Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Aysegul C.U" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Zayıflarken bilimsel yöntemleri tercih edin

Uzmanlar, zayıflamak isteyen kişilerin bilimsel yöntemleri tercih etmesi gerektiğini, doktor, diyetisyen ve psikolog eşliğinde bir programla diyet yapmaları gerektiğini söylediler.

Estethica Cerrahi Tıp Merkezi’nden Uzman Psikolog Banu Akman Şahin, zayıflamada multidisipliner yöntemlerin çok önemli olduğunu belirterek, özellikle obezite tedavisinde buna daha çok dikkat edilmesi gerektiğini söyledi. Şahin, obez olan birinin diyet programında doktor, diyetisyen ve psikolog desteğinin çok önemli olduğuna dikkat çekerek “Ayrıca kadın doğum uzmanı, kardiyolog, endokrinolog da gerektiğinde ekibe dahil olmaktadır. Kişinin beslenme programı oluşturulurken dikkat edilmesi gereken birçok önemli nokta vardır. Bunlar; tedavi öncesi yapılan sağlık testleri (kan bulguları, ultrason, EKG gibi), varsa kişinin daha önceden kullandığı ilaçlar, ekonomik ve sosyal durum, iş hayatı, beslenme alışkanlıkları ve fiziksel aktivite düzeyidir” dedi.

Şahın, zayıflamak isteyenlerin önce doktorla görüştüğünü, zayıflamaya engel bir durum olup olmadığına bakıldıktan sonra gerekli tahlillerin istendiğini ve buna göre bir tedavi yönteminin uygulandığını söyledi.

Kademeli olarak, kişinin her geldiği seansta beslenme alışkanlıklarında düzeltmeler yapıldığını, kişiye ‘yeterli ve dengeli beslenme’nin öğretildiğini anımsatan Şahin, “Her hafta duruma göre gerekli olan besin gruplarında ayarlama yapılır yani arttırma ya da azaltma yoluna gidilir. Bazı besinler, kişinin sağlık problemleri göz önünde bulundurularak bir süreliğine veya tamamen sınırlandırılır. Bu gıdaların yerine kullanılabilecek uygun alternatifler üretilmeye çalışılır” diye konuştu.

Asıl önemli olanın kilo kaybından sonra kaybedilen kilonun tutulması olduğunu ifade eden Şahin, kişiye kazandırılan kendine özgü beslenme alışkanlığının, kişi hayata adapte edebilmesi gerektiğini, bu nedenle kişinin mutlaka psikolojik destek alması gerektiğini söyledi. Şahin, özetle şunları söyledi:

“Obezite tedavisinde takibin, psikolog eşliğinde olması gerekir. Kişinin beslenme alışkanlığını oturtması, elde edilen vücut ağırlığı kaybının korunması adına önemlidir. Diyet yapmanın yani sağlıklı ve düzenli beslenmenin en önemli adımı hayatımızı gözden geçirmeyi ve bazı alışkanlıklarımızı değiştirmeyi gerekli kılar.

Beslenme alışkanlıklarının ve yerleşmiş düşüncelerin değişmesi ancak bu konuda uzman bir psikolog yardımıyla söz konusu olabilir. Genelde kilolar fiziksel nedenleri elimine edildiğinde duygusal, ruhsal veya cinsel anlamda yaşanan boşlukların görüntüleridir. Bu nedenle gerçekte altta yatan nedenleri keşfetmek, kişinin kendini tanıması, yemeğe neden olan faktörleri anlamak önemlidir.

Beslenme ve diyet uzmanı tarafından kısa süreli uygulanmak üzere verilmeyen, kişilerin kendince yaptığı “şok diyetlerde” genelde uzun süren açlıklar ya da çok sınırlı yemek söz konusudur. Fiziksel olarak vücudu zorlayan bu tür yanlış beslenmelerin ardından eğer kişinin geçmişinde depresyon panik bozukluk gibi bir psikolojik problem varsa tetiklenmesi söz konusu olabilir.”

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca Türk halkına müzeleri sevdirmek amacıyla 2008 yılında başlatılan proje kapsamında, cebinde ”Müze Kart” bulunan kişi sayısı 2 milyona yaklaştı.

Ankara– Elektronik gişe sisteminin bulunduğu 20 müze ve örenyerinde 2010 yılı Ocak-Ekim döneminde müze kartlı ziyaretçi sayısı geçen yılın aynı aylarına göre yüzde 17 artarak 449 bin 412’ye ulaştı. Yılın 10 ayında müze kartla en fazla ziyaretçiyi sırasıyla Mevlana ve Ayasofya müzeleri, Alanya Kalesi ile St. Jean Anıtı aldı. 9 günlük Kurban Bayramı tatilinde de müze kartlı ziyaretçi sayısında yüzde 210’luk bir artış kaydedildi.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü (DÖSİMM) Müdür Yardımcısı Murat Usta, yaptığı açıklamada Türk halkının kültürel varlıklara ve müzelere ilgisinin zayıflığı konusunda genel bir algı bulunduğunu, ancak olanak ve koşulların sağlanması halinde sonucun değiştiğini söyledi.

Bakanlık tarafından 2008 yılında başlatılan Müzekart uygulamasının da bunun en güzel örneklerinden biri olduğunu ifade eden Usta, proje başlangıcından 6 Aralık 2010 tarihini kapsayan sürede cebinde müze kartı bulunan kişi sayısının 1 milyon 863 bin 130’a ulaştığını bildirdi.

Müze müze gezdiren karta ilginin her geçen gün arttığını vurgulayan Usta, ”Yılın 10 ayındaki veriler gösteriyor ki insanımız artık müze ziyareti yapıyor. Özellikle Kurban Bayramı tatilinde yaşanan ziyaretçi trafiği dikkat çekici” dedi.

Şu anda elektronik gişe sistemi bulunan 20 müze ve örenyerindeki ücretli, ücretsiz, seyahat acentesi marifetiyle ve müze kartla gelen ziyaretçilerin bilgilerine ulaşabildiklerini belirten Usta, 2009 yılında Ocak-Ekim döneminde 384 bin 676 olan müze kartlı ziyaretçi sayısının 2010 yılında aynı aylarda yüzde 17’lik artışla 449 bin 412’ye ulaştığını kaydetti.

Müze kartla en çok ziyaret edilen müzenin yüzde 69’luk artışla Mevlana Müzesi olduğunu bildiren Usta, bunu sırasıyla Ayasofya, Alanya Kalesi’nin izlediğini belirtti.

Bayramda müze kartlı ziyarette yüzde 210’luk artış

Kurban Bayramı’nda kaydedilen verilerin de kendilerini çok sevindirdiğini ifade eden Usta, 9 günlük tatilde bir yerden bir yere giden ya da yaşadığı şehirdeki müzeyi ziyaret eden kişi sayısının arttığını dile getirdi.

Usta, ”Başka bir 9 günle kıyasladığımızda yüzde 41’lik bir artışla bayram tatilinde 381 bin 673 kişi elektronik gişe sisteminin bulunduğu 20 müze ve ören yerini gezmiş. Ücretli ziyaretçi sayısı bu dönemde yüzde 32, ücretsiz ziyaretçi sayısı yüzde 72, grup seyahat acenta ziyaretçisi yüzde 15 artmış” diye konuştu.

Bayram tatili döneminde en dikkat çekici verinin müze kartlı ziyaretçi sayısında olduğunu kaydeden Usta, şunları kaydetti: ”DÖSİMM’in verilerine göre 9 günlük Kurban Bayramı tatilinde, müze kartlı ziyaretçi sayısında yüzde 210’luk bir artış oldu. Elektronik gişe sisteminin olduğu 20 müze ve örenyerine 9 günlük sürede müze kartla 58 bin 797 ziyaretçi geldi. Verilere göre, 9 günlük sürede 65 bin 211 kişi ile en çok ziyaretçiyi Topkapı Sarayı aldı. Bunu sırasıyla 57 bin 97 kişiyle Ayasofya Müzesi, 28 bin 467 ile Mevlana Müzesi takip etti.

Topkapı Sarayı’na Müzekartla gelen ziyaretçi sayısında da gözle görülür bir artış kaydedildi. Bayram tatilinde cebinde müze kartı olan 12 bin 252 kişi Topkapı Sarayı’nı gezdi. Müzekartlı ziyaretçi sayısı Ayasofya Müzesi’nde 11 bin 331, Efes Örenyeri de 7 bin 619 kişi olarak kaydedildi.”

Ocak-Ekim dönemi ziyaretçi sayıları

Yılın 10 ayında elektronik gişe sisteminin bulunduğu 20 müze ve ören yerine 4 milyon 890 bin 59 ücretli, 2 milyon 415 bin 408 ücretsiz, 6 milyon 183 bin 631 grup ve seyahat acentesi, 449 bin 412 müze kartlı ziyaretçi geldi.

Ocak-Ekim aylarında 13 milyon 938 bin 510 kişi elektronik gişe sistemi bulunan müze ve ören yerini ziyaret ederken, bu rakam geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 20’lik bir artış gösterdi.

Yılın 10 ayında en fazla ziyaretçiyi Topkapı Sarayı alırken, bunu Ayasofya Müzesi, Efes Örenyeri ve Mevlana Müzesi takip etti. Topkapı Sarayı’nı 2 milyon 818 bin 147, Ayasofya Müzesi’ni 2 milyon 391 bin 189, Efes Örenyeri’ni 1 milyon 667 bin 546, Mevlana Müzesi’ni de 1 milyon 435 bin 31 kişi gezdi.

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı tüm müze ve örenyerlerindeki ziyaretçi sayısı da yılın 10 ayında 22 milyon 706 bin 176 olarak belirlendi.
 

Saatlerin arasında geçen zaman

Dolmabahçe Sarayı’nda saat tıkırtıları… Hem saatlerin hem de müzenin onarımı için 2009 yılında 1 yıllığına kapatılan Dolmabahçe Saat Müzesi, şimdi ziyaretçilerini bekliyor.

Dolmabahçe Sarayı Harem Bahçesi’nde bulunan eski İç Hazine binasındaki müze, önüne yapılan çiçek saati ve cephe saati ile tam bir saatleri ayarlanmış enstitü”. İçinde Milli Saraylar koleksiyonundan aralarında Süleyman Lezizin astronomik saati, Mehmet Şükrünün türbülon eşapmanlı saati, George Priorun otomatlarının da yer aldığı 75 saat sergileniyor. Çoğu müzikli, kronometre, eşapmanlı, çeyrek çalarlı, otomat, yarı otomat ya da astronomik saatler.

Müzede sergilenmeye hazır hale gelene dek Dolmabahçe Sarayı Saat Atölyesi’nde Şule Gürbüz ve ustası Recep Gürgenin elinden geçti saatler. Felsefe ve sanat tarihi eğitimi alan Şule Gürbüz, aynı zamanda Türkiye’nin ilk kadın saat tamircisi.

Gürbüz ,1997’de Dolmabahçe Sarayı’nda çalışmaya başladığında bütün saatlerin bozuk olduğunu, saat tamiratıyla ilgili de bir atölye olmadığını fark etmiş. Önceki yıllarda Wolfgang Mayerin onarımından geçen saatler, onun vefatından sonra Recep Gürgene emanet edilmiş, Gürbüz de işte bu dönemde Gürgen’den kendisini yetiştirmesini istemiş. Bu işe talip olmasının nedeni ise mekaniğe olan hayranlığı ve yalnız kalma isteği…

Gürbüz’le Dolmabahçe Sarayı’ndaki saat atölyesinde konuşuyoruz…

– Milli Saraylar bünyesinde toplam 284 saat var. Bunun yüzde 93ü Dolmabahçede. Dolmabahçedeki saatlerin özelliklerinden bahseder misiniz biraz?

19. yüzyıl mekanik saatin doruğu bir dönem. O yüzden burada çok üst örnekler, komplike saatler var. Müzikli ve otomat saatler çok fazla. Dolmabahçe’nin saatleri genellikle 150-200 yaşında. Daha çok 19. yüzyıl Fransız, İngiliz, Avusturya, çok az miktarda da Amerikan, ayrıca Mevlevi ustaların yaptığı kıymetli Osmanlı saatlerinden oluşuyor.

– Saatleri tamir ederken nasıl bir yöntem izliyorsunuz, mesela saati yapan ustanın izini sürüyor musunuz?

Biz 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadarki saatleri tamir ediyoruz. Bütün eksik parçalarını aslına uygun, onu ilk yapan ustaya tabi olarak aynı şekilde yapıyoruz. Büyük bir egoyla yapılmış bir şeyi, büyük bir tevazuyla diriltmeye çalışıyor, elinizin değdiğini belli etmeden arkasına saklanıyor, görünmez bir insan gibi yaşıyorsunuz. Bu, bana güzel geliyor.

– Peki, bir saati tamir etmek ne kadar zamanınızı alıyor?

Mekanik bir saatin tamiri en az 1 hafta, en çok da 1 yıl kadar devam eder.

– Saat tamircisi olmak istiyorsam bende hangi özelliklerin bulunması gerekir. Herkes saat tamircisi olabilir mi?

İnsanı kısan, darlatan, kendi çapının darlığı, yetersizliği. Dolayısıyla zanaat sadece el marifetinden ibaret değil. Belli özellikler gerekli elbet, ama daha çok usta – çırak ilişkisiyle gelişen, çilesine talip olunması gereken bir iş.

– Siz de sizi yetiştiren Recep Gürgen gibi birilerini yetiştiriyor musunuz?

Şu an yok, ama elbet yolu buralara düşen birileri olacaktır. Türkiye’de mekanik saate ihtiyaç duyulmadığı için, saat tamircisine de ihtiyaç yok gibi görünüyor. 100 senelik bir saati atıp yerine uyduruk pilli bir makine takılmasına rıza gösterenler, iyi şeylerin neslinin tüketilmesi ihtiyacını gözden kaçırıyor. Biz elimizden geldiğince bazı kule, cephe ya da meydan saatlerini parasız yapmaya talip oluyoruz.

– Peki, saatlerle zaman geçiren biri olarak zaman kavramı size ne ifade ediyor?

Saat, insanların günleri düzene sokabilmek için icat ettiği bir şey. Zaman aslında tek bir parça, biz onun içeresinden geçip gidiyoruz. Benim de zaman algılayışım günlerle, haftalarla sınırlı değil. Saat mekanik, dünyaya ait bir şey. Bense zamanı sadece bu dünyaya aitmiş gibi algılamıyorum.

Erendiz Atasü’nün yazma edimi

Erendiz Atasü, yazınsal alanda oldukça üretken bir yazar. Edebiyatın (öykü, roman, deneme) birçok türünde yapıtlar sundu. Onu diğerlerinden ayıran en belirgin özellik, kadın duyarlılığıyla, kurgu ve toplumcu gerçekliği iç içe geçirerek yazması. Hayatın En Mutlu An’ı’nda da aynı kadın duyarlılığına tanık oluyoruz ama bu yapıtta bir yazarın ustalık dönemine uygun düşen cesur eleştirilerin de yer aldığını görüyoruz.

Tülay Akkoyun

‘Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de, duyguların ifadesi olarak görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır.’
 

Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa

Hayatın En Mutlu An’ı’ndaki ilk öykü ‘Hanımefendi ile Kocakarı’da, hanımefendilikten kocakarılığa varan değişim, dönüşüm, acizleşme, aşağılanma irdeleniyor. Görkemli bir yaşamdan sonra yaşlılıkla gelen yalnızlık ve acizliğin hüznü söz konusu olan. Bu öyküde insanın doğası ile eşyanın doğası arasındaki koşutluk oldukça iyi işlenmiş. Hanımefendinin yaşlanıp kocakarılığa indirgenmesi, bakıcı kadın Hasene’nin de hanımefendinin ölümünden sonra evi terk etmeyip bakıma muhtaç evle birlikte tükenişe geçmesi dikkat çekici. Bu öyküdeki üçüncü kadın yazar-anlatıcı da bu tükenişe kadın duyarlılığıyla katlanamaz ve üç yıldan sonra bir daha anne, babasından kalma yazlığa gitmemeye karar verir.
 

Kapitalizm durağındaki durum

‘Üniformalı Adam’da, darbe dönemi işkence görmüş bir kadın, cezaevinden tahliye edildiği gün, bir başka siyasi mahkûmun yakını olan askerle tanışır ve âşık olur. Askerler tarafından işkence gören bir kadının gün gelip bir askere âşık olması öyküdeki karşıtlığı oluşturur. Bu karşıtlıkla ikiye bölünen benlik; kadının gençliği ve yaşlılığı da çelişkiler yaşar ve hesaplaşmalar başlar. Gençliğin saflığı, masumiyeti, heyecanı ve cesareti, yaşlılığın deneyimleriyle yeniden yorumlanır.

‘Fikir Ayrılığı’nda, Nezir, Bediz ve Merih üç yazar arkadaştır. Nezir: Öç alıcı, zeki, acı çekmeye tutkun. Bediz: Rüzgârın yönüne göre hırçınlığı artan biri, durup düşünse, çevresine baksa, rüzgârın neden yön değiştirdiğini kavrayabilir. Ama bakmıyor. Başkalarını suçluyor.

Merih: Yaşlılığın arifesinde. Bu öyküde yer alan üç yazar arasında gelişen olaylarla, edebiyatçıların toplumsal sorunlara giderek duyarsızlaşması irdeleniyor: ‘Edebiyat dünyasındakiler yalnızca ekranlarla ilgiliydiler; ne lav dolu mağaramsı derinlikler, ne yer üstünde gitgide yayılan, ıstırapla kanayan çaresizlikler’ Hiçbiri ilgilerini çekmiyordu’ (s. 45).

Aslında bu durum kapitalizmin dünyayı getirdiği noktadır. Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği‘nde bu durumu şöyle açıklar: ‘Kapitalist düzen sanatı afyon olarak çoğaltmanın kazanç olanaklarını hemen sezdi (…) Kapitalist düzende sanat artık pazarlanan ürün haline gelmiştir. Bu düzene karşı çıkan insanların hırpalanmaması olası değildir.’ Atasü ‘Fikir Ayrılığı’ öyküsünde bunu şöyle dile getirir: ‘Yalnızlaştıkça, kendiyle daha sık ve daha açık yüzleşir olmuştu. Bu bir bakıma insanı tanımaktı. Onun kuşağı hırpalanmış bir kuşaktı; erken ölümlerle bir bir yitip gitmişlerdi. Kendini bomboş hissediyordu; onca duyguya ne olmuştu! Yaşlanmak böyle bir uzaklık mı koyuyordu kişiyle yaşanmışlık arasına. Yoksa bu boşluğu yaratan yazmak mıydı?’ (s. 35).

Aydın bir insan olarak, bu düzende yalnızlaşan bireyi anlatıyor. Hele bu bir de yazan bir bireyse, ‘insanın kendine yabancılaşmasının bilinciyle’ daha bir yalnızlaşıyor insan. Bu düzende ayakta kalmanın olabilirliğini şöyle açıklıyor: ‘Uzun sözün kısası, kendini yenilemesini bilen ayakta kalır, yayın piyasasında da bu böyledir, hayatın diğer alanlarında da. Sanatçı yalnız insandır, kimseye borcu yoktur, kendinden başka’ (s. 39).

Marguerite Duras
ise ‘Yazmak’ adlı yapıtında bu yalnızlığı şöyle tanımlar: ‘Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır’ (s. 16).

Atasü’nün bu öyküsünde yer alan, günümüz yayıncılarına, editörlerine dair eleştiri de dikkate değerdir. ‘Onur konuklarının gediklisi, son yirmi yılda hiçbir kitabı başından sonuna okumadığı rivayet edilen bir edebiyatçı’ sözleriyle, içinde bulunduğu yazın dünyasına iğneyi değil çuvaldızı batırır, iğneyi de okura tabii! Bu öyküde, çok büyük kayıplar verilen 1999 depreminde, devletin ve aydınların duyarsızlığının vurgulanması, yazarın yaşadığı topluma sorumluluğunun bilincinde olduğunun göstergesidir.
 

Sonbahara ertelenmiş aşk

Kapitalist düzendeki koşulların ağırlığından bireylerin birbirine tahammülleri gittikçe azalır. Birey, ağır toplumsal koşullar nedeniyle yaşamı paylaşmaktan kaçınır, tüketim toplumunun kışkırtıcılığıyla doyumsuzlaşır ve giderek yalnızlaşır. Ülke koşullarını bu öyküde şöyle açıklar Atasü: ‘Yıpratıcı bir ülkede yaşıyorlardı, küçücük aksaklıkların büyük vurgunları gizlediği, cinayetlerin faillerinin yakalanmadığı, her şeyin rastlantılara bağlı olduğu’ Hırpalayıcı bir ülkede’ (s. 58).

Hırpalanmış bir ülkenin, hırpalanmış bireylerinin sağlıklı bir toplum oluşturmaları ne derece mümkündür? Bu öykü Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk romanına öykünme olarak algılanabilir. Öykü kahramanları, Marquez’in söz konusu romanında olduğu gibi, iki eski sevgili yaşlılıklarında bir araya gelir. Atasü bunu şöyle değerlendirir: ‘Yazar ne demek istemişti? Aşkın kolera gibi berbat bir hastalık olduğunu mu? Yoksa narin bir sera bitkisi gibi ancak çok özel koşullarda yaşayabilecek kırılgan bir ilişki olduğunu mu? İki ihtiyar, dünyanın müdahalelerinden kaçınabilmek için bir tekneye sığınıyorlar, güverteye bulaşıcı hastalıklara özgü karantina bayrağı çekerek iki kişilik dünyalarını kuruyorlardı. Ne zamana kadar? Sonrası romanda yoktu. Sakın, insanların dünyasına dönmeyi reddeden ihtiyar âşıklar birlikte. Bir veda şarkısı mıydı bu belirsiz son? Mutlu bir ağıt?’ (s. 60).

‘Bağışıklık Yetmezliğinde Ayrılık’ta da, yıllar sonra yeniden birlikte olan iki sevgili şefkati, yalnızlığı paylaşmayı keşfeder ama rastlantı ki bu öyküdeki sevgililerden biri diğerinden HIV virüsü kapar ve yine yarım kalır sonbahara ertelenmiş aşk. Öykünün sonuna yaklaşırken yer alan bir tümce bu etkiyi daha da arttırır.

‘Ömrünün sonunda, sonbaharın yazı andıran günlerinde, sessiz bir denizin kıyısında, hiçliği örten o cennette bir süre konuk olduğuna, her şeye karşın mutlu muydu?’ (s. 75).

Kitapla aynı adı taşıyan Hayatın En Mutlu An’ı 1940- 1951, 1972-1975, 1991-1994, 2002- 2007- 2009 yılları arasında geri dönüşlerle ülke panoramasını çizer. ‘Cumhuriyet’in zamanla kimsesizin kimsesi olmaktan vazgeçmesi’yle, söz konusu tarihlerde ülkede yaşanan siyasi çalkantılar, toplumsal çözülmeler, bozulmalar dile getirilir. İtiraf etmek gerekir ki, bir ülkenin yetmiş yıllık dönemini, bir öyküde böylesine net, duyarlı, yalın yansıtmak ancak usta bir yazarın harcıdır.

‘Bildiği, tanıdığı ülkesi sonuncu vefasız sevgili gibi kayıp gidiyordu ellerinden; can mı çekişiyordu, deri ve doku mu değiştiriyordu?’ (s. 101). Bu tümce, bugün yazılı ve görsel basında sürekli yapılan tartışmaların çok yalın bir özeti değil midir?

Diğer yapıtlarında olduğu gibi, bu kitabında da Erendiz Atasü‘nün kadın duyarlılığını her öyküde hissedebiliyoruz. Fakat özellikle, incelemeye çalıştığımız bu kitapta yer alan beş öyküde değinilen konulara birçok yazın insanının dile getirmeye çekindiğini göz önünde bulundurursak, burada fark etmemiz gereken özelliğin kadın duyarlılığından çok yazarın kalemini kullanma cesareti olması gerekir. Bu noktada, Marguerite Duras’ın Yazmak isimli yapıtından bir alıntıyla bu düşünceyi daha da kuvvetlendirebiliriz: ‘Aşırı ve yapma utangaçlıkla yazan ölü kuşaklar hâlâ var. Hatta gençler bile: sevimli, hiçbir uzantısı olmayan, gecesi olmayan kitaplar. Suskunluğu olmayan. Başka bir deyişle: gerçek yazarı olmayan kitaplar. Günlük kitaplar, vakit geçirten, yolculukta okunan kitaplar. Kafanızın içine kene gibi yapışan ve tüm bir yaşamın kara yasını anlatan, her düşüncenin en can alıcı noktasını yakalayan kitaplar değil’ (s. 32).

Duras’ın 1963’te yazdığı kitaptaki bu düşünceler, ülkemizde etkisini geç gösteren postmodern edebiyatı tanımlar. Oysa ülkemiz söz konusu ise, içimizi acıtan bunca olaylar yaşanırken, aydın bilinci taşıyan yazarların Duras’ın sözünü ettiği türde ürünler ortaya koyması yaşadığı çağa, insanlara haksızlık olmuyor mu? Yazarı rahatsız eden olayları okurun gözüne sokar gibi yazmaktan da söz etmiyoruz tabii. Atasü’nün kaleminin ustalığı da burada netleşiyor işte. O, yapıtlarında ideolojileri estetize ederek yazan usta kalemlerden biri olarak farklılığını kanıtlıyor.

Bir yazarın yaşadığı dönemi değil de sürekli geçmişi yazmaya çalışması, yaşadığı çağdan memnun olmadığının göstergesi, hatta yaşadığı çağdan kaçarak geçmişe sığınması değil mi? Oysa yazarın, yaşadığı dönemi, kendisini rahatsız eden olayları ve durumları yazıya dökmesi gerekmez mi? Hele ki sorunların böylesine yoğun yaşandığı, bu coğrafyaya ait bir yazarın, suya sabuna dokunmadan yazmak, duyarsız davranmak gibi bir lüksü olabilir mi? Yazarın rahatsız olduğu, içini acıtan şeyleri kaleme alması tabii ki zor ve cesaret gerektiren bir eylem, fakat yazmak da cesaret işi değil midir zaten? Hatta kimi zaman deli cesareti denilen türden!

(*) Muğla Üniversitesi Öğretim Üyesi

Hayatın En Mutlu An’ı/ Erendiz Atasü/ Everest Yayınları/ 140 s.

Kaynakça:

Yazmak, DURAS. Marguerite, Can Yayınları, Çev: Aykut Derman, 2. basım 1999, İstanbul

Sanatın Gerekliliği, FİSCHER. Ernst, Çev: Cevat Çapan, Payel Yayınları, Aralık 2005, İstanbul.

Sanat ve Sorumluluk, BAHTİN. Mihail, Ayrıntı Yayınları, 1. basım 2005, İstanbul

Huzursuzluğun Kitabı, PESSOA. Fernando, Can Yayınları 1. basım 2006, İstanbul