Gazeteci Esra Açıkgöz ilk kitabı “Tank, Tüfek ve Cezaevi: 12 Eylül ve Çocukluğum”da çocukluğundan 12 Eylül geçenleri anlatıyor. Kahramanlık maskesiyle bize dayatılan resmi tarihin riyakarlığını sorguluyor. 12 Eylül’de devletin sistemli şiddetini yaşamak zorunda kalan, o dönemin çocuklarıyla yapılan söyleşiler karanlık bir tarihe ışık tutuyor.

Pazar Dergi’deki çalışma arkadaşımız gazeteci Esra Açıkgöz’ün ilk kitabı “Tank, Tüfek ve Cezaevi: 12 Eylül ve Çocukluğum.” Kitabını hazırlarken ondan epey uzak kaldık çünkü mümkün olduğunca, şiddetin yayıldığı tüm Türkiye coğrafyasını gezmeye çalıştı. 12 Eylül’ün dinmeyen öfkesinin ve korkusunun kuşaklar boyunca aktarıldığını gördü. Bu kandan, şiddetten 12 Eylül’de çocuk olanların payına düşenleri araştırdı. 30 kişiyle yaptığı röportajları da bu kitapta bir araya getirdi. Onun bu karanlık tarihe yolculuğu kolay değildi elbette. Çünkü acıları ve kayıpları konuşmak zor. Zaten o da utanç ve öfkeyi hissetmiş yazarken en çok. İçinden zaman zaman vazgeçmek de gelse, bu topraklarda yaşananların farkına varmanın hem kendine hem de bu şiddete göğüs gerenlere bir borç olduğunu düşünmesinden güç almış hep. Böyle devam etmiş yoluna. İşte bu ve pek çok nedenden Esra Açıkgöz’ün kitabı güçlü bir toplumsal bellek oluşumunda önemli bir adım. Unutmamak, hatırlamak ve yüzleşmekten kaçmamak için bize nereye bakmamız gerektiğini işaret etmesi açısından da yol gösterici.

– İlk olarak kitap neyi anlatıyor? Çünkü resmi tarih ve yaşanan tarih arasındaki büyük uçurum bizi bilinmezliğe itiyor. Bu karanlığa inmeye nasıl karar verdin?

– Kitap çocukluğundan 12 Eylül geçenleri anlatıyor. O dönemin çocuklarıyla hayatlarını, 12 Eylül’le kesilen çocukluklarını konuştum. Kahramanlık maskesiyle bize dayatılan resmi tarihin doğru olmadığını her ne kadar çok önceden öğrenmiş olsam, bu topraklardaki karanlığı bilsem de kitap için yaptığım görüşmelerde derinliğinin daha da iyi farkına vardım. Editörüm Berat Günçıkan böyle bir kitap hazırlamamı teklif ettiğinde başta çok heyecanlandım, Türkiye’de devlet şiddetinin büyük olduğunu yaptığım pek çok haberden biliyordum, o nedenle bu işin kolay olmayacağının farkındaydım ancak kitap için görüşmelere başlayıp, şiddetin en ağır şekliyle daha çocukken karşılaşan kişileri dinledikçe üzerimdeki ağırlık arttı.

– “12 Eylül” bir girdap. İçindeki bunca acıdan nasıl bir derleme yaptın?

– Mümkün olduğunca o dönem Türkiye’de farklı şehirlerde yaşayanlarla görüşmeye çalıştım. Küçük bir köyde ya da çatışmaların yoğun olduğu şehirlerde 12 Eylül’ün tezahürü nasıldı, onu da görmek istedim. Bu nedenle Türkiye’nin ilk sosyalist belediyecilik anlayışının hayata geçirildiği Fatsa’da, dönemin belediye başkanı Fikri Sönmez’in oğlu Naci Sönmez’le de konuştum, Maraş Katliamı’nda anne-babası ve kardeşi gözü önünde öldürülen Yurdagül Yurtsever’le de. 12 Eylül’de tam olarak ne yaşandığından yıllar sonra haberi olan ve şimdi Hrant İçin Adalet girişiminden, barış çağrılarına kadar pek çok eylemde yer alan Şevval Sam da kendi 12 Eylül’ünü anlattı. Daha 16 yaşında Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşeti, işkenceleri yaşayan, seslerini duyurmak için kendini yakan arkadaşlarının et kokusunu solumak zorunda bırakılan, altı yıl sonra da beraat eden Fehmi Bahçeci de var kitapta… O dönemin çocuklarıyla konuşmak, 12 Eylül’ün bugün bu topraklara bıraktıklarını, yaptıklarını anlamak adına da önemliydi. Çünkü onlar şimdi bugünün yetişkinleri. Kendi çocuklarını yetiştiriyorlar. Onlara, yaşadıklarını çocuklarına anlatıp anlatamadıklarını sorduğumda, gördüm ki 12 Eylül’ün öfkesi de, korkusu da kuşaklar boyu aktarılıp duruyor.

– O dönemi yaşamadın. Ama pek çok kişinin yaşadıklarını dinledin. Nasıl bir ruh haliyle yazmaya başladın?

– En ağır basan iki duygum, utanç ve öfkeydi. Kendim, kuşağım ve giderek daha da ilgisiz olan sonraki kuşaklar adına duyulan bir utançtı bu. Üzerinden yıllar geçmiş, çoktan unutulmuş, daha da kötüsü hiç öğrenilmemiş 12 Eylül 1980, sadece bir tarih değil, hâlâ içinden çıkamadığımız bir dönem çünkü. Yani 16 yaşındayken, abisi gözaltında “kaybedilen” Faruk Eren’e hâlâ kimse kardeşinin nerede olduğunu söylemiyor. Kimse, on yaşındayken annesi bombalı bir paketle öldürülen Mehmet Yılmaz’a annesinin katillerinin kim olduğunu açıklamıyor. Üstelik buna benzer olayların tekrar yaşanmayacağını bile söyleyemiyoruz.

– “Röportajlara ilk olarak Doğu’dan başladım diyorsun.” Aslında bu “12 Eylül”ün ilk nereyi vurduğunun da bir göstergesi sanırım…

– İlk demekten ziyade daha şiddetli vurduğu yerin oralar olduğunu söylemek daha doğru olur. En azından yaptığım görüşmelerle benim ulaştığım sonuç buydu. Ancak tabii 12 Eylül Konya’nın küçük bir köyünde yaşayanları da İstanbul gibi büyükşehirleri de, herkesi vuruyor.

– Acıları konuşmak kolay değil, kayıplar, ölümler. Zorlandığın zamanlarda kendini nasıl telkin ettin?

– Zaman zaman “Acaba bıraksam mı” diye düşündüğüm oldu. Yaşanılanları dinledikçe insanlığa dair güveni kaybetmemek elde değil. Ama madem ki bu topraklarda yaşıyorum, yan yana durduğum, karşılaştığım insanların gerçeklerinin farkına varabilmeyi de en azından kendime borçluyum diye düşündüm. Ayrıca bu şiddetle yüzleşilmesi için insanların nelere göğüs gerdiğini görmek de bir devam etme nedeniydi.

– Seni en çok şaşırtan ve üzen hikâye neydi?

– Acılar için derecelendirme yapmak mümkün değil. Çünkü 12 Eylül’le sürülen hâkim babasından dört ay uzak kalmak zorunda kalan Şelda Şenol için de, 12 yaşında annesiyle birlikte gözaltına alınan, işkenceye uğrayan, cezaevinde yatan Meral Batlaş için de acıları derin ve hâlâ taze. Ya da 17 yaşında asılan Erdal Eren’in kızkardeşi Sevil Eren için yaşamak zorunda bırakıldıkları, abisinin elinden alınmasını kabullenmesi hâlâ öyle zor ki…

– Herkesin bir “12 Eylül’ü var” diyorsun. O zaman doğmamış olanların bile…

– Evet, çünkü o tarihte doğmayanları da 12 Eylül’den geçen kuşaklar yetiştirdi. Onların üzerine sinen, şiddet ve korku ne yazık ki bizlerin de üzerinde. Çocuğuyla yaşadıklarını konuşmayı bırakın siyasi tercihine dair bile renk vermeyen ailelerin ellerinden çıktık. Diğer yandan, o yıllarda ekilmiş ve bugün artık toplumun her kademesine işlemiş bir şiddetle terbiye edildik. Okuldan, kişisel ilişkilerimize kadar hayatımızın her yerine sinmiş bu şiddet, 1980 sonrası kuşak için de kendi 12 Eylül hikâyesini yaratıyor.

– Türkiye gerçek anlamda “12 Eylül” ile yüzleşebilecek mi?

– Üzerinden 30 yıl geçti, hâlâ bunu başaramadık ama yine de umutsuz değilim. Aslında öyle bir noktaya gelinecek ki, bundan başka çıkar yol kalmayacak diye düşünüyorum. Umarım bunun için bir 30 yıl daha beklemek zorunda kalmayız.

– Unutmak ve hatırlamamak, yokmuş gibi davranmak en iyi yaptığımız şeylerin başında. Bu tür belgesel kitaplar, sistemli bellek kayıplarına karşı bir alternatif oluşturabilir mi?

– Bu tür kitapların güçlü bir toplumsal bellek oluşumunda önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii bunların genç kuşaklara ulaşmasını sağlamak da ikinci adım. Acının, şiddetin yoğunluğu, sürekli değişen ya da değiştirilen gündemler nedeniyle belgeleme çalışmalarımız eksik kalıyor. 12 Eylül bile üzerinden 30 yıl geçtiği halde, henüz her yönüyle işlenemedi.