Sanatın tarafı elbette var!
Derya Alabora sanatında geldiği yerden memnun. Kendine hesabını veremediği bir şey yok. Sürekli çalışıyor, hep bir şeylere hazır. Zamanla da sıkıntısı yok. Türk sinemasında senaryo ve karakter zaafı olduğunu düşünüyor. Sinemada banko işler yapılmasının nedeni de onun için bu. Çünkü “gerçek” bir film yapanların battığını tecrübe etmiş. Tiyatrodan ise vazgeçemiyor. Şimdilerde gençlere oyunculuğu anlatıyor.
Derya Alabora Türk sinemasının sert, cesur ve zor rollerinin kadını. Aslında hayatında da öyle Alabora. Güçlü ve dik durabilmenin zorluklarına inat hayata karşı refleksleri sert. En son da Altın Portakal film festivalinde yaptığı çıkışla konuşuldu. Jüri Özel Ödülü de alan Press filminin tanıtımında Kürtçe konuşulmasına isyan eden konuklarla, “sanatta taraf” tartışmasında tepkisini gösterdi. Alabora zaten yasaklı bir toplumda büyüdüğümüzü söylüyor. Belki de o yüzden tartışmayı da pek beceremediğimizi düşünüyor. Tabii sinemanın bundan payına düşeni aldığı kesin. İşte o yüzden ona göre sanatın tarafı elbette var ve olmalı.
– Altın Portakal’dan döndünüz. Bu yıl tartışmalar festivalin önüne geçti. Ama sizin Antalya gündeminizinden akılda kalan ne var?
– Bu yıl filmlerdeki gençlerin egemenliği beni çok mutlu etti. Genç sinemacıların farklı işleri umut vericiydi. Hem Altın Portakal popüler bir festival. Yani seslerini duyurabilmeleri ve görünür olmaları için büyük bir şanstı bu yıl.
– Medya fazla görmese de “Press” filminin tanıtımında bir çıkışınız oldu. Filmin Kürtçe yapılan tanıtımında sesler yükseldi. Sanatın taraflı olup olmaması hakkında atışmalar yaşandı. Siz de tepki gösterdiniz. Neydi orada yaşadığınız?
– Bazı konuları yeni yeni konuşmaya başladık. Hatta şimdi konuşurken bile yadırgadığımız oluyor. Biz çok yasaklı bir toplumda büyüdük, hâlâ öyleyiz. Sanki bir şeyler değişiyor gibi ama kandırılıyor da olabiliriz. Eleştirmeden, öğretilerle yaşadık. O yüzden tartışmayı pek bilmiyoruz. Bu sinemaya da yansıdı. Sanatın bir derdi vardır. Dert olmazsa, maraz olmazsa zaten sanat olmaz. İnsanlar kendini tam hissettiğinde bir şeyleri yaratma ihtiyacı hissetmez, o yüzdendir ki sanat bir tarafı tutar. En azından kişinin tarafındadır. Press de Diyarbakır’da basın özgürlüğü konusunda önemli şeyler söyleyen bir film. Yaşanan korkunç dönemin bir parçasını gazete üzerinden anlatıyor. Basın toplantısında da Kürtçe bir açıklama gelince sesler yükseldi, tepkiler geldi.
– Tepkiler arasında “İngilizce konuşun o zaman” önerisi de var. Trajikomik değil mi?
– Evet, kesinlikle. Tartışma sırasında önümdeki adam “siz taraflı bakıyorsunuz” dedi. Ben de dayanamadım. “Nasıl siz bu taraftansınız o da o taraftan, sanat elbette taraflıdır” dedim. Zaten sanatta da, hayatta da, fikirde de tarafsız olan bir insan olabileceğini düşünmüyorum, olamaz da. Herkes dilini konuşabilir. Bu çok insani bir ihtiyaç. İnsan kendi diliyle yaşar. Bundan korkmak ve sıkılmak nedir, nedendir bilemiyorum. Kürt meselesi son derece kapalı, anlaşılmadan yargılanmak istenen bir durum hâlâ ne yazık ki.
– Peki ya açılım hakkında ne düşünüyorsunuz?
– İyi tarafı da var, bin tane kötü tarafı da… Doğru olan desteklenir, kötünün iyisi bu adımlar. Çünkü hiç alternatif yok. Diğer taraf durumu hiç umursamıyor. İlerleme de durdu. En azından emek harcayan insanlara destek olmak zorundayız. Şiddet konusunda en üst sıralardayız. Bu ülkede şiddetin bir tarihi var. Cinnet geçirmek alışkanlığımız. Bir yandan da savaş ortamı içindeyiz. Şiddetin çemberinden çıkmak gerekli. Bilgi eksikliğimiz fazla.. Herkes gelen bir tehlikeden bahsediyor. Öyleyse insanlar savundukları konuda ne kadar bilgili? İki kelimeyle ideolojiler ya da felsefeler savunulamaz. Tehlikeler de savuşturulamaz. Hem Türkiye’de kitap okuyan insan yok.
– Yazan çok ama.
– Kesinlikle. Özellikle internet, sosyal ağlar herkesin boşalma alanı. Tek yapılan yorumlamak, bilmeden ve anlamadan.
Bu ülkenin ‘gerçek’ hikâyeleri var
– Sinemaya 1987 yılında “Bir Kırık Bebek”le başladınız. Ara ara dönüp bakar mısınız geçmişe, ya hatırlamak ya da bir muhasebe yapmak için?
– Aslında bulunduğum durumdan memnunum. Kendime hesap vereceğim bir şey yok. Belki içimde kalanlar var ama yine de parayı ve popülerliği kenara atıp biraz daha oyunculuk derdi ve tatmini olan işlerle uğraştım. Bu anlamda kendime haksızlık etmem. Duruşu olan bir yerde kaldığıma inanıyorum. Elbette dünyaya bakınca delirecek gibi oluyorum. Çünkü inanılmaz güzel işler çıkarıyor insanlar. Birkaç bölümlük diziler için bile harcanan emek çok büyük. Burada ise ticari kaygı baskın. Kim sinema yapsa batıyor. O yüzden de banko işler tercih sebebi. Senaryo ve karakter zaafı var Türk sinemasında. Tutan belli bir formül var, o da dizilerde uygulanıyor. Bu ülkenin çok “gerçek” hikâyesi var aslında.
– Ya tiyatro?
– Her yıl ne pahasına olursa olsun yapıyorum! Çünkü orası özgürlük alanı. Oyunculuk tatmini açısından da çok önemli. Maltepe ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde gençlere ders veriyorum. Bu keyifli bir iş. Kendime göre “düzgün” oyunculuğu anlatıyorum ve bu beni çok besliyor. Zaten Türkiye’de tiyatro zor iş. Kültür Bakanlığı’nın salon yapıp alan sağlaması, kiralaması gerekli. Oynanacak oyunların metinlerine ve içeriklerine müdahaleyi hakkı olarak görmeden.
Devleti kutsal saymak tehlikeli
– Sinemanın ve dizilerin milliyetçilik üzerinden prim yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Milliyetçilik kolay ediniliyor. Dünyada da hızla yükseliyor. Çünkü kolay, diğer taraf için emek gerekli. Şiddet ile hak aranıyor. Filmler ve diziler böyle öğretiyor. O hakkın da ne kadar hak olduğu tartışılır. Gençler böyle zehirleniyor. Shakespeare, savaş için “elde ettikleri bir avuç toprak, ölülerini gömmeye bile yetmeyecek” der. Ben de böyle düşünüyorum. Tüm bu “alma” isteği nereye kadar sürecek? Peki, kanları döktük, her yeri aldık. Kiminle yaşayacağız? Kanlı toprakların üzerinde yaşıyoruz. Zaten devleti kutsal saymak tehlikeli. Kutsal olan insan ve onun hakkıdır.
– Toplumlar kahramanlar yaratır, sinema da öyle. Neden gerekli bu kahramanlar?
– Güç iktidar demek. Orduların başında olmak da önemli. Binlerce asker bir toprak için feda edilir. Burada kahramanlık değil konuşulması gereken, “neye rağmen kahraman olmak”. Dünya böyle dönüyor tabii “ne pahasına olursa olsun kahraman ve kazanılan zafer önemli”. Her şey mubah kahramanlıkta. Öldürmek problem değil. Filmler de o yüzden geride kalanları anlatmaz. Ölenler sayıdır. Türkiye’de futbol fanatizmi de böyle yaşanıyor. Takım kaybedince taraftarı kendi kaybetmiş gibi mutsuz oluyor ya da kazanınca suni bir mutluluğu yaşıyor. Bunları sorgulamak gerekli. Kahramanlar olmazsa kimse onların peşinden gitmez, o yüzden toplumların kahramanlara ihtiyacı var. Böyle uyuşturuluyor insanlar. Düşünsenize, insanlar kahramanlar ölünce ağlıyor, onun peşinden gelirken ölenler için kimse ağlamaz.
– Hep sert, kendine özel ve bıçkın bir ifadeniz oldu. Sinemada da bu yüzden özel rollerde yer aldınız. Sanırım gerçek hayatta böylesiniz.
Tepki vermek iyidir. Çünkü güçlü olmak zor. Dik durabilmek için karşına çok insan alıyorsun. Hepimiz etten kemikteniz ve canımız acıyor. Belki de bu yüzden güçlü birini bulduğumuzda onun rüzgârına kapılıyoruz. Ben bir tavır gösterirsem sonucu düşünmem, sonucuna katlanırım. Reflekslerim hayata karşıdır. Kendini düşündüğün, koruduğun zaman sisteme hizmet edip asıl kaybedenlerin arasına girersin. Mesela bir kadını şurada biri bıçaklasa, kimse müdahale etmez, değil mi?
– Ama iki üniversiteli gazete dağıtsa ya da “özgürlük” diye eylem yapsa, aynı kişiler “ivedi” bir refleksle onları linç eder. Yanlış mı?
– Kesinlikle. Çünkü iktidarın ve egemenin yanında yer alacak o zaman. Kahramanlardan bahsettik ya işte, aslında ülkeler de “kahraman” olabilir.