı bir çocuk gibi merak içinde bütün duyularınızı harekete geçirin. Bakın, dokunun, dinleyin, koklayın. Bu şekilde çok ender yaptığınız bağlantıları canlandırır, beyninizin kapasitesini artırırsınız. Duyu organlarınızın ne kadar fazlasını kullanırsanız, hafızanız her zaman canlı kalır.

3-Harf alıştırması

Elinize bir gazete ve bir fosforlu kalem alın. Sırasıyla paragrafları okuyun ve çift yazylmış harflerin üzerini çizin. Mesela, çift ‘t’ ve ‘m’lerin üzerini işaretleyin. Böylelikle konsantrasyonunuzun ne kadar uyarıldığını hemen hissedeceksiniz. Bu, zihnin canlanmasını artırır.

4-Polisiye alıştırması

“Dün akşam şu saatte ne yaptım, neredeydim, iki saat önce ne yaptım?” gibi, genellikle polisiye romanlarında sorulan soruları kendinize yöneltin. Ve tabii cevaplayın. Bu alıştırma sonucunda yaptıklarınıza karşı dikkatinizi geliştirebilirsiniz.

5-Yürüyüş alıştırması

Asker yürüyüşü gibi olduğunuz yerde hareket edin. Sol bacağınızı her kaldırdığınızda, önce sağ elinizle, sonra sol elinizle dizinize dokunun. Böyle çaprazlama hareketlerle beyninizin her iki tarafını kullanmış olursunuz.

6-Ressam alıştırması

Burnunuzun ucunda bir fırça olduğunu hayal edin. Bununla havaya en sevdiğiniz renkte yatay bir sekiz çizin. Bu çizim hareketleri, yorgun zihninizi hemen canlandırır. Aynı zamanda beyni bloke eden stresi etkili biçimde yok eder.

7-Ajan alıştırması

Bu alıştırmayı daha çok sokakta yapacaksınız. Çevrenizde bulunan arabaların plakalarına bakın ve plakadaki harflerden kelimeler, hatta cümleler türetmeye çalışın. Böylece hem kelime hazinenizi geliştirir hem de beyninizi canlandırırsınız.

8-Resim alıştırması

Bu alıştırmayla alışveriş listelerini çok kolay ezberleyebilir, hafızanızı güçlendirebilirsiniz. Bunun için kalem kağıt alın ve kağıdın üzerine mum, kaktüs, yonca gibi semboller çizin. Her resim bir sayıyı sembolize ediyor. Ardından sembolleri sayılara göre ezberleyin. Bu alıştırmayla, zihninizde listeler oluşturmayı kolay başarırsınız.

9-Otobiyografi alıştırması

Düşünün ki, hayat hikayenizi tekrar yazmanız gerekiyor. Burada, işe, gittiğiniz ilkokuldan başlayabilirsiniz. Bunun için en yakın arkadaşınızı, tipini, sınıfınızın düzenini hatırlamanız gerekiyor. Bu alıştırmayla, kişilerle ilgili hafızanızı harekete geçirirsiniz.

10-Hipnoz alıştırması

Özellikle stresli anlarınızda olumlu kelimelerden destek almaya bakın. Bunlarla olumsuz düşüncelerinizi yok edersiniz. Mesela, “Benim için gerekli olan her şeyi biliyorum ve çok sakinim” cümlesini tekrarlayabilirsiniz.

Yapılan araştırmalar her geçen gün beyin ile ilgili yeni bilgiler veriyor. Kişinin duygularını tanıması ve beynini doğru yönlendirmesi de giderek önem kazanıyor.

Sol beyin ‘EĞER’ ve ‘FAKAT’ der

Bugün artık biliyoruz ki, sol beyin, kelime ve sayılarla ilgilenen, sağ beyne nazaran geçmişin üzerinde daha çok duran beyin alanıdır. Bu alanın özellikleri, soğuk, keskin, köşeli, mesafeli ve sert olması, katı kurallarının bulunmasıdır. Sol beyin ‘eğer’ ve ‘fakat’ sözlerini çok kullanır. Bu iki kelime hemen karar vermemeyi ifade eder. Beynin sol tarafı, bir şeyi anlamaya çalışırken aynı zamanda ertelemeye de yatkındır. Ayrıca benmerkezci olma eğilimindedir. Kendisini mutlu edecek şeyleri önemser. Bu sebeple de kendisi önceliklidir. Erkeklerin sol beyinleri baskın çalıştığı için benmerkezci yanları baskındır. Beynin sol kısmı, iradeyi mantıksal olarak kullanır.

Sağ beyin duygusaldır!

Sol beyin, yeni fikirlere açık değildir. Koruyucu, tutucu ve savunucudur. Oysa sağ beyin farklılıklara gebedir. Deneme yanılmayla karar verir. Duygusal alanlarla ilgili olduğu için istekleri hemen olsun ister. Stratejik düşünmek yerine, taktik bulur. Arzularını ertelemekten hoşlanmaz. Hızlı karar verip harekete geçmek eğilimindedir, acelecidir.

Sol beyin eril, sağ dişildir

Sol beyin, yeni fikirlere açık değildir. Koruyucu, tutucu ve savunucudur. Sağ beyin farklılıklara gebedir. Deneme yanılmayla karar verir. Sol beyin sayı ve rakamlarla ilgilenirken sağ beynin ilgi alanı daha çok görsel konulardan ve zevklerden oluşur. Estetik kaygılar sağ beyinde etkilidir.

Sağ beyin sevgiye göre karar verir!

Sağ beyni baskın çalışan kişiler iradelerine duygularını katarlar. Bir insanla iş yaparken ya da onun hakkında karar verirken kâr-zarar analizi yapmaktan çok, onu sevip sevmediklerini ölçü alırlar. İnsanları analiz ederken “o beni çok sever” ya da “ben onu çok severim” diyerek referanslarının duygu olduğunu belli ederler.

Sağ beyin niyete sol beyin sürece bakar

Sol beyinde niyet önemli değildir. Sürece ve sonuca bakar. Sağ beyin ise niyete göre hareket eder. Sol beyin hayal kurmaz ama sağ beyin hayalcidir. Yine sağ beyin sezgilere çok değer verir. Beyin görüntüleme çalışmalarında sol beynin görsel unsurlara hızlı tepki verdiği ortaya çıkmıştır. Oysa sağ beyin duygusal sayılabilecek uyarılara daha çabuk cevap vermektedir.

Sağ beyin sempatik, ön beyin empatiktir

Sol beynin önceliği kendisindeyken, sağ beynin önceliği başkalarındadır. Oysa ön beyin, önceliğin kendisinde mi yoksa başkalarında mı olacağını, hangi şartta nasıl tercihler yapacağını iyi belirler. Ön beyin empatik düşünür. Mesela, sol beyniyle düşünen bir kimse karşısındakine yol tarif ederken, yönleri kendisine göre tarif eder. “Sola gideceksin” dediğinde bu sol taraf kendi soludur. Oysa empati yapabilen insan karşı tarafın yönünü dikkate alır.

Sol gerçekleri, sağ beyin duyguları analiz eder

Sağ beyin pembe düşler görür. Gerçeklerden uzak hayaller kurmak onun işidir. Sol beyin ise, hayali ve sezgileri önemsemez, kullanmaz. Sağ beyin dişil özellikler barındırdığı için, sezgisel düşünmeye yatkındır ve sezgilerinde çoğunlukla haklı çıkar. Ön beyin ise sezgileri süzgeçten geçirerek kullanır. Her hissettiğini doğru kabul eden sağ beyne mukabil, ön beyin sezgilerinin doğru olup olmadığını anlamaya çalışır. Sol beyin gerçekleri, sağ beyin duyguları, ön beyin ise doğruları analiz eder ve öncelik verir.

Sol beyinde erkeksi özellikler baskın!

Sağ beyin duygusal kararlar verdiği için, bu kararları inanarak vermek ister. Sol beyin, inanamasa da karar vermekten yanadır. Sol beyin tekil ve erildir. Yani erkeksi özellikleri baskındır. Sağ beyin ise çoğulcudur ve dişil özellikleri vardır. Sol beyin anlamaya çalışırken, sağ beyin hissetmek için uğraşır. Sol beyin karşılaştığı olaylarda çıkarı doğrultusunda tepkiler verirken, sağ beyin sempatik bir bakışıyla yaklaşır. Yani kendini hemen olaya kaptırır. Sağ beyni baskın çalışan kimse, birisi ağladığı zaman onunla beraber ağlar. Kendisinden çok başkalarını mutlu etmeye uğraşır. Kadınlarda bu özelliğe sık rastlanır, kadınların şefkat duyguları yoğundur ve iyi annelik yaparlar.

Dikkat eksikliği hastalık belirtisi

Konsantrasyon sorunu mu yaşıyorsunuz ya da uzun süre aynı yerde oturamıyor, bir toplantıyı takip etmekte zorlanıyor musunuz? Başladığınız bir işi bitiremiyor, öfke atakları geçiriyor, aklınıza ilk geleni söyleme eğilimi mi gösteriyorsunuz?…

Uzmanlar, bunları, stresli bir yaşamın sonucu olarak yorumlamak yerine, çocukluk döneminde başlayan ve yetişkinlikte de devam edebilen Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) hastalığının belirtileri olabileceği uyarısında bulunuyor.

Tedavi edilmediğinde kişinin yaşam kalitesini düşüren, iş, ev başta olmak üzere sosyal hayatını önemli ölçüde zedeleyebilen hastalığın, uzman hekim kontrolünde tedavi edilmesinin mümkün olduğunu vurgulayan uzmanlar, ilaç ve psikoterapinin etkin tedavi yöntemi olduğunu belirtiyor.

Türkiye Psikiyatri Derneği Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Bilimsel Çalışma Birimi Koordinatörü ve Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cengiz Tuğlu, yaptığı açıklamada, DEHB’nin çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen, süreğen bir nöropsikiyatrik bozukluk olduğunu söyledi.

Toplumdaki DEHB yaygınlığının çocuklukta yaklaşık yüzde 8, ergenlikte yüzde 6 ve erişkinlikte yüzde 4 olarak bildirildiğini ifade eden Tuğlu, çocukluk çağında var olan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsel davranışların ilk olarak okul çağında fark edildiğini belirtti. Tuğlu, ”Sınıfta oturamayan, oyunlarda arkadaşları ile yoğun sorunlar yaşayan ve okuma faaliyetlerinde gecikebilen çocuklar görece hızlı fark edilip tıbbi yardım almaları için yönlendirilebilmektedir” dedi.

Yaşam boyu devam eden dikkatsizlik, dürtüsellik ya da hiperaktivite yakınmaları olan tüm erişkinlerde de DEHB tanısının akla gelmesi gerektiğine işaret eden Tuğlu’nun verdiği bilgiye göre, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu yaşama, kişiler arası ilişkilere, okul ve iş dünyasına yansıyan olumsuz etkileri açısından toplumun ve sağlık hizmetlerinin önemli sorunlarından birisini oluşturuyor.

DEHB ister çocukluk ister erişkinlik döneminde olsun sadece hastaları değil çevrelerini, ailelerini, ebeveynlerini de etkiliyor. Riskli sağlık davranışları açısından tehdit altında olan ergen ve genç erişkinlerde DEHB varlığında, sigara ve madde kötüye kullanımı, yasal sorunlar, kötü akran ilişkileri, kendine güven kaybı, okul ve iş başarısında düşüklük ve psikiyatrik eş tanılar gözlenebiliyor.

Yaşın ilerlemesiyle birlikte görülme sıklığı düşüyor

Yaşın ilerlemesiyle birlikte görülme sıklığındaki düşüş, hastalığın belirtilerinde azalma olduğuna işaret ediyor, ancak belirtiler tamamen ortadan kalkmıyor.

Azalma eğilimine rağmen erişkin DEHB olan kişilerde bir işe başlayamama, iş yerinde verimsizlik ve kötü zaman yönetimi, çok sayıda işe başlanmasına rağmen bir çoğunu bitirememe, bir toplantı boyunca oturamama, stresle baş edememe ve öfke atakları, aklına ilk geleni söyleme eğilimi, kötü şoförlük sorunları ve evlilik ve sorumluluklarının idaresi ile ilgili yoğun sorunlar sıklıkla ortaya çıkabiliyor.

Dikkatsizlik daha çok bireyi, diğer bulgular ise daha çok çevreyi rahatsız ediyor. Belirtilerini dışa vuran erkeklerin tersine kız çocuklar genellikle olumsuz geri bildirimleri içselleştirme, özür dileme, uyum sağlamaya çalışma, suçu üzerine alma ve kavga etmeme eğilimi gösteriyor. Beklentileri karşılamak için daha çok çalışarak ve yetersizlikleriyle başa çıkarak başarılı öğrenciler olmayı lise dönemine dek sağlayabiliyor, ama bozukluğun daha sessiz seyrediyor olması ve bu nedenle müdahale edilebilir olan bir sorun alanına gereken müdahaleleri yapamama kadınların yaşamına, özellikle onların akademik gelişimlerine önemli zararlar verebiliyor.


Başka ruhsal bozukluklar, DEHB belirtilerini gizleyebiliyor

Çocuklar ve erişkinlerle yapılmış çalışmalara göre, karşıt olma, karşı gelme bozukluğu, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, duygu durum bozuklukları, öğrenme bozuklukları ve alkol-madde kullanım bozuklukları olarak adlandırılan ruhsal hastalıklar da psikiyatrik eş tanıları oluşturuyor. Bu ruhsal bozukluklar, bazen DEHB belirtilerinin gizlenmesine ya da ilaçlarla bir bozukluğu tedavi ederken diğerinde bozulmalar ortaya çıkmasına yol açabiliyor.
Erişkin dönemde başka ruhsal bozuklukların eşlik etmesi ve erişkin yaşamının karmaşıklığı, çocuklardan farklı olarak erişkin DEHB tedavisinde daha kapsamlı tedavi yaklaşımlarının uygulanmasını gerekli kılıyor.

DEHBİ’de ilaç tedavisi uygulanırken, ilaçların erişkinlerde tıbbi ve ruhsal eş tanıları gözeterek planlanması gerekiyor. Bundan sonra da psikoterapi uygulanabiliyor.

Bu sorunu yaşayan kişilerin çoğu, yineleyen başarısızlıklar yaşayabiliyor. Bu başarısızlık öyküleri ise kişinin kendi hakkında olumsuz düşünceler geliştirmesine yol açabiliyor. Bu kişiler, üstlendikleri görevler konusunda işlevsel olmayan düşünceler geliştirebiliyor. Ortaya çıkan bu olumsuz düşünce ve inançlar, var olan kaçınma davranışlarını arttırabiliyor. Bunun sonucunda da kişiler, görev ya da sorunla karşı karşıya kaldığında dikkatlerini daha çok kaybedebiliyor.
DEHB ile ilgili güçlükleri çocukluklarından beri yaşayan kişiler, hem erişkinlik döneminde benzer belirtiler sergiliyor hem de bazen belirtiler gerilese bile çocukluk döneminde almış oldukları hasarların yansımalarını yaşam boyu taşıyorlar.

Önlenebilir kayıplara engel olabilmek için rahatsızlık fark edildiğinde tüm tedavi imkanları kullanılarak etkin bir tedavinin hızlı ve dikkatli bir biçimde başlatılması gerekiyor. Bunun sağlanması için DEHB belirtileri olanların öncelikle bir psikiyatri uzmanına başvurması ve DEHB yakınmaları olan bireylerin psikiyatri uzmanına yönlendirilmesi tavsiye ediliyor.