Derdim vicdanla benim

Ahmet Hakan Coşkun, medya sahnesindeki adıyla Ahmet Hakan. Gazeteci, televizyoncu. “Ahmet Hakan kimdir?” diye sormak yerine kim değildir diye sormak daha mantıklı. Bildiğimiz pek çok polemiğin kahramanı ve ortağı olduğu. Haftanın dört gecesi de ekranlarda. Derdi, bildiğini okuyabilmek. Belki o yüzden kimseye yaranamıyor. Çok okunduğuna ise şüphe yok. Gazeteci sorumluluğunun taraf tutmadan özgürlükleri savunmak, haksızlıkların üzerine gitmek olduğunu söylüyor.

Gazeteci, televizyoncu Ahmet Hakan pek çok tartışmanın kahramanı, Twitter da en çok takip edilenlerden. Ama kendini asosyal görüyor. Çelişmekten ve yanılmaktan korksa da bunun öğrenmenin bir parçası olduğunu düşünüyor. Sevmeyenler de onu okuyor. Tarafsız, aidiyetsizlik konusunda başarılı mı? Tartışılır. Ama kimseye yaranamadığı kesin. Aidiyetlerin vicdanı sınırlamayacağı gün özgür olunacağına inanıyor. Referandum mu? Ahmet Hakan sıkı bir “hayırcı”. Sonucun çok da bir şey değiştirmeyeceğini düşünse de “Evet” fazla çıkarsa iktidarın kibrinin ve pervasızlığının ayyuka çıkacağının farkında.

– Artık röportaj yapmak can sıkıcı olmaya başladı. Elektronik posta ile röportajlar, gelmeden önce soruları istemeler, soruları beğenmemeler, “konuşulmayacak kadar ciddi konular” deyip sorulardan kaçmanın yollarını bulmalar derken işin tadı kaçtı. Belki de gazeteci olduğunuz için böyle bir isteğiniz olmadı. Çuvaldızı önce kendimize batırarak başlamalı. Nasıl bir gerçeklik anlayışı bu ya da biz bu noktaya nasıl geldik?

– Evet, burada biz gazetecilerin de suçu var. Söyleşinin kahramanı olmak, manşete çekilecek birkaç heyecanlı ve kışkırtıcı lafı almak için yanlış işler yaptık. Buna rağmen genellemeler yapmak yanlış. Yine de bu hatalar insanların mantıksız istek ve taleplerde bulunmasına neden oldu. Hem konuşan söylediklerine hem de yazan yazdığına fazla güvenmiyor artık. Birçok kişi de kendini fazla önemsiyor, bu gerçek. Toplumun genel yapısı buna dönüştü.

– İçim rahatlamadı ama devam edelim. Çok yoğun çalışıyorsunuz. Neredeyse her gece televizyon programınız var. Onca yazı ve metin… Yazıyla bu kadar etle kan olmaktan yorulduğunuz olmuyor mu?

– Olmaz mı? Zorlanıyorum, sıkılıyorum. Neyse ki Türkiye bu anlamda malzemenin çok bol ve renkli olduğu bir ülke. En sıkıcısı ise tekrar ettiğimi hissettiğimde başlıyor. İroni ile yazı yazmak zaten epey emek işi. Rutinleşme ve sıradanlaşma arasındaki çizgi ince. Ben bunu kaçırmamak için ciddi çalışıyorum.

-İnternet’teki varlığınız ve sözügeçer haliniz bu duruma bir alternatif mi?

– Bu konuda ahkâm kesemem. Twitter’in bir arena olduğuna inanıyorum. Değişik dünya görüşlerine sahip kişilerle aynı anda iletişim kurma fırsatı büyük şans. Benim 40 binin üstünde takipçim var. Oradaki ideolojik ve entelektüel hava da beni besliyor. Zaten ben asosyalim. İnternet’teki dünya da öğretici ve şaşırtıcı. Ama oradan birkaç cümle çekip polemik yaratmak işin başka boyutu ki orayı konuşmaya değmez.

– Asosyalim dediniz. Bunca görünür olurken nasıl hâlâ öyle kaldınız?

– Ben kolay samimiyet tesis edemem. Sosyalleşme fırsatı çok ama benim böyle bir iştahım yok. Dar bir çevrem var. Gazeteciliğin getirdiği genel sosyalleşme bile beni yoruyor.

– Eleştiri belki de en büyük artınız. “Yanılmaktan, çelişmekten korkmuyorum” diyorsunuz. Bu çoğu zaman “davayı satmak”la eşdeğer anlaşılıyor. Nedir derdiniz?

– Sürekli çelişeceğim ve yanılacağım, böyle öğrenir insan. Nurallah Ataç’ın güncesini okuyorum, çok hoşuma gitti. Cesurca, çelişmekten ve yanılmaktan korkmamak gerektiğini söylemiş. Onu okuyunca da cesaret geldi. Aslında çelişmekten de yanılmaktan da çok korkarım. Bu ürkekliği Ataç’ın yazdıklarıyla atmaya çalışıyorum.

– Özür dilemekten de çekiniriz.

– Şark toplumlarının genel özelliği bu. Özür dilemeyi, hatayı kabullenmeyi küçülmek olarak algılıyoruz. Değişir mi? Kim bilir?

– Cemal Süreya’yı okumayan adam olamaz derler. Bir yazınızda ondan bahsettiğinizi gördüm. Nedir ilişkiniz?

– Cemal Süreya ne yazarsa yazsın ona bir irtifa kazandırıyor. Eleştirisini serbest çağırışımla yaparken bile ne dediğinin çok farkında. Üslubu konudan bağımsız. O yüzden ne yazsa okunur. Ben de toplumsal hayata bakarken ve magazine bulaşırken ona öykünüyorum. Yani her şeyi yazabilirsiniz, yeter ki derinliğini bulun.

– Sürekli bir atışmanın ve polemiğin tarafı oluyorsunuz. Bazen kinayeli ve iğneli laflar ediyorsunuz. Sanıyorum ki karşıdan bir salvo gelmezse bu işin tadı çıkmaz. Öyle mi?

– Bunu düşünmemiştim ama doğru. Polemiği ben başlatmıyorum genelde. Bana yönelik yazılanlara cevap veriyorum. Hem düzeyli, düzgün bir atışmaysa ben de bir misilleme yapmışsam ve ciddiye alınmadıysam elbette bozuluyorum.

– Sakin ve huzurlu görünüyorsunuz. Bu görüntüden ibaret mi?

– Huzurlu ve sakinim. Yazan insanlara ait marazlarım, gerginliklerim de var tabii. Ama itiraf edeyim biraz kontrol manyağıyım.

– Hiç açılmıyor mu o kilit?

– Açmıyorum, açamıyorum. Sınıra geliyor, basıyorum antideprasını! Huzuru onda buluyorum. Şaka yapıyorum! Gerçi bu da iyi bir malzeme çıkarır işte.

Sorumluluğum hatırlatmak

– Sizi sevmese de okuyanınız fazla. Aidiyetsizlik konusunda başarılısınız. İslamcılar sizi kendinden görmüyor. Solcular bir yere koymuyor, Laikler yanınıza bile yaklaşmıyor. Bu bir strateji mi?

– Bu durum benim en sevdiğim şey. Bir yere ait olmak bizde taraftar olmak, yandaş ve fanatik olmak anlamına geliyor. Bu durumda yaptığınız her şey o aidiyete bağlanıyor. Ben bundan kurtulmak istedim. Derdim vicdanla benim. Aidiyetsizlik yüzünden çok eleştirildim, güvensiz hissettiğim de çok oldu ama keyfi ve huzuru daha büyük. Belli bir cemaatin, düşünce grubunun içinde yer alıp çıkarlarını savunmaktansa ortalama bir gazeteci olup, her gruba vicdani sorumluluğunu hatırlatan bir yerde durmak daha önemli. Eğer bir tarafım, misyonum varsa o da vicdani sorumluluğum.

– Ergenekon soruşturması sırasında Mustafa Balbay’a destek olmak için Cumhuriyet’e gelmiştiniz. Hatta “günah çıkarmaya geldiniz” diye eleştiriler olmuştu.

– Elbette olur, olacaktır ama bu büyütülmemeli. Ben doğru bildiğimi ve inandığımı yaptım. Cumhuriyet okuru özel, gazetesini çok sahipleniyor. O gün bana destek olanlar da vardı. Ben sahte olmadığımı düşünüyorum ve yeterince sınandığımı da…

– Vicdani sorumlulukla iki yüzlülük arasındaki çizgi ince çünkü kelimelere herkes farklı anlamlar yüklüyor. Vicdan ama kime ve neye göre?

– Bu en büyük problemimiz. Türban, başörtüsü özgürlüğünü savunan, ağıtlar yakanlar aynı hassasiyeti Ergenekon davasındaki hukuksuzlukların yol açtığı trajedilerde göstermiyorlar. İşte o zaman bu riyakarlık ve iki yüzlülük oluyor. Taraf tutmadan özgürlükleri savunmayan bana vicdandan bahsetmesin. Aidiyetlerin vicdanı sınırlamayacağı gün özgür olacağız. Gözyaşları içinde yazılar yazıp, tuhaf bir tutuklama geldiğinde göbek atanlar var bu ülkede. Herkesin başka dünyalara saygısı olmak zorunda. Mesela bu da benim Cumhuriyet’e ilk söyleşim. Şimdi size de “bu adamla niye röportaj yaptın” diyeceklerdir. Ben ise İlhan Selçuk’la buluştuğum günü unutamıyorum. Benimle tanışmak istedi, heyecanla gittim. Onunla tanışmak keyifliydi, mesleki açıdan çok önemliydi.


– Son dönemdeki seviyeli tartışmaların gündemi arabesk. Arabesk ile magazin arasındaki sıkı bağ dikkat çekici değil mi?

– Arabeskin doğuşu isyan. Belki bilinçsizce bir şey arabesk ama isyanla doğduğu kesin. Yanlış ifadeleri de var ama doğuşundan bu yana merkeze hep uzak kalmıştı. Yıllar sonra büyük kentleri varoş kalabalık sardı, egemen kültür de arabesk olunca merkeze oturdu. Sonra arabeskçiler merkeze oynadı, popülerleşti, magazin oldular. Günümüzde arabeskin duvarları yıkıldı, raconlar yerlerde sürünüyor. Orhan baba Tarkan gibi. Müslüm baba da reklamlarda kapitalist sisteme oynuyor. Jilet atan delikanlı çocukları dışladı. Serdar Ortaç’tan farksız. Onları hep 70’lerdeki şarkılarıyla anmamızın nedeni de bu!