Mustafa Bilici

Psikiyatri Klinik Şefi, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

İshak Saygılı

Psikiyatri Araştırma Görevlisi, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

 

Psikotik ya da ȃmiyȃne bir tabirle söyleyecek olursak “deli” diye nitelenen insanların davranışları ile sanat arasındaki ilişki eskiden beri ilgi çekici olmuştur. Sanat ve delilik arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için çeşitli yollar denenmiştir. Bu yollardan en çok tercih edilenleri önemli yazarlar, ressamlar, yönetmenler ve bestecilerin biyografilerini incelemek olmuştur. Bu incelemeler neticesinde meşhur sanatçılarda ve onların akrabalarında bir takım ruhsal bozuklukların ve intihar eğiliminin özellikle incelendiği görülmüştür. Ağır ruhsal bozukluklar ve intiharın sanatçılarda ve yakınlarında sıkça bulunduğunun gösterilmeye çalışılmasından hareketle delilik ile sanat arasında bir bağlantı olduğu söylenmeye çalışılmıştır.

Yapılan bir araştırmada çeşitli sanatçıların genel nüfusta beklenenden daha fazla ruhsal bozukluk gösterdikleri bulunmuştur. Psikiyatrik bozukluklar en fazla sırasıyla şairlerde (% 50), müzisyenlerde (% 38), ressamlarda (% 20), heykeltıraşlarda (% 18) ve mimarlarda (% 17) gösterilmiştir. Bu sanatçıların kardeşleri ve çocukları siklotimi, intihar girişimi ve bipolar bozukluğa genel nüfustaki bireylerden daha fazla yatkın bulunmuştur. Bir başka çalışmada şairlerin yarısından fazlasında (% 55) psikopatoloji öyküsü vardı ve bu şairlerin yedide birinin psikiyatri hastanesine yatırılmayı gerektiren psikotik belirtiler gösterdiği bulunmuştur. Bestecileri ve soyut ekspresyonistleri inceleyen bir diğer çalışmada bu kişilerde yaklaşık % 50 oranında duygudurum bozukluğu bulunmuştur. Yaratıcı faaliyetlerde bulunan sanatçılarla “sağlıklı” kontrol grubunu karşılaştıran bir çalışma psikoz, intihar girişimi, ruhsal bozukluklar ve madde bağımlılığının kontrol grubundan iki-üç misli daha yüksek oranda bulunduğunu göstermiştir.

Iowa Üniversitesi’nde yazarlardaki yaratıcılık ile psikopatoloji ilişkisini inceleyen bir çalışmada yazarlarda herhangi bir ruhsal bozukluk bulunma oranı (% 80), kontrol grubundan (% 30) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bu çalışmada tespit edilen ruhsal bozuklukların yarısını duygudurum bozuklukları oluşturmaktaydı. Ancak hiçbir yazarda şizofreninin tespit edilememesi daha önce iddia edilen “şizofreni-yaratıcılık” bağlantısıyla çelişmekteydi.

Sanat ve delilik ilişkisi konusunun incelenmesinde kullanılan bir diğer yöntem ise psikiyatrik teşhis konan hastaların sanat ürünlerini değerlendirmek şeklinde olmuştur. Bu çalışmalarda özellikle duygudurum bozukluğu olan hastaların yaratıcılıklarının dikkat çekici bir şekilde arttığı bildirilmiştir.

Bütün bu çalışmalarda yöntem sorunlarına rağmen duygudurum bozuklukları ile yaratıcılık arasındaki güçlü ilişki varlığı kabul edilmektedir. Ancak önemli bir eser ortaya koymak için “aklı başında olmak” gerektiği bir ön kabul olarak alınırsa ve psikotiklerin aklının başında olmadığı gerçeği göz önünde tutulursa bu kişilerin değerli bir eser ortaya koyamayacakları söylenmektedir. Belki bir sanatçı, şizofreni rahatsızlığına yakalanırsa hastalığının başlangıç döneminde tecrübe edeceği bazı farklı yaşantılar sayesinde kısa süreli de olsa “sıradışı” bir bakış açısı kazanabilir ve bu döneme özgü uzun süreli olmayan bir yaratıcılık artışı sergileyebilir. Bir hasta ile normal bir sanatçının ürettiği sanat eserleri karşılaştırıldığında hastaya ait eserlerin bir süre sonra izleyicide bıkkınlık duygusu oluşturacağı belirtilmiştir. Hastaların eserlerindeki içerik ve biçim konusunda yavanlık, basmakalıplık ve durağan öğelerde yineleme ve zihinsel durgunluk dikkat çekicidir.

Sanatla delilik ilişkisi akıcı görsel öğeler içermesi bakımından en güzel örneklerini sinemada vermiştir. Çeşitli ruhsal bozukluk ya da anormal davranış sergileyen bireylerin “normal” kişilerin ilgisini çekeceğinden hareketle pek çok film psikiyatrik hastalıklarla ilişkilendirilmiştir. Psikiyatrik hastaların sahip olduğu varsayılan gizemli, bir miktar tuhaf, ürkünç ve hatta korkutucu hallerini beyaz perdede izlemek pek çok seyirci için ilginç bulunmuştur.  Bu ilginin altında biraz merak ve gerginlikle karışık kontrollü bir korku hissetme arzusu olsa da izleyicideki temel duygu onlar gibi “deli” olmadığını anlamanın hazzıdır. Filmler sayesinde delilik izleyicinin evinden ve zihninden uzağa itelenerek sinema perdesine hapsedilmektedir. Böylece seyirci film bittiğinde hem deliliği sinema salonunda ya da ekranda hapsetmenin, hem de deli olmadığını tescillemiş olmanın rahatlığıyla salondan huzur içinde ayrılmaktadır. Bu yönüyle sinema deliliği dışsallaştırmanın modern bir aracı olarak kullanılır. Sonuçta filmler kullanılarak biz “aklı başındakiler” güvenlikli meskenlerimizde kutsanmış oluruz. Sinema bu özelliği nedeniyle birçok modern araç gibi deliliği hayatın dışına öteleyip haksız yere damgalamanın aracına indirgenir ve “normal” seyircinin gönlüne “sen öyle değilsin” diyerek su serpmek amacıyla kullanılmış olur.

Sinemada bir şekilde şizofreniyi ve psikozu ele alan belli başlı filmleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1)      Shutter Island

2)      A Beautiful Mind

3)      Sybil

4)      Psycho

5)      Secret Window

6)      Donnie Darko

7)      Repulsion

8)      Teyzem

9)      Karanlıktakiler

10)   Spellbound

11)   Shine

12)   Bug

13)   Murder Inside of me

14)   Canvas

15)   I Never Promised You a Rose Garden

16)   Revolver

17)   Mor Defter

18)   Fisher King

19)   Makinist

Sıraladığımız filmler dışında da elbette birçok filmde şizofreni bir şekilde geçmekte ya da şizofrenik bir süreç anlatılmaya çalışılmaktadır. Ancak bu çaba birçok filmde titizlikten yoksun olduğu için filmlerin birçoğunda karakterler şizofreniden ziyade ya dissosiyatif bozukluktan ya da bağımlılık yapıcı bir maddenin etkisiyle oluşan psikozdan muzdarip gibi görünmekten paçayı kurtaramaz. Yani filmlerde şizofren diye tasvir edilmeye çalışılan hastalık genellikle başka bir ruhsal rahatsızlıktır. Bu konuda özellikle bir hedef saptırılmasının olduğunu söylemeye çalışmıyoruz, aksine söylemeye çalıştığımız husus psikiyatrik temalı bir film yaparken gerekli titizliği gösterip bir psikiyatrdan danışmanlık hizmeti alma zahmetine girilmemiş olmasıdır. Gerçi filmlerin doğru teşhis koyması ya da şizofreni belirtilerini kitaptaki gibi aktarmasını beklemek haksızlık olarak değerlendirilebilir ancak en azından filmlerle verilen çarpık bilginin izleyicinin kafasını karıştıracağı hesaba katılmalıdır. Çünkü filmlerin etkisiyle izleyicide oluşan kafa karışıklığı yüzünden pek çok hasta ilacını bırakabilmekte, psikiyatri dışı çözüm arayışlarına girebilmekte ve filmlerin oluşturduğu yanlış yargılar üzerinden hayatını intizam etmeye yeltenebilmektedir.

Filmlerde dissosiasyonun psikozla karıştırılması hastalığın karmaşık doğası göz önüne alındığında bir ölçüde mazur karşılanabilir. Meselȃ Fisher King filmini ele aldığımızda Robin Williams’ın canlandırdığı Parry’nin yaşantısı şizofrenik bir süreci düşündürse de halüsinatuar yaşantıların doğası dissosiyatif yaşantıları andırmaktadır. Parry’nin şikâyetlerinin karısının gözlerinin önünde öldürülmesiyle aniden ve gürültülü bir şekilde başladığı göz önüne alınırsa belirtilerin şizofreniden kaynaklanmadığı anlaşılacaktır. Filmde Parry’nin hastalığına bir teşhis konmadığı göz önüne alındığında filmin asıl mesajının Jeff Bridges’ın canlandırdığı Jack Lucas üzerinden modern insana, dolayısıyla bize, bir takım açmazlarımızı göstermek olduğu anlaşılacak ve dissosiasyon-psikoz ayrımı önemini yitirecektir.

Birçok filmde şizofreni hastaları genellikle dürüst, samimi, derin ve cana yakın olarak yansıtılmaktadır. Bu nitelikler birçok filmde izine sıkça rastlayabileceğimiz bir delilik klişesi olarak görülebilir. Ancak bazen filmlerde bu klişenin tam aksine, şizofrenler ne zaman ne yapacağı ya da kimi nasıl öldüreceği belli olmayan, toplumdan uzak tutulması gereken insanlar olarak gösterilebilmektedir. Bu filmlere örnek olarak Secret Window, Bug, Sybil gibi filmler verilebilir.

Şizofreni tasvirinin bir filmden diğerine çelişkiler içermesi ve hastalık belirtileri konusunda bir fikir birliğine varılamamış olması ilginçtir. Birçok filmde, ne hikmetse, hastaların daha çok paranoid özellikleri ön plana çıkarılmaktadır. Filmlerde hastalığın belirtilerinin paranoid düşünceler ve renkli halusinasyonlara indirgenmesi kliniklerde görmeye alışkın olmadığımız bir “şizofreni uyarlaması” ile karşı karşıya kalmamıza neden olmaktadır. Bir oyuncunun ne kadar profesyonel olursa olsun bir şizofrenin jest ve mimik yokluğunun eşlik ettiği “künt” duygulanımı tam mȃnȃsı ile taklit edememesi sinemayı kendine özgü bir şizofreni türü yaratmak zorunda bırakmıştır. Örneğin Karanlıktakiler filminde Meral Çetinkaya’nın canlandırdığı karakter (Gülseren) gerçek bir şizofrenden ziyade oldukça başarılı bir şizofreni uyarlaması olarak görülebilir. Böyle olunca Karanlıktakiler filminde bu yüzden ev yaşamı belli ölçüde gerçekçi bir şekilde verilirken şizofreniye özgü duygusal reaksiyonların tam olarak perdeye yansıtılamamıştır. Gülseren karakterinin affekti şizofreniyle alȃkasız bir biçimde canlı, hatta bazen oynaktır. Akşam yemeği sahnesinde izlediğimiz Gülseren’in şizofreniyle bağdaşmayan tepkileri filmin kendine özgü bir şizofreni uyarlaması yaptığının en tipik göstergesi kabul edilebilir. Uyarlama, hastalığın sebebinin ifşa edildiği “geriye dönüş” sahnesinde zirveye taşınır ve biz seyirciler anlarız ki Gülseren’in şizofren olmasının sebebi işkencenin eşlik ettiği bir tecavüze uğramasıdır. Tecavüze kadar Gülseren oldukça sağlıklı bir kadındır. Travmatik tecavüz Gülseren’in ruh sağlığını bozup onu paranoid bir şizofrene dönüştürmüştür. Filmin izleyiciye dayattığı bu çıkarsama şizofreni ile toplumsal sorunlar arasında bir bağlantı bulunduğu izlenimi uyandırır. Kapkaççılar, tecavüzcüler, yankesiciler ve hırsızlar gibi modern toplumun “üretim hataları” şizofrenin sebebiymiş gibi sunulur. Böylece şizofreni artık bir muamma olmaktan çıkar ve travma mağdurunun kaderi haline dönüştürülür. Bu tuhaf izah tarzı izleyicide filmden çıktıktan sonra izbe sokaklardan geçerken şizofren olmamak için arkasını daha bir hassasiyetle kollama gereği hissettirir. Ayrıca modern toplumun bu üretim hatası tiplere karşı zaten iyiden iyiye beslediği dışlayıcı tutum film sayesinde daha bir belirgin hȃle gelmektedir. “Pis” tecavüzcüler bir de şizofreninin müsebbibi olma yükünü yüklenmek zorunda kalır. Film uyarlama esasına dayanan yanıltmaca sayesinde sanki tecavüzcüleri toplumdan uzaklaştırırsak şizofreninin kökünü kazırmış izlenimi uyandırmaktadır. Bu kolaycılık ve hedef saptırma tutumu, kendini daha ziyade hastalara karşı acıma duygusu uyandırarak sanki onları düzelteceğimiz izlenimini körüklemek sûretiyle göstermektedir. Bu özellikleri nedeniyle sinemanın şizofreniye yaklaşırken içine düştüğü durumun gerçeklikten kopuk ve stereotipik bir yapıda olduğu söylenebilir.

Scorsesse’nin Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı ünlü çalışmasından izler taşıyan Shutter Island adlı filminde yine de her şeyi açıklayacak devȃsa bir ruhsal travma mevcuttur. Ancak bu filmde, hakkını teslim etmek gerekir ki, çok sağlam bir paranoya örgüsü oluşturulmuştur. Bu filmde de diğerleri gibi şizofreni tasvir edilirken yine belki de “mecbûriyetten” canlı bir affektle karşı karşıya kalmaktayız. Aslında bu filmi de diğer benzerleri gibi travmayla ilişkili karmaşık bir dissosiyatif bozukluk örneği olarak görmek daha doğru olabilir. Shutter Island’ı ilginç kılan asıl özelliği “delilik ile suç” arasındaki geleneksel bağı hortlatmasıdır. Zaten delilere yapıştırılan “saldırgan” damgası film sayesinde bir yazgıya dönüştürülür ve bu filmden sonra izleyicilerin akıl hastalarının birer suç makinesi olduğu inancını pekiştirmesi kaçınılmaz olacaktır.  Zaten John Fowles’ın “Büyücü” ve Edgar Allan Poe’nun “Dr. Katran ve Profesör Telek’in Sistemi” adlı eserleri ile kafası delilik ve suç ilişkisi konusunda iyice şartlanmış durumda olan seyirci bu film sayesinde inancına büsbütün saplanıp kalacaktır.

Bug filmi sanırız diğer filmlere göre daha başarılı bir şizofreni örneği olarak görülebilir. Bu filmde de yine ana temanın paranoya olması sürpriz sayılmamalı. Filmde paylaşılmış psikozun gelişimi de gayet başarılı bir şekilde verilmiştir. Her şeyi açıklayan bir travmanın olmaması da gerçekliğe daha bir uygun kabul edilebilir. Nispeten başarılı örnekler içinde John Nash’in hayatını konu edinen A Beautiful Mind filmini de anmak gerekir. Hastalık öncesi sosyal olarak akranlarından farklı olduğunu anladığımız John Nash beyazperdede Russel Crowe gibi bir oyuncuyla hayat bulduğu için şanslı sayılabilir. Zira affekt kaybının beyaz perdede yansıtılabilmesi ve abartılı mimiklerden korunma açısından Crowe başarılı bir örnektir. Ama bu filmin de diğerleri gibi hastalık belirtilerinden hayȃli arkadaşlara ve paranoyaya odaklanması ilginçtir. Film her ne kadar gerçek bir insanın hayatını anlatmaktaysa da yönetmen gerçek hikȃyeye sadık kalmamayı tercih etmiştir. Karısının Nash’i terk etmekten vazgeçtiği sahneden Oscar törenine kadar geçen sürede olanlar yönetmenin kurmacasından ibarettir. Çünkü gerçekte Nash 1959’da ilk psikotik atağını geçirdikten iki yıl sonra resmen boşanır. 1970’lerde tekrar bir araya geldiği eşiyle inişli çıkışlı bol ayrılmalı bir dönem yaşar. 1994’te Nobel ödülü aldıktan sonra ilişkileri biraz yoluna giren Nash çifti 2001 de tekrar evlenirler. Ayrıca Alice, filmde gösterildiği gibi Nash’in ilk eşi değildir. Gerçekte Nash’in 1955 yılında bitirdiği bir evliliği daha vardır. Üstelik Nash bir dönem eşcinsel olarak da yaşamıştır. Hatta bu yüzden ilişkilerinde yasal problemler bile yaşamıştır. Elbette bir sinema filminden gerçek hayatın uzun ve çarpıcı tüm detaylarını ve çıkmazlarını doğru bir şekilde vermesi beklenmemeli ancak gerçek hikâyeden de büsbütün koparak farklı mecralara girilmemeli.

A Beautifull Mind filminde bir başka çarpıtma olan ilaç kullanımı, üzerinde durmayı hak etmektedir. Gerçek hayatta Nash hiçbir tedaviyi gönüllü kabul etmemiştir ve 1970’ten sonra ilaç kullanmamıştır, ancak filmde onu son döneminde dahi atipik tabir edilen antipsikotik ilaçlarını kullanırken görürüz. Bu çarpıtma biz psikiyatristlere göre olumlu olarak kabul edilebilir, zira en azından hastalara ilaç kullandırmayı özendirmemiz için elimize bir hile yapma imkȃnı vermektedir. Bu hile sayesinde bu film birçok klinikte hastaların ilaç uyumunu artırmada kullanılır olmuştur. Eğer ilaç konusunda gerçeğe sadık kalınsaydı yani Nash’in hiç ilaç kullanmadan Nobel ödülünü aldığı gösterilseydi, “mucizevî” ilaçlarımızı hastalara önerirken epey zorlanacaktık. Tüm bunları söylerken filmin biz psikiyatrlara mı yoksa ilaç firmalarına mı “kıyak” geçtiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Burada film yapımcıları ile ilaç endüstrisinin muhtemel ilişkisine girmenin lüzumu yok.

Toparlarsak yukarda sıralan filmlerin delilik derken kastının modernizmin türettiği ve Adorno’nun kıyasıya eleştirdiği “araçsal aklın” yokluğu mu, yoksa insanın modern aklın sınırlarını çizdiği dünya tasavvurundan her ne sûrette olursa olsun sapması mı olduğu net olarak anlaşılamamaktadır. Eğer delilikten araçsal aklın ve dolayısı ile rasyonalitenin yokluğu kastediliyorsa durum vahim demektir. Vehamet filmlerin hem rasyonel olmanın insanlığı ne hale getirdiğini örtbas etmeye çalışmasından, hem de araçsal aklın pompalayıp durduğu bilinmeyene karşı duyulan korkuyu ortadan kaldırma iddiasının tam tersinin deliliği işleyen filmlerle habire gündeme getirilip durmasından kaynaklanıyor. “Filmler ile delilikten korkmalı, delilerden uzak durmalı ve onları ötekileştirip sınırlamalıyız” mesajı verilmek isteniyorsa o zaman araçsal aklı sevmeli ve akıllı insanlara yakın durmalıyız sonucunu da çıkarabiliriz. Eğer bu çıkarsama doğruysa Aydınlanmanın öngördüğü “akıllı birey”in bugün bir çıkmazın içinde debelendiği, bireyin özgürleşmek şöyle dursun araçsal aklın esiri haline düştüğü, aklının her almadığını anormal, tuhaf ve deli diye nitelediği dolayısıyla bir yabancılaşma akımının içine düştüğü gerçeğini bu filmlerle nasıl bağdaştıracağız? Akıl bizi bulunduğumuz berbat noktaya getirmişse insanın aklına “akılsızlık” ya da delilik, filmlerin pompaladığı gibi gerçekten de uzak durulması gereken bir olgu mudur sorusu gelmektedir. Tamam, belki Erasmus gibi deliliğe methiye dizmemiz gerekmiyor ama hiç olmazsa araçsal aklı ilah edinen modern insanın düştüğü bu müşkül durumu gördükten sonra “eleştirel aklı” ya da tefekkürü tekrar hatırlamamız gerektiğini ileri sürebiliriz.

Kaynaklar

1-      Sinemada Psikiyatri, Sinemada Psikiyatri (2010). Editör: Mustafa Bilici. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yayınları

2-Sanat ve Delilik. Haldun Soygür. www.gerceklermaskelenmesin.com