Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Banu LIFE" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

İDT Şubat’ı “Profesyonel” ile karşılayacak

İstanbul Devlet Tiyatrosu (İDT), Şubat ayı oyunlarına, ”Yılın Çevirisi”, ”Yılın Yapımı” ve ”Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu” gibi birçok ödüle sahip olan ”Profesyonel”le başlayacak.

 İDT’den yapılan açıklamada, İDT’nin, siyasal ve estetik kaygıları ön plana çıkaran oyunları tiyatroseverlerle buluşturmaya devam edeceği bildirildi.

Açıklamada, 2010-2011 sezonu Şubat ayı oyunları şu şekilde sıralandı:
”Birdy, Karanlık İşler, Üstat Harpagon, Ölüleri Gömün, Beğendiğiniz Gibi, Baştan Çıkarma, Kadın Sığınağı, Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk, İmparatorluk Kuranlar, Temiz Ev, Profesyonel, Vahşet Tanrısı, İki Çarpı İki, Kredi Kartı – Vak’a aaaa, Ne Dersin Azizim, Herkes Sihirbaz Olacak.”

Şubat ayının ilk oyunlarından biri, geçen sezonu kapalı gişe oynayan ve pek çok ödül toplayan ”Profesyonel”. Sırp yazar Duşan Kavoçevic’in yazdığı, Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği oyunun başrollerini Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler paylaşıyor.

Oyun, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal politik yaşamı, bir entelektüelin yaşam öyküsü içinde, kara komedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 1-6 Şubat tarihleri arasında Şişli Cevahir-2 Sahnesi’nde oynanacak.

”Dünyanın her tarafında sürüp giden savaşların birinde vurulan askerler, gömülmeyi reddederek mezarlarından kalksalar ve savaşı durdurmaya çalışsalar neler olurdu?” düşüncesinden yola çıkan Ölüleri Gömün, 1-13 Şubat tarihleri arasında Şişli Cevahir-1 Sahnesi’nde oynanacak.
Yazarlığını Irwin Shaw’ın, yönetmenliğini Şakir Gürzumar’ın yaptığı oyunun kalabalık oyuncu kadrosunda Musa Uzunlar, Salih Dündar Müftüoğlu, Civan Canova gibi değerli tiyatrocular yer alıyor.

William Shakespeare’in en sevilen komedilerinden biri olan ”Beğendiğiniz Gibi” de İDT oyuncuları tarafından Şubat ayında sahnelenecek.
Kardeşi tarafından Arden Ormanı’na sürgün edilen Büyük Dük’ün ve ailesinin öyküsünü anlatan oyunu Hakan Çimenser yönetiyor.

Cem Kurtoğlu, Ergun Akvuran, Zeynep Erkekli, Murat Karasu gibi isimlerin rol aldığı oyun, 4-6 Şubat tarihleri arasında Beykoz Ahmet Mithat Efendi Feridun Karakaya Sahnesi’nde sahnelenecek.

Sihrin ve sihirbazların dünyasını anlatan Herkes Sihirbaz Olacak isimli oyun, 3 yaş üzerindeki çocuk seyircilere hitap edecek. Kubilay Tuncer’in yazıp yönettiği oyun, 6, 20 ve 27 Şubat tarihlerinde Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde sahnelenecek.
 

‘Yıkarlarsa göğsümü siper edeceğim…’

Sanatın içine tükürmek ya da bir insanlık anıtını ucubeye benzetmek iktidar için olağan bir şey. Şimdi de Kars Belediyesi eski Başkanı Naif Alibeyoğlu’nun heykeltıraş Mehmet Aksoy’a yaptırdığı “İnsanlık Anıtı” yıkım tehlikesiyle karşı karşıya. Peki sizce tehlikede olan yalnızca anıt mı?

 Kars’a her sonbaharda gitmeye çalışırım. Önceleri Altın Kaz Film Festivali bahane olurdu, sonbaharın tadı orada başkadır hem. 2006 yılından beri, AKP’den CHP’ye geçen dönemin Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu’nun Mehmet Aksoy’a yaptırdığı “İnsanlık Anıtı”nın yükselişini, büyümesini de heyecanla izlerdim. Hatta basın mensuplarının kaldığı otelin anıta bakan tarafındaki oda da şansa bana düşerdi. Benim içime düşense daha anıtın temelinin ilk atıldığı dönemden bu yana heykelin nasıl yıkılacağını planlayanların söyledikleriydi. Gel zaman git zaman kubbeyi çalan kılıfını hazırladı. 2008 yılında Anıtlar Kurulu projeyi durdurdu. “Bölgede tarihi eserler bulunduğuna” kanaat getiren kurul, insanlık anıtı henüz tamamlanmadan yıkım kararı aldı. Alibeyoğlu da 2009 yılında belediye başkanlığı seçimini kaybetti. Seçilen AKP’li Nevzat Bozkuş ise “Sit alanı üstünde olduğu ve ruhsatı bulunmadığı için” heykeli yıkacaklarını açıkladı. Başbakan Erdoğan ise geçtiğimiz hafta Kars’ta “Hasan Harakani’nin türbesinin yanına bir ucube koymuşlar, garip bir şey dikmişler. Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle bir şey olması düşünülemez. Konuyla ilgili olarak belediye başkanımız görevini süratle yerine getirecektir. Bunu süratle bekliyoruz. İnşallah ilk gelişimizde bunu da göreceğiz. O bölgeyi de gayet güzel bir park haline belediye getirecektir” dedi. Ardından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da heykelin yıkılması konusunda görüş bildirdi. AKP’li Kars Belediye Başkanı Nevzat Bozkuş da karar çıkarsa anıtı “kaldıracakların” söyledi. “İnsanlık Anıtı”na ucube diyen bir başbakan, hatta onu yıkmak isteyen bir belediye, dünyada bir ilke imza atmak için kolları sıvadı. Her nasılsa sesler yükseldi, tepkiler arttı. İlk başta tepkinin bu kadar büyümeyeceğini düşünenler yanıldı.

Biz de Mehmet Aksoy ulaşmak için yola koyulduk. Buluşmaya giderken yolda bir haber geldi. Başbakan yanlış anlaşılmıştı! Bunu açıklayan ise başbakan değil Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dı. Çark etmek terimi başka ne için kullanılabilirdi ki? “Başbakan gecekondulardan bahsetti” diyen Günay, “biz hiç kimsenin emeğini yıktırmayız” sözleriyle Aksoy’a destek verdi. Dedim ya tüm bunları Mehmet Aksoy’un atölyesine giderken haber aldık. Gerçi Aksoy, daha önce Melih Gökçek’in “Tükürürüm böyle sanatın içine” sözlerine maruz kalmıştı. “Periler Ülkesi” adlı eserine hakaret ettiği için Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek ile mahkemelik olmuştu. Aksoy’un açtığı dava 2002’de sonuçlanmış ve Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi Melih Gökçek’i Aksoy’a tazminat ödemeye mahkûm etmiş ayrıca eserin eski yerine konulmasına karar vermişti. Tarih ne kadar tekerrür edecek bekleyip göreceğiz?

Aksoy’un Polonezköy’deki atölyesine geldiğimizde kamyonetindeki ve dev vincindeki yazı karşıladı bizi “Taş taşırım, laf taşımam.” Hemen anlatmaya başladı sıkıntısını; “Ben orada bir insanın ortadan ikiye bölünmüş ve karşı karşıya konulmuş halini tasfir ettim. O parçalar tekrar birleştiğinde kendisi olacak. Anıtın yapılmayan kısmında da bir göz var, ilahi bir göz. Hatta vicdanın gözü. Göz savaşları anlatıyor. Gözden akan bir gözyaşı olacaktı. Heykelin altındaki tabyadan kimsenin haberi yoktu. Biz onu ıslah ettik. İçine inek bağlıyorlardı, ahırdı. Tabyayı korumaya aldık ve müze haline getireceğiz. Eski Belediye Başkanı AKP’liydi. Bütün mesele Naif, AKP’de kalmadı CHP’ye geçti ve AKP yeniden seçimleri kazanmasıyla hız kazandı. Naif’in yaptığı tüm şeyler tu kaka oldu. Yeni başkan eski başkana, benim üzerimden hesap soruyor. Sanatın siyaseti olmaz. Zaten sanatım partiler üstü benim.”

Kars’ta belediye seçimleri sonrasında heykeller kaldırılmıştı. Kars’ın sembolü kaz heykelleri bile vardı bunların arasında. Kars’ın kültür ve sanattan uzaklaşması adına atılan adımları yeni Belediye Başkanı Nevzat Bozkuş, “sanata ayıracak paramız yok, altyapıya önem vereceğiz” diye açıklıyordu. Kars’ı son yılların en gözde kültür şehirlerinden yapan festival ve etkinliklere de böylelikle son nokta kondu. Görülüyor ki altyapıya önem vermek için önce heykel ve anıtlar, özellikle de “insanlık anıtları” ortadan kaldırılmalı. Tabii anıta tepkiler farklı nedenlerden geliyor aslında. En popüleri de “Anıttakilerden biri Ermeni, kendini kasıyor. Diğeri Türk, elini uzatmış, ezik büzük özür diliyor. Gözyaşları da Ermenilerin sevinç gözyaşları” diye yorumlanıyor. Aksoy ise bu kahve fallarından bıkmış.

Önümüzdeki günlerde neler olacak göreceğiz. Anıtlar kurulunun pusulası neyi gösterecek bilemiyoruz. Dünyada bir ilk gerçekleştirip bir insanlık anıtını yıkarlar mı? Aksoy’a göre yıkım fiziki açıdan da çok zor. Dünyaya bunu anlatmak da mümkün değil. Çünkü dünyada da herkes her yalana kanmaz buradaki gibi. Aksoy, “anıtı parçalayarak yıkacaklar ya da altına dinamit koyacaklar. Taliban’a dönerler” diyor.

İnsanlık anıtını yıkacak olanlar onun altında kalırlar gibi beylik laflara gelince. Bu ülkede neler oldu ve kimse bir şeyin altında kalmadı. Katiller salındı, herkesin gördüğü faili meçhuller ortada kaldı. İçerdekiler ise malum. Aksoy, 30 metre yüksekliğinde ve Ermenistan’dan görülebilen Türkiye’nin en büyük heykeli “İnsanlık Anıtı”nın barışı simgelediğini özellikle vurguluyor. “Başbakan, Cumhurbaşkanı Ermenistan’a gidiyor barış için. Ama bir yandan da barış öneren, savaş karşıtı bir anıtı yıkmaya çalışıyor. Hani barış istiyorduk?” diyor. Eğer yıkım kararı çıkarsa da göğsünü siper edeceğine hiç şüphe yok.

Konuşma şekliniz sizi ele veriyor

Atatürk Üniversitesi (AÜ) İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Murat Bulut, oturuşun, bakışın, nefes kontrolünün, konuşurken nereye bakıldığının, kişinin karakter ve ne kadar donanımlı olduğunu ortaya koyduğunu söyledi.

 Atatürk Üniversitesi (AÜ) İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Murat Bulut,  her geçen gün güzel konuşmanın, kelimeleri doğru telaffuz etmenin öneminin arttığını söyledi.

Hatiplerin, siyasetçilerin hitabetleriyle, doğru telaffuzlarıyla insanları etkilediğine dikkati çeken Bulut, içtenlikle, samimi bir şekilde yapılan konuşmanın muhatabını mutlaka etkileyeceğini belirtti.

Bazen güzel konuşmanın ukalalık anlamına geldiğini öne sürenlerin olduğunu dile getiren Bulut, güzel konuşmanın kesinlikle ukalalık olmadığını vurguladı.

Ancak kibarlık adına bazı kelimelerin ziyan edildiğini ifade eden Bulut, şunları kaydetti:
”Şöyle bir yanılgı var; Bölgelerde güzel konuşmak demek, sanki biraz daha kendini toplumun üzerinde görmek, konuşurken yukarıdan bakma tavrı gibi bir düşünce vardır, ancak gerçekte böyle bir şey yok. Doğru telaffuz etmek en samimi telaffuzdur. Kibarlık adına bazı kelimeler ziyan ediliyor. Bir kural var: Harf daralması. ‘Olacak’ kelimesi ‘olacak’ diye yazılır ama ‘olucak’ diye okunur. Bazıları kibarlık olsun diye ‘olcak’, ‘gelcek, ‘incek’ der, yani harf atlaması hatasını yapıyor. Bu da konuşma kusurlarına giriyor.”

Bireyin konuşmasıyla kendini hemen ele verdiğini söyleyen Bulut, ”Bireyin konuşması, onun konumunu, Türkçe’ye olan hakimiyetini, hayata bakışını gösterir. Güzel konuşmak bir sanattır. Çok güzel konuşuyorsa en azından kitap okuyor demektir. Çok kitap okuyan birinin kelime dağarcığı geniş olacağı için kurduğu cümleler de kaliteli olacaktır” şeklinde konuştu.

Bulut, güzel konuşan birisinin girdiği ortamda etkinliğini, farklılığını ortaya koyacağını, insanların dikkatini çekeceğini belirtti.
 

”İş sahibi olmak için güzel konuşmak  da gerekiyor”

Bulut, gelişen teknolojiyle birlikte iş alanında da farklılaşma olduğunu belirterek, Türkiye’de hizmet sektöründe çok önemli gelişmelerin kaydedildiğini söyledi.
Hizmet sektöründeki gelişmelerle birlikte çalışanlardan beklentilerin de değiştiğini anlatan Bulut, ”Eleman alımında kişide aranan özellikler farklılaştı. Bundan 15 yıl önce işe alımlarda sadece yazılı sınav yapılıyordu. Ancak günümüzde çoğu sektörde, yazılı sınavın ardından sözlü sınav da yapılıyor” dedi.

İş müracaatlarında, bireyin güzel konuşması, kelimeleri doğru telaffuz etmesi gerektiğini belirten Bulut, insan kaynakları müdürünün, işe alacağı elemanının donanımlarını, uzmanlık alanlarını, kendini nasıl ifade ettiğini, beşeri ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu tespit etmeye çalıştığını ifade etti.

Alanında uzman olmanın yanında, donanımlarını ifade edebilmenin de önemli olduğuna dikkati çeken Bulut, şöyle konuştu: ”Beşeri ilişkileriniz ne düzeyde? Olayları anlatırken heyecanınızı kontrol edebiliyor musunuz? Öfkelendiğiniz zaman tepkileriniz nasıl?’ İnsan kaynakları müdürü bunları ölçüyor. Bununla birlikte vücut dili de çok önemlidir. Sizin oturuşunuzdan, bakışınızdan, nefes kontrolünüzden, konuşurken nereye baktığınız, nasıl (dik, kambur) durduğunuz, duygusal durumunuz, bunlar sizi hemen ele verir. Asıl niyetinizi hemen anlar. İşe alınırken, alanında uzman olmanın yanında bu özelliklere de bakılıyor.”
 

Yöresel ağız olumsuz etkiler

İnsan kanyakları müdürünün, alanında ne kadar uzman olursa olsun, kişide yöresel ağız varsa bundan olumsuz etkileneceğini dile getiren Bulut, hizmet sektörü çok geliştiği için insan ilişkilerinin, hitabın ve her alanda güzel konuşmanın öneminin arttığını kaydetti.
İletişimin başlangıcının ”Merhaba” kelimesi olduğunu anımsatan Bulut, ”İkili ilişkilerde bencilleşmek, iç dünyasında yaşamak var. ‘Merhaba’ iletişimin başlangıcıdır. İlla ki ‘merhaba’ demek için birini tanımak gerekmez. Geneldir ve herkese ‘merhaba’ diyebilirsiniz. İletişimin adımı burada başlıyor” diye konuştu.

Bulut, herkesin ortak ağız (İstanbul) kullanması gerektiğini, bunun bir zorunluluk olduğunu vurguladı.

”Sağa sola bakan birinin söyledikleri doğru olmayabilir”

Konuşma sırasında el hareketlerinin de önemli olduğunu ifade eden Bulut, şunları ifade etti:

”Konuşmaya jest katmak, konuşmayı daha zarif hale getirir. İş başvurusu için gittiğinizde çok heyecanlıysanız ve elinizi, kolunuzu nereye koyacağınızı bilemiyorsanız, o zaman elinize bir kalem alın. O kalem hem bir aksesuar olur hem de elinizi nereye koyacağınız kaygısını ortadan kaldırmış olur. Kalemi sakın hoplatmayın çünkü dikkati dağıtırsınız. Konuşurken kollarını bağlıyorsa o kendini kapatmış demektir. Bu da vücut dilinde önemlidir. Göz teması kurmak. Gözlerini kaçıran, konuşurken tavana, yere, sağa sola bakan birinin söyledikleri doğru olmayabilir ya da söylediklerinden emin değildir. Kendine güveni yoktur. Sesi titriyorsa çok heyecanlı bir yapıya sahiptir ve bunu kontrol altına alamıyor demektir.”

İş görüşmelerinde, insanın kendine olan güveni, konuşurken bildiklerini doğru telaffuzla ifade etmesi gerektiğini söyleyen Bulut, muhatapla göz teması kurmanın da önemli olduğunu belirtti.

Diksiyonun, güzel konuşmanın her geçen gün öneminin arttığını söyleyen Bulut, 2002 yılında diksiyon kursu vermek için 20 kişiyi bir araya getiremediğini, insanların ”diksiyon” kursuna ”direksiyon kursu veriliyormuş” diye söylemlerde bulunduğunu dile getirdi.
 

”TV programlarında Türkçe’yi katlediyorlar”

Bazı televizyon programlarında, dizilerde, haber bültenlerinde Türkçe’nin adeta katledildiğini ileri süren Bulut, şöyle devam etti:

”Bunun kontrol altına alınması gerekiyor. Şuan RTÜK’ün kontrolü yeterli değil. Daha ciddi kontroller olması lazım. Haber bültenlerini okuyan spikerler, program sunucuları mutlaka bir sınavdan geçirilmeli. Eksiklikler giderilmeli. Tabii Türkçe canlı bir dil, her gün yeni şeyler ekleniyor. Gençler en çok televizyondan sinemadan etkileniyor. Artık kitap okuyanların sayısı azaldığı için televizyon çok önemli bir lokomotif. ”

Bulut, televizyonlarda özellikle en çok izlenen programlarda, dizilerde kelimeleri eksik, yarım ya da kısa telaffuz etmenin doğruymuş gibi yansıtıldığını dile getirerek, bunun da mutlaka önüne geçilmesi gerektiğini sözlerine ekledi.

Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna (RTÜK) 2010 yılının Ocak-Eylül döneminde en fazla şikayet edilen programlar, ”Aşk-ı Memnu”, ”Fatmagül’ün Suçu Ne?” ve ”Türkan” adlı diziler oldu. Üst kurula, yılın dokuz aylık döneminde izleyiciler tarafından 64 bin 664 başvuru yapılırken, 136 bin 20 konuda şikayette bulunuldu.

2010 yılının yılın dokuz aylık döneminde yerli dizilerle ilgili şikayetler toplam bildirimlerin yüzde 51’ini oluşturdu. Yeni yayın döneminde başlayan ve ilk bölümündeki tecavüz sahnesiyle tepkileri çeken ”Fatmagül’ün Suçu Ne?” adlı diziyi izleyiciler en çok ”kadına yönelik şiddet’‘ içerdiği gerekçesiyle şikayet ettiler. 2010 yılının dokuz aylık döneminde yerli diziler kategorisinde gelen şikayetlerde ”kadına yönelik şiddet” kriteri ilk kez yüzde 99 oranına ulaştı.

”Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık” konusunda yapılan değerlendirmelerin yüzde 78’i, ”Milli ve Manevi Değerlere Aykırılık” konulu kritere ilişkin şikayetlerin yüzde 77’si ve ”Program Kaldırılsın” şeklinde gelen şikayetlerin yüzde 75’i dramatik dizilerle ilgili oldu.
Ocak–Eylül döneminde dramatik dizilerle ilgili toplam 33 bin 213 bildirimin 9 bin 986’sı (yüzde 30) ”Aşk-ı Memnu”, 4 bin 808’i (yüzde 15) ”Fatma Gül’ün Suçu Ne?” ve 4 bin 735’i (yüzde 14) ”Türkan” adlı diziler hakkında geldi. Bu üç dizinin sahip olduğu oranlar, dramatik diziler hakkında gelen şikayetlerin yüzde 59’unu oluşturdu. Ocak–Eylül 2010 döneminde en çok şikayete konu olan dramatik dizilerin tümünün Kanal D’de yayınlandığı görüldü.

Akşam kuşağındaki yayını geçen Haziran ayında bitmiş olmasına rağmen Aşk-ı Memnu, dokuz aylık dönemdeki toplam şikayet oranları içerisindeki en yüksek payı aldı. En fazla şikayet edilen diğer iki dizi ise Eylül ayında başlayan yeni dönemde yayına girdi.
Yılın dokuz ayında en çok bildirim alan bu üç dizi, yüzde 26 oranı ile ”Program Kaldırılsın”, yüzde 24 ile ”Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık” ve yüzde 17 oranı ile ”Çocuk ve Gençlerin Korunması” konulu kriterlere ilişkin olarak şikayet edildi.

-DİZİLERDEN SONRA EN FAZLA BİLDİRİMİ DİRENÇ YARIŞMALARI ALDI-

2010 Ocak-Eylül dönemi genel değerlendirme raporuna göre, yerli dizilerden sonra en fazla bildirim alan program türleri yüzde 8 ile direnç yarışmaları, yüzde 7 ile reklam kuşakları, yüzde 4’lük dilimler ve sırasıyla kuşak programları, haber bültenleri ve dramatik ögeler içeren eğlence programları oldu.

Direnç yarışmaları için kaydedilen 5 bin 275 adet bildirimin 3 bin 493’ü (yüzde 66) ”Yemekteyiz”, 726’sı (yüzde 14) ”Evcilik Oyunu” ve 299’u (yüzde 6) ”Fear Factor Extreme” adlı programlar hakkında oldu. Reklamlarla ilgili 4 bin 834 bildirimin yüzde 8’i ”118” ile başlayan danışma numaraları, yüzde 5’ii GSM firmaları ve yüzde 3’ü sakız reklamları konusunda yapıldı.

Ocak–Eylül 2010 döneminde kuşak programları hakkında 2 bin 645 bildirim kaydedildi. Bunların 444’ü (yüzde 17) ”Müge Anlı ile Tatlı Sert”, 442’si (yüzde 17) ”Esra Erol’da Evlen Benimle” ve 285’i (yüzde 11) ”Zuhal Topal’la İzdivaç” adlı programlar hakkında oldu. İzleyicilerden gelen 495 (yüzde 19) bildirimde, herhangi bir program ismi verilmeksizin, bu program türüne ilişkin şikayetlere yer verildi.
 

Haber bültenleri hakkındaki bildirimler

2010 yılının dokuz aylık döneminde haber bültenleri hakkındaki bildirimlerin yüzde 20’si ”ATV”, yüzde 12’si ”KANAL D” ve yüzde 8’i ”STAR TV” kanallarına ilişkin olarak gerçekleşti. Vatandaşlardan gelen 530 bildirimin (yüzde 22), herhangi bir kanal ismi olmaksızın, genel anlamda haber bültenlerinin sunumuyla ilgili olduğu görüldü.

Haber bültenleri yüzde 26 oranında ”Kişilik Haklarına Aykırılık/Hakaret”, yüzde 23 oranında ”Taraflı Yayıncılık” ve yüzde 12 oranında ”Toplumu Yanıltma” konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildi.

Aynı dönemde dramatik ögeler içeren eğlence programlarına ilişkin olarak kaydedilen 2 bin 142 bildirimin 1 bin 246’sı (yüzde 59) ”Çok Güzel Hareketler Bunlar”, 453’ü (yüzde 21) ”Olacak O Kadar” ve 305 adedi (yüzde 14) ”Haneler” adlı programlar hakkında gerçekleşti.
Bu programlar yüzde 24 oranında ”Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık”, yüzde 19 oranında ”Çocuk ve Gençlerin Korunması” ve yüzde 17 oranında ”Cinsellik ve Müstehcenlik” konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildi.

ABD’de yayımladığında aralarında The New York Times, Washington Post ve Time dergisinin de bulunduğu pek çok yayın tarafından “Yılın kitabı” seçilen Shakespeare Olmak, Türk okuruyla buluşuyor.

21. yüzyılın en çok konuşulan kitapları arasında yer alan eser,   Shakespeare uzmanı Harvard’lı profesör Stephen Greenblatt’in kaleminden, ünlü oyun yazarının yaşamının gizli kalmış yönlerini gözler önüne seriyor. Shakespeare Olmak bugüne dek yayınlanmış en kapsamlı Shakespeare biyografisi olmakla kalmıyor, “Will”in hayatına dair pek çok ayrıntıyı da ilk kez gün ışığına çıkarıyor.

Shakespeare’in oyunlarını elbette seyrettiniz, tiyatroda, sinemada, defalarca. Shakespeare hakkında çok şey okumuş da olabilirsiniz ama “Will”i böylesi derinlemesine ve açık bir şekilde kavrayabileceğiniz bir eser okumadınız. Harvard’lı karizmatik profesör Stephen Greenblatt, Elizabeth döneminin çarpıcı olaylarla dolu renkli, zengin ortamında yetişen duyarlı, yetenekli, ama parası, nüfuzlu tanıdıkları, üniversite eğitimi olmayan taşralı bir delikanlının, dünyanın en büyük oyun yazarına dönüşme sürecinin her anını görmenizi, duymanızı, hissetmenizi sağlıyor. Shakespeare’in sanatını keşfetmesi, aile kurması, Londra’nın çekişmelerle dolu tiyatro dünyasında yer edinmesi, dinî ve politik güçlerle baş ederek yaşama tutunması gözler önüne seriliyor.

Shakespeare Olmak, büyük yazarın oyunlarının pek üstünde durulmamış unsurlarıyla, tarihte fazlaca önem atfedilmemiş olayları bir araya getiriyor ve Shakespeare’in yaşamıyla eserleri arasında dikkat çekici, zekice bağlantılar kuruyor. Böylece yaşam öyküsünün yanı sıra Bir Yaz Gecesi Rüyası, Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth ve daha pek çok ünlü oyunun, Shakespeare’in yaşamıyla ilgili ayrıntılarını algılıyor, bu yapıtların olağanüstü derinliğini ve insancıllığını daha iyi kavrayabiliyorsunuz.

“Shakespeare hakkında çağdaşı Ben Jonson’dan da, ‘esmer hanımefendi’den de daha fazla bilgisi olan” Peter Greenblatt, canlı ve akıcı üslubuyla büyüleyici bir biyografi kaleme almış. Eser hiç şüphesiz Shakespeare hakkında bugüne dek yayımlanan en köklü incelemeler arasında ilk sırada yer alıyor.

Stephen Greenblatt

New Historicism (Yeni Tarihselcilik) adı verilen edebiyat eleştirisi ekolünün kurucusu ve önde gelen temsilcisi olan Stephen Greenblatt, Harvard Üniversitesi’nde edebiyat dersleri veriyor. İngiltere, Avusturya ve ABD’nin en saygın olmak üniversitelerinde konuk öğretim üyesi olarak dersler veren, Guggenheim Bursu’nu iki kez kazanmış olan Greenblatt, aynı zamanda Modern Language Association’ın başkanlığını yürütmektedir. Greenblatt’ın başlıca eserleri: Representing the English Renaissance, Shakespeare ve Kültür Birikimi, Marvelous Possesions, Practicing New Historicism, Hamlet in Purgatory ve Learning To Curse.

Hayatları roman

Virginia Woolf, modern edebiyatın önemli isimleri arasında yer alır. Ünlü yazar, yaşamı boyunca romanlarının yanında ilginç yaşamıyla da dikkat çeker. Susan Sellers Vanessa ve Virginia adlı bu romanında, Woolf’un ilginç yaşamının öne çıkan ayrıntılarını ve bazı çalkantılarını anlatıyor okuyucuya.

Eray Ak

Cumhuriyet KitapVirginia Woolf, değişik bir anlam ve yeni bir teknik taşıyan romanlarıyla çağdaş İngiliz edebiyatının en güçlü sanatçıları arasında anılır. Onun dünya edebiyatına ve roman tekniğine kazandırdıkları, günümüzde hâlâ çeşitli araştırmalarla gündeme gelir; romanlarının ışığında Woolf’a dair taze bilgiler elde edilmeye çalışılır. Bu türden büyük yazarların verdikleri eserlerin yanında, yaşamları da okuyucunun her zaman ilgi odağında yer alır ve okuyucu tıpkı onların eserlerinde yakalamak istedikleri türden bilgilere, o yazarın özel yaşamı hakkında da sahip olmak ister.

Bu büyük yazarın, Virginia Woolf’un da yaşamı boyunca ilgi çeken yanı, sadece romanları ve sanat yaşantısı olmamış. Onun kişisel yaşantısı da okuyucularının zihinlerinin bir köşesinde sürekli yer almış. Günümüz için de bu konunun aksini söyleyemeyiz; Woolf, romanlarıyla, yaşantısıyla ve ‘intiharıyla’ hâlâ merak uyandırıyor ve yaşamı üzerine kalem oynatılıyor. İşte, Susan Sellers‘ın Vanessa ve Virginia’sı da bu merak üzerine yazılmış, Woolf hakkında kaleme alınmış pek çok önemli çalışmadan beslenen, yaratıcı zihnin ürünü olan bir ‘roman’. Sellers’ın kitabının bir ‘roman’ olduğunu üstüne basa basa vurgulamak gerekiyor. Vanessa ve Virginia’dan tam bir ‘biyografi lezzeti’ bekleyenleri uyarmak için bunun özellikle dile getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Kitap, Virginia Woolf’un kardeşi, ressam Vanessa Bell‘in yaşamında Woolf’un tuttuğu yeri vurgulamak için kaleme alınmış ve kitapta daha çok ressam kardeşin sıkıntıları, aşk acıları, geçim zorlukları yer tutuyor. Yani Bell, bu romanın asıl kahramanı, fakat Woolf da her sayfada bir ‘hayalet’ gibi metnin içine sızıyor. Romanda bir başkasının ama en yakınından bir başkasının gözünden izliyoruz Woolf’u. Biz de okuyucu olarak, Vanessa Bell’in buhranlı yaşamını satır satır takip ederken, Virginia Woolf’un yaşamında dönüm noktası sayılabilecek ‘güzel’ anları yakalama fırsatı buluyoruz.

‘Bu hikayeyi sana yazdım’

Romandaki her olay Vanessa’nın ağzından anlatılıyor okuyucuya. Ben anlatıcı tekniğiyle ilerliyor hikâye. Vanessa’nın yaşamı boyunca başından geçenler romanın ana çizgisini oluşturuyor. Fakat roman bir yönüyle de Vanessa Bell tarafından kardeşi Woolf’a yazılmış bir ‘mektup’, hatta itiraf mektubu niteliği taşıyor. Bu, hemen her sayfada ünlü yazarla Bell’in ortak hatıralarının anılmasından, Vanessa’nın her yaşadığında Woolf’un onun yanında yer almaya çalışmasının sıklıkla vurgulanmasından rahatlıkla anlaşılıyor. Vanessa’nın kitabın sonunda ‘Bu hikâyeyi sana yazdım’ demesi de romanın Woolf’a yazılmış bir mektup olarak algılanmasını destekliyor. Roman bu yönüyle oldukça dikkat çekiyor. Bunu duyumsamak, okuyucuyu yer yer heyecanlandırıyor da. Hangi ‘edebiyatsever’ Virginia Woolf’a yazılmış bir mektubu okumaktan heyecan duymaz ki? Ayrıca bu iki ‘yaratıcı zihnin’, Virgina Woolf ve Vanessa Bell kimliklerinin dışında birbirlerine seslendikleri ‘Nessa’ ve ‘Ginia’ kimlikleriyle sergilenmesi, romanın ilgi çeken bir diğer yanını oluşturuyor. Bu iki ismin ruhunu adeta ‘çıplak’ görmek, romanın heyecan veren diğer yanını yansıtıyor.

Roman iki kardeşin bebeklik sahnelerinden başlıyor. O yıllara dair Vanessa Bell’in zihninde kalanlar, içinde Woolf olan anılar okuyucuya aktarılıyor bu ilk sayfalarda. Virginia Woolf’un sağlığı nedeniyle okulda eğitim göremediği, anne ve babasının ona kardeşleriyle birlikte evde eğitim verdiği yıllar da romanın dikkat çekici sahnelerini oluşturuyor. Daha bu yıllarda Woolf’un yaratıcı zekâsı öne çıkmaya başlıyor. Kardeşi Vanessa’ya anlattığı hikâyeler, küçük bir noktadan yarattığı ilginç dünyalar onun yazarlık dehasına daha o zamandan işaret ediyor. Vanessa, daha küçük yaştaki kardeşinin, sözcüklerin büyülü dünyasına nasıl hâkim olduğunu anlatmak için şunları söylüyor: ‘Sözcüklerle uğraşan sendin. Bir olayın özünü alıp onun özünü ortaya koyacak biçimde anlatmayı sen biliyordun’ (s. 20). Romanın bu aşamasında, Vanessa Bell’in ilk resim denemelerine de tanıklık ediyoruz. İki kardeşin sanatsal açıdan birbirlerini nasıl beslemeye çalıştıkları da dikkate değer bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
 

Kıskançlık ve ezilmişlik

Susan Sellers’ın anlattığı bu çocukluk dönemi Virginia’nın ailesi tarafından daha çok sevildiğini gösteriyor. Özellikle romanın başlarında, iki küçük kardeşin ailesiyle birlikte geçirdiği günler Susan Sellers tarafından resmedilirken Woolf, gerek zekâsıyla gerek insanlarla kurmayı becerebildiği iletişim gücüyle ailesinin ‘gözdesi’ olmasının önemli nedenleri arasında yer alıyor. Bu da Vanessa’nın Virginia’yı kıskanmasına, onu çekememesine neden oluyor. Vanessa’da çocukluk döneminde oluşan bu duygu, onu yaşamı boyunca bırakmıyor. Woolf’un ileriki dönemlerde başarı kazanacak romanları, isminin yavaş yavaş şöhret yakalaması; buna karşılık, Vanessa’nın doğru düzgün resim satamaması ve adının başarılı ressamlar arasında anılmaması, onu bu kıskançlığa sürükleyen nedenler arasında önemli yer tutuyor.

Vanessa’nın duyumsadığı bu his, iki kardeş arasında inişli çıkışlı bir ilişkinin yaşanmasına sebep oluyor. Bir dost gibi birbirlerine sürekli destek olmaya çalışsalar da bir itiraf mektubu özelliği taşıyan roman, Vanessa’nın Virginia’ya karşı duyduğu bu hislerin samimi bir şekilde açıklanmasına ortam hazırlıyor. Romanın hüzün tabakasının önemli bir kısmını da Vanessa’nın yaşadığı bu ikinci plana itilme, bir nevi ‘ezilmişlik’ duygusu oluşturuyor. Kardeşlerin arasında bazen çekişmeye kadar varan zıtlaşmalarının temelini de bu ‘kıskançlık’ duygusu oluşturuyor.

İki kardeşin de hayatının dönüm noktasını oluşturan ortak olaylar da yer alıyor kitapta. Bunların en önemlisi ise annelerinin ölümü. Bu olay, Vanessa ve Virginia’da adeta bir yıkıma sebep oluyor. Asıl önemli noktaysa, sanatçı ruhların yaratım süreçlerinde bu olayı eserlerine yansıtmaları. Daha sonra gerçekleşecek kardeşlerinin ölümü de aynı şekilde eserlerine yansıyor. Böylelikle, Vanessa Bell ve Virginia Woolf’un eserlerinin oluşum süreçlerine, doğuş aşamalarına da tanıklık ediyoruz.

Otobiyografik katman

Susan Sellers’ın bu romanının en önemli noktalarından biri de kuşkusuz Woolf ve Bell’in ‘yaşamlarının’, eserlerinde ne kadar etkili olduğunu göstermesi. Wirginia Woolf ve Vanessa Bell’in eserlerindeki otobiyografik yanın ne kadar kuvvetli olduğunu romanın her sayfasında hissediyoruz. Bu da sanatçıların yaratım aşamalarında nelerden beslendiğinin okuyucuya gösterilmesi açısından özel bir durum oluşturuyor. Kitap Vanessa’nın ağzından anlatıldığı için kendi resimlerinin hikâyeleri daha ön plana çıkıyor. Vanessa Bell’in resimlerinin oluşumunu besleyen hislerse daha çok kendi özel ve gerçekten karmaşık yaşamının imgelerinden meydana geliyor. Bell’in bu karmaşık imgelerini oluşturan ise gerçekten ilginç bir karakter olan, Vanessa’nın taparcasına sevdiği Duncan. Sevgilisi Duncan’a farklı cinsel eğilimlerini kabullenecek kadar âşık olan Bell, roman boyunca bu konudan adeta azap çekiyor; fakat azabı derecesinde de yaratma isteği uyanıyor içinde. Bell’in sanatı azaplarından besleniyor.

Woolf’un romanlarının arka planını, doğuş sürecini besleyenler ise gördüğü, yaşadığı her şey olabiliyor. Woolf öylesine bir yaratım gücüne sahip ki basit bir aile toplantısından çok farklı hayaller doldurabiliyor hikâyelerine. Romanda, Woolf’un bu yaratım gücü de sıkça vurgulanan unsurlar arasında yer alıyor.

Susan Sellers’ın bu romanı, bazı bölümleriyle yer yer ‘sanatsal-magazin’ havası da vermiyor değil; fakat ne olursa olsun bu iki yaratıcı zihnin ve bu zihni besleyen unsurların okuyucu tarafından öğrenilebilmesi açısından önem taşıyor.

e.erayakgmail.com

“80’lerde Çocuk Olmak” kitap oldu

İnternette 10. yılı geride bırakan, aynı zamanda genç yazarların eserlerini yayımlayan Yitik Ülke, yakın tarihimizin ve internetin en büyük fenomenlerini kapsayan “80’lerde Çocuk Olmak” kitabını 2006’da yine kendi adıyla kurduğu Yitik Ülke Yayınları’nca yayımladı.

Sitenin ve yayınevinin kurucu editörü yazar-şair Kadir Aydemir tarafından hazırlanan “80’lerde Çocuk Olmak” kitabı şimdiden geniş bir okur kitlesinin ilgisini çekmiş gözüküyor. 89 yazarın bir araya geldiği kitapta, 80’li yılların yaşam tarzı, kültürü, alışkanlıkları, modası ve o yıllarda geçmiş olan çocukluk hatıraları ayrıntılarıyla, neşeli bir dille anlatılıyor. Kitabın arka kapağında okura şöyle sesleniliyor:

“Bu sadece bir kitap mı? Hayır! Bu kitap, canlı bir şey! Yaşayan tarihin ta kendisi! Dikkatle, özenle okuyun…
 
80’lerde Çocuk Olmak, hem bir kitap ismi, hem de bir kuşağın en büyük özlemlerini, yaşanmışlıklarını içinde barındıran yolculuğun özel ve güzel adı. Bu kitapta bir araya gelmiş 90 kadar yazar var. 1980’lerde çocuktu onlar… Hepsi aynı kuşaktan… Sayfalarda gizlenen anılarda herkes kendinden bir şeyler buluyor. Fazıl Say’dan Gürgen Öz’e, Eylül Duru’dan Bülent Çolak’a, Onur Behramoğlu’ndan Erdem Aksakal’a, Göksel Bekmezci’den Ahmet Büke’ye, Barış Müstecaplıoğlu’ndan Yiğit Değer Bengi’ye dek, adları buraya sığmayacak onlarca yazar ve sanatçı bu kitap için çocukluklarını, anılarını, aşklarını, oynadıkları oyunları, 1980 darbesinin kendilerinde ve ailelerinde bıraktıkları kara tortuyu, yüzlerce ayrıntıyı bazen bir çocuk, bazen bir yetişkin gözüyle kaleme aldı. Yaklaşık üç yıllık bir çalışma sonucu doğan 80’lerde Çocuk Olmak kitabı, her kuşağın el kitabı olacak nitelikte. Dönemin pembe dizileri, ünlü oyuncuları, en çok izlenen çizgi filmleri, mahalle abileri, sokak kavgaları ve oynanan unutulmaz oyunlar, atari salonları, fırlamalıklar ve ergenliğe geçiş hikâyeleri, birbirimizle konuşurmuş gibi doğal bir şekilde anlatılıyor. Evet, bizler büyüyoruz ama çocukluğumuz ve yaşanmışlıklar orada öylece duruyor. Yolculuğumuza siz de katılın…
 
Kitabımızı 80’lerin aydın insanlarına, halk kahramanlarına, üniversite gençliğine ve 80’lerde doğup kaybettiğimiz tüm çocuklara ithaf ediyoruz. 
 
Kadir Aydemir’in yayına hazırladığı bu kitap ayrıca anlamlı bir doğum günü hediyesi. 80’ler çocuklarının hiç yaşlanmadığının, hep çocuk kalacağımızın bir ispatı… Bu yıl, Türkiye sanal âleminin en eski ve köklü şiir-edebiyat sitelerinden Yitik Ülke’nin (www.yitikulke.com) 10. yaşını kutlarken, bu kitapla, anılarına sahip çıkan herkesin de doğum gününü kutluyoruz.
 
Bu toplum belleksiz değil! Bizler de unutmadık ve yazdık!
 
Yaşasın 80’lerde çocuk olmak!”

“80’lerde Çocuk Olmak” kitabında yazılarıyla yer alan yazarlar şöyle: Yeşim Ağaoğlu, Onur Akbudak, Alper Akdeniz, Erdem Aksakal, Neyran Savaşman Akyıldız, Çiğdem Aldatmaz, Figen Alkaç, Sema Aslan, Hürcan Âşık, Mustafa Atapay, Kadir Aydemir, Eda Aytekin, Nil Esra Başaran, Ezgi Başkır, Suat Başkır, Barış Behramoğlu, Onur Behramoğlu, Göksel Bekmezci, Sinem Bengi, Yiğit Değer Bengi, Ersan Bengisu, Hasip Bingöl, Ahmet Büke, Elmira Cancan, Gökçenur Ç., Şebnem Çağlayan, Tunca Çaylant, Kader Çekerek, Serdar Çekinmez, Murad Çobanoğlu, Bülent Çolak, Elçin Demiröz, Özge Ç. Denizci, Ömer Faruk Dizdar, Eylül Duru, Galip Dursun, Sine Ergün, Azim Raşit Ersoy, Elif Savaş Felsen, İdil Giray, Pınar Gözpınar, Nilay Sağ Gülalp, Eda Günay, Koray Günyaşar, Yasemin Gürkan, Sanem Güven, Nefin Huvaj, Aydın İleri, Necla İret, Deniz Yalım Kadıoğlu, Gülay Kalkan, Bekir Arslan Kopuz, Ulaş Kurugüllü, Ahmet Küçükkayalı, Ece Erdoğuş Levi, Barış Müstecaplıoğlu, Engin Neşeli, Pınar Nurhan, Pelin Onay, Esra Ovalı, Yaprak Öz, Gürgen Öz, Şahin Özbay, Özlem Özyurt, Hatice Topal Özçoban, Nilüfer Özgeren, Sedef Özkan, Erol Özyiğit, Murat Prosciler, Tomris Sakman, Fazıl Say, Hakan Sim, Güray Süngü, Melih Süsleyen, Müjgan Şahinoğlu, Melike Aslı Şahinsoy, Ümit Şener, Seda Tansuker, Filiz Tanya, Erkut Tokman, Alper Turgut, Murat Türkücüoğlu, Serkan Türk, Papyon Tayfun Türkkan, Ferhat Uludere, Gül Yaşartürk, Özlem Yıldız, Hande Yöremen, Zeynep Zişan ve Güncem Topçu. Kitaba Punto Dağıtım kanalıyla tüm kitabevlerinden ve yurtiçi yurtdışı online kitap satışı yapan www.pandora.com.tr kitap sitesinden ulaşılabilir.

Sanatın tarafı elbette var!

Derya Alabora sanatında geldiği yerden memnun. Kendine hesabını veremediği bir şey yok. Sürekli çalışıyor, hep bir şeylere hazır. Zamanla da sıkıntısı yok. Türk sinemasında senaryo ve karakter zaafı olduğunu düşünüyor. Sinemada banko işler yapılmasının nedeni de onun için bu. Çünkü “gerçek” bir film yapanların battığını tecrübe etmiş. Tiyatrodan ise vazgeçemiyor. Şimdilerde gençlere oyunculuğu anlatıyor.

Ali Deniz Uslu

Derya Alabora Türk sinemasının sert, cesur ve zor rollerinin kadını. Aslında hayatında da öyle Alabora. Güçlü ve dik durabilmenin zorluklarına inat hayata karşı refleksleri sert. En son da Altın Portakal film festivalinde yaptığı çıkışla konuşuldu. Jüri Özel Ödülü de alan Press filminin tanıtımında Kürtçe konuşulmasına isyan eden konuklarla, “sanatta taraf” tartışmasında tepkisini gösterdi. Alabora zaten yasaklı bir toplumda büyüdüğümüzü söylüyor. Belki de o yüzden tartışmayı da pek beceremediğimizi düşünüyor. Tabii sinemanın bundan payına düşeni aldığı kesin. İşte o yüzden ona göre sanatın tarafı elbette var ve olmalı.

– Altın Portakal’dan döndünüz. Bu yıl tartışmalar festivalin önüne geçti. Ama sizin Antalya gündeminizinden akılda kalan ne var?

– Bu yıl filmlerdeki gençlerin egemenliği beni çok mutlu etti. Genç sinemacıların farklı işleri umut vericiydi. Hem Altın Portakal popüler bir festival. Yani seslerini duyurabilmeleri ve görünür olmaları için büyük bir şanstı bu yıl.

– Medya fazla görmese de “Press” filminin tanıtımında bir çıkışınız oldu. Filmin Kürtçe yapılan tanıtımında sesler yükseldi. Sanatın taraflı olup olmaması hakkında atışmalar yaşandı. Siz de tepki gösterdiniz. Neydi orada yaşadığınız?

– Bazı konuları yeni yeni konuşmaya başladık. Hatta şimdi konuşurken bile yadırgadığımız oluyor. Biz çok yasaklı bir toplumda büyüdük, hâlâ öyleyiz. Sanki bir şeyler değişiyor gibi ama kandırılıyor da olabiliriz. Eleştirmeden, öğretilerle yaşadık. O yüzden tartışmayı pek bilmiyoruz. Bu sinemaya da yansıdı. Sanatın bir derdi vardır. Dert olmazsa, maraz olmazsa zaten sanat olmaz. İnsanlar kendini tam hissettiğinde bir şeyleri yaratma ihtiyacı hissetmez, o yüzdendir ki sanat bir tarafı tutar. En azından kişinin tarafındadır. Press de Diyarbakır’da basın özgürlüğü konusunda önemli şeyler söyleyen bir film. Yaşanan korkunç dönemin bir parçasını gazete üzerinden anlatıyor. Basın toplantısında da Kürtçe bir açıklama gelince sesler yükseldi, tepkiler geldi.

– Tepkiler arasında “İngilizce konuşun o zaman” önerisi de var. Trajikomik değil mi?

– Evet, kesinlikle. Tartışma sırasında önümdeki adam “siz taraflı bakıyorsunuz” dedi. Ben de dayanamadım. “Nasıl siz bu taraftansınız o da o taraftan, sanat elbette taraflıdır” dedim. Zaten sanatta da, hayatta da, fikirde de tarafsız olan bir insan olabileceğini düşünmüyorum, olamaz da. Herkes dilini konuşabilir. Bu çok insani bir ihtiyaç. İnsan kendi diliyle yaşar. Bundan korkmak ve sıkılmak nedir, nedendir bilemiyorum. Kürt meselesi son derece kapalı, anlaşılmadan yargılanmak istenen bir durum hâlâ ne yazık ki.

– Peki ya açılım hakkında ne düşünüyorsunuz?

– İyi tarafı da var, bin tane kötü tarafı da… Doğru olan desteklenir, kötünün iyisi bu adımlar. Çünkü hiç alternatif yok. Diğer taraf durumu hiç umursamıyor. İlerleme de durdu. En azından emek harcayan insanlara destek olmak zorundayız. Şiddet konusunda en üst sıralardayız. Bu ülkede şiddetin bir tarihi var. Cinnet geçirmek alışkanlığımız. Bir yandan da savaş ortamı içindeyiz. Şiddetin çemberinden çıkmak gerekli. Bilgi eksikliğimiz fazla.. Herkes gelen bir tehlikeden bahsediyor. Öyleyse insanlar savundukları konuda ne kadar bilgili? İki kelimeyle ideolojiler ya da felsefeler savunulamaz. Tehlikeler de savuşturulamaz. Hem Türkiye’de kitap okuyan insan yok.

– Yazan çok ama.

– Kesinlikle. Özellikle internet, sosyal ağlar herkesin boşalma alanı. Tek yapılan yorumlamak, bilmeden ve anlamadan.

Bu ülkenin ‘gerçek’ hikâyeleri var

– Sinemaya 1987 yılında “Bir Kırık Bebek”le başladınız. Ara ara dönüp bakar mısınız geçmişe, ya hatırlamak ya da bir muhasebe yapmak için?

– Aslında bulunduğum durumdan memnunum. Kendime hesap vereceğim bir şey yok. Belki içimde kalanlar var ama yine de parayı ve popülerliği kenara atıp biraz daha oyunculuk derdi ve tatmini olan işlerle uğraştım. Bu anlamda kendime haksızlık etmem. Duruşu olan bir yerde kaldığıma inanıyorum. Elbette dünyaya bakınca delirecek gibi oluyorum. Çünkü inanılmaz güzel işler çıkarıyor insanlar. Birkaç bölümlük diziler için bile harcanan emek çok büyük. Burada ise ticari kaygı baskın. Kim sinema yapsa batıyor. O yüzden de banko işler tercih sebebi. Senaryo ve karakter zaafı var Türk sinemasında. Tutan belli bir formül var, o da dizilerde uygulanıyor. Bu ülkenin çok “gerçek” hikâyesi var aslında.

– Ya tiyatro?

– Her yıl ne pahasına olursa olsun yapıyorum! Çünkü orası özgürlük alanı. Oyunculuk tatmini açısından da çok önemli. Maltepe ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde gençlere ders veriyorum. Bu keyifli bir iş. Kendime göre “düzgün” oyunculuğu anlatıyorum ve bu beni çok besliyor. Zaten Türkiye’de tiyatro zor iş. Kültür Bakanlığı’nın salon yapıp alan sağlaması, kiralaması gerekli. Oynanacak oyunların metinlerine ve içeriklerine müdahaleyi hakkı olarak görmeden. 

Devleti kutsal saymak tehlikeli

– Sinemanın ve dizilerin milliyetçilik üzerinden prim yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Milliyetçilik kolay ediniliyor. Dünyada da hızla yükseliyor. Çünkü kolay, diğer taraf için emek gerekli. Şiddet ile hak aranıyor. Filmler ve diziler böyle öğretiyor. O hakkın da ne kadar hak olduğu tartışılır. Gençler böyle zehirleniyor. Shakespeare, savaş için “elde ettikleri bir avuç toprak, ölülerini gömmeye bile yetmeyecek” der. Ben de böyle düşünüyorum. Tüm bu “alma” isteği nereye kadar sürecek? Peki, kanları döktük, her yeri aldık. Kiminle yaşayacağız? Kanlı toprakların üzerinde yaşıyoruz. Zaten devleti kutsal saymak tehlikeli. Kutsal olan insan ve onun hakkıdır.

Toplumlar kahramanlar yaratır, sinema da öyle. Neden gerekli bu kahramanlar?

– Güç iktidar demek. Orduların başında olmak da önemli. Binlerce asker bir toprak için feda edilir. Burada kahramanlık değil konuşulması gereken, “neye rağmen kahraman olmak”. Dünya böyle dönüyor tabii “ne pahasına olursa olsun kahraman ve kazanılan zafer önemli”. Her şey mubah kahramanlıkta. Öldürmek problem değil. Filmler de o yüzden geride kalanları anlatmaz. Ölenler sayıdır. Türkiye’de futbol fanatizmi de böyle yaşanıyor. Takım kaybedince taraftarı kendi kaybetmiş gibi mutsuz oluyor ya da kazanınca suni bir mutluluğu yaşıyor. Bunları sorgulamak gerekli. Kahramanlar olmazsa kimse onların peşinden gitmez, o yüzden toplumların kahramanlara ihtiyacı var. Böyle uyuşturuluyor insanlar. Düşünsenize, insanlar kahramanlar ölünce ağlıyor, onun peşinden gelirken ölenler için kimse ağlamaz.

– Hep sert, kendine özel ve bıçkın bir ifadeniz oldu. Sinemada da bu yüzden özel rollerde yer aldınız. Sanırım gerçek hayatta böylesiniz.

Tepki vermek iyidir. Çünkü güçlü olmak zor. Dik durabilmek için karşına çok insan alıyorsun. Hepimiz etten kemikteniz ve canımız acıyor. Belki de bu yüzden güçlü birini bulduğumuzda onun rüzgârına kapılıyoruz. Ben bir tavır gösterirsem sonucu düşünmem, sonucuna katlanırım. Reflekslerim hayata karşıdır. Kendini düşündüğün, koruduğun zaman sisteme hizmet edip asıl kaybedenlerin arasına girersin. Mesela bir kadını şurada biri bıçaklasa, kimse müdahale etmez, değil mi?

– Ama iki üniversiteli gazete dağıtsa ya da “özgürlük” diye eylem yapsa, aynı kişiler “ivedi” bir refleksle onları linç eder. Yanlış mı?

– Kesinlikle. Çünkü iktidarın ve egemenin yanında yer alacak o zaman. Kahramanlardan bahsettik ya işte, aslında ülkeler de “kahraman” olabilir.

20 yıldır yayınlanan Tiyatro… Tiyatro… Dergisi’nin düzenlediği 8. Tiyatro Ödülleri 11 kategoride sahiplerine verildi. Ödül töreni dün akşam İstanbul Büyükşehir Belediyesi(İBB) Şehir Tiyatroları’nın organizasyon desteği ile Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde yapıldı. Eserleri, çalışmalarıyla tiyatronun bilimsel alt yapı kazanmasına katkıları nedeniyle Cumhuriyet Gazetesi yazarı Prof. Dr. Ayşegül Yüksel’e de “Teşekkür Plaketi” verildi.

Tiyatro… Tiyatro… Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Demirkanlı ile İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’nun açılışını yaptığı ödül töreninde sunuculuğu oyuncu Şenay Gürler’ üstlendi. Gecede organizasyona katkıda bulunan kurum ve kuruluşlara ve Ayşegül Yüksel’e teşekkür plaketlerini Şamlıoğlu sundu. Yüksel; “Ben özgürce düşüncelerimi yazabildim, derslerimde söyleyebildim. Gelecek kuşaklarında aynı şansa sahip olmalarını diliyorum” diyerek tiyatroyu yaşatan herkese teşekkür etti.

Törende 11 dalda verilen ödülleri kazananlar;

Yılın erkek oyuncusu Yetkin Dikinciler  “Profesyonel” İstanbul Devlet Tiyatrosu

Yılın kadın oyuncusu Demet Evgar “Cimri” Kent Oyuncuları

Yılın oyun yazarı Ayşe Bayramoğlu “Hakiki Gala” Tiyatro TEM
Yılın çevirmeni. Bilge Emin “İntiharın Son Provası” İBB Şehir Tiyatroları
Yılın sahne tasarımcısı Işın Mumcu “İmparatorluk Kuranlar” İstanbul DT
Yılın giysi tasarımcısı Başak Özdoğan Pirim “Cimri” Kent Oyuncuları

Yılın ışık tasarımcısı F. Kemal Yiğitcan “Coriolanus” İBB ŞT
Yılın oyun müziği Tolga Çebi “7”/Sekspir Müzikali Oyun Atölyesi
Yılın koreografı Varvara Ştefanescu “Bakhalar” İBB ŞT

Yılın yönetmeni Mehmet Birkiye “Cimri”Kent Oyuncuları

Yılın yapımı “Mefisto” İBB ŞT

Kurumu adına “Yılın yapımı ödülü” verilen Şamlıoğlu, Mefisto’nun yönetmeni Ragıp Yavuz’u davet etti. Sahneye çıkan Yavuz, “Bu ödül onun hakkı” dedi. Yıllardır oyuncu olarak aynı tiyatroda sahneye çıkan Duran; “Bu sahnede ödül almak hakikaten hesapta yoktu” diyerek oyunun sahnelenmesini sağlayan, kendi çalışmalarını paylaşan genel sanat yönetmenine ve tüm sanatçılar gibi ekibine teşekkür etti.

Gecenin müzik molalarında piyanist Çiğdem Erken eşliğinde Güvenç Dağüstün ve Serhat Kılıç Fazıl Say besteleriyle Nazım, Orhan Veli, Ahmet Arif’ten, Brecht’ten eserler sundular.

Derdim vicdanla benim

Ahmet Hakan Coşkun, medya sahnesindeki adıyla Ahmet Hakan. Gazeteci, televizyoncu. “Ahmet Hakan kimdir?” diye sormak yerine kim değildir diye sormak daha mantıklı. Bildiğimiz pek çok polemiğin kahramanı ve ortağı olduğu. Haftanın dört gecesi de ekranlarda. Derdi, bildiğini okuyabilmek. Belki o yüzden kimseye yaranamıyor. Çok okunduğuna ise şüphe yok. Gazeteci sorumluluğunun taraf tutmadan özgürlükleri savunmak, haksızlıkların üzerine gitmek olduğunu söylüyor.

Gazeteci, televizyoncu Ahmet Hakan pek çok tartışmanın kahramanı, Twitter da en çok takip edilenlerden. Ama kendini asosyal görüyor. Çelişmekten ve yanılmaktan korksa da bunun öğrenmenin bir parçası olduğunu düşünüyor. Sevmeyenler de onu okuyor. Tarafsız, aidiyetsizlik konusunda başarılı mı? Tartışılır. Ama kimseye yaranamadığı kesin. Aidiyetlerin vicdanı sınırlamayacağı gün özgür olunacağına inanıyor. Referandum mu? Ahmet Hakan sıkı bir “hayırcı”. Sonucun çok da bir şey değiştirmeyeceğini düşünse de “Evet” fazla çıkarsa iktidarın kibrinin ve pervasızlığının ayyuka çıkacağının farkında.

– Artık röportaj yapmak can sıkıcı olmaya başladı. Elektronik posta ile röportajlar, gelmeden önce soruları istemeler, soruları beğenmemeler, “konuşulmayacak kadar ciddi konular” deyip sorulardan kaçmanın yollarını bulmalar derken işin tadı kaçtı. Belki de gazeteci olduğunuz için böyle bir isteğiniz olmadı. Çuvaldızı önce kendimize batırarak başlamalı. Nasıl bir gerçeklik anlayışı bu ya da biz bu noktaya nasıl geldik?

– Evet, burada biz gazetecilerin de suçu var. Söyleşinin kahramanı olmak, manşete çekilecek birkaç heyecanlı ve kışkırtıcı lafı almak için yanlış işler yaptık. Buna rağmen genellemeler yapmak yanlış. Yine de bu hatalar insanların mantıksız istek ve taleplerde bulunmasına neden oldu. Hem konuşan söylediklerine hem de yazan yazdığına fazla güvenmiyor artık. Birçok kişi de kendini fazla önemsiyor, bu gerçek. Toplumun genel yapısı buna dönüştü.

– İçim rahatlamadı ama devam edelim. Çok yoğun çalışıyorsunuz. Neredeyse her gece televizyon programınız var. Onca yazı ve metin… Yazıyla bu kadar etle kan olmaktan yorulduğunuz olmuyor mu?

– Olmaz mı? Zorlanıyorum, sıkılıyorum. Neyse ki Türkiye bu anlamda malzemenin çok bol ve renkli olduğu bir ülke. En sıkıcısı ise tekrar ettiğimi hissettiğimde başlıyor. İroni ile yazı yazmak zaten epey emek işi. Rutinleşme ve sıradanlaşma arasındaki çizgi ince. Ben bunu kaçırmamak için ciddi çalışıyorum.

-İnternet’teki varlığınız ve sözügeçer haliniz bu duruma bir alternatif mi?

– Bu konuda ahkâm kesemem. Twitter’in bir arena olduğuna inanıyorum. Değişik dünya görüşlerine sahip kişilerle aynı anda iletişim kurma fırsatı büyük şans. Benim 40 binin üstünde takipçim var. Oradaki ideolojik ve entelektüel hava da beni besliyor. Zaten ben asosyalim. İnternet’teki dünya da öğretici ve şaşırtıcı. Ama oradan birkaç cümle çekip polemik yaratmak işin başka boyutu ki orayı konuşmaya değmez.

– Asosyalim dediniz. Bunca görünür olurken nasıl hâlâ öyle kaldınız?

– Ben kolay samimiyet tesis edemem. Sosyalleşme fırsatı çok ama benim böyle bir iştahım yok. Dar bir çevrem var. Gazeteciliğin getirdiği genel sosyalleşme bile beni yoruyor.

– Eleştiri belki de en büyük artınız. “Yanılmaktan, çelişmekten korkmuyorum” diyorsunuz. Bu çoğu zaman “davayı satmak”la eşdeğer anlaşılıyor. Nedir derdiniz?

– Sürekli çelişeceğim ve yanılacağım, böyle öğrenir insan. Nurallah Ataç’ın güncesini okuyorum, çok hoşuma gitti. Cesurca, çelişmekten ve yanılmaktan korkmamak gerektiğini söylemiş. Onu okuyunca da cesaret geldi. Aslında çelişmekten de yanılmaktan da çok korkarım. Bu ürkekliği Ataç’ın yazdıklarıyla atmaya çalışıyorum.

– Özür dilemekten de çekiniriz.

– Şark toplumlarının genel özelliği bu. Özür dilemeyi, hatayı kabullenmeyi küçülmek olarak algılıyoruz. Değişir mi? Kim bilir?

– Cemal Süreya’yı okumayan adam olamaz derler. Bir yazınızda ondan bahsettiğinizi gördüm. Nedir ilişkiniz?

– Cemal Süreya ne yazarsa yazsın ona bir irtifa kazandırıyor. Eleştirisini serbest çağırışımla yaparken bile ne dediğinin çok farkında. Üslubu konudan bağımsız. O yüzden ne yazsa okunur. Ben de toplumsal hayata bakarken ve magazine bulaşırken ona öykünüyorum. Yani her şeyi yazabilirsiniz, yeter ki derinliğini bulun.

– Sürekli bir atışmanın ve polemiğin tarafı oluyorsunuz. Bazen kinayeli ve iğneli laflar ediyorsunuz. Sanıyorum ki karşıdan bir salvo gelmezse bu işin tadı çıkmaz. Öyle mi?

– Bunu düşünmemiştim ama doğru. Polemiği ben başlatmıyorum genelde. Bana yönelik yazılanlara cevap veriyorum. Hem düzeyli, düzgün bir atışmaysa ben de bir misilleme yapmışsam ve ciddiye alınmadıysam elbette bozuluyorum.

– Sakin ve huzurlu görünüyorsunuz. Bu görüntüden ibaret mi?

– Huzurlu ve sakinim. Yazan insanlara ait marazlarım, gerginliklerim de var tabii. Ama itiraf edeyim biraz kontrol manyağıyım.

– Hiç açılmıyor mu o kilit?

– Açmıyorum, açamıyorum. Sınıra geliyor, basıyorum antideprasını! Huzuru onda buluyorum. Şaka yapıyorum! Gerçi bu da iyi bir malzeme çıkarır işte.

Sorumluluğum hatırlatmak

– Sizi sevmese de okuyanınız fazla. Aidiyetsizlik konusunda başarılısınız. İslamcılar sizi kendinden görmüyor. Solcular bir yere koymuyor, Laikler yanınıza bile yaklaşmıyor. Bu bir strateji mi?

– Bu durum benim en sevdiğim şey. Bir yere ait olmak bizde taraftar olmak, yandaş ve fanatik olmak anlamına geliyor. Bu durumda yaptığınız her şey o aidiyete bağlanıyor. Ben bundan kurtulmak istedim. Derdim vicdanla benim. Aidiyetsizlik yüzünden çok eleştirildim, güvensiz hissettiğim de çok oldu ama keyfi ve huzuru daha büyük. Belli bir cemaatin, düşünce grubunun içinde yer alıp çıkarlarını savunmaktansa ortalama bir gazeteci olup, her gruba vicdani sorumluluğunu hatırlatan bir yerde durmak daha önemli. Eğer bir tarafım, misyonum varsa o da vicdani sorumluluğum.

– Ergenekon soruşturması sırasında Mustafa Balbay’a destek olmak için Cumhuriyet’e gelmiştiniz. Hatta “günah çıkarmaya geldiniz” diye eleştiriler olmuştu.

– Elbette olur, olacaktır ama bu büyütülmemeli. Ben doğru bildiğimi ve inandığımı yaptım. Cumhuriyet okuru özel, gazetesini çok sahipleniyor. O gün bana destek olanlar da vardı. Ben sahte olmadığımı düşünüyorum ve yeterince sınandığımı da…

– Vicdani sorumlulukla iki yüzlülük arasındaki çizgi ince çünkü kelimelere herkes farklı anlamlar yüklüyor. Vicdan ama kime ve neye göre?

– Bu en büyük problemimiz. Türban, başörtüsü özgürlüğünü savunan, ağıtlar yakanlar aynı hassasiyeti Ergenekon davasındaki hukuksuzlukların yol açtığı trajedilerde göstermiyorlar. İşte o zaman bu riyakarlık ve iki yüzlülük oluyor. Taraf tutmadan özgürlükleri savunmayan bana vicdandan bahsetmesin. Aidiyetlerin vicdanı sınırlamayacağı gün özgür olacağız. Gözyaşları içinde yazılar yazıp, tuhaf bir tutuklama geldiğinde göbek atanlar var bu ülkede. Herkesin başka dünyalara saygısı olmak zorunda. Mesela bu da benim Cumhuriyet’e ilk söyleşim. Şimdi size de “bu adamla niye röportaj yaptın” diyeceklerdir. Ben ise İlhan Selçuk’la buluştuğum günü unutamıyorum. Benimle tanışmak istedi, heyecanla gittim. Onunla tanışmak keyifliydi, mesleki açıdan çok önemliydi.


– Son dönemdeki seviyeli tartışmaların gündemi arabesk. Arabesk ile magazin arasındaki sıkı bağ dikkat çekici değil mi?

– Arabeskin doğuşu isyan. Belki bilinçsizce bir şey arabesk ama isyanla doğduğu kesin. Yanlış ifadeleri de var ama doğuşundan bu yana merkeze hep uzak kalmıştı. Yıllar sonra büyük kentleri varoş kalabalık sardı, egemen kültür de arabesk olunca merkeze oturdu. Sonra arabeskçiler merkeze oynadı, popülerleşti, magazin oldular. Günümüzde arabeskin duvarları yıkıldı, raconlar yerlerde sürünüyor. Orhan baba Tarkan gibi. Müslüm baba da reklamlarda kapitalist sisteme oynuyor. Jilet atan delikanlı çocukları dışladı. Serdar Ortaç’tan farksız. Onları hep 70’lerdeki şarkılarıyla anmamızın nedeni de bu!