Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Dikkat eksikliği hastalık belirtisi

Konsantrasyon sorunu mu yaşıyorsunuz ya da uzun süre aynı yerde oturamıyor, bir toplantıyı takip etmekte zorlanıyor musunuz? Başladığınız bir işi bitiremiyor, öfke atakları geçiriyor, aklınıza ilk geleni söyleme eğilimi mi gösteriyorsunuz?…

Uzmanlar, bunları, stresli bir yaşamın sonucu olarak yorumlamak yerine, çocukluk döneminde başlayan ve yetişkinlikte de devam edebilen Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) hastalığının belirtileri olabileceği uyarısında bulunuyor.

Tedavi edilmediğinde kişinin yaşam kalitesini düşüren, iş, ev başta olmak üzere sosyal hayatını önemli ölçüde zedeleyebilen hastalığın, uzman hekim kontrolünde tedavi edilmesinin mümkün olduğunu vurgulayan uzmanlar, ilaç ve psikoterapinin etkin tedavi yöntemi olduğunu belirtiyor.

Türkiye Psikiyatri Derneği Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Bilimsel Çalışma Birimi Koordinatörü ve Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cengiz Tuğlu, yaptığı açıklamada, DEHB’nin çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen, süreğen bir nöropsikiyatrik bozukluk olduğunu söyledi.

Toplumdaki DEHB yaygınlığının çocuklukta yaklaşık yüzde 8, ergenlikte yüzde 6 ve erişkinlikte yüzde 4 olarak bildirildiğini ifade eden Tuğlu, çocukluk çağında var olan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsel davranışların ilk olarak okul çağında fark edildiğini belirtti. Tuğlu, ”Sınıfta oturamayan, oyunlarda arkadaşları ile yoğun sorunlar yaşayan ve okuma faaliyetlerinde gecikebilen çocuklar görece hızlı fark edilip tıbbi yardım almaları için yönlendirilebilmektedir” dedi.

Yaşam boyu devam eden dikkatsizlik, dürtüsellik ya da hiperaktivite yakınmaları olan tüm erişkinlerde de DEHB tanısının akla gelmesi gerektiğine işaret eden Tuğlu’nun verdiği bilgiye göre, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu yaşama, kişiler arası ilişkilere, okul ve iş dünyasına yansıyan olumsuz etkileri açısından toplumun ve sağlık hizmetlerinin önemli sorunlarından birisini oluşturuyor.

DEHB ister çocukluk ister erişkinlik döneminde olsun sadece hastaları değil çevrelerini, ailelerini, ebeveynlerini de etkiliyor. Riskli sağlık davranışları açısından tehdit altında olan ergen ve genç erişkinlerde DEHB varlığında, sigara ve madde kötüye kullanımı, yasal sorunlar, kötü akran ilişkileri, kendine güven kaybı, okul ve iş başarısında düşüklük ve psikiyatrik eş tanılar gözlenebiliyor.

Yaşın ilerlemesiyle birlikte görülme sıklığı düşüyor

Yaşın ilerlemesiyle birlikte görülme sıklığındaki düşüş, hastalığın belirtilerinde azalma olduğuna işaret ediyor, ancak belirtiler tamamen ortadan kalkmıyor.

Azalma eğilimine rağmen erişkin DEHB olan kişilerde bir işe başlayamama, iş yerinde verimsizlik ve kötü zaman yönetimi, çok sayıda işe başlanmasına rağmen bir çoğunu bitirememe, bir toplantı boyunca oturamama, stresle baş edememe ve öfke atakları, aklına ilk geleni söyleme eğilimi, kötü şoförlük sorunları ve evlilik ve sorumluluklarının idaresi ile ilgili yoğun sorunlar sıklıkla ortaya çıkabiliyor.

Dikkatsizlik daha çok bireyi, diğer bulgular ise daha çok çevreyi rahatsız ediyor. Belirtilerini dışa vuran erkeklerin tersine kız çocuklar genellikle olumsuz geri bildirimleri içselleştirme, özür dileme, uyum sağlamaya çalışma, suçu üzerine alma ve kavga etmeme eğilimi gösteriyor. Beklentileri karşılamak için daha çok çalışarak ve yetersizlikleriyle başa çıkarak başarılı öğrenciler olmayı lise dönemine dek sağlayabiliyor, ama bozukluğun daha sessiz seyrediyor olması ve bu nedenle müdahale edilebilir olan bir sorun alanına gereken müdahaleleri yapamama kadınların yaşamına, özellikle onların akademik gelişimlerine önemli zararlar verebiliyor.


Başka ruhsal bozukluklar, DEHB belirtilerini gizleyebiliyor

Çocuklar ve erişkinlerle yapılmış çalışmalara göre, karşıt olma, karşı gelme bozukluğu, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, duygu durum bozuklukları, öğrenme bozuklukları ve alkol-madde kullanım bozuklukları olarak adlandırılan ruhsal hastalıklar da psikiyatrik eş tanıları oluşturuyor. Bu ruhsal bozukluklar, bazen DEHB belirtilerinin gizlenmesine ya da ilaçlarla bir bozukluğu tedavi ederken diğerinde bozulmalar ortaya çıkmasına yol açabiliyor.
Erişkin dönemde başka ruhsal bozuklukların eşlik etmesi ve erişkin yaşamının karmaşıklığı, çocuklardan farklı olarak erişkin DEHB tedavisinde daha kapsamlı tedavi yaklaşımlarının uygulanmasını gerekli kılıyor.

DEHBİ’de ilaç tedavisi uygulanırken, ilaçların erişkinlerde tıbbi ve ruhsal eş tanıları gözeterek planlanması gerekiyor. Bundan sonra da psikoterapi uygulanabiliyor.

Bu sorunu yaşayan kişilerin çoğu, yineleyen başarısızlıklar yaşayabiliyor. Bu başarısızlık öyküleri ise kişinin kendi hakkında olumsuz düşünceler geliştirmesine yol açabiliyor. Bu kişiler, üstlendikleri görevler konusunda işlevsel olmayan düşünceler geliştirebiliyor. Ortaya çıkan bu olumsuz düşünce ve inançlar, var olan kaçınma davranışlarını arttırabiliyor. Bunun sonucunda da kişiler, görev ya da sorunla karşı karşıya kaldığında dikkatlerini daha çok kaybedebiliyor.
DEHB ile ilgili güçlükleri çocukluklarından beri yaşayan kişiler, hem erişkinlik döneminde benzer belirtiler sergiliyor hem de bazen belirtiler gerilese bile çocukluk döneminde almış oldukları hasarların yansımalarını yaşam boyu taşıyorlar.

Önlenebilir kayıplara engel olabilmek için rahatsızlık fark edildiğinde tüm tedavi imkanları kullanılarak etkin bir tedavinin hızlı ve dikkatli bir biçimde başlatılması gerekiyor. Bunun sağlanması için DEHB belirtileri olanların öncelikle bir psikiyatri uzmanına başvurması ve DEHB yakınmaları olan bireylerin psikiyatri uzmanına yönlendirilmesi tavsiye ediliyor.

Şizofreni çoğumuzun adını duyduğu bir hastalıktır. Bu hastalık insanları ürpertir. Şizofreni hastaları televizyonda, sinemada ve kimi zaman basında tehlikeli, şiddet kullanan ve suç işleyen insanlar olarak sunulur. Yanlışlarla dolu olan bu önyargı şizofreni hastalarıyla toplum arasında kalın bir duvar oluşturarak şizofreni hastalarının dışlanmalarına neden olur. Bu yaklaşım nedeniyle hem şizofreni hastasının hem de ailesinin tedavi için toplumsal desteğe duyduğu gereksinim karşılanamaz.

 

Şizofreni nedir?

Şizofreni, kısaca insanın yaşadığı gerçeklikten uzaklaşarak kendine özgü bir dünya yarattığı bir durumdur. Çevresinde olup bitenleri değerlendirme biçimi, olaylara bakışı, diğer insanlarla ilişkisi hastalığın etkisiyle tekrar şekillenir. Hepimiz uykuda çeşit çeşit rüyalar görürüz. Rüyalarımızdaki dünya, başka bir dünyadır. Kimi zaman üstün yeteneklerle donanmışızdır. Çocukluk yıllarımıza ya da geleceğe ait zamanın içinde kendimizi buluruz. Kimi zaman birileri ya da gerçek dışı yaratıklar peşimizdedir. Rüya dünyası hem hoş hem de kötü sürprizlerle doludur. Ama biliriz ki, rüya dünyası ayrıdır ve uyanınca gerçek dünyadayızdır. Şizofrenide ise kişi adeta gerçek dünyayla rüya dünyasını aynı anda ve uyanıkken yaşar. Alışılagelmiş algılama ve yorumlama biçimleri onun için yabancılaşır. Daha önce değer verdiği kavramlar anlamsız hale gelirken kendi dünyasında yarattığı değerler, korkular ve düşünceler ön plana çıkar.

Şizofreni nasıl bir hastalıktır?

Şizofreni hastaları yüzyıllardır farklı isimlerle, o kültüre özgü değerler doğrultusunda, kimi zaman ayrıcalıklı insanlar olarak, kimi zaman ise cezalandırılması gereken ve kötü ruhların etkisindeki insanlar olarak tanımlanır. Şizofreni hastalarında görülen belirtilerin farklı şiddette olması bu hastalığın tanımlanmasını güçleştirir. Hastalığın şiddeti kişiden kişiye değişiklik gösterir. Kimi zaman ise aynı kişide krizler arasında dönemsel artışlar da olabilir. Son yıllarda yapılan araştırmalarla şizofreniye ait genel bir tanımlama oluşturuldu ve belirtilere göre farklı alt gruplara ayrıldı. Şizofreni genellikle 45 yaşın altında ortaya çıkar. Kadınlarda ve erkeklerde aynı oranda görülür. Genellikle maddi güçlükleri olan ailelerde daha sık olduğu ileri sürülür, ancak bu konu henüz netlik kazanmadı. Şizofreni güç fark edilen, sinsi başlayan, kronik bir hastalıktır.

Şizofreni hastalığı yaygın mıdır?

Şizofreni sanıldığının aksine yaygın bir hastalıktır. Ülkemizde hastalığın yaygınlığı araştırılmadı, ancak ülkemizdeki oranların yurtdışında yapılan araştırmalardaki oranlarla benzer olduğu düşünülüyor. Araştırmalara göre yaşam boyu her 100 kişiden biri bu hastalığa yakalanır.

Şizofreni hastalığına yatkınlıktan bahsedilebilir mi?

Kalıtsal yatkınlığın şizofrenide önemli bir rolü vardır, ancak yapılan araştırmalardan elde edilen genel kanı kalıtsal yapının, kişinin beyin hücrelerindeki kimyasal bozuklukların, olumsuz çocukluk yaşantılarının, viral hastalıkların, annenin gebelik döneminde ve doğum sırasında yaşadığı sağlık sorunlarının farklı oranlarda etkili olduğudur.

Yoğun stres ya da üzüntü şizofreniye neden olur mu?

Yaygın yanlış inanışlardan biri de hastalığın yaşanan kötü bir olay nedeniyle ortaya çıktığı düşüncesidir. Bu düşünce ailenin gereksiz yere kendisini ya da çevreyi eleştirmesine ve suçlamasına yol açar. Stres ve üzüntü sağlıklı kişilerde şizofreniye yol açmaz, ancak bardağı taşıran son damla etkisi yaparak yatkınlığı olan kişilerde hastalığın ortaya çıkmasına neden olabilir.

Şizofreni hastalığı nasıl başlar?

Hastalığın başlangıcı ani ve şiddetli olabileceği gibi sinsi de olabilir. Bu dönem özellikle aile ve yakın çevre tarafından fark edilir. Kişi çevreye karşı isteksizdir, fazla konuşmaz, içine kapanmaya, önceleri zevk aldığı etkinliklerden uzaklaşmaya başlar. Arkadaşlarını ve ailesini ihmal edebilir. Okulda ya da işyerinde ilgisizdir, başarısı düşmeye başlar. Kişi kendini gittikçe tuhaf, şaşkın ve amaçsız hisseder. Çabuk sinirlenmeye ve olaylara karşı eskisine göre daha aşırı tepkiler göstermeye başlar. Manevi ve dini konulara ilgi artışı sıkça görülür. Toplumdan uzaklaşıp eve kapanabilir. Evde huzursuz ve dağınıktır. Korkular, şüpheler yaşamaya, garip davranışlar göstermeye, mantıksız düşüncelerle meşgul olmaya başlayabilir. Kıyafetlerine özensizlik, bedensel temizliğine ilgisizlik, uyumsuz giyinme gibi davranışlar olabilir. Bu bulgular günler içerisinde olabileceği gibi haftalar hatta yıllar içerisinde yavaş yavaş da gelişebilir.

Şizofreni hastalığının zekayla ilişkisi var mıdır?

Halk arasında zeki insanlarda ruhsal rahatsızlık olmayacağı yönünde bir yargı vardır. Şizofreni hastalığıyla zeka geriliği arasında bir ilişki yoktur. Ancak kişide hastalığın etkisiyle olaylara bakış ve yorum değişir. Zekada bir kayıpsa söz konusu değildir.

Şizofreni hastalığı nasıl seyreder?

Şizofrenide hastalık dalgalanmalar gösterebilir. Genel içe kapanmanın olduğu dönemler ve kriz dönemleri nöbetler halinde ortaya çıkabilir. Genel içe kapanma döneminde kişi dikkatsizdir. Çevresiyle ilişkilerinde arkadaşlarına ve ailesine karşı sorumsuz ve ilgisiz olabilir. Eğlencelere karşı ilgisi azdır. İşine ya da okuluna devam etmez. Temizliğine ve kıyafetine özensizdir. Kıyafet değiştirmeyebilir, banyo yapmayabilir. Tekdüze bir yüz ifadesi vardır, duygularını mimikleriyle ifade edemez. Konuşması azdır, sesindeki duygusal tonlamalar silinir. Basit cümleler kurmaya başlar. Kriz döneminde ise kişinin gerçekle ilgili algısı büyük oranda bozulur. Çevresindeki olayları ve kişileri olduğundan farklı görür ve yorumlar. Bu dönemde çevresinden kendisine yönelik düşmanlık yapıldığını ve bundan zarar görebileceğini, insanların kendi düşüncelerini etkilediklerini, yakınları ve sevdikleri tarafından ihanete uğradığını, insanüstü ya da dini özelliklere sahip olduğunu düşünebilir. Aslında var olmayan sesleri duyabilir ve bu sesleri dinleyerek bunlara yanıt verebilir. İnsanlar, kendi kendisine konuştuğunu fark eder. Gözünün önüne görüntüler, burnuna kokular gelebilir. Bu dönemde düşüncelerini toplaması ve aktarmasında güçlükler ortaya çıkabilir. Dağınık, saçma ve garip konuşmalar yapabilir. Tuhaf davranışlarda bulunabilir.

Şizofrenler saldırgan olurlar mı?

Şizofreni hastalarında kendisine ve çevresine zarar verici davranışlar kimi zaman ortaya çıkabilir. Bu davranışlar hastalığın kriz döneminde sık görülür. Gerçekten kopma nedeniyle hasta şaşkın ve sinirli olabilir. Çevresinde olan olayları yanlış yorumlar, gerçek dışı seslerin etkisiyle ve sıklıkla kendisine gelecek bir zarardan kurtulmak için savunmaya geçer. Kriz döneminde hastaya yönelik eleştiri, bağırma, azarlama, hareketlerini kontrol etmeye çalışma gibi yaklaşımlar saldırgan davranışın ortaya çıkmasını kolaylaştırabilir. Soğukkanlı davranmak, eleştirmeden sakin, açık, basit ifadeler kullanarak konuşmak, kriz döneminde saldırgan davranış riskini azaltır. Yapılan araştırmalar şizofreni hastalarıyla ruhsal rahatsızlığı olmayan insanlar arasında suç işleme oranı açısından farklılık olmadığını ortaya çıkartır. Yani şizofreni hastaları daha çok ve sık suç işlerler yargısı çoğu araştırmacı tarafından çürütülür.

Şizofreni hastalığı nasıl ilerler?

Şizofreni kronik bir hastalık olmasına rağmen, erken dönemde tanı konulduğunda ve tedaviye başlanıldığında hastaların yüzde 60’ının belirgin düzeyde ya da tam olarak iyileştiği tespit edildi. Hastanın sosyal çevresindeki destek tedavi başarısını etkiler. Hastaların bir kısmında ise yıllar içerisinde çevreye uyum zorlaşabilir, içe kapanma derinleşebilir. Düzenli tedavi görmeyen hastalarda kriz dönemleri sıkça ortaya çıkabilir.

Şizofreni hastalığı nasıl tedavi edilir?

Tedavide doktor, hasta ve hasta yakınlarının işbirliği yapması gerekir. Tedavide kullanılan ilaçlar her geçen gün yenileniyor ve bu alanda başarılı sonuçlar elde ediliyor. İlaç tedavileri kriz döneminde daha yoğun olmak üzere diğer zamanlarda da uygulanır. İlaç düzenlemesinin uygun bir biçimde yapılabilmesi için hasta-doktor ve hasta ailesi işbirliğinin sürekli olması gerekir. Kimi zaman hastanede yatarak tedavi gerekebilir. İlaç tedavisi dışında terapi ve eğitim amaçlı görüşmeler hasta ve ailesi için önemlidir. Ailenin içten, sıcak tutum ve olumlu yaklaşımları hastalığın seyrini iyi yönde etkiler, kriz dönemlerinin sıklığını azaltır. Şizofreni tedavisi uzun süreli ve fedakarlık gerektiren bir süreçtir. Umudun canlı tutulması, hastanın dünyasını anlama çabası önemlidir.

Önemli noktalar

Şizofreni insanın yaşadığı gerçeklikten uzaklaşarak kendine özgü bir dünya yarattığı bir durumdur. Sıklıkla güç fark edilen, sinsi başlayan, kronik bir hastalıktır.

Araştırmalara göre yaşam boyu her 100 kişiden biri bu hastalığa yakalanır. Hastalığın başlangıcı günler içerisinde olabileceği gibi haftalar hatta yıllar içerisinde yavaş yavaş da gelişebilir. Şizofrenide hastalık dalgalanmalar gösterebilir. Genel içe kapanmanın olduğu dönemler ve kriz dönemleri nöbetler halinde ortaya çıkabilir.

Şizofreni kronik bir hastalık olmasına rağmen, erken dönemde tanı konulduğunda ve tedaviye başlandığında, hastaların önemli bir bölümünün belirgin düzeyde ya da tam olarak iyileştiği görülür. Şizofreni tedavisinde hasta, doktor ve aile işbirliği çok önemlidir. Şizofreni tedavisi uzun süreli ve fedakarlık gerektiren bir süreçtir. Hastanın ve ailesinin umudu canlı tutulmalı, hastanın dünyasını anlamak için çaba gösterilmelidir.

Öfke bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor

Öfke her zaman hayatımızın bir yerinde duruyor. Gün geliyor trafikte çıldırıyor, işyerindeki çalışma arkadaşlarımıza öfke kusuyor ve çoğunlukla da iletişimde olduğumuz kişileri hırpalıyoruz. Peki öfke temel bir duygumuz da, onu kontrol altında tutmak gerekmiyor mu?

Öfke deyince, hepimizin aklına bir görüntü düşüyor. Bu kimi zaman tanık olduğumuz olaylar, ama çoğu zaman yaşadığımız şeylerden bir parça oluyor. Trafikte cinnet getirenler, ufak sorunların büyümesi sonucunda çekilen silahlar, kimi zaman intiharlar, aile içi şiddet, hastanede sonlanan sebepsiz çatışmalar… Sadece bu kadar mı? Futbolda holiganizm, polisin “orantılı” güç kullanımı, hatta “Öfke bir hitabet sanatıdır” diyen başbakan. Bu örneklere bakıp “Ben o kadar da öfkeli değilim” demeyin. Günümüzde öfke o kadar yaygın bir halde etrafımızı sarmış durumda ki. Yeni bir aleti aldınız, fişe taktınız ve çalışmadığını fark ettiniz. Bir yere yetişmek zorundayken 90 kilometre hızla gidebileceği yerde önünüzdeki araç ısrarla 30 km. hızla gidiyor. Ya da yolda giderken bir sakızın üzerine bastınız. Ne kadar da basit ve hayatın içinden örnekler değil mi? Peki bu durumlarla nasıl başa çıkıyoruz? Öfkesiz kliniği, tüm bu dertlerden yola çıkarak kurulan, Türkiye’nin yalnızca öfke üzerine çalışan ilk birimi. Aydın Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü son sınıf öğrencisi Kayhan Gürbüz’ün projesi olarak Bakırköy’deki Performans Psikiyatri Kliniği’nce uygulamaya konan bu klinik son yıllarda yaşanan öfke patlamalarının neticesinde, ihtiyaçtan doğmuş. Zaten Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri de ihtiyaçları çok net bir şekilde önümüze koyuyor. Verilere göre boşanmaların yaklaşık yüzde 97’si geçimsizlik ve cana-kast, fena muamele nedeniyle gerçekleşiyor. 2008 yılı verilerine göre toplam 3 bin 447 kişi öldürme, 7 bin 802 kişi yaralama, 1296 kişi hakaret, 192 kişi kötü muamele, 3 bin 517 kişi de ateşli silahlar ve bıçaklarla ilgili suçlardan cezaevine girmiş. Gürbüz, bunların çok büyük bir bölümünün kontrol edilmeyen öfkenin etkisiyle yaşandığının yadsınamayacağını söylüyor. Tüm bu verileri önümüze alıp Gürbüz ile Öfkesiz kliniğinden çocuk ve ergen psikiyatrı Hülya Bingöl, psikologlar Nuray Gergerlioğlu, Gizem Pekcan ve Yetkin Kuşan’ın kapısını çaldık.

Gürbüz, aslında doğal bir duygu olan ve doğru yaşandığı zaman başkalarına karşı olumsuz duygularımızın ifadesini kolaylaştıran öfkenin, kontrol edilemediği durumlarda aile, iş ve sosyal ilişkilerde ciddi sorunlara yol açtığını söylüyor. Bu da boşanma, iş kaybı ve adli suçların yanı sıra bireyin sağlığında da hasar bırakıyor. Tüm bunları anlamlandırabilmek için öncelikle öfkeyi tanımakta yarar var. Psikolog Gizem Pekcan, öfkeyi kişilerde engellenme karşısında ortaya çıkan bir duygu olarak tanımlıyor. Öfke, saf bir duygu değil. Diğer pek çok duyguyla etkileşim halinde. Kin ya da kızgınlık bunlardan bazıları. Kızgınlıktan da ince bir çizgiyle ayrılıyor. Zaten önemli olan o noktayı yakalayabilmek. Gündelik hayatımıza öfke nasıl mı yansıyor? Pekcan anlatıyor: “Haksızlığa uğradığını düşünen bireyler, bir çeşit hak arama tepkisi olarak gösteriyor bunu. Hakların aranmasında başka bir yol olmadığı düşüncesi yaygın. Toplumdaki oturmuş kanı da öfke kontrol altına alındığında haksızlığın devam edeceği yönünde. Bu şekilde insanlar, güç sağlamayı ve öfkeyi bir problem çözme stratejisi olarak kullanmayı tercih ediyor.”

Peki ya tetikleyicileri neler? Sabırsızlık, kaygı, korku, çaresizlik ve kendini ifade edememe bunlardan yalnızca birkaçı. Çünkü tetikleyiciler hayata bakış ve dünyayı anlamlandırma biçimine göre kişiden kişiye değişebiliyor. Pekcan, aslında tüm bunların temelinde yatan kilit noktanın kanunlar olduğunu söylüyor. Adalete duyulan güvensizlik, kendi adaletini sağlama olarak kendini gösteriyor. Pekcan, bu noktada özellikle vurguluyor: “Sorunların çözüm yolu öfke, saldırı ya da şiddet değildir. Eğitimsizlik ve korkudan kaynaklanan bu durum, aslında konuşarak da aşılabilecek kadar basit olabilir.”

Değişen yaşam şartlarının yarattığı stres de ayrı bir öfke nedeni. Gergerlioğlu, günümüzde öfke dozunun gittikçe arttığını vurguluyor: “Öfke, bir anlamda bulaşıcı bir hastalık gibidir. Domino etkisi gibi insanlar birbirini etkileyebilir. Medyanın ve televizyonun da bu anlamda etkisi olduğunu düşünüyorum. Otorite olarak kabul edilen insanların olaylara öfkeyle yaklaşması tehlikeli.” Toplumdaki öfke modelleri de bu anlamda kimi zaman siyasiler, kimi zaman güvenlik birimleri, kimi zaman sanatçılar ya da bir filmin kahramanları olabiliyor. “Öfke bir hitabet sanatıdır” diyen bir ülkenin başbakanı ya da “Ben bir sanatçıyım, arabamı buraya park ederim” diyen bir sanatçı veya tıpkı filmlerindeki gibi bir şiddet sahnesini yaratan bir oyuncu da bu modellere örnek olarak verilebilir. Gürbüz, “Ananı da al git” çıkışını hatırlatıyor bu noktada ve ekliyor: “Sadece başbakan değil, halkı temsil edenlerin ve belli bir mevkide olan insanların öfkelerini milletin menfaatine kullanıyor olmaları gerekli. Kendi insanına cephe aldırmak için değil. ”

Ayrıca öfke, bir durumun çözümü değil, yeni ve başka bir büyük sorunun başlangıcı olabilir. Gürbüz, “Öfkeye yönelik verilen her tepki insanı yine öfkeye yöneltiyor. Maçlara gidip, bağırıp küfretmekle öfke geçmediği gibi, yapılan araştırmaların gösterdiği üzere şiddeti daha da pekiştirerek gündelik hayata taşıyor” diyor. Zaten tek başına da sadece dışarıya etki etmiyor. Yiğit Kuşan, öfkenin ifade ediliş biçiminin kişinin dünyayı nasıl algıladığına göre şekil değiştirdiğini özellikle vurguluyor. “Kendini ifadede yetersizlik, dünyanın kendisine karşı haksızlık yaptığı düşüncesi ile biriken öfkenin, kişinin kendisine dönmesi kaçınılmaz oluyor. Bu da patolojik durumları beraberinde getiriyor. Bu durum da alkol bağımlılığı, depresyon ve intiharlar olarak kendini gösteriyor. İntihar vakaları, ülkemizde de dünyada da artış gösteriyor. Bunun önlenmesi için öncelikle öfkenin doğru şekilde ifade edilmesi, biriktirilmemesi ve farkındalık kazanılması ile profesyonel yardım almak gerekir.”

Bir reklam sloganı “Kontrolsüz güç, güç değildir” der. Bu noktada kontrolsüz öfkenin de öfke olmaktan çıkıp şiddete ve saldırganlığa dönüştüğü bir gerçek. Fark etmek ve önüne geçmek de toplumsal şiddetin büyümemesi adına ciddi ve önemli bir adım olarak görünüyor.
     

Temel çatışma iletişimsizlik

İlişkiler üzerine çalışan Gizem Pekcan, biriken öfkenin en çok yakınımızdakilere yansıdığını söylüyor. Direkt olarak ilişkinin kendisinden kaynaklanan sorunların yanı sıra öfke nedeniyle de çatışmalara girildiğini özellikle vurguluyor. Karşı cinsin farklı bir yapıda olduğunu kabul etmek bu anlamda önemli. Kişinin kendi düşüncelerini karşı tarafa empoze etmemeye çalışması da. “İletişimsizlik temel bir sorun. Haksızlığa uğradığınızı düşünüp karşı tarafa sen dilini kullanarak bir çıkış yaparsanız, karşı taraf da savunmaya geçer. Bu kez sorun tartışılmadan öfke savaşına dönüşür ilişki” diyor Pekcan, “Problem çözümü bir haklı çıkma savaşına dönüşmemeli. Bunu fark etmek bile bir adım.”


Öfke ailede öğreniliyor

Öfke kontrolü aile içinde başlıyor. Çünkü model öğrenme, bebekler için ilk aşama. Kimlik oturuncaya kadar da önünde rol model olarak anne baba ve birinci dereceden akrabaları görüyor. Hal böyle olunca çocuk ve ergen psikiyatrı Hülya Bingöl, ailede gördüğü şiddet bazlı yapının çocuğun kişilik yapısının bir parçası haline geldiğini söylüyor. “Televizyon programları, internet ve bilgisayar oyunları da çocuğun içinde potansiyel bir öfke yatkınlığı varsa daha da tetikler hale geliyor. O yüzden de ailelerin kontrolü dahilinde takip edilmesini savunuyoruz. Dürtü bebeklikte öğreniliyor. Öfke hepimizin içinde var. Ama kontrol etmeyi de öğrenmemiz gerek” diyor Bingöl. Çocuk ergen terapisinin esası da aileye dayanıyor, terapiye mutlaka aile de dahil ediliyor.

İşyerinde hak arama ile öfkeyle çıkış arasındaki çizgiye dikkat!

Öfke kontrolünün gerekliliğinden yola çıkılarak açılan Öfkesiz kliniğinde çalışmalar birtakım başlıklar altında yürütülecek. Bunlardan biri de kurumsal öfke. Nuray Gergerlioğlu, iş dünyasında yaşananların öfke duygusuna, öfkenin de şirket içi çatışmalara nasıl yansıdığından söz ediyor. “Ast üst ilişkilerinde ya da çalışma arkadaşlarıyla birtakım çatışmalar olması muhtemel. İnsanlar bir yandan kendini göstermeye, kariyerinde ilerlemeye, ideallerini gerçekleştirmeye çalışırken diğer yandan engellenmişlik ve haksızlık durumu yaşayabiliyor. Ancak bu noktada hak arama ve kendini ifade etme ile öfkeyle çatışma arasında ince bir ayrım olduğunu bilmek gerek.” Kliniğin kurumsal öfke kontrolü başlığı altında yapacağı çalışmalar hem kurumsal, hem de sıkıntıdan rahatsızlık duyanlar için bireysel olacak.

Ya hayatınızı kontrol eden öfkenizse?

Öfkesiz kliniğinin hedefi 10-15 seansta öfkeyi kontrol altına alabilmek. Önce görüşmeler yapılıyor. Bireylerin durumuna göre grup ya da bireysel terapi yapılıp yapılmayacağına bakılıyor. Öfke analizi yapıldıktan sonra, pilates ya da yoga desteği ve beslenme, diyet uzmanlarıyla çalışmalar geliyor. Kuşan, besinlerle alınan toksitlerin dahi insanı öfkeli yapabileceğini söylüyor. Keza alkol ya da sigara da öfkeyi bastırıyor gibi görünse de tetikleyici özelliğe sahip. Tüm bu bilgilendirmelerin ve terapinin ardından interaktif çalışmalar yapılıyor. Bu süreçte de sosyal ortamda o davranışı sergileyen insanların kendileriyle yüzleşmesi sağlanıyor. Son analizle de kişinin tedavinin başından sonuna dek nasıl bir süreç izlediğini görmek mümkün hale geliyor.

Marmaris’e 21 kilometre uzaklıkta bulunan ve ender rastlanır doğal güzelliklere sahip Turunç beldesi, son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmeye başladı.

Kış aylarında 2 bin civarında olan nüfusun, yazın 15 binin üzerine çıktığı Turunç’ta, konaklama tesislerinin Temmuz ayı başından itibaren yüzde 100 doluluk oranına ulaştığı belirtildi.

Beldesinin turizm potansiyeli hakkında bilgi veren Turunç Belediye Başkanı Ali Fuat Fidan, doğal güzellikleri ve bu güzelliklerin halkı tarafından özenli bir şekilde korunması nedeniyle Turunç’un turizmdeki yıldızının sürekli yükselme gösterdiğine işaret etti.
Turunç beldesinin yatak kapasitesinin 2 bin 500’ü Turizm Bakanlığı belgeli olmak üzere toplam 7 bin olduğunu kaydeden Belediye Başkanı Fidan, bu sayının gelecek yıllarda artmasını beklediklerini söyledi.
 

10 yıldır Mavi Bayrak lan halk plajı

Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre, son 10 yılda sürekli mavi bayrak ödülünü alan marina ve plajlar arasında Turunç Halk Plajı’nın da bulunduğuna dikkati çeken Başkan Fidan, ”Bakanlığın sitesindeki açıklamayı okuduğumuzda 10 yıldır aralıksız olarak mavi bayrak ödülü alan tek halk plajının Turunç olduğunu gördük ve çok sevindik” dedi.
Köyken altyapısını tamamlayan tek turizm beldesinin Turunç olduğunu anlatan Fidan, muhtarlık zamanından itibaren kurulan dernek çatısı altında mavi bayrak çalışmalarına başlandığını kaydetti.

Turunç halkı olarak, deniz ile kumsalın temiz ve güvenilir olduğunu kanıtlayan mavi bayrağa önem verdiklerini belirten Fidan, ”Bu işe başlarken Turunç Mavi Bayrak Geliştirme Derneği’ni kurmuştuk. Yıllarca bu dernek bünyesinde çalışmalar devam etti. Belde olduktan sonra belediyeyle bu işi yürüttük. Duyarlılığımız, altyapımızın sağlam olması, arıtma tesisimizin çok iyi çalışması bu ödülü sürekli almamızda etkili oldu. Deniz suyu tahlillerini sürekli alıp tahlil ettirerek, son durumumuzun ne olduğunu aralıksız takip ettik” diye konuştu.

Bu konudaki en önemli başarının belde yaşayanlarına ait olduğunu ifade eden Fidan, Turunçlular olarak yıllarca mavi bayrağı bırakmayacaklarını dile getirdi.
Mavi bayrak ödüllü sahilin genişliğini 40 metreye çıkartmak için bir proje hazırladıklarını söyleyen Fidan, şunları ifade etti:

”Sahilimizin genişliğini 40 metre yapmayı hedefliyoruz. Bununla ilgili bir proje çalışması yaptık. Projeyi izin almak amacıyla ilgili bakanlığa gönderdik. Denizi doldurmadan kazıklama sistemiyle projeyi hayata geçirmek istiyoruz. Geri dönüşümlü maddelerden oluşan direkleri belirli aralıklarla çakarak sahilden denize giden kumu tekrar geri almayı planlıyoruz.”

 

Güneşin doğuşu ve batışını gören antik kent: Amos

Turunç’un Kumlubük koyu yakınlarında bulunan ve 4 bin yıllık geçmişe sahip olduğu belirtilen Amos Antik Kenti’nin gün yüzüne çıkartılarak turizme kazandırılması için başlatılan çalışmalar ise sürüyor.

Marmaris Ticaret Odası ve Marmaris Müze Müdürlüğü’nün öncülüğünde yürütülen çalışmalar kapsamında ilk olarak antik kentin çevre temizliği gerçekleştirildi.
Çalışmaların tamamlanmasının ardından Amos’un gelecek yıl turistlerin uğrak yerlerinden birisi olacağının beklendiğini ifade eden yetkililer, bu sayede Turunç’un turizm potansiyelinin daha da artacağını söyledi.

Rodos birliğinin önemli ilçelerinden biri olan Amos, Helen dilinde ”Ana Tanrıça Tapınağı” anlamına geliyor. Helenistlik dönemde ”Samnaios” adıyla bilinen Apollon, bu kentin baş tanrısı sayılmış. Tepe üzerinde kurulan kentin etrafı 1,8 metre kalınlığında ve 3,5 metre yüksekliğinde kulelerle desteklenen surlarla çevriliymiş. Helenistlik devirden Doğu Roma dönemine kadar sürekli yerleşim gören kentin, ayakta kalan en önemli yapısı ise tiyatrosu.

Turunç beldesine 10 dakika uzaklıkta olan Amos, çevresindeki koyları görebilen hakim bir noktada kurulmuş. Güneşin doğuşu ve batışını görebilme imkanı sunan antik kentte, teraslar da bulunuyor.

AKM artık protestolara ‘seyirci’

İki yılı aşkın süredir kapalı olan AKM temsillere ‘sahne’ olmaktan çıkıp protestolara ‘seyirci’ olmaya başladı. AKM, önceki gün Kültür Sanat-Sen öncülüğünde suç duyurusunda bulunan STK’lerin ardından dün de İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın basın toplantısına tanıklık etti.

İstanbul’un ‘sanat mabedi’ Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM), yenilenmek üzere kapatılmasının üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçti ve AKM artık temsillere ‘sahne’ olmaktan çıkıp, kapısının önündeki açıklamalara, protestolara ‘seyirci’ olmaya başladı.

Önceki gün Kültür, Sanat ve Turizm Emekçileri Sendikası’nın (Kültür Sanat-Sen) öncülüğünde bir araya gelen sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları temsilcilerinin, AKM’nin onarımında ihmali ve kusuru olanlar hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunacağını açıklamasının ardından, dün İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ilk kez AKM ile ilgili bir basın toplantısı düzenledi.

Ajans’ın Yürütme Kurulu Başkanı Şekib Avdagiç, şimdiye kadar yaşanan gelişmeleri uzaktan izlemeyi tercih ettiklerini ancak önceki gün yaşanan gelişmeden sonra bir açıklama yapmak ve gelinen son noktayı kamuoyuyla paylaşmak istediklerini belirtti.

Basın açıklamasına “Bunu ister meydanda bir açıklama, ister bir meydan okuma olarak kabul edin” diyen Avdagiç, 2008’den bu yana İstanbul 2010 AKB Ajansı’nın AKM ile ilgili yaptıklarını özetledi. AKM’nin yenilenmesinin Ajans tarafından sadece bir tadilat projesi olarak görülmediği söylenen açıklamada, oluşturulan öncü projenin Kültür Sanat-Sen’in Kültür ve Turizm Bakanlığı aleyhine açtığı dava sonucu İstanbul 9. İdare Mahkemesi’nce durdurulduğu, bu nedenle ajansın, AKM’nin onarımıyla ilgili başlattığı her türlü çalışmayı durdurmak zorunda bırakıldığı belirtildi.

Açıklamada durdurma kararı sonrasında Devlet Tiyatroları Genel Müdürü, Devlet Opera Balesi Genel Müdürü, yürütmeyi durdurma kararı aldıran Kültür Sanat-Sen, ilgili meslek örgütleri temsilcileri, projeyi hazırlayan mimari büro temsilcileri ile bir araya gelen Ajans’ın, projeyi revize ettiği ancak Kültür Sanat-Sen’in, İstanbul 9. İdare Mahkemesi’nde devam eden projenin iptali istemiyle açtığı davayı geri çekmemesi nedeniyle Koruma Kurulu’nun yeni projeyi değerlendirmeye almadığı da vurgulandı.

AKM projesini hayata geçiremedikleri için çok üzgün olduklarını söyleyen Avdagiç, AKM’nin kapalı kalmasından şikâyet edenlerin, gerçekte kapalı kalmasına neden olanlar olduğunu söylerken, “Bize bu işi yaptırmayanları kamuoyuna şikâyet ediyoruz” dedi.

Avdagiç, AKM’yi geleceğe taşıyacak uygulama modeli oluşturulması durumunda, ajansın gereken katkıyı vermeye hazır olduğunu da belirtti.

 

Kahve Bahane köşemizin bu günkü konuğu Bolu İzzet Baysal Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Dr. Hülya Ensari. Dr. Ensari’den hastanedeki poliklinik çalışmaları, hastalıklar ve çözüm yolları, hastaneye bağlı birimlerin çalışmaları hakkında ruhunuzu aydınlatacak bilgiler aldım.

Hastane hizmetlerinizden bahseder misiniz?

Bolu İzzet Baysal Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi bugün için Türkiye’nin 8’inci bölge hastanesi konumunda olan ruh sağlığı ve hastalıkları alanında hizmet veren özel dal hastanesidir. Bölge olarak geniş bir kitleye hitap ediyoruz. Bolu dışında Zonguldak, Karabük, Bartın, Düzce, Kırıkkale ve Ankara’yı da içine alacak şekilde geniş bir bölgeye hitap ediyoruz. Dolayısıyla Bolu dışından gelen ağır ruhsal hastalığı bulunan kişilere hem poliklinik hem de yataklı ünite olarak hizmet veriyoruz. Kadro olarak 10 Psikiyatri uzmanı, 5 psikolog,1 sosyal hizmet uzmanı, hemşiresi, sağlık memuru ve diğer çalışanlarıyla birlikte yaklaşık 150 personelimizle hizmet vermeye çalışıyoruz. Yataklı bölge hastanesi olmamızdan dolayı yataklı ünitede ağır ruhsal hastalığı olan hastalarımıza hitap ediyoruz. Bunlar şizofreni, Şizoaffektif bozukluk, duygudurum bozuklukları, ağır depressif bozukluk gibi hastalıkları içeren gurupları kapsıyor. Poliklinik hizmeti olarak ise ortalama 150 hastaya ayaktan hizmet veriyoruz. Yatak kapasitesi olarak 100 yatak kapasitemiz var. Yüzde doksanın üzerinde yüksek yatak işgal oranıyla çalışıyoruz.

Polikliniklerde en çok hangi hasta gruplarına bakıyorsunuz?

Poliklinik de baktığımız hasta gurubu çok geniş bir yelpazeyi içeriyor. Ne yazık ki insanlarda psikiyatrik hastalıklar konusunda, psikiyatri hastanelerine karşı olumsuz bir önyargı var. Oysa aramızda birçok kişi fark etmeden depresyona girebiliyor ve anksiyete (kaygı) bozukluğu yaşayabiliyor. Çekingenliği, aşırı titizliği, kaygı bozukluğu, panik atakları olan, alkol-madde problemi, cinsel işlev bozuklukları, depresyon ve sigara bağımlılığı gibi hepimizi ilgilendiren herkesin ailesinde mutlaka birinin şikâyetçi olduğu bir hastalık var. Ama insanlar nedense psikiyatri hastanelerini ağır hastaların başvurduğunu yerler olarak algılıyorlar. Bu geçmişten kalan bir ön yargıdan kaynaklanıyor. Sadece ağır akıl hastalarının halk arasında “deli” olarak adlandırılan kişilerin yardım aldığı merkezler olarak algılanıyor. Oysa psikiyatri hastanelerinde özellikle ayaktan poliklinik bölümlerinde toplumun her kesimini ilgilendiren çocuk, ergen, erişkin, bayan, erkek her yaş grubuna ait tüm ruhsal sorunlarla ilgileniyoruz. Dolayısıyla hastanemiz ayaktan polikliniklerinde ruh sağlığı ile ilgili her türlü danışmanlık, tanı ve tedavi (bireysel ve grup psikoterapileri dahil) uygulanmaktadır. Buna evlilik içi sorunlar ve aile terapileri de dahildir. Psikiyatrik hastalıkların büyük bölümü tahmin edilenin aksine ayaktan takip ve tedavi ile tam düzelen hastalıklardır. Ve yine tahmin edilenin aksine tedavi ile birlikte hastalar aynı zamanda işlerine devam edebilmekte veya öğrenciler okullarına gidebilmektedirler. Yine ayaktan tedavi edilen hastalıklarımızın büyük çoğunluğu kişinin kendisine ızdırap veren, tedavi edilmediği takdirde kişinin yaşam kalitesini bozan hastalıklardır. Dolayısı ile bizim amacımız herkesin kısa süre içinde önyargılarından sıyrılıp, ruhsal tüm sorunlarını ve sıkıntılarını bizlerle paylaşmak için tıpkı diğer hastanelerin polikliniklerine başvurdukları gibi çekinmeden sıkılmadan bizlere yardım için başvurabilmeleridir.

Depresyon tedavisi ile ilgili bilgiler verir misiniz?

En sık başvurulan hastalıkların başında depresyon geliyor. Depresyon çok yaygın olarak toplumda görülen bir hastalık, ama ne yazık ki bu konuda bile insanlar gelip yardım almıyorlar. Ondan sonra basında biz son zamanlarda üzücü haberlerle karşılaşıyoruz.

İşte o kişi intihar etti, gencecik çocuk yaşamına son verdi gibi birçok haber duyuyoruz. Ne yazık ki Bolu’da da son zamanlarda aynı haberlerle karşılaşıyoruz. Herkes oturup bunu sorgulamaya başlıyor. Bu intiharların altında, altta yatan bir depresyon vardır. Ama depresyon çevre tarafından kişinin kendisi tarafından da çok rahat fark edilen bir durum olmadığından bu kadar tatsız sonuçlara kadar ulaşılabiliyor. O zaman önce depresyonu tanımak lazım. Depresyon bizim çok sık gördüğümüz duygudurum bozukluğu olmakla beraber;  tedavi ile tam düzelen bir hastalıktır. Tedavisinde her hangi bağımlılık, alışkanlık yapan ilaçlar yoktur. Düzenli olarak, başka hastalıklar gibi nasıl doktora gidip rahatlılıkla yardım alınabiliniyorsa depresyonla ilgilide gelip bizden yardım alabilirler. Depresyon tedavisinde en az altı aylık bir tedavi süremiz var. Bununda sebebi kişinin altı ay sonra iyileşeceğinden değil, tam tersi ilaçların etki mekanizması gereği yanıtı 1–2 ayda aldığımız, bunu kalıcı kılmak adına tedaviyi altı aya sürdürmemiz gerektiğinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla herkes tarafından bir kere depresyonun tamamen düzelen tedavi edilebilir bir hastalık olduğunun; bunun tedavisinde verdiğimiz ilaçların alışkanlık yapmadığının bilinmesini ve tedaviyle birlikte günlük işlevlerini çok rahat bir şekilde yerine getirebileceklerinden emin olmalarını istiyoruz. Bu tip sorunları olan hastalar bize çok rahat bir şekilde müracaat edebilirler.

Depresyonun belirtileri nelerdir?

Depresyonun en temel 2 belirtisi vardır.1’incisi kişide ilgi ve istek kaybının olmuş olması. Yani eskiden ilgi duyduğu zevk aldığı etkinliklere karşı son zamanlarda ilgide azalma, istekte azalma, zevk alamamaya başlaması en temel belirtilerdendir. Kişi kendisini son zamanlarda en az 15 gün boyunca mutsuz hissetmeye başlar, gün boyu devam eden üzüntü, sıkıntı hali,  genel isteksizlik, yaptığı etkinliklerden zevk alamama, bıkkınlık, bitkinlik, hareketlerde yavaşlama, uyku düzeninde bozulma, uykusuzluk veya aşırı uyku hali, iştahta bozulma, aşırı iştah veya iştahsızlık şeklinde görülebilir. İşe gitmeye karşı isteksizlik yaptığı her zaman ki rutin işlerde ki performansında düşme, dikkat dağınıklığı bütün bunlar depresyonun belirtileri. Eğer yukarıda saydığımız belirtilerden iki tanesi 15 gün boyunca tüm gün devam ediyorsa, bu arada mesleksel ve işlevsel bozulmada eşlik ediyorsa, örneğin öğrenciyse okula gidemiyorsa, derslerinde düşüş varsa, iş yerindeki performansında düşüş varsa, devamsızlık, düzensizlik başlamışsa, yavaş, yavaş kişinin çalışma hayatını da olumsuz etkiliyorsa bu kişilerde depresyon var diyebiliriz. Bu kişiler bize ne kadar erken başvurursa o kadar tedavide olumlu yanıt alma şansımız var. İlerleyen döneminde depresyonu fark etmezsek hafif dereceden orta ve ağıra kadar gidebilir ve ağır düzeyde bu sefer kişide intihar düşünceleri eklenir. Şiddetli depresyonda kişide mutsuzluğun yanı sıra çaresizlik duygusu, karamsarlık duygusu, değersizlik duygusu ön plana çıkar dolayısıyla kişinin öz güveni daha bir düşer, hem çevreye karşı ümidi azalır, umutsuz hisseder, gelecekle ilgili beklentisi azalır, karamsar olur dolayısıyla kendine öz güveni azaldığı için, hem de gelecekle ilgili ümitsizliği arttığı için bu çaresizlik duyguları içinde intihar duyguları belirginleşir ve intihara teşebbüs bu aşamada daha sık karşılaştığımız bir durum olur. Dolayısıyla bu kadar kötü bir sonuca giden bir tablo olduğu için başından depresyonun yakalanması çok, çok önemli. Hastanemize ağır aşamalarda veya psikotik belirtiler eşlik ediyorsa yatırıyoruz. İlerleyen durumlarda intihar düşünceleri ilave olabilir, bazı durumlarda psikotik özellikli depresyon dediğimiz durumlarda kişide algı bozuklukları başlayabilir bu gibi durumlarda hastaneye yatırmak söz konusu olabilir. Ancak hastalığın erken aşamasında ayaktan yardımla tedavi edilebilir olduğundan emin olmamız lazım. Tek tedavisinin ilaç tedavisi olmadığını; psikoterapinin de tedavinin içinde yer aldığını bilmek lazım. Belki kişi başvurduğunda depresyonda değildir, ama depresyona yatkındır. Sadece danışmanlık hizmetinden fayda görecektir. Veya geldiğinde ilaç tedavisi yanında piskoterapi yönteminden yararlanacaktır. Son çare olarak ta ağır durumda ise yatış söz konusu olabilir. Bu olanakların hepsini hastanemizde sağlamamız mümkün. 

Hastanenin yatak kapasitesi ve doluluk oranı nedir?

Hastanemizde yatak olarak 100 yatağımız var. Genelde de %90’ın üzerinde yatak doluluk oranımız var. Hastaların toparlanıp taburcu olmaları süreleri yaklaşık 20 gün gibi bu döngüyü bu şekilde sağlamaya çalışıyoruz. Hastanemizde yatan hastaların yarısından fazlası il dışından sevkli geliyor. Özellikle Ankara ve diğer illerden (Zonguldak, Karabük, Düzce, Bartın, Kırıkkale) sevkli hastalar geliyor. Bu da bölge hastanesi olmamızdan kaynaklanan bir durum.

Krize Müdahale ve İntiharı Önleme Birimi’nizin yürüttüğü çalışmalar nelerdir?

İzzet Baysal Bolu Devlet Hastanesi’nin acil bünyesinde bize bağlı bir ünite olarak kurulan Krize Müdahale ve İntiharı Önleme Psikososyal Destek Birimi’miz var. Mesai saatleri içerisinde sürekli orada kalan bir psikologumuz var. Acile intihar girişimi ile gelmiş olan vakaların kayıtlarını burada tutuyoruz. Hastaların ilk müdahaleleri bittikten sonra bu hastaların psikolojik durumlarının değerlendirilmesinde, altta yatan bir psikiyatrik problem olup olmadığına bakıyoruz. Sonrasında gerekirse psikiyatrist ile konsültasyonun sağlandığı veya psikologlarla görüşmelerin planlandığı bir ünite. Burada ki amacımızda krizle veya intihar düşüncesi ile gelen hastanın o yoğunlukta kaybolup gitmemesi; bunların kayıt altına alınıp sonra düzenli takiplerinin yapılmasının sağlanması.

Anksiyete (Kaygı) bozukluğu ve sosyal fobi hakkında bilgi verir misiniz?

Poliklinik müracaatlarımız arasında depresyonun dışında ankisiyete (kaygı) bozukluğu da çok sık karşılaştığımız bir problem. Örneğin gençlerde sınav kaygısı çok yoğun karşılaştığımız bir durum. Gelip bizden yardım alabiliyorlar. Erişkinlerde gün boyu devam eden endişe, kaygı her an başına kötü bir şey gelebilecekmiş gibi tedirginlik, gerginlik hali vücutta bir takım somatik yakınma dediğimiz bedensel ağrılarla giden aslında temel problemin ruhsal gerginlik olduğu tabloyla giden durumlar. Bunlar arasında sosyal fobi dediğimiz bir durum var. Halk arasında kaçıngan kişiler diye adlandırılan topluma girmekten kaçınan, kendisini ifade etmekten çekinen, kalabalığa hitap etmekten kaçan, kız arkadaşıyla konuşmaktan çekinen özellikle gençler arasında çok yaygın olarak gördüğümüz kişiler aslında sosyal fobisi olan insanlardır. Bu kişiler takip ve tedavide çok güzel sonuçlar aldığımız tam olarak düzelen hastalarımızdır. Ama maalesef bu saydığımız özellikleri taşıyan hastalarımızın birçoğu gelip yardım almıyorlar. Hastanemize müracaat etmeleri durumunda yaşadıkları bu sorunların büyük bir çoğunluğunu tamamen ortadan kaldırabiliriz.

Travma sonrası stres bozukluğu dediğimiz tablolar var. Özellikle 1999 depremini yaşamış bir il olarak 10 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen halen deprem olmasından korkan, yüksek binalara girmekten çekinen kişilerde travma sonrası stres bozukluğundan söz ediyoruz. Bu tip rahatsızlıkları da polikliniklerimizde tedavi ediyoruz.

Dr. Hülya Ensari “Panik atak hastaları en son bize geliyorlar”

Halk arasında çok duyduğumuz çok panik yapıyorum. Panikledim denilen birçok insanın panik atak olduğu halde kardiyoloji polikliniklerine, oradan da dâhiliye birimlerine gittiğini biliyoruz. Bu hastalarımız maalesef en son psikiyatri servisine geliyorlar. Çok tipik belirtileri olan panik bozuklukta nöbet halinde gelen kişide çarpıntı, terleme, nefes almada güçlük, titreme, o anda yere düşecekmiş,  bayılacakmış hissi veya ölüm korkusu ile gelen nöbetler; nöbetlerin olmadığı zamanlarda beklenti endişesi ve kaçınma davranışları ile karakterize bir tablodur. Bu hastalar ne yazık ki öncelikle kalp krizi geçiriyorum diye acillere veya kardiyologlara gider ama nedense bize en son başvururlar. Oysa panik bozukluk yine  %100 ayaktan tedavi ile tam düzelen hastalıklarımız arasında yer alır. Ama tedavi edilmediklerinde evde yalnız kalıp yanlarında birilerini mahkûm edebiliyorlar, kalabalık ortamlara örneğin camiye, insanların yoğun olarak bulunduğu yerlere gidemiyorlar. Oysaki diğer polikliniklere gidip vakit kaybedeceklerine bize gelseler sorunlarını kısa sürede çözebilecekler.

Başhekim Ensari, “Titizlik hastaları hastalıklarının farkında değiller”

Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) dediğimiz halk arasında titizlik hastalığı denilen; sık sık ellerini yıkayan, banyoda uzun süre kalan, arabasını veya evinin kapılarını kilitleyip, kilitlemediğinden emin olamayıp; defalarca dönüp bakan; yolda giderken tabelaları sayan aramızda birçok kişi vardır ama bunların tedavi ile düzelebilir bir durum olduğunu bilmezler. Bu hastalık kişinin kafasından söküp atamadığı takıntılar, saplantılar veya kontrol etmekte zorlandığı davranışlarla giden bir tablo. Aslında temel problem ruhsal sıkıntıdır. Bu sıkıntıyı tedavi ettiğinizde bu belirtiler ortadan kalkar ama tedavi edilmediği takdirde aile içinde çok büyük sıkıntılara sebep olan bir tablodur. Kişinin gerçek performansını ortaya koymasına engel olan bir tablodur. Çünkü her şeyi kafasına taktığı için gerçek işine konsantre olamaz ve istediği verimi gerçek kapasitesini işine yansıtamaz. Oysaki bu durumu da tedaviyle ortadan kaldırmamız mümkündür.

Sigara, alkol- madde bağımlılığı:

Bağımlılık, gençlerimizin stresle baş edemediği dönemlerde, kendilerini alkol veya uyuşturucu madde gibi zararlı ama anında rahatlatıcı şeylere yönelmeleriyle başlayan bir süreç. Alkol bağımlılığı, birayla başlayıp, zamanla rakıya ve diğer içkilere dönüşüyor. Aynı şey uyuşturucu için de geçerli. Gençler arasında arkadaş seçimi çok önemli. İyi bir arkadaş seçimi olmadığı takdirde onların önerileri ile sıkıntılı bir gününde denediği uyuşturucuyu çok rahat alışkanlık haline getirip bağımlısı haline gelebiliyor. En önemlisi sigara tüketimi. Neredeyse herkesin olağan karşıladığı sigara tüketimi birçok uyuşturucu madde ve alkol tüketiminin başı aslında. Alkol içen birisi bunun yanında sigara içiyor, sigara içen biri bunun yanında alkol kullanıyor. Sigara deyip geçmemek lazım. Sigara bağımlılık yaptığından bağımlı bir kişide her zaman için diğer maddelere karşı bağımlılık potansiyeli vardır. Çok rahat grup arkadaşları, çevre etkisiyle ya da stresle baş etme yöntemi olarak madde ve alkole kayabiliyorlar. Bağımlılıklarından kurtulmak isteyen sigara, alkol ve madde bağımlısı hastalarımız bize başvuruda bulunurlarsa bağımlılıkları ile ilgili ayaktan destek alabilirler. Danışmanlık hizmeti verebiliriz. Bunun için yaptığımız grup psikoterapiler de var bunlardan da isterlerse yararlanabilirler.

Problemsiz evlilikler ruh sağlığını olumlu yönde etkiliyor:

Aileler koruyucu ve destek sisteminin temel taşlarından birisidir. Dolayısıyla depresyonda da, intihar oranlarına da baktığımızda bekarların oranları evlilere göre daha yüksek. Bu da bize evlilik mekanizmasının koruyucu bir mekanizma olduğunu gösterir. Sosyal destek ve paylaşımın kişinin sıkıntı ve streste baş etmede ne kadar önemli olduğunun bir göstergesi. Bu söylediklerim sağlıklı evlilikler için geçerli. Birde problemli evlilikler var. Biz istiyoruz ki ister bekar ister evli olsunlar bizden gelip psikolojik danışmanlık hizmeti alabilirler. Boşanmaların en önemli sebeplerinden biriside aile içi çatışmalarda taraflardan birinin ruhsal sıkıntısının olması. Boşanma öncesi bize geldiklerinde bakıyorsunuz ki eşlerden birinin ruhsal problemi var. Düzenli olarak tedavi edilince ortada problem kalmayabiliyor. Bununla birlikte bir sürü yuva dağılmaktan kurtulabiliyor. Bizim tavsiyemiz evlilikte sorun yaşayanlar çok rahat evlilik danışmanlığı hizmeti alabilirler. Aile terapisi dediğimiz kavram var. İlk önce eşlere ayrı, ayrı daha sonra ikili görüşmelerle sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyoruz Yine cinsel işlev bozuklukları insanların çekindiği için gidip yardım almadığı tabloların başında geliyor. Bazı evlilikler bu yüzden bitebiliyor. Mesela bayanda vaginismus dediğimiz bir rahatsızlık söz konusu olabiliyor. Bu aslında tamamen psikolojik bir problem. Bedenen, hiçbir problemin söz konusu olmadığı bir durum ama birçok evliliğin bitmesine neden olabiliyor. Ayaktan psikiyatri polikliniklerimizde psikoterapi ile çözülebilecek bir problem. Ama insanlar bunu ifade etmekten çekindiği için gelip yardım almıyorlar. Oysa aramızdaki doktor arkadaşlardan bunun özel eğitimini, kursunu alan arkadaşlarımız var. Psikiyatri denilince illa akıl hastası akla gelmemeli. Endişesi, kaygısı olan aile problemleri, cinsel sorunları olan herkesin başvuru yapabileceği ayaktan tedavi polikliniklerimiz var. Beni üzen bu kadar uzman kadroyla hizmet ettiğimiz bir ilde poliklinik sayımızın az olması. Daha fazla olmasını beklerdim. Bunun altında yatan temel etkenlerin başında ön yargı olduğunu düşünüyorum. İşte kimse beni görmesin, Bolu küçük bir yer görenler hakkımda ne der. Bunların artık aşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu kadar az nüfusa bu kadar uzman doktorun düştüğü bir ilde bu hizmetlerden hastalarımızın daha fazla yararlanmalarını temenni ediyorum.

Bu yıl ilk defa Bolu’da çocuk psikiyatrisi uzmanımız var. Bu yıllardır büyük bir eksiklikti. Biz erişkin psikiyatrisler olarak çocuklara da yardımcı oluyorduk ama çoğu durumda sevk etmek durumunda kalıyorduk. Ama şimdi sadece çocuk ve ergenlerle ilgilenen bir çocuk psikiyatristimiz var. Çocuklardaki dikkat eksikliği, davranış bozukluğu, çocukluk çağı depresyonu, endişe, kaygı, okuldaki uyum problemleri gibi hepsine direk hitap edebilecek bir uzmanımız var. Çocuklar ve ergen gençler aileleri ile birlikte gelip çok rahat danışmanlık hizmeti alabilirler.

Toplum ruh sağlığı merkezi’nde ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz?

Ek bir ünite olarak Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’miz var. Bu da Türkiye’de ilk defa bizim hizmete açtığımız bir projedir. Avrupa da yaygın olarak geçilen bir sistemin, toplum temelli ruh sağlığı hizmet modelinin bir parçası aslında. Türkiye’de şimdiye kadar psikiyatrik hizmetler hastaneye dayalı yapılıyordu. Hasta hastalandığı zaman hastaneye geliyor, yardım alıyor evine gidiyor bir daha da kimse onu arayıp sormuyordu. Bir daha ne zaman hastalanırsa o zaman geliyordu. Bilinçli hastalar kendileri geliyor gününü, ilacını takip ediyorlar ama birde ağır ruhsal hastalığı olan kesim var ki aileleri için bir yük, büyük bir sorun. Sürekli ailenin bakımına muhtaç olan bir hasta grubu. Bunlar hastalıklarını kabul etmedikleri için takiplerini de yapamıyorlar. O zaman ne oluyordu sık, sık hastalık tekrar ettiği için yatış oluyor, tekrar çıkıp tekrar geliyor, böyle kısır bir döngü halinde hastaneye dayalı bir yöntem vardı. Ama bizim gidip gördüğümüz Avrupa gezilerinde gelişmiş ülkelerin toplum temelli ruh sağlığı modelini benimsediklerini, 150- 200 bin nüfuslu bölgeye bir toplum  ruh sağlığı merkezi açarak mahallenin içinde halkın rahat ulaşabileceği mekânlarda bu hastaların ayaktan düzenli tedavisini yaparak, rehabilite ederek kontrol altına alıp topluma yeniden kazandırmayı hedef alan bir yöntem olduğunu gördük. Bizde bunun ilk örneğini Bolu’da yaptık. Nüfus olarak 150–200 bin nüfusa hitap edebilecek toplum ruh sağlığı merkezi açtık. 2008 yılında açtığımız merkez önce küçük bir merkezdi. Semerkant Aile Merkezi’nin alt katındaydı. 2010’a kadar gayet güzel çalışmalar yaptık. Bu çalışmalar içerisinde Bolu nüfusuna kayıtlı ağır hastaları bu merkezimize yönlendirdik. Düzenli olarak hastaları ve aileleri bilinçlendirecek psikoeğitim grupları yaptık. Aile eğitimleri yaptık. Aileleri bilinçlendirmek için bu çok önemli. Mesela aileler hastasını tanımıyor. Nasıl davranacağını bilemiyor, ilacını ne zaman verecek ne zaman bize müracaat edecek bunları bilmediği için bu eğitimler şarttı. Bunun yanı sıra sosyal beceri eğitimi dediğimiz eğitimleri verdik. Hastalık nedeniyle kaybettikleri yeteneklerini yeniden kazandırmaya yönelik gurup tedavileri. Halk eğitim merkezinden gelen öğretmenlerle iş uğraşı tedavileri başlattık. Resim, müzik ve el sanatları konusunda. Evin bir köşesinde duran, çalışmayan, atıl vaziyetteki hastaları toplumun içine alıp üretken ve kendi ayakları üzerinde duran bireyler haline getirmeye çalıştık. 2008 yılından bu yana Bolu merkezde ulaştığımız toplam 800 ağır ruhsal problemi olan hastamız var. Bunlardan 316’sını merkezimize kayıt etmiş durumdayız. Bipoler hastalığı olan hastalardan da 740’ına ulaştık. Yine bu hastalardan da 56’sını merkezimize kaydını yaptırdık.  Bu çalışmalarımızı yürütürken baktık ki merkez bize yetmez oldu.  2010 ocak ayında boşalan MİT Lojmanı’nı valilik bize tahsis etti. 7 aydır bu binada hizmet veriyoruz. Şimdilik bir bölümünü aktif olarak kullanıyoruz. İdari bölümde ise şu anda tadilat var. Sayın Ahmet Baysal’ın açtığı bir kampanya söz konusu oldu. Buraya devam eden bir şizofreni hastasının yazmış olduğu bir mektup sonrasında sayın Ahmet Baysal bu mektuptan çok etkilenip bu projenin çok önemli bir proje olduğuna inanarak il çapında bir kampanya başlatılmasını ve bu merkezin en azından tadilat kısmına destek sağlanmasını istedi. Bunun sonucunda Bağışçılar Vakfı projeyi üstlendi ve şu an o binanın ek idari binasında tadilat işlemleri sürüyor. Tadilat sonrasında basit atölyeler açarak hastaların seri bir şeyler üretmelerini sağlayacağız. Bu merkezimizde Bolu Belediyesi’nin katkılarıyla hastalar evlerinden alınıyor, merkeze getiriliyor. Burada yemeklerini yiyor ve gün boyu grup tedavilerine aktivitelere katılıyorlar. Tedavileri gözden geçirilen hastalar tekrar servislerle evlerine bırakılıyorlar. Dolayısıyla bu proje Türkiye’de bir ilk. Sağlık Bakanlığı’ da bu modele geçilmesi konusunda karar verdi. Şu aşamada tek örnek Bolu. Bu anlamda tüm psikiyatrisler ve böyle bir merkezi açmayı düşünen kurumlar Bolu’ya merkezimizi görmeye geliyorlar. Hem Türkiye de ilk olmanın, hem de örnek olmanın halklı bir gururunu yaşıyoruz.  Kasım ayında uluslar arası bir sempozyum yaparak, İtalya’dan İngiltere’den konuşmacıları çağırarak Türkiye’de bulunan tüm psikiyatrisleri, psikologları ve hemşireleri merkezimize davet edeceğiz.

Gezici ekip çalışmaları ile ilgili bilgiler verir misiniz?

Ağır ruhsal problemi olup merkeze gelmeyen, tedavisini aksatan grupları biz tek, tek kayıtlardan bulup evlerine ulaşıyoruz. Hastanemizin aracı ile beraber bir psikolog, hemşire ve şoförden oluşan ekibimiz hastaların evlerine ziyaretlerde bulunuyor. Hastalıkları hakkında, merkez çalışmaları ile ilgili bilgiler verilerek toplum ruh sağlığı merkezine davet ediyoruz. Amaç hastayı sisteme dahil etmek ve bu merkezden faydalanmasını sağlamak. Bu güne kadar 504 eve gezi yapıldı. Bu hastalarda 180’i kabul edip polikliniklerimize müracaat ettiler. İlkleri ve birçok işlemi bünyesinde gerçekleştiren hastanemiz İSO kalite belgesini almış bir hastanedir.

TTB Genel Sekreteri Feride Aksu Tanık, uzun yıllardır tam gün çalışmayı savunduklarını belirterek, ancak şimdiki Tam Gün Yasası’nın “gerçek bir tam gün yasası olmadığını”, aksine hekimlerin emeğini ucuzlatmaya dönük uygulama olduğunu söyledi.

Türk Tabipler Birliği Genel Sekreteri Feride Aksu Tanık, Tam Gün Yasası’yla ilgili soruları yanıtladı. Tanık, Anayasa Mahkemesi’nin 16 Temmuz’da verdiği kararda sadece farklı kurumlarda çalışmayla ilgili kararı iptal etmediğini, iptal edilen maddeye ilişkin verdiği kararın sonuçsuz kalmaması için yürürlüğü de durdurduğunu ifade etti.

TBB Genel Sekreteri Tanık, Sağlık Bakanlığı’nın “Hekimler kamu dışında çalışmaya devam ederlerse memuriyetten çıkarma dahil her türlü ceza verilecek” açıklamasına “Biz hem Anayasa Mahkemesi’nin hukuki dayanaklarına sığınarak Sağlık Bakanlığı’nı Anayasa’ya ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymaya çağırdık” dedi.
 

“Danıştay kararı AYM yorumumuzun doğruluğunu ortaya  çıkardı”

Tanık, çağrılarının yanıtsız kalması ve Sağlık Bakanlığı’nın bu yöndeki açıklamaları üzerine bakanlık işlerinin yürütmesinin durdurulması ve iptali için Danıştay’a başvurduklarını belirterek, Danıştay’ın da yürütmeyi durdurma kararı aldığını anımsattı. TTB Genel Sekreteri Tanık şöyle dedi:

“Hekimler 30 Temmuz’dan sonra da kamudaki mesailerini tamamladıktan sonra başka yerde de görev yapabilecek. Danıştay’ın kararı da Anayasa Mahkemesi’nin kararına ilişkin bizim yorumumuzun doğru yönde olduğunu işaret etmiş oldu. Önemli olan Türk Tabipleri Birliği olarak hekimlerin tek işte, tehdit edilmeden, zorlanmadan, teşvik edilerek çalışmalarıdır. Bu çalışmanın güvenceli bir çalışma olmasını, emekliliğe yansıyan temel ücretin nitelikli ve yeterli hale getirilmesini, şiddetten arındırılmış bir ortamda çalışmayı, hedef gösterilmemeyi insanca yaşayacakları bir temel ücret almalarını savunuyoruz.”
 

“Hiç kimse akşam 17.00’ya yorulup ikinci işte çalışmak istemez”

Tanık, bu koşullardaki bir çalışmada hekimlerin gönüllü olarak tam gün çalışacaklarını kaydederek, “Hiç kimse akşam 17.00’ye kadar bir hastanede çalışıp, yorulup ondan sonra da çocuklarının okul taksidini ödeyebilmek için başka kurumda çalışmayı tercih etmez” dedi.

TTB Genel Sekreteri Tanık, uzun yıllardır tam gün çalışmayı savunduklarını belirterek, Tam Gün Yasası’nın Meclis’te görüşmeleri sürerken, bu yasanın “gerçek bir tam gün yasası olmadığını”, aksine hekimlerin emeğini ucuzlatmaya dönük uygulama olduğunu söylediklerini belirtti. Tanık, TTB’nin tam gün yasa önerisini hem bakanlığa hem hükümete hem de parlamentoda grubu olan partilere ilettiklerinin dile getirdi. Tanık, “TTB’nin sadece muhalif olduğu, öneri getirmediği” eleştirilerinin doğru olmadığını belirterek, yasa önerileri bulunduğunu bildirdi. Tanık, güvenceli çalışma, emekliliğe yansıyan temel ücretin nitelikli ve yeterli hale getirilmesi, şiddetten arındırılmış bir ortamda çalışma, hedef gösterilmeme ve insanca yaşamayı sağlayacak bir temel ücret almalarını getirecek ilkeler üzerinden temel hesaplamalar yaptıklarını kaydetti. Tanık bu hesaplamalara göre emekli bir hekimin aldığı 3 bin TL aylığın yeterli olmadığını sözlerine ekledi.

İngiliz Daily Mirror gazetesi, doğu Akdeniz’de Türkiye’nin de aralarında bulunduğu kimi destinasyonların, yüzde 24’ten başlayan fiyat düşüşleri dolayısıyla, rezervasyonlarını yaptırmamış İngiliz aileler için uygun tatil olanağı sunduğunu belirtti.

İngiliz Daily Mirror gazetesinin seyahat sayfasında yayımlanan “Son dakika aile tatilleri için büyük fırsat” başlıklı habere göre henüz tatil rezervasyonlarını yaptırmayan İngiliz aileler, tatil paketi fiyatları düşmüş durumdayken “karlı” durumda bulunuyor. Durgunluk ve gelecek yıl için yüksek vergi kaygılarının halkı daha dikkatli harcama yapmaya sevkettiğini belirten DM, “Co-op Travel tarafından yapılan bir araştırma en büyük fiyat düşüşlerinin doğu Akdeniz’de, Paphos, Girit, Zante ve Türkiye’de görüldüğünü, tümünde 2009’a göre yüzde 24 fiyat düşüşü olduğunu saptadı. Zirvedeki 20 tatil destinasyonunda bir aile için ortalama harcamanın ortalama 232 sterlin (yaklaşık 600 TL) düştüğü belirtilen haberde ailelere yönelik geç dönem rezervasyonlar için güçlü bir piyasa ortaya çıktığı, binlerce ailenin indirimli fiyattan tatil satın aldığı kaydedildi. DM, avroya karşı güçlü sterlinle eski İspanya ve Fransa gibi eski “gözdelerin” de geçen yıla göre daha “ulaşılabilir” tatil olanağı sunduğunu kaydetti. 

Yalnızlık erken yaşlandırıyor

Dünya Yaşlanma Konseyi (DUNYAK) Başkanı Kemal Aydın, ”yalnızlığın yaşlılığı erkene aldığını” belirterek, ”Araştırmalara göre özellikle erkekler bu konuda son derece zayıf. Kadınlar, yalnızlıklarıyla daha barışık yaşayabiliyor ancak, erkekler bunu başaramıyor” dedi.

Yaşlılık bilimi uzmanı (Gerentolog) Aydın, Pozantı ilçesinde düzenlenen ‘‘Akdeniz Yaşlanma Forumu Çalıştayı” için geldiği Adana’da, konseyin 2009 yılında İstanbul’da kurulduğunu ve 190 ülkede yapılanma çalışmasını tamamladığını bildirdi.

DUNYAK’ın Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası kurumların yaşlanma ile ilgili politika ve programlarının bölge, ülke, il ve ilçelerde uygulanması için kurulmuş, kar amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşu olduğunu vurgulayan Aydın, ”Amacımız konseyimizin çatısı altında tüm dünya yaşlılarının yaşam kalitesini yükseltmek” dedi.

Aydın, yaşlanmanın anne karnından ölünceye kadar devam eden bir süreç olduğunu, bu nedenle konseyin sadece yaşlılara hizmet eden bir oluşum gibi görülmemesi gerektiğini ifade etti.

Yaşlılığı hızlandıran birçok etken olduğunu, ”yalnızlığın yaşlılığı erkene aldığını” belirten Aydın, ”Araştırmalara göre özellikle erkekler bu konuda son derece zayıf. Kadınlar, erkeklere oranla yalnızlıklarıyla daha barışık yaşayabiliyor ancak, erkekler başaramıyor. Kadınlar kendilerini toplumdan fazla soyutlamıyor, sosyal ilişkileri daha güçlü tutabiliyorlar, bunun bedelini de uzun ömür olarak geri alıyorlar” şeklinde konuştu.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ortalama yaşam süresinin uzadığını, yapılan araştırmalara göre bu sürenin 72 yaşına kadar çıktığını belirten Aydın, ”Bu nedenle, yaşlılarımız için acil eylem planını bir an önce hazırlanmalı. Çünkü, Türkiye bu konuda geç bile kaldı” dedi.

“Türkiye, yaşlı dostu ülke”

Aydın, Türkiye’nin doğası, kültürel değerleri, iklimi, sıcak kanlı insanları ve yaşlıyı her zaman baş üstünde tutan kültürüyle ”yaşlı dostu ülke” olduğunu, ancak, bunun diğer ülkelerce de kabullenilmesi gerektiğini belirterek, ”Bu nedenle imza kampanyası başlattık. Türkiye’nin ‘yaşlı dostu’ ülke olması için bugüne kadar 7 bin imza topladık. İmza atanların önemli bir bölümünü yönetim kademesinde olanlar oluşturuyor. Bugüne kadar sadece birkaç ülkede ‘ben imza atmam’ diyen, Türkiye’ye ön yargılı yaklaşan az sayıda kişiyle karşılaştık” dedi.

Bu statünün elde edilmesinin Türkiye’nin kalkınmasına önemli katkı sunacağına inandığını belirten Aydın, bu kapsamdaki stratejik planda Türkiye ve komşuları, yani Orta Doğu ülkelerine öncelik verdiklerini kaydetti.

BM’nin, 2002 yılında İspanya’da yaşlanma eylem planı yayımladığını hatırlatan Aydın, şöyle devam etti:
‘Bu eylem planına bütün ülkeler imza attı. 2007 yılında Türkiye’de, Devlet Planlama Teşkilatı, ulusal yaşlanma eylem planını hazırladı. Ama bu plan ülke genelinde 7 bölge bazında gerçekleştirilmeli. Her bölge kendi eylem planını hazırlayıp artılarını eksilerini ortaya koymalı.

Örneğin, ‘Akdeniz Eylem Planı’ kapsamında, Adana ”kür merkezi” olma özelliklerine sahip. Yarım saatlik mesafeden denizden çıkıp boğucu sıcaktan kurtularak yayla havası almak mümkün.”

Aydın, Dünya Yaşlanma Konseyi’ni Türkiye’de kurduklarını, etkisi alanının genişlemesi ve gücünün artması için devletin desteğine ihtiyaçlarının bulunduğunu, bundan sonraki süreçte de ”Dünya Yaşlılar Fonu”nu oluşturmayı hedeflediklerini sözlerine ekledi.

 

Dünyanın en büyük sağlık sorunlarından biri olarak görülen obezite, günümüzde insan yaşamının öncelikli tehditlerinden biri haline gelmiş durumda.

Obez sayısındaki artış, yaşam kalitesini düşürmenin yanında; başta kanser olmak üzere; şeker hastalığı, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları, kolesterol yüksekliği gibi birçok sağlık sorununa da yol açıyor. Zayıflattığı iddia edilen ürünlerin tüketimi ise her geçen gün artış gösteriyor.

Üstelik günümüzde en masum görünen ürünlerin bile uzmana danışılarak kullanılması gerekiyor. Aksi durumda kişinin var olan ya da bilinmeyen bir hastalığının tetiklenmesi ve istenmeyen etkileşimlerin ortaya çıkması söz konusu olabiliyor. İşte konunun uzmanlarının görüşleri ve zayıflama çılgınlığında karanlık sonlu yanlışlar…

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeliha Yazıcı:

ZARARSIZ OLDUKLARINI İDDİA EDEN ÜRÜNLERDE ZARARLI KİMYASALLAR VAR

GÖRÜŞÜME göre zayıflama amaçlı kullanılan ilaç ve ilaç dışı ürünlerin hiçbiri masum değil. Piyasada Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın izniyle ithal edilen ve
reçetesiz pazarlanan çok sayıda bitkisel kökenli zayıflama hapı var. Zararsız oldukları iddia edilen bu haplarda, bitkilerin içerdiği aktif maddelerin dışında
bazı kimyasallar da bulunuyor. Örneğin, kırmızıbiber hapında biberin kendisinin yanında, guarana, sinameki, funda yaprağı, mate yaprağı ve L-karnitin var. Lkarnitin içeren ilaçların, vücutta karnitin eksikliği oluştuğu zaman kullanılması gerekiyor. Oysa normal durumda alınan karnitin, tansiyon yüksekliğinden, kalpte ritim bozukluklarına, kansızlıktan, mide-bağırsak
hastalıklarına ve hatta felce kadar pek çok soruna neden olabiliyor.

BÖBREK VE KARACİĞER HASTALIĞINA YOL AÇIYOR

Zayıflama ilaçlarında “Orlistat” ve “Sibutramin” isimli iki temel etken madde olduğunu söyleyen Prof. Dr. Zeliha Yazıcı, bu ilaçların düşük kalori diyeti ile alınmaları gerektiğini belirtiyor. Bu ürünleri kullananların yüzde 30’undan fazlasında üst solunum yolu enfeksiyonları ve baş ağrısı görülüyor. Orlistat içeren ürünlerde; yağlı dışkı, akışkan dışkılama, gaz çıkarma, dışkı kaçırma, karında ağrı, sarılık, pankreasta iltihaplanma, kan şekerinde düşme, rektumda ağrı, adet düzensizliği, endişeli olma hali, yorgunluk, diş ve diş eti rahatsızlıkları, idrar yolu enfeksiyonları, anjiyo ödem ve anaflaksi gibi önemli yan etkiler görülüyor. Sibutramin içeren ürünlerin kullanımı ise yüksek tansiyon hastalarında; kalp, böbrek ve karaciğer hastalığı olanlarda olumsuz sonuçlara yol açabiliyor. Sibutraminin ruhsal sorunlar yaşayan hastalarda depresyon ve intihar eğilimini tetiklediğini gösteren araştırmalar da bulunuyor.

Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hasan Aydın:

VÜCUTTAN SUYLA BİRLİKTE YARARLI MADDELER DE ATILIYOR

İÇİNDE sağlığı etkileyen etkenmaddelerin bulunduğu besin destek ürünlerinin Sağlık Bakanlığı yerine Tarımve Köyişleri Bakanlığı tarafından ruhsatlandırılmasını doğru bulmuyorum. Bitki ve hayvan sağlığı için kullanılacak ilaçları onaylamakla yükümlü olan Tarım Bakanlığı’nın insan sağlığını doğrudan etkileyen ürünleri ruhsatlandırması kabul edilebilir bir durum değildir. Bunu yapması gereken Sağlık Bakanlığı’dır. Ayrıca Tarım Bakanlığı tarafından ruhsatlandırılan bu ürünlerin gereken laboratuvar koşullarında ve konunun uzmanı kişilerce yeterli şekilde test edildiğine de kesinlikle inanmıyorum. Bir ilacın eczanelerin raflarında satılabilir hale gelmesi için, geliştirildiği andan itibaren en az 10 yılı bulan 3 fazdan oluşan bir araştırma sürecinden geçmesi gereklidir.

BU TÜR ÜRÜNLER İÇİN SÜREKLİ DENETİM ŞART

Bu aşamaları tamamlamayan, etkinlik ve yan etki profili açısından güvenilir olmayan bir ürünün Sağlık Bakanlığı tarafından onaylanması mümkün değildir. Bunun yanında ilaç piyasaya sürüldüğünde de olası yan etkileri konusunda sürekli denetleniyor olması ve sakıncalı durumlarda toplatılması gereklidir. Zayıflama destek ürünlerinin Tarım Bakanlığı tarafından etkinlik, güvenirlilik ve yan etki açısından yeterli değerlendirmeye tabi tutulmaması ve bir bitki veya hayvan ilacı gibi onaylanarak satılması insan sağlığını ciddi anlamda tehdit ediyor düşüncesindeyim. Bu ürünlerin prospektüsü dikkatli incelendiğinde idrar söktürücü veyamüshil tarzı takviyeler içerdikleri bir gerçektir. Bunlarla sağlanan kilo kaybı doğrudan sıvı kaybı olduğu için suyla
beraber birçok yararlımadde de kaybedilir. Bu da sağlığı olumsuz yönde etkiliyecektir.

DİYETİSYENLERİN ZAYIFLAMA İLACI VERMESİ SÖZ KONUSU OLMAMALI

Zayıflama ürünlerinin üzerinde “doğal” yazması, bu ürünlerin yan etkisi olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin bazı ürünlerin içinde bulunan fazla kafein, çarpıntı ve kalp rahatsızlığına neden olabiliyor. Bu ürünlerin içeriklerinin iyi incelenmesi ve konunun uzmanı bir doktorun önerisiyle kullanılmaları gerekiyor. Bu nedenle diyetisyenlerin bu tür ilaçları önermesi yanlış bulunuyor.

DOKTOR KONTROLÜNDE KİMLER KULLANABİLİR?

◊ Yaşam tarzı değişikliğini (diyet + egzersiz) etkin bir şekilde uygulayan kişiler
◊ Diyet ve egzersizle başarı sağlayamayanlar
◊ Vücut kitle indeksi 30 kg/m2 üzerinde olup eşlik eden şeker hastalığı, hipertansiyon gibi sağlık sorunları olanla

ZAYIFLAMA ÜRÜNLERİNİ KESİNLİKLE KULLANMAMASI GEREKENLER
◊ Kalp ve böbrek rahatsızlığı olanlar
◊ Hipertansiyon hastalığı bulunanlar
◊ Şeker hastaları
◊ Çocuklar
◊ Gebe ve emziren kadınlar
◊ Yaşlılar

KAÇAK ZAYIFLAMA ÜRÜNLERİNİN YOL AÇACAĞI SAĞLIK SORUNLARI
◊ Sıvı kaybına bağlı tansiyon düşüklüğü
◊ Tansiyon yüksekliği
◊ Çarpıntı
◊ Kalp spazmı
◊ Böbrek ve karaciğer yetmezliği
◊ Tiroid  hastalıkları
◊ İshal
◊ Aşırı yorgunluk
◊ Uyku bozukluğu

SAĞLIK BAKANLIĞI ‘BU ÜRÜNLERİ KULLANMAYIN’ DİYOR

SAĞLIK Bakanlığı piyasada izinsiz olarak bulunan zayıflama ürünleriyle mücadele için 81 ilin valiliklerine ve Sağlık Müdürlüklerine genelge göndererek
piyasadan toplatıyor. Ancak bu uygulama kaçak satışın önünü kesmeye yeterli
olmuyor. Bu nedenle özellikle “Sibutramin” içeren ve Sağlık Bakanlığı tarafından ruhsatı bulunmayan yandaki ürünlerin kullanılmaması ve internet üzerinden hiçbir şekilde alım yapılmaması gerekiyor.