Prof.Dr. Kolsuz Agop

 
Muthiş bir yaşam öyküsü ve başarı.
Hepimiz adını duymusuzdur mutlaka…….
        

Cildiyeci Kolsuz Agop – çok etkileyici bir yaşam öyküsü…

Prof. Dr. Agop Kotoğyan yani meşhur ‘Cildiyeci Kolsuz Agop’, 41 yıl
hizmet verdiği İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden
geçtiğimiz 2004 kasım ayında emekli oldu. Tesadüf bu ya Agop Hoca, bundan
tam 66 yıl önce Cerrahpaşa’nın doğum kliniğinde dünyaya gelmişti.
Hastane, evlerine 15 dakika yürüyüş mesafesindeydi.

Doğduğu Samatya semtini diğer adı Kocamustafapaşa’yla seven Kotoğyan,
‘Doğma büyüme Paşalıyım’ diye övünüyor. Agop Hoca, yıllarca hasta
baktığı, laboratuvarında göz nuru döktüğü, kimileri şimdi namlı birer
profesör olan öğrencileri, vefalı hastaları ve mesai arkadaşlarının
katıldığı törenle uğurlandı.

Veda eden aslında azmin, direncin, ölümlerin eşiğinden dönüp hayata
sıkı sıkı sarılmanın simgesi, yaşayan bir efsaneydi. 30 yıl önce
mesleğinin zirvesine oturmuş, masal kahramanına dönüşmüştü. Hayatının
içine girmek zordu. Çünkü gazetecilerden uzak duruyor, doktorların
artist olmadığını, bilimsel tebliğler dışında dışarıya seslenmenin
reklam olabileceğini savunuyordu. Türkiye’de, cinsel yolla bulaşan
hastalıklar kürsüsünü ilk kuran, çeşitli bilim dallarında bölüm
başkanlığı yapan, yeni buluşlarla çığır açmış bu doktoru albüm
sayfalarımıza alabilmek için günlerce uğraştık. Sonunda hatırını
kıramayacağı dostlar araya girdi, bize hayatının kapılarını araladı.
İşte gördüklerimiz.

Aslında bu albüm şöyle başlayabilirdi: ‘Bir varmış, bir yokmuş. Evvel
zaman içinde, kalbur saman içinde Yozgat’ın Akdağ Madeni İlçesi’nin
Terzili Köyü’nde Kirkor adında bir çocuk varmış. Küçük Kirkor, kendi
halinde yaşayıp giden yoksul bir ailenin çocuğuymuş.’ Ama masalsı
hayatın içinde gerçeği kaybetmemek için kronolojik sırayla anlatmayı
doğru bulduk.

Agop’un babası Kirkor Kotoğyan, 1911 doğumlu. 1915 yılında, yani
Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını
kaybetmiş. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürmüş. Küçük
Kirkor’u annesi, onu madendeki mağaralara kaçırarak kurtarabilmiş.
Sonra da bir yakınlarının yanına sığınmışlar. Olaylar yatışıp
saldırılar durunca yanmış, yıkılmış, talan edilmiş köylerine
dönebilmişler.

Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgat’ın İğdere Köyü’nde yaşayan Makruhi
Hanım’la evlenmiş. Aile 1938’de İstanbul’a gelmiş ve Samatya’ya
yerleşmiş. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki hastanesinde doğmuş. Dünyaya
gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastane ile
ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlamış.

Babası Kirkor Bey, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya
yakınlarında bir fabrikada işçilik yaparmış.

KOLUNU PRES KAPTI

Çok yoksullarmış. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni İlkokulu’na
başladığı yıl, babası ona bir ceket almış. Bir bahar günü
arkadaşlarıyla Samatya sahilinden denize girip çıkmış ve bir bakmış ki
ceketin yerinde yeller esiyor. Anasından bir ton dayak yediği gibi tam
üç yıl boyunca da ceketsiz kalmış. ‘Bana yeni bir ceket almaları
mümkün değildi. Ekmeği karneyle alıyor, aylarca et ve şeker yüzü
görmüyorduk’ diye annesinin köteğine hak veriyor şimdi.

Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlamış. Mezun olduğu yıl bir
gümüş atölyesinde çalışıyormuş. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş
kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş
önlüğünün kolunu kapmış. Sonra da elinin tamamı omuzuna kadar presin
altında un ufak olmuş. Hastaneye vardığında doktorlar, ‘Bu çocuk
yaşamaz’ demiş. Ameliyat olmuş, günlerce komada kalmış ve bir gün
gözlerini açıp hayata yeniden merhaba demiş. Kaderin cilvesi bu ya,
yine Cerrahpaşa Hastanesi’ndeymiş.

O yaz sonunda kendisini tamamen toparlamış ama çevresindekilerin
acıyarak bakması kalbini çok kırıyormuş. Bu yüzden kayıt yaptırdığı
halde okula gitmeyeceğini söylemiş babasına. Okula gitmemiş ama aldığı
ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendine göre bir tedrisat
yapmış. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünmüş. O küçük ve artık
tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacağına karar vermiş.
‘Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım’ demiş. Ve dönem
başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulu’nda eğitime geri dönmüş.

Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam
etmiş. Tahtakale’de işportacılık yapmış. Konfeksiyon atölyelerinde
ilik makinelerinde çalışmış. Eve katkı olsun diye çalışırken çok
sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam’a da küçük hediyeler almayı
ihmal etmezmiş.

FUTBOL YILLARI

Ortaokulda başarılı olmuş ama esas zirveyi Galata Getronogan
Lisesi’nde yapmış. Her yıl okul birincisi olmuş, takdirlerle dönmüş
evine. Agop Bey, hasta Fenerbahçeli. Tam 26 yıldır Fenerbahçe Kulübü
üyesi. Basketbolu çok seviyormuş. Ama tek kollu olduğu için
oynayamamış. ‘Ben de sahada top koştururum’ demiş ve lisede futbola
başlamış. Oynayamazsın demişler, aldırmamış. Çok da güzel oynamış. Ve
hatta, o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna
girmeyi başarmış.

1957’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanınca doğduğu,
yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nde bulmuş kendini.
Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar beni kurtardı bu
hastane, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünmüş. Bu dönemde lise
öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam
etmiş. Ayrıca, Cerrahpaşa’nın futbol takımında oynamayı da ihmal
etmemiş.

1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını almış. Bir yıl
Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışmış. 1964’te
Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsü’nde asistan olarak göreve
başlamış. Uzmanlık tezinin başlığı, ‘İmpetigo Herpetiformis Vak’aları
Üzerinde Klinik ve Biyoşimik Araştırmalar.’ Ben başlığından bir şey
anlamadım, Agop Hoca açıkladı: ‘Uçukla ilgili çok önemli bir
çalışmaydı.’

1967’de uzman olmuş. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde başasistan olarak
çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilmiş.
Dört ayda Almanca’yı öğrenmiş. Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji
Kliniği’nde ünlü dermatolog Prof. Dr. Nödl’ün yanında çalışmaya
başlamış. Ayrıca aynı üniversitenin alerji ve histoloji bölümlerinde
çalışmış. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite
Kurulu’nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatılmış.

Dr. Kotoğyan, 1952’de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini
kullanırmış. Onu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok
çalışmış. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çekmiş. Tek eliyle
tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi
öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalmış, evde portakallara su
şırınga edermiş. Dikiş atmayı öğrenmek için ise, evde ne kadar sökük
ve yırtık varsa dikermiş. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım
almadan tek başına yapıyor hale gelmiş.

1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra
doçentlik sınavını başarıyla vermiş. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris
Vak’alarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör
kadrosuna atanmış. Almanca’dan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca
ve İngilizce öğrenmiş. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar
vermiş, nam salmış. Özellikle son iki yılda dışarıdan gelen hasta
sayısında büyük bir artış olmuş. Uluslararası tıp dergilerinde
yayımlanan makalelerinin sayısı 300’ü aşmış, cilt hastalıkları üzerine
iki kitap yazmış.

Suzan Hanım’la 1975’te evlenmiş. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım
2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni
bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar
çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum.
Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ demişti.

YURT SEVGİSİ BUDUR

Birçok ülkenin üniversitesinden teklif almış: Almanya, Fransa, Kanada,
Amerika… ‘Burada kal, kürsünün başına geç’ demişler. O, bunların
hepsini elinin tersiyle geri çevirmiş. ‘Ermeni olduğun için dedeni,
fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ demişler,
gülmüş geçmiş. Peki ne düşünmüş? ‘Evet doğrudur: Ülkemde çok acı
çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu,
kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan
milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu
topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir
ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri
sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın
yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise
eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret
ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi
biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine
sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk
bırakmadım.’

DOKTORLUĞA DEVAM

Bu efsane doktor üniversiteye veda ederken şöyle diyordu: ’32 yılını
öğretim üyesi olarak geçirdiğim, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki
görevim fiilen sona ermiş bulunuyor. İnsanın hissetttiklerini
anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç
tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin
yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor:
Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan,
Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren,
profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden
sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de, ‘Hey geçmişin kimlikleri;
utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben,
işte buradayım’ diyene kadar…’

Neyse ki Agop Bey tecrübeleriyle şifa dağıtmaya veda etmedi.
Osmanbey’deki mimar oğlunun tasarladığı yeni kliniğinde, yine içten,
yine mütevazı, çalışmayı sürdürüyor.

Ciğerim Agop, bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor

Prof. Dr. Kotoğyan’ın emekli olduğu gün annesi Makruhi Hanım (87)
rahatsız olduğu için törene katılamadı. Kız kardeşi ünlü matematik
hocası Hripsime Kotoğyan, kürsüye çıktı ve annelerinin gönderdiği
mektubu okudu: ‘Ciğerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de.
Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalıştın can parçam. Biz
fukaraydık, senin yaptığın şu çok zor yolculukta yanına yetecek kadar
azık koyamadık. Bak, burada da açıklıyorum, herkes duysun: Oğlum, sana
yeterince yardım edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi
ama baban da buna çok üzülmüştü. Ama, sen bizim yüzümüzü hiç kara
çıkarmadım. Her zorluğun üstesinden geldin. Garip kuşun yuvasını yapan
Allah, uçmak istediğini anlayınca sana kanat taktı. Ciğerim Agop, çok
çalıştın, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyeceğim ama
biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Şimdi, biraz hastayım ama sen
biliyorsun ki yanındayım. Bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor.
Baban da şimdi yukarıdan sana bakıyor ve gülüyordur. Ciğerim benim,
senin o kara gözlerinden öpüyorum.’

13 Şubat 2005