LÂİKLİK HAKKINDAKelimenin menşei Fransızca’daki laïcité, din işlerinin devlet işlerine, devlet işlerinin ise din işlerine karışmaması demek. 2004’de dünyaya gelen bu terim son asırda bütün dinlere saygılı ve eşit mesafede olmak anlamını da kazanmış. Etimolojik olarak Kadim Yunanca λαϊκός’dan geliyor ve “halk hakkında, sıradan adam hakkında” demek. Bize de Fransızca démocratie kelimesinden nüfuz etmiş…

Sekülarizm ile lâisizm aynı şey değildir… Meselâ ABG’de “secularism” hâkimdir, din işleri cemaâtlere bırakılmıştır ama kalkıp da Hristiyan Demokrat Parti filân kuramazsınız. Avrupa’da ise kurarsınız. Çünkü buradaki tâyin edici faktör o ülkenin harsı (kültürü) ve toplumsal yapısıdır.

Bâzı mütefekkirlere göre “anti-Clericalism’in” bir türü olup, dinin tatbikine müsaade etmek veya dinî hürriyet yerine, inanç sâhiplerinin dinlerini tanıma imkânını tanımayan bir baskı tarzıdır.

Anti-klerikalizm din diye yutturulan safsatalardan ve sömürülerden bunalmış Avrupa medeniyetinin diyalektik bir tepkisidir.

Gâzi ve arkadaşların, bütün aksine iddialara rağmen, anti-Klerikalizm batağına düşmeksizin, cemaâtlerin eline düşerse tekrar bir fâcia hâlini alacağını bildikleri için Fransız tarzı ama yumuşatılmış bir Lâisizm’i tercih etmişlerdir.

Bunun sarih esbâb-ı mûcibesi:

1) Türkiye Cumhuriyeti halkının belki de %80’inden fazlası, kentlerde yaşıyor olsalar dahi, tamamen feodal, Ortaçağ artığı, ağalık düzeniyle yaşamaktadır.

2) Rönesans ve Reform hareketlerini aşmış, Teknoloji Devrimi’ni yaşayıp sindirerek öğrenmiş Avrupa milletlerinin efrâdı en azından asgari derecede entellektüel birikime sâhiptir. Çünkü ayrılma ve bireyleşme merhalelerini aşarak, demokrat olabilmişlerdir. Demokratik düşünceye sâhip olan (yâni irfânı ve fikri hür) bir insan kendi hür tercihini yapabilecek donanıma ve iradeye sâhip olan kişidir.

3) Bu amaçla başlanan millî eğitim ve köylere uzanacak millî öğretim seferberliği maâlesef daha İsmet İnönü zamanında atalete mahkûm edilmiş, Menderes ve arkadaşlarınca da tarihe kavuşmuştur.

4) Sonuç, ortadadır: Hâlâ okuma yazma oranı çok düşük olan, cehâletin ve feodalitenin kol gezdiği bir ülke!

5) Böyle bir ülkede demokrasi yürüyemez, ancak totaliter (askerî, dinî veya diğerleri) sistemler memleketi sevk ve idâreyi başarabilirler.

6) Türkiye sür’atle Arabizm ve İranizm târikine çekilmekte, rasyonel – bilimsel düşünceden uzaklaştırılan halk, “din” diye yutturulan safsatalarla büyüsel düşünceyle kitle hipnozuna tâbi tutulmaktadır.

Nitekim δῆμος, yâni dimos, halk zümresi, ahâli + κράτος, yâni kratia iktidar = Halkın iktidarı anlamındaki demokrasi de buradan neş’et eder. Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan’daki filozoflardan Aristo ve Eflatun demokrasiyi eleştirmiş, “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlar kullanmışlardır.

Demokrasiye farklı atıflarda bulunulmuştur: Çoğunluğun yönetimi; azınlık haklarını güvenceye alan yönetim; fakirin yönetimi; sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim; fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim; kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim…

Sonuç: Maâlesef Rönesans ve Reform hareketlerini aşmış, Teknoloji Devrimi’ni yaşayıp sindirerek öğrenmiş Avrupa milletlerinin efrâdı gibi olamamış, en azından asgari derecede entellektüel birikime sâhip olup bireyleşememiş , “sürü” psikolojisiyle düşünen ve hareket eden kitleler çok bayağıca hamâset ve demagojiyle iyice uyutularak, memleket tam bir anomiye ve kaosa sürüklenmiştir.

Açıkça söyleyelim: Aristo ve Eflatun maâlesef bizde –şimdilik– haklı çıkmış,“ayak takımının yönetimi” gündeme gelmiştir…

   Bunu her meslekte ve her kademede görebilirsiniz.

      Ayırıcı teşhis için cehâlet, kibir ve şuursuzca saldırganlık anahtar kelimelerdir.

         Peki, ne yapılacak…

            Defalarca yazdım.

               Vatansever, Lâik, Atatürk Milliyetçisi bir Türk bilim adamının sessiz çığlığı bu…

                  Orada kimse var mı?

Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 09 Ağustos 2010 Pazartesi