Cumhuriyet Gazetesi yazarı Hikmet Çetinkaya, bir mektuptan yola çıkarak ne kadar özgür olduğumuzu sorguladı.

Hikmet Çetinkaya

Cumhuriyet– Ellerim ceplerimde Taksim gezi parkında dolaşırken banklarda oturan insanları, simit satanları, ellerinde boyacı sandıklarıyla dolaşan çocukları izliyordum.

Taksim’den İstiklal Caddesi’ne geçip kafelerden birisine oturdum.

Öğle saatleriydi, önce yemek yedim ardından kahvemi yudumlarken not defterimi çıkarıp baktım…

Dışarıda poyraz vardı.

Yedi aydır Silivri’de yatan Ulusal Kanal istihbarat şefi Ufuk Akkaya bir mektup göndermişti cumartesi günü çıkan yazım üzerine.

O yazımda özgürlükten söz etmiş, yaşamı anlatmış, tutukluluğun ne olduğunu,12 Mart ve 12 Eylül yıllarını, tutukluluk günlerimi anlatmıştım.

Ufuk mektubunda, “Hikmet Ağabey, sis ve pus altındaki yüreğinden geçmişim” deyip ekliyordu:

“Evet ağabey saat sekizden önce kalkıyoruz. Sekizde demir kapı açılır, elinde bir kâğıt olan başgardiyan bir, iki, üç diye sayar. Arkasından on kadar ‘özgür’ infaz koruma memuru.

Biz sütbeyaz güne böyle başlarız. Çok sessiz ve temiz bir hava. Şimdi Kadıköy-Karaköy vapurunda boğaza karşı durmak, deniz havasını içine doldurmak var. Ama ben aylardır neden Silivri’de tutuklu olduğumu bilmiyorum.

Bugün cumartesi, güneşin tadını çıkaracağım. Bir an aklıma evliliğimin birinci yıldönümüne bir ay kaldığı geldi. Evliliğim beşinci ayını doldurmadan bir sabah polis kapımı çaldı. Polisler ‘gidiyoruz’ dediler ve beni alıp götürdüler. Karıma sarıldım sıkı sıkı ve kokladım. Uzun süre göremeyecektim, öyle oldu. Yedi ayda ancak iddianame yazılabildi…”

***

Ufuk’un Silivri’den yazdığı mektubu birkaç kez okudum…

Franz Kafka’nın “Dava”sı (Can Yayınları-Çeviri Ahmet Cemal) geldi aklıma…

Dava, “Korku Çağı” olarak bilinen 20. yüzyılda insanoğlunun neredeyse kurtulması olanaksız bir yazgıya dönüşen kuşatılmış yaşamını anlatıyordu.

Bu çağa korku egemendi!

Kafka’nın ‘Dava’da betimlediği yargılama süreci, böyle bir çağın en güçlü simgelerinden biriydi…

Hesabı ödeyip kalktım gazeteye dönmek için!

Yalanla gerçeğin iç içe girdiği bir dünyada yaşıyorduk. Sevgisizdik, özlemlerimizi, tutkularımızı gizliyorduk.

Satılmışların egemen olduğu bir evrende, ikiyüzlülüğü, arkadan vurmayı, toplum olarak içimize sindiriyorduk.

Suskunduk, korkaktık, konuşmaktan çekiniyorduk!

Siirt’te ve Pervari’de yaşanan yüz kızartıcı olaylar, Güneydoğu’daki çocuk gelinler, okula “günah” olduğu gerekçesiyle gönderilmeyen kız çocukları.

Bir yıl önce Pervari’de sekiz çocuğun karıştığı tecavüz olayını saklamayı görev bilen savcılar.

İki ve üç yaşlarındaki bebelere tecavüz eden sekiz çocuk hakkında bir yıldır iddianame neden hazırlanmadı?

Savcıya baskı yapan kimdi?

Başımı pencereye dayayıp dışarıyı seyrederken düşünüyorum…

Kanlı 1977 1 Mayıs’ında öldürülen emekçiler.

Gaffar Okkan
cinayeti, Uğur Mumcu’nun katledilmesi.

Tüm faili meçhul cinayetler…

Tetikçiler bulunuyor ama “vur emrini verenler” ortada yok!

Giresun’da, Şemdinli’de, Mardin’de uzaktan kumandalı mayının patlamasıyla şehit düşen askerimiz, polisimiz.

Salt Güneydoğu’yu değil tüm Türkiye’yi saran yoksulluk, açlık, işsizlik.

Türkiye karanlık yollarda ikiye bölünerek uyuyan ağaçların kapkara örgüsü gibi…

Umursamaz ve yılgın!

***

Ufuk’un mektubu, Kafka’nın “Dava”sı masamın üzerinde duruyor…

Ufuk yedi aydır tutuklu… Karısını, arkadaşlarını, yakınlarını, denizin kokusunu özlüyor…

Ufuk hücresinin küçük cam penceresinden görüyor serçeleri, duvarın tel örgülerine tünediklerinde.

Toplum ise “korku tüneli”nden geçiyor!

Yaşamın dinginliği yok oluyor, düşlerimiz yitip gidiyor nisan ayının son günlerinde…

Odamın karşısındaki ağaçlardan kuşlar havalanıyor!..

hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr

Faks numaramız: 0212 343 72 69