Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Yasemin TAŞMAN" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

‘Dünyanın kanser başkenti Danimarka’

Danimarka’nın dünyanın kanser başkenti olduğu, ülkede her yıl 100 bin kişiden 326’sının kanser hastalığına yakalandığı bildirildi.

Ankara– Daily Telegraph’taki haberde, Danimarka’da kanser vakalarının fazlalığında, hastalığın teşhisindeki isabetliliğin dünyanın diğer yerlerine göre daha iyi olmasının ve yaşam biçiminin etkili olduğu belirtildi. Danimarkalı kadınların ortalamadan daha fazla sigara içmeleri ve ülkedeki yüksek alkol tüketiminin kanser vakalarının yüksekliğinde payı olduğu kaydedildi.

Dünya Kanser Araştırma Fonunun verilerine göre, gelir seviyesi yüksek ülkelerde kanser oranları, az gelişmiş ülkelere göre daha fazla. 13 Avrupa ülkesi, ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda kanser oranlarının yüksekliği açısından en başta gelen 20 ülke arasında bulunuyor. Gelişmiş ülkelerde daha iyi tanı konulmasının yanı sıra refah içindeki nüfusların daha obez olması, daha çok alkol tüketmesi ve daha az hareket etmesi de faktörler arasında yer alıyor.

Kanser Araştırma Fonu’ndan Prof. Martin Wiseman, ”İngiltere, Danimarka ve diğer yüksek gelirli ülkelerde oranların yüksekliği kaçınılmaz değildir ve yaşam biçiminde yapılacak değişiklikler risklerde önemli değişiklik yapabilir. Bilim adamları, İngiltere ve diğer yüksek gelirli ülkelerdeki en çok görülen kanserlerin üçte birinin, sağlıklı kilo, fiziksel açıdan daha aktif olmak ve daha sağlıklı beslenmekle önlenebileceğini tahmin ediyor” görüşünü ifade etti.

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer, cep telefonunda sohbet etmenin sağlık açısından risk taşıdığını belirterek, mümkünse kablolu kulaklık kullanılması gerektiğini söyledi.

 Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer,  Dünya Sağlık Örgütü Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın (IARC) son raporunda menegioma (Beynin etrafını saran, onu koruyan ve dura adı verilen zardan kaynaklanan tümörler) olgularının yüzde 95’i, glioma (beyin tümörü) olgularının ise yüzde 90’ının cep telefonu kullanımını takiben ilk 10 yıl içerisinde geliştiğinin belirtildiğine dikkati çekti.
Raporda, bilimsel araştırmaların henüz kanserle cep telefonları arasında çok yakın bir ilişki göstermediğinin belirtildiğini ancak gözden geçen bazı sonuçlar olduğunu kaydeden Tuncer, şunları söyledi:

”Raporda belirtilen ama gözden kaçan diğer sonuç şöyle; menegioma olgularının yüzde 95’i, glioma olgularının ise yüzde 90’ı cep telefonu kullanımını takiben ilk 10 yıl içerisinde gelişmiştir. Dünyada tütün dahil olmak üzere, etkisini bu kadar hızlı gösterebilecek bir kanserojen henüz bilinmemektedir. Aşırı kullanım olarak hesap edilen 1640 dakika ve üzeri, 10 yıllık bir sürede, günlük 30 dakika demek olup, günümüz kullanım süreleri ne yazık ki bu sürenin kat kat üzerindedir.”
 

”Kampanya yapanlar sorumlu davransın”

Türkiye’de cep telefonunu kullanım süresinin ortalama 30 dakikanın üzerinde olduğunu belirten Tuncer, ”Eğer tarifeli kampanyaları göz önüne alırsanız 30 dakikanın onlarca üzerinde olduğunu hesap edebiliriz. Burada herkesin sorumluluk alması lazım. Kampanyayı yapanların sorumlu davranmaya çağırıyorum. Çünkü çok ciddi kanserojenlerin bilimsel metodolojide kanser yaptıkları çok uzun yıllarda gösterilebilmiştir. Bu konuda daha dikkatli olmak durumundayız” diye konuştu.

”Beyin tümörlerinde artış”

Beyin tümörlerinde son 4- 5 yılda belirgin bir artış olduğuna da dikkati çeken Murat Tuncer, ”Türkiye’de artış gösteren ana kanserler nedir diye bakacak olursak, ilk sırada sigara ile ilişkili olan kanserler geliyor, ikinci sırada beyin tümörlerindeki artış göze çarpıyor. Sindirim sistemi kanserlerinin bazılarında belirgin artış var, bazılarında ise azalış var. Bunlara ilişkin çalışmalar yürütüyoruz, uluslar arası çalışmaları inceliyoruz” dedi.


”Cep telefonu kullanımı gençlere kısıtlanmalı”

Adolesan dönem öncesinde cep telefonunu kullanımının kısıtlanmasını öneren Tuncer, sözlerini şöyle sürdürdü:

”Cep telefonunun belli yaşın altında kullanımını hoş karşılamak mümkün değil. Adolesan öncesi telefon konuşmaları kısıtlanmalı. 20 yaşın altında uzun uzun cep telefonu konuşması önerilmiyor. Telefonla sohbet edilmemeli. Telefon sohbet aracı değildir, iletişim aracıdır. Cep telefonunda sohbet sağlık açısından risktir, topluma böyle bir alışkanlık kazandırmamalıyız. Zorunlu kullanım gerekiyorsa, kablolu kulaklık kullanılmalı.”

“9 günlük bayramda ölenin 2 katı her gün sigaradan ölüyor”

Türkiye’de kanser konusunda atılacak önemli bir diğer adımını da sigara ile mücadele olduğunu belirten Tuncer, sigarının yok edilmesi gerektiğini bildirdi. Tuncer, Türkiye’nin sigara ile mücadelede çok iyi olduğunu vurguladı.
Sigaranın neredeyse insan kıyımı yaptığını ifade eden Tuncer, ”9 günlük bayram tatilinde trafik kazısında ölen vatandaşların iki katını her gün sigaraya kurban veriyoruz. Sigara Türkiye’de sanki kitle imha silahı gibi” dedi.

İçinden sağlık fışkıran 5 besin

Fındık, balık, ıspanak… Bu yiyeceklerin kanser ve kalp hastalıklarına karşı korunmada yardımcı olduklarını biliyorsunuz. Ama araştırmalar, yediklerimizin bundan daha fazlasını yaptığını gösteriyor…

Narda, portakaldan daha fazlası var… Yapılan bir araştırma, nar suyunda bulunan antioksidanların soğuk algınlığı ve gribe iyi geldiğini gösteriyor. Gribe neden olan virüsler, saatlerce yaşayabiliyor. Bu nedenle her gün dokunmak zorunda olduğunuz, masanız ya da telefonunuz sizin için bir tehdit oluşturabilir. Narda bolca bulunan ‘polifenol’ gribe karşı güçlü bir antioksidan. Bu antioksidan, virüsleri henüz ağızdayken yok ediyor.

Öneri: Eğer narın tadını sevmiyorsanız, içerisine armut ya da elma suyu karıştırabilirsiniz. Ama soya ve süt ürünleriyle birlikte tüketmemeye özen gösterin. Çünkü bunlar, grip savaşını kazanmanız için gereken antioksidanları yok ediyor.

Strese karşı Şam fıstığı yiyin…

Yapılan bir araştırmada, katılımcılardan birkaç hafta boyunca, hiç fıstık yememeleri istendi. Daha sonra da her gün 3-4 fıstık yemelerine izin verildi. Her iki süreçte de katılımcılara onları strese sokacak egzersizler yaptırıldı. Sonuçta katılımcıların, fıstık yedikleri dönemde tansiyonlarının daha düşük olduğu ortaya çıktı. Şam fıstığı, içerdiği lif, antioksidanlar ve yararlı yağlarla stresle mücadeleyi destekliyor.

Öneri: Unutmayın fıstık, yüksek oranda kalori içeriyor. Yediklerinizin kabuklarını bir shot bardağında biriktirin. Bu küçük bardak dolduğunda yeme hakkınız bitmiş demektir.

Somonla ruh haliniz değişsin!

Biraz yorgun ve halsizsiniz. Bu durumda, terapistler akşam yemeğinde balık yemenizi öneriyorlar. Uluslararası Sağlık Örgütü, balıkta bulunan omega 3’ün mutluluk hormonu seviyesini yükselttiğini söylüyor. Unutmayın somon, omega 3 yönünden çok zengin.

Öneri: Mevsim yeşillikleri, ceviz ve somon dilimleriyle hazırladığınız bir salata da güzel bir öğün olabilir.

Papatya çayı ile krampları engelleyin

Papatya çayı, âdet döneminde kadınların karın ağrısını yüzde 30-50 oranında azaltabiliyor. Yapılan bir araştırmada, 14 gönüllüye, iki hafta boyunca, günde beş fincan papatya çayı içirildi. Gönüllülerin vücuttaki kasılmaları engelleyen ve sinirleri gevşeten bir amino asit olan ‘glisin’ miktarında yükselme olduğu gözlemlendi.

Öneri: Aslında günde beş fincan papatya içmenize gerek yok. Âdet dönemleriniz sürekli sancılı geçiyorsa, günde 1-2 fincan papatya çayı içerek kendinizi güçlendirebilirsiniz.

Kuru ciltlere, ‘yeşil’ desteği

Yapılan araştırmalar, günde 10 miligram lutein almanın (Ispanakta, karalahanada ve yeşil sebzelerde bolca bulunuyor.) cildin nemlenmesini sağladığını gösteriyor. Luteinde bulunan antioksidanlar, epidermiste yer alan yağları koruyor. Bu da, cildin susuz kalmasını ve kırışmasını engelliyor.

Öneri: Günde en az bir öğün, yeşil yapraklı bir sebzeyi hafifçe pişirip tüketmek gerekiyor. Sebzeleri; zeytinyağı, sarımsak ve cevizle tatlandırabilirsiniz. Ama unutmayın, sebzeleri çiğ olarak yemek aynı etkiyi yaratmaz

1840’ların ortalarında Macar tıp uzmanı Ignaz Semmelweis, Viyana’da görevli olduğu hastanedeki yeni doğum yapan kadınların %15’inin albastı, ya da lohusa humması adı verilen hastalıkla boğuşmakta olduğunu görüp dehşete kapıldı.

Bu durumun önüne geçmek için çırpınıyor, ancak ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Düşüncelere daldığı bir sırada adli tıp uzmanı Jakob Kolletschka adlı arkadaşının görünürde benzer belirtiler gösteren bir hastalıktan öldüğü haberini aldı. Olay, bir öğrencinin birkaç gün önce bir kadavranın kesilmesinde kullanılan bisturiyi kazara Kolletschka’ya batırmasından birkaç gün sonra meydana gelmişti.

Bu haber üzerine Semmelweis bir aydınlanma anı yaşadı. Hastanesindeki tıp öğrencileri morgdan çıktıklarında ellerini yıkamadan doğrudan doğum servisine geçiyorlardı. Yeni annelere mikrop bulaştıranlar bu öğrenciler olabilirdi. Belki de bu yüzden yaşama veda ediyorlardı. Acaba el yıkamak bu soruna köklü bir çözüm getirebilir miydi?

Semmelweis bu görüşünü doğrulamak amacıyla öğrencilerinden ellerini su ve klordan oluşan bir karışımla (sabunla su kadavra kokusunu yok edemiyordu) yıkamalarını istedi. Uygulamanın hemen ardından doğum servisindeki ölümlerin oranında %10’luk bir düşüşe tanık olundu. Böylelikle, el yıkama hastanede standart uygulamalarından biri oldu. Bu uygulamanın yaygınlık kazanması 40 yılı aldı. Gelgelelim, bugün bile hastane çalışanları bu kurala yeterince uymuyor. Maryland Sağlık Kalite ve Maliyet Konseyi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, günümüzde sağlık görevlilerinin %90’ı, ancak birileri baktığı zaman, yalnızca %40’ının tek başlarına iken el yıkıyor.

Sağlıklı kalp, beyni de koruyor

Sağlıklı ve güçlü bir kalbin, beynin yaşlanmasını yavaşlatabileceği bildirildi.

Amerikalı bilim adamlarının yaptığı araştırma, daha az kan pompalayan tembel kalplere sahip sağlıklı kişilerin beyinlerinin, yapılan taramalarda kalpleri daha fazla kan pompalayanlara göre “daha yaşlı” olduğunu ortaya koydu.

Boston Üniversitesi’nde görevli bilim adamlarının 1500 kişi üzerinde yaptığı, sonuçları Circulation dergisinde yayımlanan araştırmada, kalbin daha az randımanlı çalışmasının, beyni ortalama olarak yaklaşık 2 yıl yaşlandırdığı gözlendi.

Bu etkinin, hem kalp rahatsızlığı olmayan 30’lu yaşlarındakilerde hem de kalp rahatsızlığı olan yaşlılarda görüldüğü belirtildi. Araştırmada ayrıca beynin yaşlandıkça büzüldüğü gözlendi.

Aşk uyuşturucu gibi…

ABD’de yapılan bir araştırma, aşkın da uyuşturucu gibi bağımlılık yaptığını ortaya koydu.

İtalyan Adnkronos haber ajansında çıkan habere göre, Stony Brook Üniversitesi’nden bir grup bilim adamı, sevdiği kişiyi kaybedenlerle madde bağımlılarının beyninin aynı bölgelerinin faaliyete geçtiğini ve bu süreci atlatmamın kokain bağımlılığından kurtulmak kadar zor olduğunu belirtti.
Aşk acısı çeken bir gruba ayrıldıkları partnerlerinin fotoğraflarını gösteren ve manyetik cihazlarla bu kişilerin beyin faaliyetlerini gözlemleyen bilim adamları, araştırmanın sonuçlarının, aşkın bir tür bağımlılık olduğunu gösterdiğini söyledi.

Araştırmanın, aşk acısının ardından neden tüm kültürlerde saplantı, cinayet, intihar ve depresyon gibi durumların ortaya çıktığına da açıklık getirdiğini belirten bilim adamları, bu duyguyla savaşanlara iyi bir haber vermeyi de ihmal etmedi.

Yaptıkları testlerde, beynin fotoğraf karşısında verdiği tepkinin zaman geçtikçe hafiflediğini gözlemleyen araştırmacılar, zamanın her şeyin ilacı olduğunu bir kez daha teyit etti.

Aşkın ömrü ‘2 yıl 11 ay 8 gün’müş

İngiliz evlilik sitesi “confeti.co.uk” tarafından yapılan araştırmaya göre; aşkın ömrü 2 yıl 11 ay 8 gün sürüyor.

4 bin çifte evliliklerinin hangi döneminde mutlu oldukları soruldu. Posta’nın haberine göre, çiftlerin en mutlu zamanlarını ilişkilerinin üçüncü yılına doğru yaşadıkları, bu noktadan sonra beraberliklerin çöküşe geçtiği görüldü. Üç yılın sonunda hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.

Evlilik sitesinde mutlu evliliğin reçetesi aşağıdaki gibi verildi:

– Her gün kendinize 1 saat 15 dakika zaman ayırın.

– Eşinize ev işlerine yardım ettiğinde teşekkür edin.

 – Ayda bir açık havada yürüyüş yapın.

– Günde en az bir kere partnerinize çay ya da kahve içmeyi teklif edin.

 – Yatağa girmeden önce 24 dakika dertleşin.

 – Kavga da etseniz uyumadan önce öpüşüp barışın.

– Günde beş kez kucaklaşın ve en az bir kere ‘Seni seviyorum’ deyin.

– Eşiniz iş yerindeyken mesaj, telefon ya da e-posta yoluyla dört kez haberleşin.

– Haftada üç geceyi kanepede kıvrılıp oturarak geçirin.

– İki günde bir birbirinize iltifat edin.

Öfke bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor

Öfke her zaman hayatımızın bir yerinde duruyor. Gün geliyor trafikte çıldırıyor, işyerindeki çalışma arkadaşlarımıza öfke kusuyor ve çoğunlukla da iletişimde olduğumuz kişileri hırpalıyoruz. Peki öfke temel bir duygumuz da, onu kontrol altında tutmak gerekmiyor mu?

Öfke deyince, hepimizin aklına bir görüntü düşüyor. Bu kimi zaman tanık olduğumuz olaylar, ama çoğu zaman yaşadığımız şeylerden bir parça oluyor. Trafikte cinnet getirenler, ufak sorunların büyümesi sonucunda çekilen silahlar, kimi zaman intiharlar, aile içi şiddet, hastanede sonlanan sebepsiz çatışmalar… Sadece bu kadar mı? Futbolda holiganizm, polisin “orantılı” güç kullanımı, hatta “Öfke bir hitabet sanatıdır” diyen başbakan. Bu örneklere bakıp “Ben o kadar da öfkeli değilim” demeyin. Günümüzde öfke o kadar yaygın bir halde etrafımızı sarmış durumda ki. Yeni bir aleti aldınız, fişe taktınız ve çalışmadığını fark ettiniz. Bir yere yetişmek zorundayken 90 kilometre hızla gidebileceği yerde önünüzdeki araç ısrarla 30 km. hızla gidiyor. Ya da yolda giderken bir sakızın üzerine bastınız. Ne kadar da basit ve hayatın içinden örnekler değil mi? Peki bu durumlarla nasıl başa çıkıyoruz? Öfkesiz kliniği, tüm bu dertlerden yola çıkarak kurulan, Türkiye’nin yalnızca öfke üzerine çalışan ilk birimi. Aydın Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü son sınıf öğrencisi Kayhan Gürbüz’ün projesi olarak Bakırköy’deki Performans Psikiyatri Kliniği’nce uygulamaya konan bu klinik son yıllarda yaşanan öfke patlamalarının neticesinde, ihtiyaçtan doğmuş. Zaten Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri de ihtiyaçları çok net bir şekilde önümüze koyuyor. Verilere göre boşanmaların yaklaşık yüzde 97’si geçimsizlik ve cana-kast, fena muamele nedeniyle gerçekleşiyor. 2008 yılı verilerine göre toplam 3 bin 447 kişi öldürme, 7 bin 802 kişi yaralama, 1296 kişi hakaret, 192 kişi kötü muamele, 3 bin 517 kişi de ateşli silahlar ve bıçaklarla ilgili suçlardan cezaevine girmiş. Gürbüz, bunların çok büyük bir bölümünün kontrol edilmeyen öfkenin etkisiyle yaşandığının yadsınamayacağını söylüyor. Tüm bu verileri önümüze alıp Gürbüz ile Öfkesiz kliniğinden çocuk ve ergen psikiyatrı Hülya Bingöl, psikologlar Nuray Gergerlioğlu, Gizem Pekcan ve Yetkin Kuşan’ın kapısını çaldık.

Gürbüz, aslında doğal bir duygu olan ve doğru yaşandığı zaman başkalarına karşı olumsuz duygularımızın ifadesini kolaylaştıran öfkenin, kontrol edilemediği durumlarda aile, iş ve sosyal ilişkilerde ciddi sorunlara yol açtığını söylüyor. Bu da boşanma, iş kaybı ve adli suçların yanı sıra bireyin sağlığında da hasar bırakıyor. Tüm bunları anlamlandırabilmek için öncelikle öfkeyi tanımakta yarar var. Psikolog Gizem Pekcan, öfkeyi kişilerde engellenme karşısında ortaya çıkan bir duygu olarak tanımlıyor. Öfke, saf bir duygu değil. Diğer pek çok duyguyla etkileşim halinde. Kin ya da kızgınlık bunlardan bazıları. Kızgınlıktan da ince bir çizgiyle ayrılıyor. Zaten önemli olan o noktayı yakalayabilmek. Gündelik hayatımıza öfke nasıl mı yansıyor? Pekcan anlatıyor: “Haksızlığa uğradığını düşünen bireyler, bir çeşit hak arama tepkisi olarak gösteriyor bunu. Hakların aranmasında başka bir yol olmadığı düşüncesi yaygın. Toplumdaki oturmuş kanı da öfke kontrol altına alındığında haksızlığın devam edeceği yönünde. Bu şekilde insanlar, güç sağlamayı ve öfkeyi bir problem çözme stratejisi olarak kullanmayı tercih ediyor.”

Peki ya tetikleyicileri neler? Sabırsızlık, kaygı, korku, çaresizlik ve kendini ifade edememe bunlardan yalnızca birkaçı. Çünkü tetikleyiciler hayata bakış ve dünyayı anlamlandırma biçimine göre kişiden kişiye değişebiliyor. Pekcan, aslında tüm bunların temelinde yatan kilit noktanın kanunlar olduğunu söylüyor. Adalete duyulan güvensizlik, kendi adaletini sağlama olarak kendini gösteriyor. Pekcan, bu noktada özellikle vurguluyor: “Sorunların çözüm yolu öfke, saldırı ya da şiddet değildir. Eğitimsizlik ve korkudan kaynaklanan bu durum, aslında konuşarak da aşılabilecek kadar basit olabilir.”

Değişen yaşam şartlarının yarattığı stres de ayrı bir öfke nedeni. Gergerlioğlu, günümüzde öfke dozunun gittikçe arttığını vurguluyor: “Öfke, bir anlamda bulaşıcı bir hastalık gibidir. Domino etkisi gibi insanlar birbirini etkileyebilir. Medyanın ve televizyonun da bu anlamda etkisi olduğunu düşünüyorum. Otorite olarak kabul edilen insanların olaylara öfkeyle yaklaşması tehlikeli.” Toplumdaki öfke modelleri de bu anlamda kimi zaman siyasiler, kimi zaman güvenlik birimleri, kimi zaman sanatçılar ya da bir filmin kahramanları olabiliyor. “Öfke bir hitabet sanatıdır” diyen bir ülkenin başbakanı ya da “Ben bir sanatçıyım, arabamı buraya park ederim” diyen bir sanatçı veya tıpkı filmlerindeki gibi bir şiddet sahnesini yaratan bir oyuncu da bu modellere örnek olarak verilebilir. Gürbüz, “Ananı da al git” çıkışını hatırlatıyor bu noktada ve ekliyor: “Sadece başbakan değil, halkı temsil edenlerin ve belli bir mevkide olan insanların öfkelerini milletin menfaatine kullanıyor olmaları gerekli. Kendi insanına cephe aldırmak için değil. ”

Ayrıca öfke, bir durumun çözümü değil, yeni ve başka bir büyük sorunun başlangıcı olabilir. Gürbüz, “Öfkeye yönelik verilen her tepki insanı yine öfkeye yöneltiyor. Maçlara gidip, bağırıp küfretmekle öfke geçmediği gibi, yapılan araştırmaların gösterdiği üzere şiddeti daha da pekiştirerek gündelik hayata taşıyor” diyor. Zaten tek başına da sadece dışarıya etki etmiyor. Yiğit Kuşan, öfkenin ifade ediliş biçiminin kişinin dünyayı nasıl algıladığına göre şekil değiştirdiğini özellikle vurguluyor. “Kendini ifadede yetersizlik, dünyanın kendisine karşı haksızlık yaptığı düşüncesi ile biriken öfkenin, kişinin kendisine dönmesi kaçınılmaz oluyor. Bu da patolojik durumları beraberinde getiriyor. Bu durum da alkol bağımlılığı, depresyon ve intiharlar olarak kendini gösteriyor. İntihar vakaları, ülkemizde de dünyada da artış gösteriyor. Bunun önlenmesi için öncelikle öfkenin doğru şekilde ifade edilmesi, biriktirilmemesi ve farkındalık kazanılması ile profesyonel yardım almak gerekir.”

Bir reklam sloganı “Kontrolsüz güç, güç değildir” der. Bu noktada kontrolsüz öfkenin de öfke olmaktan çıkıp şiddete ve saldırganlığa dönüştüğü bir gerçek. Fark etmek ve önüne geçmek de toplumsal şiddetin büyümemesi adına ciddi ve önemli bir adım olarak görünüyor.
     

Temel çatışma iletişimsizlik

İlişkiler üzerine çalışan Gizem Pekcan, biriken öfkenin en çok yakınımızdakilere yansıdığını söylüyor. Direkt olarak ilişkinin kendisinden kaynaklanan sorunların yanı sıra öfke nedeniyle de çatışmalara girildiğini özellikle vurguluyor. Karşı cinsin farklı bir yapıda olduğunu kabul etmek bu anlamda önemli. Kişinin kendi düşüncelerini karşı tarafa empoze etmemeye çalışması da. “İletişimsizlik temel bir sorun. Haksızlığa uğradığınızı düşünüp karşı tarafa sen dilini kullanarak bir çıkış yaparsanız, karşı taraf da savunmaya geçer. Bu kez sorun tartışılmadan öfke savaşına dönüşür ilişki” diyor Pekcan, “Problem çözümü bir haklı çıkma savaşına dönüşmemeli. Bunu fark etmek bile bir adım.”


Öfke ailede öğreniliyor

Öfke kontrolü aile içinde başlıyor. Çünkü model öğrenme, bebekler için ilk aşama. Kimlik oturuncaya kadar da önünde rol model olarak anne baba ve birinci dereceden akrabaları görüyor. Hal böyle olunca çocuk ve ergen psikiyatrı Hülya Bingöl, ailede gördüğü şiddet bazlı yapının çocuğun kişilik yapısının bir parçası haline geldiğini söylüyor. “Televizyon programları, internet ve bilgisayar oyunları da çocuğun içinde potansiyel bir öfke yatkınlığı varsa daha da tetikler hale geliyor. O yüzden de ailelerin kontrolü dahilinde takip edilmesini savunuyoruz. Dürtü bebeklikte öğreniliyor. Öfke hepimizin içinde var. Ama kontrol etmeyi de öğrenmemiz gerek” diyor Bingöl. Çocuk ergen terapisinin esası da aileye dayanıyor, terapiye mutlaka aile de dahil ediliyor.

İşyerinde hak arama ile öfkeyle çıkış arasındaki çizgiye dikkat!

Öfke kontrolünün gerekliliğinden yola çıkılarak açılan Öfkesiz kliniğinde çalışmalar birtakım başlıklar altında yürütülecek. Bunlardan biri de kurumsal öfke. Nuray Gergerlioğlu, iş dünyasında yaşananların öfke duygusuna, öfkenin de şirket içi çatışmalara nasıl yansıdığından söz ediyor. “Ast üst ilişkilerinde ya da çalışma arkadaşlarıyla birtakım çatışmalar olması muhtemel. İnsanlar bir yandan kendini göstermeye, kariyerinde ilerlemeye, ideallerini gerçekleştirmeye çalışırken diğer yandan engellenmişlik ve haksızlık durumu yaşayabiliyor. Ancak bu noktada hak arama ve kendini ifade etme ile öfkeyle çatışma arasında ince bir ayrım olduğunu bilmek gerek.” Kliniğin kurumsal öfke kontrolü başlığı altında yapacağı çalışmalar hem kurumsal, hem de sıkıntıdan rahatsızlık duyanlar için bireysel olacak.

Ya hayatınızı kontrol eden öfkenizse?

Öfkesiz kliniğinin hedefi 10-15 seansta öfkeyi kontrol altına alabilmek. Önce görüşmeler yapılıyor. Bireylerin durumuna göre grup ya da bireysel terapi yapılıp yapılmayacağına bakılıyor. Öfke analizi yapıldıktan sonra, pilates ya da yoga desteği ve beslenme, diyet uzmanlarıyla çalışmalar geliyor. Kuşan, besinlerle alınan toksitlerin dahi insanı öfkeli yapabileceğini söylüyor. Keza alkol ya da sigara da öfkeyi bastırıyor gibi görünse de tetikleyici özelliğe sahip. Tüm bu bilgilendirmelerin ve terapinin ardından interaktif çalışmalar yapılıyor. Bu süreçte de sosyal ortamda o davranışı sergileyen insanların kendileriyle yüzleşmesi sağlanıyor. Son analizle de kişinin tedavinin başından sonuna dek nasıl bir süreç izlediğini görmek mümkün hale geliyor.

Mona Lisa’yı röntgen cihazıyla inceleyen uzmanlar, resmin yapımıyla ilgili çarpıcı bir bilgiye ulaştı.

Paris’teki Louvre Müzesi’nde yürütülen araştırmalarda Leonardo Da Vinci’nin eserlerinde kullandığı çok ilginç bir teknik tespit edildi. İtalyan ressam, astronom, mühendis ve bilimci Da Vinci, resimdeki insan yüzlerindeki gölgeleri ve aydınlıktan gölgeye geçişlesi daha başarılı verebilmek için 1-2 mikrometre kalınlığında boya katmanları kullanıyormuş.

Philippe Walter ve iş arkadaşları tarafından yapılan araştırmanın, Da Vinci ve diğer Rönesans ressamları tarafından kullanılan bir teknik olan “Sfumato” hakkında bilgi vermesi amaçlanıyordu.

NTV’nin haberine göre; Sfumato tekniğinde ressamlar tuval üzerinde, bir renkten diğerine geçişleri çok hassas bir şekilde yapabiliyorlardı. Öyle ki, bu etkiyi veren fırça izleri insan gözüyle görülemeyecek derecede küçük.

Araştırmacılar bu izleri inceleyebilmek için, resime herhangi bir zararı olmayan röntgen ışınlarını kullandılar.

Araştırma sonucunda Da Vinci’nin, içinde Mona Lisa’nın da bulunduğu, yedi eserinden alınan dokuz insan yüzünde ressamın çeşitli teknikler kullandığı belirlendi.

Asıl şaşırtcı olansa bazı resimlerdeki mükemmel geçişin sebebinin sadece 1-2 mikrometre (milimetrenin binde biri) kalınlığında olan boya katmanları olduğunun ortaya çıkmasıydı. Bu katmanlar üst üste gelince toplamda en fazla 30-40 mikrometre kalınlığa ulaşıyor.

Michigan’da yaşayan Türk öğrenci Deniz Alp Tomanbay, Nobel tarafından prestijli Liseli Bilim Adamları Ulusal Derneği’ne (NSHSS) üye olarak kabul edildi

Lise 1. sınıfta okurken girdiği sınavda başarı göstererek lisenin son üç yılını okumadan Washtenaw Teknik Yüksek Okulu’na (Washtenaw Technical Middle College) giren Türk öğrenci Deniz Alp Tomanbay’ın bu okulda gösterdiği başarı Liseli Bilim Adamları Ulusal Derneği’nin (NSHSS) dikkatini çekti. Sadece ‘üstün’ akademik başarı gösteren öğrencileri üyeliğe davet eden dernek, Tomanbay’ın yeni üye olarak seçtiklerini duyurdu.

Ann Arbor, Michigan’da bulunan SKYLİNE lisesi 1. sınıfında okuyan Türk öğrenci Tomanbay, geçen yıl girdiği sınavda üstün başarı göstererek lisenin son üç yılını okumadan Ann Arbor’da bulunan Washtenaw Teknik Yüksek Okulu’na kabul edildi.

Tomanbay’ın yüksek okulda gösterdiği başarı da onun en başarılı bilim adamlarını saptayarak kamuoyuna açıklayan ve sadece üstün akademik başarı gösteren öğrencilerin üye olarak davet edildiği Liseli Bilim Adamaları Ulusal Derneği’ne girmesini sağladı.
 

“Tomanbay bilim adamları topluğunun yeni bir üyesi”

Tomanbay ile ilgili duyuruyu yapan NSHSS kurucusu ve başkanı Nobel Ödülleri kurucusu ailenin en yaşlı üyesi olan Claes Nobel, “NSHSS adına, Deniz A. Tomanbay’ın sorumluluk duygusuyla dolu kararlı ve özverili çalışması sonucunda olağanüstü bir akademik başarı gösterdiğinin sizlere duyurmaktan onur duyuyorum. Deniz A. Tomanbay gelecek için ileri umutlarımızı temsil eden bilim adamlarının eşsiz, benzersiz topluluğunun yeni bir üyesidir” dedi.

Amacımız Tomanbay gibi öğrencilere yardımcı olmak

NSHSS Genel Müdürü James Lewis ise vizyonlarının “üyelerini, anlamlı içerikleri olan konular, kaynaklar ve olanaklar ile bir araya getirerek birleştiren uluslararası dinamik bir kuruluş” oluşturmak olduğunu ifade ederek, “Amacımız Deniz A. Tomanbay gibi öğrencilere akademik başarıları inşa etmelerinde ve küresel toplum üzerinde pozitif etki yaratma yönünde istek ve yeteneklerini zenginleştirmelerine yardımcı olmaktır” şeklinde konuştu.

NSHSS üyelerine çok sayıda olanak sağlıyor

NSHSS üyeliğe hak kazanan Tomanbay gibi öğrenciler, burslar, akademik yarışmalar, serbest etkinlikler, sadece üyelere açık kaynaklar, yayınlar, eğitim ortaklarının düzenlediği programlara katılma, online forumlar, özel hazırlanmış kaynaklar ve kamuoyu tarafından tanınma ve ünlenme gibi çok çeşitli olanaklardan yararlanıyor. Aynı zamanda bu dernek, lise düzeyinde başarıyı hedef alarak, üyelerine özel yetenek, vizyon ve potansiyellerini kendilerini ve dünyayı daha da geliştirebilmeleri yönünde kullanmaları için destek veriyor.