Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer, cep telefonunda sohbet etmenin sağlık açısından risk taşıdığını belirterek, mümkünse kablolu kulaklık kullanılması gerektiğini söyledi.

 Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer,  Dünya Sağlık Örgütü Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın (IARC) son raporunda menegioma (Beynin etrafını saran, onu koruyan ve dura adı verilen zardan kaynaklanan tümörler) olgularının yüzde 95’i, glioma (beyin tümörü) olgularının ise yüzde 90’ının cep telefonu kullanımını takiben ilk 10 yıl içerisinde geliştiğinin belirtildiğine dikkati çekti.
Raporda, bilimsel araştırmaların henüz kanserle cep telefonları arasında çok yakın bir ilişki göstermediğinin belirtildiğini ancak gözden geçen bazı sonuçlar olduğunu kaydeden Tuncer, şunları söyledi:

”Raporda belirtilen ama gözden kaçan diğer sonuç şöyle; menegioma olgularının yüzde 95’i, glioma olgularının ise yüzde 90’ı cep telefonu kullanımını takiben ilk 10 yıl içerisinde gelişmiştir. Dünyada tütün dahil olmak üzere, etkisini bu kadar hızlı gösterebilecek bir kanserojen henüz bilinmemektedir. Aşırı kullanım olarak hesap edilen 1640 dakika ve üzeri, 10 yıllık bir sürede, günlük 30 dakika demek olup, günümüz kullanım süreleri ne yazık ki bu sürenin kat kat üzerindedir.”
 

”Kampanya yapanlar sorumlu davransın”

Türkiye’de cep telefonunu kullanım süresinin ortalama 30 dakikanın üzerinde olduğunu belirten Tuncer, ”Eğer tarifeli kampanyaları göz önüne alırsanız 30 dakikanın onlarca üzerinde olduğunu hesap edebiliriz. Burada herkesin sorumluluk alması lazım. Kampanyayı yapanların sorumlu davranmaya çağırıyorum. Çünkü çok ciddi kanserojenlerin bilimsel metodolojide kanser yaptıkları çok uzun yıllarda gösterilebilmiştir. Bu konuda daha dikkatli olmak durumundayız” diye konuştu.

”Beyin tümörlerinde artış”

Beyin tümörlerinde son 4- 5 yılda belirgin bir artış olduğuna da dikkati çeken Murat Tuncer, ”Türkiye’de artış gösteren ana kanserler nedir diye bakacak olursak, ilk sırada sigara ile ilişkili olan kanserler geliyor, ikinci sırada beyin tümörlerindeki artış göze çarpıyor. Sindirim sistemi kanserlerinin bazılarında belirgin artış var, bazılarında ise azalış var. Bunlara ilişkin çalışmalar yürütüyoruz, uluslar arası çalışmaları inceliyoruz” dedi.


”Cep telefonu kullanımı gençlere kısıtlanmalı”

Adolesan dönem öncesinde cep telefonunu kullanımının kısıtlanmasını öneren Tuncer, sözlerini şöyle sürdürdü:

”Cep telefonunun belli yaşın altında kullanımını hoş karşılamak mümkün değil. Adolesan öncesi telefon konuşmaları kısıtlanmalı. 20 yaşın altında uzun uzun cep telefonu konuşması önerilmiyor. Telefonla sohbet edilmemeli. Telefon sohbet aracı değildir, iletişim aracıdır. Cep telefonunda sohbet sağlık açısından risktir, topluma böyle bir alışkanlık kazandırmamalıyız. Zorunlu kullanım gerekiyorsa, kablolu kulaklık kullanılmalı.”

“9 günlük bayramda ölenin 2 katı her gün sigaradan ölüyor”

Türkiye’de kanser konusunda atılacak önemli bir diğer adımını da sigara ile mücadele olduğunu belirten Tuncer, sigarının yok edilmesi gerektiğini bildirdi. Tuncer, Türkiye’nin sigara ile mücadelede çok iyi olduğunu vurguladı.
Sigaranın neredeyse insan kıyımı yaptığını ifade eden Tuncer, ”9 günlük bayram tatilinde trafik kazısında ölen vatandaşların iki katını her gün sigaraya kurban veriyoruz. Sigara Türkiye’de sanki kitle imha silahı gibi” dedi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca Türk halkına müzeleri sevdirmek amacıyla 2008 yılında başlatılan proje kapsamında, cebinde ”Müze Kart” bulunan kişi sayısı 2 milyona yaklaştı.

Ankara– Elektronik gişe sisteminin bulunduğu 20 müze ve örenyerinde 2010 yılı Ocak-Ekim döneminde müze kartlı ziyaretçi sayısı geçen yılın aynı aylarına göre yüzde 17 artarak 449 bin 412’ye ulaştı. Yılın 10 ayında müze kartla en fazla ziyaretçiyi sırasıyla Mevlana ve Ayasofya müzeleri, Alanya Kalesi ile St. Jean Anıtı aldı. 9 günlük Kurban Bayramı tatilinde de müze kartlı ziyaretçi sayısında yüzde 210’luk bir artış kaydedildi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü (DÖSİMM) Müdür Yardımcısı Murat Usta, yaptığı açıklamada Türk halkının kültürel varlıklara ve müzelere ilgisinin zayıflığı konusunda genel bir algı bulunduğunu, ancak olanak ve koşulların sağlanması halinde sonucun değiştiğini söyledi.

Bakanlık tarafından 2008 yılında başlatılan Müzekart uygulamasının da bunun en güzel örneklerinden biri olduğunu ifade eden Usta, proje başlangıcından 6 Aralık 2010 tarihini kapsayan sürede cebinde müze kartı bulunan kişi sayısının 1 milyon 863 bin 130’a ulaştığını bildirdi.

Müze müze gezdiren karta ilginin her geçen gün arttığını vurgulayan Usta, ”Yılın 10 ayındaki veriler gösteriyor ki insanımız artık müze ziyareti yapıyor. Özellikle Kurban Bayramı tatilinde yaşanan ziyaretçi trafiği dikkat çekici” dedi.

Şu anda elektronik gişe sistemi bulunan 20 müze ve örenyerindeki ücretli, ücretsiz, seyahat acentesi marifetiyle ve müze kartla gelen ziyaretçilerin bilgilerine ulaşabildiklerini belirten Usta, 2009 yılında Ocak-Ekim döneminde 384 bin 676 olan müze kartlı ziyaretçi sayısının 2010 yılında aynı aylarda yüzde 17’lik artışla 449 bin 412’ye ulaştığını kaydetti.

Müze kartla en çok ziyaret edilen müzenin yüzde 69’luk artışla Mevlana Müzesi olduğunu bildiren Usta, bunu sırasıyla Ayasofya, Alanya Kalesi’nin izlediğini belirtti.

Bayramda müze kartlı ziyarette yüzde 210’luk artış

Kurban Bayramı’nda kaydedilen verilerin de kendilerini çok sevindirdiğini ifade eden Usta, 9 günlük tatilde bir yerden bir yere giden ya da yaşadığı şehirdeki müzeyi ziyaret eden kişi sayısının arttığını dile getirdi.

Usta, ”Başka bir 9 günle kıyasladığımızda yüzde 41’lik bir artışla bayram tatilinde 381 bin 673 kişi elektronik gişe sisteminin bulunduğu 20 müze ve ören yerini gezmiş. Ücretli ziyaretçi sayısı bu dönemde yüzde 32, ücretsiz ziyaretçi sayısı yüzde 72, grup seyahat acenta ziyaretçisi yüzde 15 artmış” diye konuştu.

Bayram tatili döneminde en dikkat çekici verinin müze kartlı ziyaretçi sayısında olduğunu kaydeden Usta, şunları kaydetti: ”DÖSİMM’in verilerine göre 9 günlük Kurban Bayramı tatilinde, müze kartlı ziyaretçi sayısında yüzde 210’luk bir artış oldu. Elektronik gişe sisteminin olduğu 20 müze ve örenyerine 9 günlük sürede müze kartla 58 bin 797 ziyaretçi geldi. Verilere göre, 9 günlük sürede 65 bin 211 kişi ile en çok ziyaretçiyi Topkapı Sarayı aldı. Bunu sırasıyla 57 bin 97 kişiyle Ayasofya Müzesi, 28 bin 467 ile Mevlana Müzesi takip etti.

Topkapı Sarayı’na Müzekartla gelen ziyaretçi sayısında da gözle görülür bir artış kaydedildi. Bayram tatilinde cebinde müze kartı olan 12 bin 252 kişi Topkapı Sarayı’nı gezdi. Müzekartlı ziyaretçi sayısı Ayasofya Müzesi’nde 11 bin 331, Efes Örenyeri de 7 bin 619 kişi olarak kaydedildi.”

Ocak-Ekim dönemi ziyaretçi sayıları

Yılın 10 ayında elektronik gişe sisteminin bulunduğu 20 müze ve ören yerine 4 milyon 890 bin 59 ücretli, 2 milyon 415 bin 408 ücretsiz, 6 milyon 183 bin 631 grup ve seyahat acentesi, 449 bin 412 müze kartlı ziyaretçi geldi.

Ocak-Ekim aylarında 13 milyon 938 bin 510 kişi elektronik gişe sistemi bulunan müze ve ören yerini ziyaret ederken, bu rakam geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 20’lik bir artış gösterdi.

Yılın 10 ayında en fazla ziyaretçiyi Topkapı Sarayı alırken, bunu Ayasofya Müzesi, Efes Örenyeri ve Mevlana Müzesi takip etti. Topkapı Sarayı’nı 2 milyon 818 bin 147, Ayasofya Müzesi’ni 2 milyon 391 bin 189, Efes Örenyeri’ni 1 milyon 667 bin 546, Mevlana Müzesi’ni de 1 milyon 435 bin 31 kişi gezdi.

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı tüm müze ve örenyerlerindeki ziyaretçi sayısı da yılın 10 ayında 22 milyon 706 bin 176 olarak belirlendi.
 

Gençlik-Yaşlılık

Gençlik hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir.
İnsan kendine olan güveni derecesinde genç, şüphesi neticesinde yaşlıdır.
Cesareti neticesinde genç, korkuları derecesinde yaşlıdır.
Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır.
Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz.  İnsanları ihtiyarlatan, ideallerinin gömülmesidir. Seneler cildi buruşturabilir. Fakat heyecanların teslim edilmesi, ruhu buruşturur.
İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, hâlbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.
İnsan ihtiyar olmaya karar verdiği gün ihtiyardır.
Güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen asla yaşlanmaz.
Yaşlanmak, bir dağa tırmanmak gibidir… Çıktıkça yorgunluğunuz artar, Nefesiniz daralır ama görüş alanınız genişler. Beynimiz, yeni tecrübeler keşfettiği sürece insan genç sayılır.
 
William Ewart Gladstone
 

Mevlana 737. vuslat yıldönümü etkinlikleri başladı

Mevlana’nın 737. Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Etkinlikleri, ”Hoşgörü ve Sevgi Yürüyüşü” ile başladı.

Kent merkezindeki Alaaddin Caddesi’nde başlayan ”Hoşgörü ve Sevgi Yürüyüşü”ne, Konya Valisi Aydın Nezih Doğan, Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süleyman Okudan, Mevlana’nın 22. kuşaktan torunu Esin Çelebi Bayru, Kültür ve Turizm Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu bünyesindeki semazenler ile çok sayıda vatandaş katıldı.

Genelkurmay Başkanlığı Mehteran Bölüğü eşliğinde yapılan yürüyüş, Mevlana Müzesinde son buldu. Yürüyüş sırasında Genelkurmay Başkanlığı Mehteran Bölüğü, Konya Valiliği önünde konser verdi. Valilik önünde toplanan vatandaşlar ile yabancı turistler konseri ilgiyle izledi.

Yürüyüşün ardından müze gezildi ve dua edildi. Etkinlikler, akşam saatlerinde Mevlana Kültür Merkezinde yapılacak sergi açılışları, konser ve sema programı ile devam edecek.

Saatlerin arasında geçen zaman

Dolmabahçe Sarayı’nda saat tıkırtıları… Hem saatlerin hem de müzenin onarımı için 2009 yılında 1 yıllığına kapatılan Dolmabahçe Saat Müzesi, şimdi ziyaretçilerini bekliyor.

Dolmabahçe Sarayı Harem Bahçesi’nde bulunan eski İç Hazine binasındaki müze, önüne yapılan çiçek saati ve cephe saati ile tam bir saatleri ayarlanmış enstitü”. İçinde Milli Saraylar koleksiyonundan aralarında Süleyman Lezizin astronomik saati, Mehmet Şükrünün türbülon eşapmanlı saati, George Priorun otomatlarının da yer aldığı 75 saat sergileniyor. Çoğu müzikli, kronometre, eşapmanlı, çeyrek çalarlı, otomat, yarı otomat ya da astronomik saatler.

Müzede sergilenmeye hazır hale gelene dek Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi’nde Şule Gürbüz ve ustası Recep Gürgenin elinden geçti saatler. Felsefe ve sanat tarihi eğitimi alan Şule Gürbüz, aynı zamanda Türkiye’nin ilk kadın saat tamircisi.

Gürbüz ,1997’de Dolmabahçe Sarayı’nda çalışmaya başladığında bütün saatlerin bozuk olduğunu, saat tamiratıyla ilgili de bir atölye olmadığını fark etmiş. Önceki yıllarda Wolfgang Mayerin onarımından geçen saatler, onun vefatından sonra Recep Gürgene emanet edilmiş, Gürbüz de işte bu dönemde Gürgen’den kendisini yetiştirmesini istemiş. Bu işe talip olmasının nedeni ise mekaniğe olan hayranlığı ve yalnız kalma isteği…

Gürbüz’le Dolmabahçe Sarayı’ndaki saat atölyesinde konuşuyoruz…

– Milli Saraylar bünyesinde toplam 284 saat var. Bunun yüzde 93ü Dolmabahçede. Dolmabahçedeki saatlerin özelliklerinden bahseder misiniz biraz?

19. yüzyıl mekanik saatin doruğu bir dönem. O yüzden burada çok üst örnekler, komplike saatler var. Müzikli ve otomat saatler çok fazla. Dolmabahçe’nin saatleri genellikle 150-200 yaşında. Daha çok 19. yüzyıl Fransız, İngiliz, Avusturya, çok az miktarda da Amerikan, ayrıca Mevlevi ustaların yaptığı kıymetli Osmanlı saatlerinden oluşuyor.

– Saatleri tamir ederken nasıl bir yöntem izliyorsunuz, mesela saati yapan ustanın izini sürüyor musunuz?

Biz 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadarki saatleri tamir ediyoruz. Bütün eksik parçalarını aslına uygun, onu ilk yapan ustaya tabi olarak aynı şekilde yapıyoruz. Büyük bir egoyla yapılmış bir şeyi, büyük bir tevazuyla diriltmeye çalışıyor, elinizin değdiğini belli etmeden arkasına saklanıyor, görünmez bir insan gibi yaşıyorsunuz. Bu, bana güzel geliyor.

– Peki, bir saati tamir etmek ne kadar zamanınızı alıyor?

Mekanik bir saatin tamiri en az 1 hafta, en çok da 1 yıl kadar devam eder.

– Saat tamircisi olmak istiyorsam bende hangi özelliklerin bulunması gerekir. Herkes saat tamircisi olabilir mi?

İnsanı kısan, darlatan, kendi çapının darlığı, yetersizliği. Dolayısıyla zanaat sadece el marifetinden ibaret değil. Belli özellikler gerekli elbet, ama daha çok usta – çırak ilişkisiyle gelişen, çilesine talip olunması gereken bir iş.

– Siz de sizi yetiştiren Recep Gürgen gibi birilerini yetiştiriyor musunuz?

Şu an yok, ama elbet yolu buralara düşen birileri olacaktır. Türkiye’de mekanik saate ihtiyaç duyulmadığı için, saat tamircisine de ihtiyaç yok gibi görünüyor. 100 senelik bir saati atıp yerine uyduruk pilli bir makine takılmasına rıza gösterenler, iyi şeylerin neslinin tüketilmesi ihtiyacını gözden kaçırıyor. Biz elimizden geldiğince bazı kule, cephe ya da meydan saatlerini parasız yapmaya talip oluyoruz.

– Peki, saatlerle zaman geçiren biri olarak zaman kavramı size ne ifade ediyor?

Saat, insanların günleri düzene sokabilmek için icat ettiği bir şey. Zaman aslında tek bir parça, biz onun içeresinden geçip gidiyoruz. Benim de zaman algılayışım günlerle, haftalarla sınırlı değil. Saat mekanik, dünyaya ait bir şey. Bense zamanı sadece bu dünyaya aitmiş gibi algılamıyorum.

İnsanın evrimi konusunda bilmediklerimiz

Biz insanlar günümüzde de evrilmeye devam ediyoruz…hem de eskisinden çok daha hızlı bir biçimde. Açık ten rengi, sarı saç ve sütü sindirebilme yeteneği gibi özelliklerin tümü de kısa bir geçmişe uzanan evrimsel yenilikler…

1924 yılında, Güney Afrikalı bir taş işçisi kazı yaparken şimdi Australopithecus adıyla bilinen ve 2,5 milyon yıllık bir insansı türü olan Taung çocuğunun taşıllaşmış kafatasıyla karşılaştı. Bu bulgu, Charles Darwin’in 150 yıl önce “Türlerin Kökeni” başlıklı yapıtında ortaya attığı, insanların daha önceki maymunlardan türedikleri yönündeki kurama da somut bir kanıt getirmiş oldu.

•O dönemde kendilerini Piltdown adamının büyüsüne kaptırmış olan insanların çoğu Taung çocuğuna pek yüz vermedi. Gelgelelim, 1953 yılında The Times gazetesinde yayımlanan bir haber sonucunda sözde atamız olduğu öne sürülen ve çene kemiği bir orangutana, kafatası insana ait olan Piltdown adamının şaka olduğu anlaşıldı.

• Piltdown aldatmacası, Arthur Conan Doyle’dan Fransız rahip Pierre Teilhard de Chardin’e, çok sayıda kişiye mal edildi. Artık hemen hemen herkes bu işin Britanyalı amatör kazıbilimci ve reklam dünyasının kötü üne sahip kişilerinden Charles Dawson’un başının altından çıktığı görüşünde birleşiyor.

• Taung çocuğunun önemini fark eden Avustralyalı insanbilim uzmanı Raymond Dart bu türe Australopithecus africanus adını verdi. 1940’lara gelindiğinde buna benzer başka bulguların elde edilmesi üzerine Dart’ın meslektaşları da Taung çocuğunun goril yavrusu olmadığını kabul ettiler.

• 3.2 milyon yıllık Australopithecus afarensis türünün bir örneği olan çarpıcı bütünlükteki Lucy, 1974 yılında, Donald Johanson tarafından Etiyopya’nın Hadar bölgesinde gün yüzüne çıkartıldı. Lucy öylesine değerli bir bulguydu ki, kalıntıları uzun bir süre Etiyopya Ulusal Müzesi’nin gözlerden ırak bir köşesinde tutuldu.

• Lucy 2007 yılında Afrika’yı terk ederek A.B.D’ye doğru bir yolculuğa çıktı. Yolculuğu sırasında Houston, Seattle ve New York gibi kentlere uğradı. Sergiyi kaçıranlar yakında internetten Lucy’nin ayrıntılı CT taramalarına ücretsiz olarak ulaşabilirler.

• Bu ayaklar yürümek için yapılmış. Homo erectus çağdaş insan gibi dik yürüyen ilk atamız olabilir. Ne var ki, Orrorin tugenensis in (Kenya’da bulunan bir primat fosili) kalça kemikleriyle ilgili yeni bir çözümleme 6 milyon yıl önce, yani Homo erectus’tan 4 milyon yıl önce, ilk insansı primatların arka bacakları üzerinde rahatlıkla yürüyebildiklerini ortaya koydu.

• Sıkı dostlar. İnsan ile şempanzenin evrimsel süreçleri o dönemlerde, ilkin en az 6.3 milyon yıl önce ve ardından yüzlerce bin yıl sonra olmak üzere, iki kez kesişmiş olabilir. Bu durum iki türün eninde sonunda yollarını ayırmadan önce kendi aralarında çiftleşmiş olabileceklerine işaret ediyor.

•DNA düzeyi açısından ele alındığında, insanlarla şempanzeler arasında yaklaşık %95 oranında bir benzerlik olduğu görülüyor. İkisi arasındaki en belirgin farklılığın konuşma dili oluşturma yetisiyle ilintili FOXP2 geninde olduğuna dikkat çekiliyor.

• Britanyalı bir araştırma ekibi Londralı geniş bir ailenin bireylerinde görülen kalıtımsal bir konuşma bozukluğunu incelediği sırada FOXP2 geni ile dil arasındaki bağlantıya tanık oldu. Söz konusu genin değişime uğramış bir biçimine sahip olan aile üyeleri sözcükleri dile getirme konusunda zorlanıyorlardı.

•Almanya’daki Max Planck Enstitüsü evrimsel genbilim uzmanlarından Svante Paabo Hırvatistan’da bulunan üç fosilden elde edilen ve hiç bozulmamış genetik malzemeler içeren 3 milyar DNA parçasının dizilimini yaparak Neandertal gen haritasını oluşturdu. Sonuçlar Neandertallerin de dil ile bağlantılı FOXP2 genine sahip olduklarını ortaya koymaktaydı.

•Çağdaş insanların Neandertallerle konuşup konuşmadıklarını bilmiyoruz, ama birbirlerine kur yapmış olabilirler. Washington Üniversitesi’nden Erik Trinkaus’un 2006 yılında Romanya’da elde ettiği fosil kanıtları iki türün birbirleriyle çiftleştiklerine işaret ediyor. Ancak, çağdaş insanlar bu görüşü destekleyecek Neandertal DNA’sından yoksunlar.

• Doğal olarak Neandertaller ile çağdaş insanlar her zaman dostluk duygularıyla biraraya gelmiyorlardı. Shanidar 3 adıyla bilinen erkek bir Neandertalin kalıntılarından kaburga kemiğinde derin bir yarık olduğu anlaşılıyor. Çağdaş insanın fırlattığı bir mızrağın bu yarığa neden olabileceğine inanılıyor. (Neandertaller yalnızca vurmalı, ağır silahlar yapıyorlardı.)

Çağdaş insanlarla aralarındaki çekişme Neandertallerin yaklaşık 28,000 yıl önce yeryüzünden silinmelerine yol açmış olabilir.

• Bizler, bir olasılıkla, Neandertallerden daha iyi besleniyorduk. Neandertal kemiklerindeki kimyasal izler bu türün et ağırlıklı beslendiklerine işaret ederken, çağdaş insanların av hayvanları, deniz ürünleri ve su kuşlarıyla beslendikleri biliniyor. Daha çeşitlilik içeren bir beslenme düzeni atalarımızın aşırı iklim koşullarında yaşamda kalmalarına yardımcı olabilirdi.

• Yalnız insansı: Tarih boyunca dünya üzerinde farklı insansı türlerinin birarada yaşadıkları bilinse de, günümüzdeki tek insan türünü bizler oluşturuyoruz. Nitekim, yakın akrabalarımız tarihin başlangıcına yakın bir döneme dek varlıklarını sürdürdüler- Hobbit insanları adıyla bilinen ve minicik kemikleri 2003 yılında gün yüzüne çıkarılan canlılar en az 17,000 yıl önce şimdiki Endonezya topraklarında yaşamlarını sürdürmekteydiler.

• Boyun önemi yok mu? Hobbit insanlarının beyinleri şempanze beynine eşit büyüklükteydi, ama bu insanlar yine de taştan aletler yapma konusunda bizler gibi yetenekliydiler.

•DNA incelemeleri günümüzde yaşayan tüm insanların 60,000 yıl önce Afrika’dan göç eden birkaç yüz insandan türemiş olabileceklerini ortaya koyuyor.

• Dünya üzerindeki tüm insanların mitokondriyal DNA’larındaki çeşitliliğin (genetik bağlantıları belirlemenin standart bir yolu) Afrika’da yaşayan yerel şempanze nüfuslarına kıyasla daha az olduğu görüldü.

• Evet, biz insanlar günümüzde de evrilmeye devam ediyoruz…hem de eskisinden çok daha hızlı bir biçimde. Açık ten rengi, sarı saç ve sütü sindirebilme yeteneği gibi özelliklerin tümü de kısa bir geçmişe uzanan evrimsel yenilikler. Wisconsin Üniversitesi’nden bir insanbilim uzmanına göre, 5000 yıl öncesinin insanları bizlerden çok Neandertalleri andıran genetik özelliklere sahiptiler.

Rita Urgan, kaynak Discovery

Erendiz Atasü’nün yazma edimi

Erendiz Atasü, yazınsal alanda oldukça üretken bir yazar. Edebiyatın (öykü, roman, deneme) birçok türünde yapıtlar sundu. Onu diğerlerinden ayıran en belirgin özellik, kadın duyarlılığıyla, kurgu ve toplumcu gerçekliği iç içe geçirerek yazması. Hayatın En Mutlu An’ı’nda da aynı kadın duyarlılığına tanık oluyoruz ama bu yapıtta bir yazarın ustalık dönemine uygun düşen cesur eleştirilerin de yer aldığını görüyoruz.

Tülay Akkoyun

‘Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de, duyguların ifadesi olarak görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır.’
 

Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa

Hayatın En Mutlu An’ı’ndaki ilk öykü ‘Hanımefendi ile Kocakarı’da, hanımefendilikten kocakarılığa varan değişim, dönüşüm, acizleşme, aşağılanma irdeleniyor. Görkemli bir yaşamdan sonra yaşlılıkla gelen yalnızlık ve acizliğin hüznü söz konusu olan. Bu öyküde insanın doğası ile eşyanın doğası arasındaki koşutluk oldukça iyi işlenmiş. Hanımefendinin yaşlanıp kocakarılığa indirgenmesi, bakıcı kadın Hasene’nin de hanımefendinin ölümünden sonra evi terk etmeyip bakıma muhtaç evle birlikte tükenişe geçmesi dikkat çekici. Bu öyküdeki üçüncü kadın yazar-anlatıcı da bu tükenişe kadın duyarlılığıyla katlanamaz ve üç yıldan sonra bir daha anne, babasından kalma yazlığa gitmemeye karar verir.
 

Kapitalizm durağındaki durum

‘Üniformalı Adam’da, darbe dönemi işkence görmüş bir kadın, cezaevinden tahliye edildiği gün, bir başka siyasi mahkûmun yakını olan askerle tanışır ve âşık olur. Askerler tarafından işkence gören bir kadının gün gelip bir askere âşık olması öyküdeki karşıtlığı oluşturur. Bu karşıtlıkla ikiye bölünen benlik; kadının gençliği ve yaşlılığı da çelişkiler yaşar ve hesaplaşmalar başlar. Gençliğin saflığı, masumiyeti, heyecanı ve cesareti, yaşlılığın deneyimleriyle yeniden yorumlanır.

‘Fikir Ayrılığı’nda, Nezir, Bediz ve Merih üç yazar arkadaştır. Nezir: Öç alıcı, zeki, acı çekmeye tutkun. Bediz: Rüzgârın yönüne göre hırçınlığı artan biri, durup düşünse, çevresine baksa, rüzgârın neden yön değiştirdiğini kavrayabilir. Ama bakmıyor. Başkalarını suçluyor.

Merih: Yaşlılığın arifesinde. Bu öyküde yer alan üç yazar arasında gelişen olaylarla, edebiyatçıların toplumsal sorunlara giderek duyarsızlaşması irdeleniyor: ‘Edebiyat dünyasındakiler yalnızca ekranlarla ilgiliydiler; ne lav dolu mağaramsı derinlikler, ne yer üstünde gitgide yayılan, ıstırapla kanayan çaresizlikler’ Hiçbiri ilgilerini çekmiyordu’ (s. 45).

Aslında bu durum kapitalizmin dünyayı getirdiği noktadır. Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği‘nde bu durumu şöyle açıklar: ‘Kapitalist düzen sanatı afyon olarak çoğaltmanın kazanç olanaklarını hemen sezdi (…) Kapitalist düzende sanat artık pazarlanan ürün haline gelmiştir. Bu düzene karşı çıkan insanların hırpalanmaması olası değildir.’ Atasü ‘Fikir Ayrılığı’ öyküsünde bunu şöyle dile getirir: ‘Yalnızlaştıkça, kendiyle daha sık ve daha açık yüzleşir olmuştu. Bu bir bakıma insanı tanımaktı. Onun kuşağı hırpalanmış bir kuşaktı; erken ölümlerle bir bir yitip gitmişlerdi. Kendini bomboş hissediyordu; onca duyguya ne olmuştu! Yaşlanmak böyle bir uzaklık mı koyuyordu kişiyle yaşanmışlık arasına. Yoksa bu boşluğu yaratan yazmak mıydı?’ (s. 35).

Aydın bir insan olarak, bu düzende yalnızlaşan bireyi anlatıyor. Hele bu bir de yazan bir bireyse, ‘insanın kendine yabancılaşmasının bilinciyle’ daha bir yalnızlaşıyor insan. Bu düzende ayakta kalmanın olabilirliğini şöyle açıklıyor: ‘Uzun sözün kısası, kendini yenilemesini bilen ayakta kalır, yayın piyasasında da bu böyledir, hayatın diğer alanlarında da. Sanatçı yalnız insandır, kimseye borcu yoktur, kendinden başka’ (s. 39).

Marguerite Duras
ise ‘Yazmak’ adlı yapıtında bu yalnızlığı şöyle tanımlar: ‘Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır’ (s. 16).

Atasü’nün bu öyküsünde yer alan, günümüz yayıncılarına, editörlerine dair eleştiri de dikkate değerdir. ‘Onur konuklarının gediklisi, son yirmi yılda hiçbir kitabı başından sonuna okumadığı rivayet edilen bir edebiyatçı’ sözleriyle, içinde bulunduğu yazın dünyasına iğneyi değil çuvaldızı batırır, iğneyi de okura tabii! Bu öyküde, çok büyük kayıplar verilen 1999 depreminde, devletin ve aydınların duyarsızlığının vurgulanması, yazarın yaşadığı topluma sorumluluğunun bilincinde olduğunun göstergesidir.
 

Sonbahara ertelenmiş aşk

Kapitalist düzendeki koşulların ağırlığından bireylerin birbirine tahammülleri gittikçe azalır. Birey, ağır toplumsal koşullar nedeniyle yaşamı paylaşmaktan kaçınır, tüketim toplumunun kışkırtıcılığıyla doyumsuzlaşır ve giderek yalnızlaşır. Ülke koşullarını bu öyküde şöyle açıklar Atasü: ‘Yıpratıcı bir ülkede yaşıyorlardı, küçücük aksaklıkların büyük vurgunları gizlediği, cinayetlerin faillerinin yakalanmadığı, her şeyin rastlantılara bağlı olduğu’ Hırpalayıcı bir ülkede’ (s. 58).

Hırpalanmış bir ülkenin, hırpalanmış bireylerinin sağlıklı bir toplum oluşturmaları ne derece mümkündür? Bu öykü Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk romanına öykünme olarak algılanabilir. Öykü kahramanları, Marquez’in söz konusu romanında olduğu gibi, iki eski sevgili yaşlılıklarında bir araya gelir. Atasü bunu şöyle değerlendirir: ‘Yazar ne demek istemişti? Aşkın kolera gibi berbat bir hastalık olduğunu mu? Yoksa narin bir sera bitkisi gibi ancak çok özel koşullarda yaşayabilecek kırılgan bir ilişki olduğunu mu? İki ihtiyar, dünyanın müdahalelerinden kaçınabilmek için bir tekneye sığınıyorlar, güverteye bulaşıcı hastalıklara özgü karantina bayrağı çekerek iki kişilik dünyalarını kuruyorlardı. Ne zamana kadar? Sonrası romanda yoktu. Sakın, insanların dünyasına dönmeyi reddeden ihtiyar âşıklar birlikte. Bir veda şarkısı mıydı bu belirsiz son? Mutlu bir ağıt?’ (s. 60).

‘Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık’ta da, yıllar sonra yeniden birlikte olan iki sevgili şefkati, yalnızlığı paylaşmayı keşfeder ama rastlantı ki bu öyküdeki sevgililerden biri diğerinden HIV virüsü kapar ve yine yarım kalır sonbahara ertelenmiş aşk. Öykünün sonuna yaklaşırken yer alan bir tümce bu etkiyi daha da arttırır.

‘Ömrünün sonunda, sonbaharın yazı andıran günlerinde, sessiz bir denizin kıyısında, hiçliği örten o cennette bir süre konuk olduğuna, her şeye karşın mutlu muydu?’ (s. 75).

Kitapla aynı adı taşıyan Hayatın En Mutlu An’ı 1940- 1951, 1972-1975, 1991-1994, 2002- 2007- 2009 yılları arasında geri dönüşlerle ülke panoramasını çizer. ‘Cumhuriyet’in zamanla kimsesizin kimsesi olmaktan vazgeçmesi’yle, söz konusu tarihlerde ülkede yaşanan siyasi çalkantılar, toplumsal çözülmeler, bozulmalar dile getirilir. İtiraf etmek gerekir ki, bir ülkenin yetmiş yıllık dönemini, bir öyküde böylesine net, duyarlı, yalın yansıtmak ancak usta bir yazarın harcıdır.

‘Bildiği, tanıdığı ülkesi sonuncu vefasız sevgili gibi kayıp gidiyordu ellerinden; can mı çekişiyordu, deri ve doku mu değiştiriyordu?’ (s. 101). Bu tümce, bugün yazılı ve görsel basında sürekli yapılan tartışmaların çok yalın bir özeti değil midir?

Diğer yapıtlarında olduğu gibi, bu kitabında da Erendiz Atasü‘nün kadın duyarlılığını her öyküde hissedebiliyoruz. Fakat özellikle, incelemeye çalıştığımız bu kitapta yer alan beş öyküde değinilen konulara birçok yazın insanının dile getirmeye çekindiğini göz önünde bulundurursak, burada fark etmemiz gereken özelliğin kadın duyarlılığından çok yazarın kalemini kullanma cesareti olması gerekir. Bu noktada, Marguerite Duras’ın Yazmak isimli yapıtından bir alıntıyla bu düşünceyi daha da kuvvetlendirebiliriz: ‘Aşırı ve yapma utangaçlıkla yazan ölü kuşaklar hâlâ var. Hatta gençler bile: sevimli, hiçbir uzantısı olmayan, gecesi olmayan kitaplar. Suskunluğu olmayan. Başka bir deyişle: gerçek yazarı olmayan kitaplar. Günlük kitaplar, vakit geçirten, yolculukta okunan kitaplar. Kafanızın içine kene gibi yapışan ve tüm bir yaşamın kara yasını anlatan, her düşüncenin en can alıcı noktasını yakalayan kitaplar değil’ (s. 32).

Duras’ın 1963’te yazdığı kitaptaki bu düşünceler, ülkemizde etkisini geç gösteren postmodern edebiyatı tanımlar. Oysa ülkemiz söz konusu ise, içimizi acıtan bunca olaylar yaşanırken, aydın bilinci taşıyan yazarların Duras’ın sözünü ettiği türde ürünler ortaya koyması yaşadığı çağa, insanlara haksızlık olmuyor mu? Yazarı rahatsız eden olayları okurun gözüne sokar gibi yazmaktan da söz etmiyoruz tabii. Atasü’nün kaleminin ustalığı da burada netleşiyor işte. O, yapıtlarında ideolojileri estetize ederek yazan usta kalemlerden biri olarak farklılığını kanıtlıyor.

Bir yazarın yaşadığı dönemi değil de sürekli geçmişi yazmaya çalışması, yaşadığı çağdan memnun olmadığının göstergesi, hatta yaşadığı çağdan kaçarak geçmişe sığınması değil mi? Oysa yazarın, yaşadığı dönemi, kendisini rahatsız eden olayları ve durumları yazıya dökmesi gerekmez mi? Hele ki sorunların böylesine yoğun yaşandığı, bu coğrafyaya ait bir yazarın, suya sabuna dokunmadan yazmak, duyarsız davranmak gibi bir lüksü olabilir mi? Yazarın rahatsız olduğu, içini acıtan şeyleri kaleme alması tabii ki zor ve cesaret gerektiren bir eylem, fakat yazmak da cesaret işi değil midir zaten? Hatta kimi zaman deli cesareti denilen türden!

(*) Muğla Üniversitesi Öğretim Üyesi

Hayatın En Mutlu An’ı/ Erendiz Atasü/ Everest Yayınları/ 140 s.

Kaynakça:

Yazmak, DURAS. Marguerite, Can Yayınları, Çev: Aykut Derman, 2. basım 1999, İstanbul

Sanatın Gerekliliği, FİSCHER. Ernst, Çev: Cevat Çapan, Payel Yayınları, Aralık 2005, İstanbul.

Sanat ve Sorumluluk, BAHTİN. Mihail, Ayrıntı Yayınları, 1. basım 2005, İstanbul

Huzursuzluğun Kitabı, PESSOA. Fernando, Can Yayınları 1. basım 2006, İstanbul

“Gazetecilik virüsünü kardeşime bulaştırdım annem beni haşladı”

Altan Öymen, meslekte 60. yılını doldurdu. Mekteb-i Mülkiye’ye kaymakam hayaliyle başlamıştı. Ama daha ilk sınıfta kıyısından köşesinden başladığı gazetecilikte, meslek virüsünü kapınca kaymakamlık hayali de suya düştü. Gazetecilik aşkı yüzünden okulunu da iki yıl gecikmeli bitirdi.

Miyase İlknur

Bir iki yıl önce dostlarıyla birlikte Altan Abi’nin 50. evlilik yıldönümünü kutlamıştık. Şimdi de meslekte 60. yılını kutluyoruz. Sirkülasyonun çok yoğun olduğu basın sektöründe 60. yıla merdiven dayamak kolay iş değil. Altan Öymen de mesleğe dönem dönem ara vermek zorunda kalmış. Ama ara verişler, sektörün içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanmıyor. Birincisi kurucu meclis üyeliği ve akabinde basın ataşeliği, 1977 ve 80 darbesi arasında kalan dönemde de aktif siyasete girmesi nedeniyle olmuş. 1990’ların sonrasında CHP genel başkanı seçilmesi sonrasında da yine kendi iradesiyle kısa bir ayrılık dışında mesleğini aralıksız sürdürmüş bir duayen. Öymen’le 60 yıllık bir geziye çıktık.

– Mekteb-i Mülkiyeyi okuyan biri olarak neden gazeteciliği seçtiniz?

Öymen: Kaymakam olma amacıyla bu okula girmiştim. Kaymakamlığı biraz da idealist nedenlerden dolayı istiyordum. Ama gazeteciliğe de merakım var. Tabii evdeki şartları, babamın dergi çıkarması gibi etkenler bir araya geldi ve birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim zaman bir de gazeteciliği denedim. Ama onu devamlı bir iş olarak değil de okulumu bitirene kadar yaparım diye düşünüyordum. Sonra bir girdim işin içine çıkmak mümkün değil, kaymakamlık hedefi kenarda kaldı.

– Gazetecilik virüsünü ailenize ve çevrenize de bir hayli bulaştırdınız galiba.

Öymen: Önce kardeşim Örsana bulaştırdım. Ben 1955’te Tercüman gazetesinin Ankara temsilcisiyim. Bir büromuz var. O büroya akşamları Örsan da gelirdi. O zamanlar Ankara’dan İstanbul’a telefonla haberler yazdırılıyor. Örsan’a bazen şunu telefonda okur musundiye başlayan ricalarım bir süre sonra şu basın toplantısına gider misine dönüştü. Haberleri beğeniliyordu. Dünya’nın o dönemde Ankara temsilcisi olan Oktay Ekşi, Örsan’ı transfer etti. Fakat annem Örsan’ı da bu işe bulaştırdığım için bana kızmaya başladı. Çünkü gazeteci dediğinin mesaisi belli değil, sık sık seyahate çıkıyorsun, biraz bohem takılıyorsun. Bunları düşünerek herhalde annem beni karşısına alıp Oğlum bir aileden bir tane serseri çıkması yeter, Örsanı bari teşvik etmediye haşladı. O sırada gazetecilik serserilikle eşdeğer görülüyordu demek ki.

Aysel Hanımla evlenirken kayınpederiniz de gazeteciliği meslek olarak görmemiş.

Öymen: Evet doğru. Aysel, benimle dolaşırken babasına yakalandığında evde ufak bir soruşturma geçirmiş. Babasına ilişkimizin ciddi olduğunu anlatınca o da benim mesleğimi sormuş. Aysel Gazetecideyince Kızım ben mesleğini soruyorumdemiş. O zamanlar gazetecilik bir meslek bile sayılmıyordu.

‘Yavrum gül gibi mesleğin var, ne işin var siyasette?’

– Kızınız Aslıya da virüsü siz bulaştırdınız herhalde. Aysel Hanım kızının da bu mesleği seçmesine bozulmadı mı?

Öymen: Öyle ama Aslı mesleğe başladığı yıllarda gazetecilik artık serserilik değil, tam tersine itibarlı bir meslek olarak kabul görüyordu. Aslı, Fransa’da sosyoloji okudu, Türkiye’ye döndükten sonra Günaydın’da Tahtakale söyleşileriyaparak başladı. Gazetecilik bir evrim geçirmiş ve toplumda ciddi bir iş olarak görülüyordu. 1977 yılında ben ANKA ajansının sahibi ve yönetmeniyim ve Ecevitten milletvekili adayı olmam yönünde bir teklif aldım. Ben bu teklifi kabul ettim ama ajansın abonesi olan gazete patronlarına haber vermek için İstanbul’a geldim. Önce Cumhuriyet’in patronu Nadir Nadiye gittim. O zaman Cumhuriyet’te de haftada bir iki yazım çıkıyor. Nadir Bey, beni teşvik etti ve yazmaya devam etmemi istedi. Ardından, Günaydın’ın patronu Haldun Simaviye gittim. O çalışanlarına yavrumdiye hitap ederdi. O beni dinledikten sonra Yavrum, senin gül gibi mesleğin var, ne işin var siyasette? Siyaseti işi gücü olmayan insanlar yapardedi. Gazeteciliğin gül gibi meslek olduğunu da o zaman öğrenmiş oldum.

– 1980 darbesinden sonra eski mesleğinize geri döndünüz.

Öymen: Benim kaderim iki meslek arasında gel-gitleri yaşamak oldu. 12 Eylül darbesinden sonra siyasetten yeniden gazeteciliğe avdet ettik. CHP Genel Başkanı seçildikten sonra yeniden gazetecilik mesleğine ara verip siyasete döndük. Genel başkanlıktan ayrıldıktan sonra yeniden gazeteciliğe başladık.

– Ama 12 Eylül cuntasının tebliği keyfinizi kaçırdı.

Öymen: Evet. Askeri yönetimin 52. sayılı tebliği ile 1980 öncesinde partilerde yöneticilik yapanların iç siyasetle ilgili yazı yazması yasaklandı. Cumhuriyet beni yurtdışına gönderdi. Dış ülkelerdeki toplantıların yanında bir de ülke içinde gezi röportajları yapardım. Mesela; bir Adana gezisi vardı. Yirmi gün sürdü ve önemli bir doktriner tartışma başladı. Adana kebabına soğan konur mu konmaz mı? Bunları yazıp çizerek o süreci kazasız belasız atlattık.

Zekanın 12 bileşeni

Zekâ, bilimin üzerinde en fazla durduğu ve bugüne dek en fazla tartışılan konuların başında geliyor. Tanımı hâlâ netleşmiş değil. Son günlerde İngiliz Tıp Araştırmaları Konseyi’nin Cambridge’deki Bilişsellik ve Beyin Bilimi Bölümü’nden bir ekip, tartışmaların belli bir çerçeve içinde yürütülmesi için, 20 yıllık deneyimlerine dayanarak zekâ kavramına yeni bir bakış açısı getirdiler. Bu amaçla beyindeki belli başlı merkezlerin işlevlerini baz alarak zekâyı12 bileşenine ayırdılar.

 Tarih boyunca insanlar, zekâyı ölçmek için frenoloji* gibi bilim dışı yollar da dâhil çeşitli yöntemlerden yararlandılar, fakat hepsinin bir noktadan sonra yetersiz kaldığı, ölçüm yöntemlerinin bazı koşullarda hatalı sonuçlar verdiği anlaşıldı. Kesin ve net sonuçlar veren boy veya kilo ölçümlerinin tersine, zekânın da dürüstlük, tutarlılık, iyimserlik gibi mutlak bir ölçümü yoktur. Ancak bazı insanların diğerlerinden daha zeki olduğunu anlamak zor değildir; tıpkı şişman insanı zayıf insanlardan kolayca ayırt ettiğimiz gibi…

Son yıllarda fiziksel yetenekleri ölçen testler gibi artık bilişsel yetenek farklılıklarının saptanması için de testler de geliştirilmiş durumda. 

Zekâ yeniden tanımlanıyor:

Zekâ 12 bileşenden oluşuyor!

1. Görsel-uzamsal kısa süreli bellek 

2. Uzamsal kısa süreli bellek 

3. Odaklanmış dikkat 

4. Zihinsel evirip çevirme 

5. Görsel-uzamsal kısa süreli bellek+strateji 

6. Birleştirerek, bağ kurarak öğrenme 

7. Tümdengelimli muhakeme 

8. Görsel-uzamsal işleme 

9. Görsel dikkat 

10. Sözel muhakeme 

11. Sözel kısa süreli bellek

12.Planlama

Halihâzırda zekâ nasıl ölçülüyor?

Şu anda kullanılmakta olan zekâ testlerinin pek çoğu farklı zihinsel işlevleri toplu olarak ölçer. En yaygın kullanılanı IQ testi (intelligence quotient-zekâ katsayısı) adı verilen testtir. Bu test, bugün Wechsler Yetişkin Zekâ Ölçeği’nden yararlanır. Bu testte algılama, kelime dağarcığı ve aritmetik gibi alanları kapsayan, 90 dakika süren testlerden alınan sonuçlar bir araya getirilerek nihai IQ değeri elde edilir

Zekânın bu şekilde ölçülen değerinin, iş ve okul performansı ile örtüştüğü gözleniyor. Bu nedenle IQ bir insanın ne kadar akıllı olduğu hakkında en azından genel bir fikir edinmemizi sağlıyor diyebiliriz.

Zekâyı parçalara ayırma

Orijinal Wechsler testinin 1955 yılında basılmasından bu yana, sistematik olarak zekâyı bileşenlerine ayırma girişimlerine sık sık rastlıyoruz. Bunun nedeni, birbirinden bağımsız bilişsel yeteneklerin bir araya getirilmesiyle elde edilen zekâ katsayısının mı, yoksa “genelleştirilmiş zekâ” denilen tek bir performans faktörünün mü zekâyı daha iyi temsil ettiği sorusuna yanıt bulmaktı.

Matematiksel yeteneğe sahip kişilerin, sayısal dizileri daha iyi akılda tutmak gibi işlerde de yetkin olduğunun anlaşılmasıyla genelleştirilmiş zekâ kavramı, doğdu. 1904 yılında psikolog Charles Spearman, çeşitli bilişsel işlevlerin Spearman Faktörü veya “g” olarak bilinen Genel Akıl Yeteneği’nin şemsiyesi altında toplanmış olduğunu ileri sürüyordu.

Genelleştirilmiş zekâ

Genelleştirilmiş zekâ konusundaki araştırmalar, bu kavramın, temel bilişsel performansın dışında kalan muhakeme stratejilerini kullanma yeteneğine dayandığına işaret ediyor. Örneğin, bir dizi rakamı akılda tutmaya dayanan kısa süreli bellek testlerinde, zeki insanlar numaraları 2,4,6 veya 5,7,9 gibi birbiri ile bağlantılı alt gruplara ayırma eğilimindedir. Bu tür stratejiler kısa süreli belleğin boyutunu genişletmek gibi bir amaç taşımazlar; fakat belleğin içeriğinin daha verimli bir şekilde düzenlemesinin yolunu açar.

Benzer bir muhakeme, görsel-uzamsal (visuospatial) bellek için de geçerlidir. Bu bellek, geçici olarak nesneler ve mekânlar ile ilgili bilginin depolanmasına ve işlemden geçirilmesine yarar. Örneğin, uzun bir diziyi alt gruplara bölmek (chunking: Bilgiyi daha iyi bilinen alt gruplar halinde organize etmek) satranç oyuncularının 100.000 konfigürasyonu ezberleyebilmesini sağlar ve her bir hamleyi uzman olmayanlara göre daha iyi aklında tutabilmesinin yolunu açar.

Spearman’dan bir yüzyıl sonra bile genelleştirilmiş zekâ üzerinde tartışmalar sonuçlanmış değil. Bu arada bazı psikologlar, ısrarla farklı zihinsel işlevleri yürütme yetenekleri arasında bir korelasyonun bulunmadığını ileri sürüyor.

20 yıllık araştırmaya dayanan test çözümleri 

Şimdi İngiltere Cambridge’deki Tıp Araştırmaları Konseyi’nin Bilişsellik ve Beyin Bilimleri Bölümü’nden bir ekip 20 yıllık araştırmalarından elde ettikleri sonuçlara dayanarak, zekânın en az sayıda test ile nasıl ölçülebileceğini araştırıyorlar. Burada amaç, test sayısını olabildiğince az tutmak, ölçülen bilişsel yetenek sayısını en yüksek düzeye çıkartmak. Bu arada beynin anatomisini de göz önünde bulunduran bilim insanları serebral korteksin (Korteks kelimesi Latince “kabuk” kelimesinden gelir. Kalınlığı 2-6 mm arasındadır) belli başlı bölgeleri ile bu yetenekler arasında bir ilişki kurmaya çabalıyor. Beynin bu dış kabuğu yüksek zihinsel işlevlerden sorumludur. Belli başlı bölümleri frontal, temporal, oksipital, parietal ve serebellum bölümlerdir (Bknz: Şekil 1). Cambridge’li bilim insanlarına göre zekâyı oluşturan 12 yapı taşı şöyle.

1-Görsel-uzamsal kısa süreli bellek 

Hiç tanımadığınız bir çevrede yolunuzu bulmaya çalışırken görsel-uzamsal belleğinizden yararlanırsınız. Zekânın bu bileşeni günlük olarak yaptığımız pek çok işte bize yol gösterir. Araba kullanırken, diğer sürücülerin izleyeceği yol hakkında tahminlerde bulunurken, arabayı nerede park ettiğinizi hatırlarken vb…

Bu, çevremizdeki nesnelerin konumları ile ilgili bilgiyi kısa süreli belleğe depolama ve ihtiyacımız olduğunda geri çağırma konusundaki yeteneğimiz ile ilgilidir. Bu yeteneğin ne denli önemli olduğu, buna sahip olmama durumunda yaşayacağımız kaosu düşündüğümüzde daha iyi anlaşılır. Atalarımız bu yetenekleri sayesinde yiyeceklerini depoladıkları yerleri, yaşadıkları mağarayı, bol meyve veren ağaçları unutmama başarısını göstermişlerdi.

İlgili beyin bölgesi: İnsanlar görsel-uzamsal kısa süreli bellekleri ile ilgili işlere kalkıştıklarında, gözlerin birkaç cm arkasındaki ventrolateral frontal korteks bölgesinin, özellikle de beynin sağ yarısının, beynin arka ve tepe bölgesindeki parietal lobun faaliyeti artar.

2- Uzamsal kısa süreli bellek 

100 daireli bir apartmanın bir odasında, içi altın dolu bir kasanın saklanmış olduğunu ve sizin de bu kasanın peşinde olduğunuzu varsayın. En iyi strateji nedir?

Seçeneklerden biri hazineyi gelişigüzel bir şekilde aramaktır. Ancak bu strateji kısa süreli bellek üzerinde büyük bir yük oluşturur, çünkü ziyaret ettiğiniz her daireyi hatırlamak zorunda kalmak gerçekten çok zordur. Oysa doğru olanı aramayı bir düzen içinde yürütmektir; bir dairedeki odaları tümüyle aramadan diğerine geçmezsiniz; ayrıca bir kattaki daireleri bitirmeden başka katları aramazsınız. Bu şekilde bulunduğunuz yerin izini hiçbir zaman kaybetmezsiniz.

İlgili beyin bölgesi:  Frontal lop bölgesi hasarlı kişiler, karmaşık ortamlarda belirli bir noktayı bulma konusunda büyük sıkıntı yaşarlar. Bu da frontal lobun belleğin düzenlenmesiyle ilgili olduğunu gösteriyor. Posterior parietal lop da frontal loba destektir.

3- Odaklanmış dikkat

Bir sözcüğü okuduğunuz zaman, sözcüğün otomatik olarak kafanızda tekrar edildiğini duyarsınız. Bu, öğrenilmiş veya öncelikli tepkiye bir örnektir. Bu öyle bir temel tepkidir ki baskılanması neredeyse olanaksızdır. Baskılamaya kalktığınızda, dikkat ve yoğunlaşma gerektirir. Bu ikisi de odaklanmış dikkatin temelini oluşturur.

Öğrenilmiş bir tepkiyi baskılama yeteneği Stroop Etkisi adı verilen test ile ölçülür. Tipik bir Stroop Testi’nde amaç refleksin yanıltılmasıdır. Örneğin “yeşil” sözcüğü kırmızı mürekkep ile yazılır. Testi çözmeye çalışan kişi bu durumda, sözcüğü okuyacağı yerde mürekkebin renginin adını söyler.

İlgili beyin bölgesi: Bu oldukça karmaşık bir süreçtir, dolayısıyla beynin aynı anda farklı bölgeleri devreye girer. Örneğin sağ frontal korteksi hasarlı kişilerin bu testi çözerken zorluk çektiği görülüyor.

4- Zihinde evirip çevirme

Yolunuzu bulmak için bir haritaya bakarken, gideceğiniz yönü daha anlamlı kılmak için fiziksel olarak kendi yörüngenizde döner misiniz, yoksa dönme işlemini zihninizde yapabilir misiniz? Zekânın bu bileşeni navigasyon ve nesneleri farklı açılardan görme yeteneği ile ilgilidir. Günlük yaşantımızda sıklıkla kullanmak zorunda kaldığımız bir yetenektir. Örneğin evimizin yolunu bulmak, tanıdık nesneleri alışılmadık pozisyonlarda tanımak gibi…

İlgili beyin bölgesi: Beynin arkasında ve tepesindeki superior parietal korteks bölgesi bu işlemle ilgilidir.

5- Görsel-uzamsal kısa süreli bellek+strateji

Bu yetenek yalnızca görsel-uzamsal kısa süreli belleği değil, hedefin peşine düşmek için stratejiler geliştirmeyi ve uygulayabilmeyi de gerektirir.

İlgili beyin bölgesi:  Birinci bileşenle aynıdır. Ancak daha karmaşık bilgilerin depolanmasını ve bunlara ulaşmayı hızlandıran ve kısaltan stratejilerin geliştirilmesini gerektiren koşullarda, frontal lobun daha büyük bir bölgesi ve şakakların arkasındaki dorsolateral frontal korteks adı verilen parietal lop devreye girer.

6- Birleştirerek, bağ kurarak öğrenme 

İnsanları ve telefon numaralarını eşleştirmek gibi her gün belleğimizdeki bilgiler arasında bağ kurarız. Bu işlem bellekteki iki unsurun birleştirilmesine dayandığı için psikologlar bu süreci bağ kurarak öğrenme olarak nitelendiriyor. Kısaca bu yetenek birbiriyle ilgili kavramlar arasında bağ kurmayı sağlar.

İlgili beyin bölgesi: Eşleştirme beyinde iki ağı harekete geçirir. Parietal lop uzamsal bilgiyi işleme sokarken, temporal lobların dış kısımları nesnelerin anımsanması ve kavranması ile ilgilidir.

7- Dedüktif (Tümdengelimli) muhakeme

Bir dizi şekil arasında farklı olanın tespiti klasik bir muhakeme testidir. En basitinden 5 dairenin yanına kare geldiği zaman yanıt basittir. Ancak şekillerdeki çeşitlilik arttıkça, farklı olanı bulmak için aynı anda bilginin farklı yönlerinin değerlendirilmesi gerekebilir. Bu işleme tümdengelimli muhakeme adı verilir.

İlgili beyin bölgesi: Bu yeteneği ölçen testler frontal lobların arka ve dış yüzeyinde kendine özgü bir hareketlilik şekli oluşturur. Son yapılan araştırmalara göre bu bölgeleri hasar gören insanların farklılığı bulma konusunda çok büyük zorluk çektiği gözlenmiş.

8- Görsel-uzamsal işleme

Atalarımız hayatta kalma başarılarını, karmaşık bir çevrede önemli bir şekli saptama yeteneklerine borçludur. Bir aslanın uzun otlar arasında size yavaşça yaklaştığını veya bir dalın üzerinde dolgun bir meyvenin sallanmakta olduğunu varsayın. Bu süreçte zekânızın görsel-uzamsal işleme yeteneğini kullanırsınız. Bu yetenek günümüzde de çok yararlıdır. Örneğin yanmakta olan bir evde olduğunuzu ve kapıyı açıp kaçmak için anahtarınızı bulmak zorunda kaldığınızı varsayın. Bir taraftan alevler yaklaşmakta, siz ise diğer anahtarların arasında doğru anahtarı bulmaya çalışmaktasınız. İşte sizi kurtaracak olan bu yeteneğinizdir.

İlgili beyin bölgesi:  Parietal korteks ve beynin arkasındaki oksipital lobdaki yüksek görsel bölgeler bu işlemlerden sorumludur.

9- Görsel dikkat

“RESİMLER ARASINDAKİ FARKI BULUN” tarzı bulmacalara gazete ve dergilerde sıklıkla rastlarız. En genel şekliyle, aynı görüntünün çok az farklı iki versiyonu yan yana konur ve sizden aradaki farkları bulmanız istenir. Bu, karmaşık görüntüler üzerine dikkatinizi yoğunlaştırmanızı gerektiren algısal bir iştir.

İlgili beyin bölgesi:  Beynin arkasındaki ve en altındaki görsel bölgeler bu işlerden sorumludur.

10- Sözel muhakeme

Size A’nın B’den büyük ve C’nin A’dan büyük olduğu söylenirse, sözel muhakemeniz size C’nin B’den büyük olduğunu söyler. Bu yetenek 1968 yılında Alan Baddeley tarafından geliştirilen Gramer Muhakeme Testi yardımı ile ölçülür.

İlgili beyin bölgesi:  Muhakeme gerektiren işler dorsolateral frontal korteksi harekete geçirir. Bu bölge frontal lobun dış yüzeyi üzerindedir.

11- Sözel kısa süreli bellek

Telefon ederken aklınızda yeni bir numara tuttuğunuz zaman bu yeteneğinizden yararlanırsınız. Bir miktar sözel bilgiyi, gerektiği sürece belleğinizde tutmaya yarayan bu yetenek, avukatların, bürokratların ve elektronik eşya üreticilerinin kullanmaktan hoşlandıkları jargondan anlam çıkartmanıza da yardımcı olur.

İlgili beyin bölgesi: Frontal korteksin özellikle sol yarıküresindeki ventrolateral bölgesi sorumludur. Ventrolateral frontal korteks, kısa süreli anıların kaydedilmesinde ve lazım olduğu zaman da geri çağrılmasınd kritik bir rol oynar.

12- Planlama

Pek çok eylem doğru sıra ve düzen içinde yapılmalıdır. Pasta yapmak için önce içine koyacaklarınızı satın almalısınız; alışverişe çıkarken cüzdanınızda para olup olmadığını kontrol etmelisiniz; duvarları boyamadan önce delikleri kapatmalısınız.

Planlama yaparken son derece karmaşık bir bilişsel süreç işbaşındadır. İlk önce hedefin başlangıç ve sonuç noktaları ile ilgili bir düzenleme yaparsınız. Daha sonra bu iki noktayı birleştirmek için en uygun yolu bulup, olasılık hesaplarını yaparsınız. Bilişsel planlama insanları hayvanlardan ayıran son derece gelişmiş bir yetenektir; hayvanların çok azının gerçek planlama yaptıklarına ilişkin belge mevcuttur.

İlgili beyin bölgesi: Frontal lop planlama için en önemli bölgedir. 1930’lu yıllarda nöroşirurjist Wilder Penfield, kızkardeşinin frontal lobundaki bir tümörü çıkarttı. Bu, kadının davranışlarında çok büyük farklılıklara yol açtı. Örneğin bazı yemekleri pişirmekle birlikte, tam bir öğünü planlayamıyordu. Son yıllarda beyin taramaları, planlamanın beynin çeşitli bölgeleri arasında sağlam bir ağ olması gerektirdiğini gösteriyor. Bu bölgelerin başında beynin tepe ve ortasındaki ilave motor alanı, posterior parietal bölgeler ve beyincik geliyor.

Kaynak: New Scientist, 30 Ekim 2010

*Frenoloji: 1810’da Gall tarafından ortaya atılan teori. Buna göre, insanların zihinsel yeteneklerinin beynin belirli bölgelerinde toplandığı ve kafatasının buna göre biçimlendiği, dolayısıyla kafatasının bu merkezleri örten kısımları da ona göre şekillendiği ileri sürülmektedir. Bu bölgelerin incelenmesiyle bir kişinin yeteneklerinin belirlenebileceği kabul edilmektedir.

2010 yılı Nobel Barış Ödül töreni iptal edilebilir. Nedeni ödüle layık görülen Çinli muhalif yazar Liu Xiaobo’nun ödülü teslim alamayacak olması.

 2010 Nobel Barış Ödül töreni tehlikede… Nedeni, ödülü teslim alacak kimse olmaması.

Zira Ödüle layık görülen Çinli muhalif politikacı Liu Xiaobo hapiste… Eşi Liu Xia da polis gözleminde ev hapsinde…

Yani sahibi dışında yalnız aile fertlerine verilen ödülü alacak kimse yok.

İnsan hakları savunucusu ve yazar Liu Xiaobo geçen ay demokrasi yanlısı yazılarıyla Nobel Barış ödülüne layık görülmüştü.

Ancak barış ödülüne sahip olduğu ilan edildiğinde, o Çin Halk Cumhuriyeti hapishanesinde demokrasi savaşının bedelini ödüyordu.

Çin’in tek parti sistemine karşı, demokrasi yanlısı yazıları nedeniyle 2009’da 11 yıllık hapis cezasına çarptırılmıştı.

Ödülün açıkladığı günden itibaren de eşi Liu Xia ev hapsine mahkum edilmişti.

Cezasının tamamlanmasına daha 10 yıl var. Bu durum da 2010 töreninin iptalini gündeme getirdi.

Norveç Nobel Komitesi Başkanı Jaglan, ödülü teslim alacak kimse olmadığından törenin iptal edilebileceğini söyledi:

“Oslo’ya gelmeleri mümkün değil gibi. Bu yüzden ödülü hiç kimse alamayacak. Ama Liu Xiaobo yazılarıyla aramızda olacak. Çok güzel metinleri var. Tören boyunca biri yazılarını okuyacak.”

Çin, diğer ülkelere de Nobel Barış ödülünü boykot etme çağrısı yaptı. 

Rusya, Küba, Kazakistan, Fas ve Irak törene katılmayacaklarını resmen açıkladı, ancak neden belirtilmedi.  1936 yılında Nobel Barış ödülünün sahibi Alman gazeteci Carl von Ossietzky de törene katılamamış, Nazi Almanyası’nı terk etmesine izin verilmemişti.