‘Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de, duyguların ifadesi olarak görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır.’
Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa
Hayatın En Mutlu An’ı’ndaki ilk öykü ‘Hanımefendi ile Kocakarı’da, hanımefendilikten kocakarılığa varan değişim, dönüşüm, acizleşme, aşağılanma irdeleniyor. Görkemli bir yaşamdan sonra yaşlılıkla gelen yalnızlık ve acizliğin hüznü söz konusu olan. Bu öyküde insanın doğası ile eşyanın doğası arasındaki koşutluk oldukça iyi işlenmiş. Hanımefendinin yaşlanıp kocakarılığa indirgenmesi, bakıcı kadın Hasene’nin de hanımefendinin ölümünden sonra evi terk etmeyip bakıma muhtaç evle birlikte tükenişe geçmesi dikkat çekici. Bu öyküdeki üçüncü kadın yazar-anlatıcı da bu tükenişe kadın duyarlılığıyla katlanamaz ve üç yıldan sonra bir daha anne, babasından kalma yazlığa gitmemeye karar verir.
Kapitalizm durağındaki durum
‘Üniformalı Adam’da, darbe dönemi işkence görmüş bir kadın, cezaevinden tahliye edildiği gün, bir başka siyasi mahkûmun yakını olan askerle tanışır ve âşık olur. Askerler tarafından işkence gören bir kadının gün gelip bir askere âşık olması öyküdeki karşıtlığı oluşturur. Bu karşıtlıkla ikiye bölünen benlik; kadının gençliği ve yaşlılığı da çelişkiler yaşar ve hesaplaşmalar başlar. Gençliğin saflığı, masumiyeti, heyecanı ve cesareti, yaşlılığın deneyimleriyle yeniden yorumlanır.
‘Fikir Ayrılığı’nda, Nezir, Bediz ve Merih üç yazar arkadaştır. Nezir: Öç alıcı, zeki, acı çekmeye tutkun. Bediz: Rüzgârın yönüne göre hırçınlığı artan biri, durup düşünse, çevresine baksa, rüzgârın neden yön değiştirdiğini kavrayabilir. Ama bakmıyor. Başkalarını suçluyor.
Merih: Yaşlılığın arifesinde. Bu öyküde yer alan üç yazar arasında gelişen olaylarla, edebiyatçıların toplumsal sorunlara giderek duyarsızlaşması irdeleniyor: ‘Edebiyat dünyasındakiler yalnızca ekranlarla ilgiliydiler; ne lav dolu mağaramsı derinlikler, ne yer üstünde gitgide yayılan, ıstırapla kanayan çaresizlikler’ Hiçbiri ilgilerini çekmiyordu’ (s. 45).
Aslında bu durum kapitalizmin dünyayı getirdiği noktadır. Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği‘nde bu durumu şöyle açıklar: ‘Kapitalist düzen sanatı afyon olarak çoğaltmanın kazanç olanaklarını hemen sezdi (…) Kapitalist düzende sanat artık pazarlanan ürün haline gelmiştir. Bu düzene karşı çıkan insanların hırpalanmaması olası değildir.’ Atasü ‘Fikir Ayrılığı’ öyküsünde bunu şöyle dile getirir: ‘Yalnızlaştıkça, kendiyle daha sık ve daha açık yüzleşir olmuştu. Bu bir bakıma insanı tanımaktı. Onun kuşağı hırpalanmış bir kuşaktı; erken ölümlerle bir bir yitip gitmişlerdi. Kendini bomboş hissediyordu; onca duyguya ne olmuştu! Yaşlanmak böyle bir uzaklık mı koyuyordu kişiyle yaşanmışlık arasına. Yoksa bu boşluğu yaratan yazmak mıydı?’ (s. 35).
Aydın bir insan olarak, bu düzende yalnızlaşan bireyi anlatıyor. Hele bu bir de yazan bir bireyse, ‘insanın kendine yabancılaşmasının bilinciyle’ daha bir yalnızlaşıyor insan. Bu düzende ayakta kalmanın olabilirliğini şöyle açıklıyor: ‘Uzun sözün kısası, kendini yenilemesini bilen ayakta kalır, yayın piyasasında da bu böyledir, hayatın diğer alanlarında da. Sanatçı yalnız insandır, kimseye borcu yoktur, kendinden başka’ (s. 39).
Marguerite Duras ise ‘Yazmak’ adlı yapıtında bu yalnızlığı şöyle tanımlar: ‘Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır’ (s. 16).
Atasü’nün bu öyküsünde yer alan, günümüz yayıncılarına, editörlerine dair eleştiri de dikkate değerdir. ‘Onur konuklarının gediklisi, son yirmi yılda hiçbir kitabı başından sonuna okumadığı rivayet edilen bir edebiyatçı’ sözleriyle, içinde bulunduğu yazın dünyasına iğneyi değil çuvaldızı batırır, iğneyi de okura tabii! Bu öyküde, çok büyük kayıplar verilen 1999 depreminde, devletin ve aydınların duyarsızlığının vurgulanması, yazarın yaşadığı topluma sorumluluğunun bilincinde olduğunun göstergesidir.
Sonbahara ertelenmiş aşk
Kapitalist düzendeki koşulların ağırlığından bireylerin birbirine tahammülleri gittikçe azalır. Birey, ağır toplumsal koşullar nedeniyle yaşamı paylaşmaktan kaçınır, tüketim toplumunun kışkırtıcılığıyla doyumsuzlaşır ve giderek yalnızlaşır. Ülke koşullarını bu öyküde şöyle açıklar Atasü: ‘Yıpratıcı bir ülkede yaşıyorlardı, küçücük aksaklıkların büyük vurgunları gizlediği, cinayetlerin faillerinin yakalanmadığı, her şeyin rastlantılara bağlı olduğu’ Hırpalayıcı bir ülkede’ (s. 58).
Hırpalanmış bir ülkenin, hırpalanmış bireylerinin sağlıklı bir toplum oluşturmaları ne derece mümkündür? Bu öykü Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk romanına öykünme olarak algılanabilir. Öykü kahramanları, Marquez’in söz konusu romanında olduğu gibi, iki eski sevgili yaşlılıklarında bir araya gelir. Atasü bunu şöyle değerlendirir: ‘Yazar ne demek istemişti? Aşkın kolera gibi berbat bir hastalık olduğunu mu? Yoksa narin bir sera bitkisi gibi ancak çok özel koşullarda yaşayabilecek kırılgan bir ilişki olduğunu mu? İki ihtiyar, dünyanın müdahalelerinden kaçınabilmek için bir tekneye sığınıyorlar, güverteye bulaşıcı hastalıklara özgü karantina bayrağı çekerek iki kişilik dünyalarını kuruyorlardı. Ne zamana kadar? Sonrası romanda yoktu. Sakın, insanların dünyasına dönmeyi reddeden ihtiyar âşıklar birlikte. Bir veda şarkısı mıydı bu belirsiz son? Mutlu bir ağıt?’ (s. 60).
‘Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık’ta da, yıllar sonra yeniden birlikte olan iki sevgili şefkati, yalnızlığı paylaşmayı keşfeder ama rastlantı ki bu öyküdeki sevgililerden biri diğerinden HIV virüsü kapar ve yine yarım kalır sonbahara ertelenmiş aşk. Öykünün sonuna yaklaşırken yer alan bir tümce bu etkiyi daha da arttırır.
‘Ömrünün sonunda, sonbaharın yazı andıran günlerinde, sessiz bir denizin kıyısında, hiçliği örten o cennette bir süre konuk olduğuna, her şeye karşın mutlu muydu?’ (s. 75).
Kitapla aynı adı taşıyan Hayatın En Mutlu An’ı 1940- 1951, 1972-1975, 1991-1994, 2002- 2007- 2009 yılları arasında geri dönüşlerle ülke panoramasını çizer. ‘Cumhuriyet’in zamanla kimsesizin kimsesi olmaktan vazgeçmesi’yle, söz konusu tarihlerde ülkede yaşanan siyasi çalkantılar, toplumsal çözülmeler, bozulmalar dile getirilir. İtiraf etmek gerekir ki, bir ülkenin yetmiş yıllık dönemini, bir öyküde böylesine net, duyarlı, yalın yansıtmak ancak usta bir yazarın harcıdır.
‘Bildiği, tanıdığı ülkesi sonuncu vefasız sevgili gibi kayıp gidiyordu ellerinden; can mı çekişiyordu, deri ve doku mu değiştiriyordu?’ (s. 101). Bu tümce, bugün yazılı ve görsel basında sürekli yapılan tartışmaların çok yalın bir özeti değil midir?
Diğer yapıtlarında olduğu gibi, bu kitabında da Erendiz Atasü‘nün kadın duyarlılığını her öyküde hissedebiliyoruz. Fakat özellikle, incelemeye çalıştığımız bu kitapta yer alan beş öyküde değinilen konulara birçok yazın insanının dile getirmeye çekindiğini göz önünde bulundurursak, burada fark etmemiz gereken özelliğin kadın duyarlılığından çok yazarın kalemini kullanma cesareti olması gerekir. Bu noktada, Marguerite Duras’ın Yazmak isimli yapıtından bir alıntıyla bu düşünceyi daha da kuvvetlendirebiliriz: ‘Aşırı ve yapma utangaçlıkla yazan ölü kuşaklar hâlâ var. Hatta gençler bile: sevimli, hiçbir uzantısı olmayan, gecesi olmayan kitaplar. Suskunluğu olmayan. Başka bir deyişle: gerçek yazarı olmayan kitaplar. Günlük kitaplar, vakit geçirten, yolculukta okunan kitaplar. Kafanızın içine kene gibi yapışan ve tüm bir yaşamın kara yasını anlatan, her düşüncenin en can alıcı noktasını yakalayan kitaplar değil’ (s. 32).
Duras’ın 1963’te yazdığı kitaptaki bu düşünceler, ülkemizde etkisini geç gösteren postmodern edebiyatı tanımlar. Oysa ülkemiz söz konusu ise, içimizi acıtan bunca olaylar yaşanırken, aydın bilinci taşıyan yazarların Duras’ın sözünü ettiği türde ürünler ortaya koyması yaşadığı çağa, insanlara haksızlık olmuyor mu? Yazarı rahatsız eden olayları okurun gözüne sokar gibi yazmaktan da söz etmiyoruz tabii. Atasü’nün kaleminin ustalığı da burada netleşiyor işte. O, yapıtlarında ideolojileri estetize ederek yazan usta kalemlerden biri olarak farklılığını kanıtlıyor.
Bir yazarın yaşadığı dönemi değil de sürekli geçmişi yazmaya çalışması, yaşadığı çağdan memnun olmadığının göstergesi, hatta yaşadığı çağdan kaçarak geçmişe sığınması değil mi? Oysa yazarın, yaşadığı dönemi, kendisini rahatsız eden olayları ve durumları yazıya dökmesi gerekmez mi? Hele ki sorunların böylesine yoğun yaşandığı, bu coğrafyaya ait bir yazarın, suya sabuna dokunmadan yazmak, duyarsız davranmak gibi bir lüksü olabilir mi? Yazarın rahatsız olduğu, içini acıtan şeyleri kaleme alması tabii ki zor ve cesaret gerektiren bir eylem, fakat yazmak da cesaret işi değil midir zaten? Hatta kimi zaman deli cesareti denilen türden!
(*) Muğla Üniversitesi Öğretim Üyesi
Hayatın En Mutlu An’ı/ Erendiz Atasü/ Everest Yayınları/ 140 s.
Kaynakça:
Yazmak, DURAS. Marguerite, Can Yayınları, Çev: Aykut Derman, 2. basım 1999, İstanbul
Sanatın Gerekliliği, FİSCHER. Ernst, Çev: Cevat Çapan, Payel Yayınları, Aralık 2005, İstanbul.
Sanat ve Sorumluluk, BAHTİN. Mihail, Ayrıntı Yayınları, 1. basım 2005, İstanbul
Huzursuzluğun Kitabı, PESSOA. Fernando, Can Yayınları 1. basım 2006, İstanbul