Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Mine G. Kırıkkanat

Demokrasi terazisi, kefelerinde iktidarla muhalefetin, çoğunlukla azınlığın, aptalla akıllının, bilgelikle cehaletin, erkekle kadının ve tabii, övgüyle eleştirinin dengelediği bir ‘ölçü’ rejimidir. Hep aynı kefe ağır çekerse, ne dengeden söz edilebilir, zaten ne de ölçüden ve demokrasiden.

Türkiye’de kafalar demokrat olamadığı için mi kefeler dengesiz, yoksa terazinin ayarı bozuk olduğu için mi hep aynı kafa ağır basıyor, kararsızım.

Can Dündar’ın belgesel film çalışması Mustafa’yı 27 Ekim’de Dolmabahçe’de düzenlenen gala gecesi izledim.

Mustafa’sıyla, Kemal’iyle çerçevelenmesi çok güç bir dâhi, tarihin akışını, dünyanın niyetini ve Türklerin kısmetini değiştirmiş Atatürk’ün insan olduğunca insanüstülüğünü tek bir filme sığdırmak mümkün mü? Elbette hayır.

Can Dündar’ın belgesele çizdiği çerçeve ve odaklandığı açıdan başarılı bir çalışma yaptığını düşünüyorum.

***

Ben mi cahilim, yoksa başkaları çok bilmiş numarası mı yapıyor bilmiyorum, ama şahsen Mustafa filminden Atatürk hakkında bilmediğim pek çok ayrıntı öğrendim. Örneğin Fransızca, ‘yazım’la malul bir dildir. Çoğu Fransız, doğru konuşur, yanlış yazar. Oysa Atatürk’ün Corinne’e yazdığı mektuplarda, ekranda görebildiğim kadarıyla Fransızca yazım kusursuzluğuna hayran kaldım.

Örneğin cahil şahsımın 1985 yılında, İspanya’da ‘astrofizik’ konulu bir konferansta keşfedip benimsediği ‘Tanrı’ tanımına ve insanı Tanrı’nın bir parçası olarak kaderini değiştirmeye yetkin kılan bilince Atatürk’ün seksen küsur yıl önce varıp, olağanüstü sağlamlıkta bir mantık ifadesiyle yazıya döktüğüne, sevinçle şaşırdım!

Mustafa filminden çıktığımda, dul annesinin ikinci evliliğini içine sindiremeyen bir çocuğu, aptallık ve geriliğe tahammül edemeyen bir dehanın uğruna baş koyduğu ideale varmak için sabırsızlığını, hızına yetişemeyenlerin yanındaki kaçınılmaz yalnızlığını ve yalnızlığın kendisini ister istemez sürüklediği aşırılıkları daha çok seviyordum.

Başka bir deyişle, Atatürk’ü daha çok seviyorum artık.

***

Film hakkında tek eleştirim var, o da müziğinin Goran Bregoviç’e ısmarlanmış, ‘uçakta besleteyiverdi’ diye övünülmüş olması. Bir, böylesi iddialı bir filmin müziği şıpınişi bestelenecek kadar ciddiyetsiz olmamalıdır.

İki: Goran Bregoviç, sekiz yıldan beri yeni beste yapamıyor, zaten Mustafa’da kullanılan temalardan biri fena halde Arizona Dream kokuyor, öteki de Sezen Aksu’nun ’Düğün ve Cenaze’albümünde, üzerine Gül isimli şarkının okunduğu, zaten o şarkıya da yine Bregoviç’in eski bir ’soundtrack’inden oturtulmuş bir ’remake’.

Oysa Türkiye’de bu filme beste yapacak genç ve güçlü besteciler var. Fatih Akın’ın dünyaya ‘Crossing The Bridge’ filmiyle tanıttığı müzik potansiyeli ortadayken, Mustafa filmi için oportünist bir yaklaşımla, illa ki Boşnak ve ’dünyaca ünlü’diye Goran Bregoviç’in bayat besteciliğine başvurulmasını (herhalde tonla da para ödenmesini) pek anlayamadım.

Ama Can Dündar, “Eğer Türk besteci seçersem niye biri değil de öteki derler, başımın etini yerler,” diye düşündüyse haklıdır.

Çünkü cephe geniş: Cumhuriyetçiler ve cumhuriyet düşmanları, belki de ilk kez birleştiler, filmi yerden yere çalıyorlar. Atatürk’ün çağdaşı olsa süpürgeyle kovalayacağı adamlar (örneğin Ahmet Hakan) bile Atatürk’e dair bir filmden nasıl para kazanılmamalıymışın dersini veriyor, para konusuna girmeyenler de Atatürk’e dair film nasıl yapılmaz, nasıl yapılırı öğretiyorlar. Pes!

Oysa Atatürk’ten bir değil, bin belgesel çıkar. Can Dündar’ın Mustafa’sını beğenmeyenler Kemal, Kemal’i beğenmeyenler Atatürk filmi yapabilirler. 70 yıldır ilk girişeni taşlamak için mi beklediler?

***

8 Kasım Cumartesi günü Tüyap Kitap Fuarı Literatür standında yine okurlarımla birlikte olacak ve son romanım Destina başta, kitaplarımı, kitaplarınızı imzalayacağım.

Londra Bridge Center kurumundan İngiliz tıp uzmanları, embriyodaki kalıtsal hastalıkları tarayan ve hızlı sonuç veren ve 15.000 kalıtsal hastalığı kontrol eden bir test geliştirdi. Yeni testle kalıtsal hastalıkları olan ailelerin yapay döllenmeyle sahip oldukları embriyo, ana rahmine yerleştirilmeden önce taranabilecek. Bu tür taramalar genelde tek bir hastalık için yapılabiliyor ya da tarama çok uzun sürüyordu.

Nilgün Özbaşaran Dede

Açıklamalara göre 1800 Avro civarındaki test önümüzdeki yıldan itibaren kullanılabilecek. Testi ekibiyle birlikte geliştirilen Alan Handyside, The Times Gazetesi’ne, yöntemin Beşeri Döllenme ve Embriyoloji İdaresi (Human Fertisilation and Embryology Authority /HFEA) tarafından onaylandığını bildirdi.

7 Kasım 2008

İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB), 10 Kasım’da Kültür Üniversitesi’nde ”Atatürk’ün sesi” adlı bir konser verecek. Konserde, Carl Orff’un ”Carmina Burana” adlı eserinden bir bölümün yanı sıra Sabahattin Kalender, Muammer Sun, Selman Ada, Dede Efendi ve Ahmet Adnan Saygun gibi Türk bestecilerin yapıtları seslendirilecek.

İstanbul – İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nden (İDOB) yapılan açıklamada, Büyük Önder Atatürk’ün ölümü nedeniyle verilecek konserde Carl Orff’un ”Carmina Burana” adlı eserinden bir bölümün yanı sıra Sabahattin Kalender, Muammer Sun, Selman Ada, Dede Efendi ve Ahmet Adnan Saygun gibi Türk bestecilerin yapıtlarının seslendirileceği kaydedildi.

Orkestra şefliğini Serdar Yalçın, koro şefliğini ise Gökçen Koray’ın yapacağı belirtilen açıklamada, konserde Orhan Kurtuldu ve Özlem Abacı’nın anlatıcı, Gökhan Akyüz, Deniz Erdoğan, Gülbin Kunduz, Alpaslan Mater, Necat Pınazoğlu, Hande Soner, Gökhan Ürben ve Ayşen Zülfikar’ın da solist olarak yer alacakları ifade edildi.

Özellikle ülkemize kaçak yollardan giren oyuncakların üzerinde bulunan boyaların kurşun içeriğinin fazla olduğu ve çocuklarda ‘kurşun zehirlenmelerine’ yol açtığı belirtiliyor

Çocukların vazgeçilmez mutlulukları olan oyuncaklar, seçimi yanlış yapıldığı zaman kâbusları haline gelebiliyor. Ülkemize kaçak yollardan giren, sokaklarda, mahalle aralarında satılan ve denetimi yapılmayan oyuncakların çocukların sağlığı ve gelişimi açısından son derece zararlı olduğu belirtiliyor. Hekimlere göre özellikle Çin malı oyuncakların üzerindeki boyalar, kurşun zehirlenmelerine yol açarak ciddi sağlık sorunlarına neden oluyor.

Türkiye’de satılan her 10 oyuncaktan 9’unun Çin başta olmak üzere Uzakdoğu ülkelerinden ithal edildiği, çocuk başına yıllık oyuncak tüketimimizin 5-6 dolar seviyelerinde olduğu, AB ülkelerinde ise çocuk başına yılda 250-500 dolar düzeyinde oyuncak tüketildiği belirtiliyor.

Geçen yıllarda da dünyanın sayılı oyuncak firmaları arasında yer alan ABD şirketlerinden Mattel 20 milyona yakın oyuncağını, RC2 şirketi ise Thomas&Friends isimli oyuncak trenlerini kurşun içeren boyası nedeniyle toplatmıştı.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Özgür Kasapçopur, özellikle kaçak yollarla ülkemize giren oyuncakların üzerindeki boyaların kurşun içeriğinin fazla olduğunu vurguladı. Kasapçopur, “Bu oyuncaklarla temas eden çocuklarda kurşun zehirlenmelerine rastlanıyor. Genellikle kronik bulgularla ortaya çıkan hastalıkta çocukların büyüme, gelişme ve öğrenme yeteneklerinde bozulmalar meydana geliyor” dedi. Hastalığın akut belirtiler vermediğini bu nedenle anlaşılmasının zor olduğunu anımsatan Kasapçopur, ailelerin çocuklarında halsizlik, büyüme ve gelişiminde anormallik, tedavilere yanıt vermeme ve kansızlık gibi durumlara rastlanması halinde bir hekime başvurmaları gerektiğinin altını çizdi.

Türkiye Oyuncakçılar Derneği Başkanı Ahmet Alioğlu ise ülkemize giren oyuncakların denetiminin son yıllarda daha da yaygın hale geldiğini anımsattı.

Alioğlu, “Büyük mağazalarda kaçak ürün yoktur ancak ufak mağazalarda, sokak aralarında bunlara rastlamak mümkündür. Yurttaşlar özellikle oyuncak alırken kullanma kılavuzu, firmanın adresi ve telefonu, hangi yaş grubuna ait olduğuna, ürünün markasının olup olmadığına dikkat etmelidir” açıklamasını yaptı.

Migren olmak aslında o kadar da kötü değilmiş. Seattle kentindeki Fred Hutchinson Kanser Araştırmaları Merkezi’nden doktor Christopher Li araştırmaları neticesinde, migreni olan kadınların meme kanserine yakalanma riskinin yüzde 30 daha az olduğunu açıkladı.

Chicago- Seattle kentindeki Fred Hutchinson Kanser Araştırmaları Merkezi’nden doktor Christopher Li, genelde migren geçmişi olan kadınlarda, hiç olmayanlara nazaran meme kanseri riskinin yüzde 30 düşük olduğunu bulduklarını ifade etti.

Araştırmacılar, bu araştırmayla meme kanseri ile migren arasındaki ilişkinin ilk kez incelendiğini ve sonuçlarının, kadınlarda meme kanseri riskini azaltmak için yeni yollar açabileceğini ifade etti.

Seattle bölgesinde menopoz sonrası meme kanserine yakalanan 1.938 ve meme kanserine yakalanmamış 1.474 kadın üzerinde yaptıkları iki çalışmayı analiz eden Li ve meslektaşları, bu kadınlardan migren teşhisi konmuş olanlarda meme kanserine yakalanma riskinin yüzde 30 az olduğunu buldu.

Migren geçmişi olan kadınlarda meme kanseri riskinin az olmasının nedeni tam olarak açıklanamasa da, Li ve meslektaşları, bunda hormonların rol oynadığını tahmin ediyor.

Li, araştırma sonuçlarının dikkatli yorumlanması gerektiğini ve bu sonuçların meme kanseri riskinde olası bir yeni faktöre işaret ettiği uyarısında bulundu

Zülfü Livaneli
 zlivaneli@gazetevat an.com
 

Kitaplar sizi daha derin bir anlayışa götürür, hem kendinizi hem de dünyayı daha derinden kavramanızı sağlar.

Bir ruh eğitimidir, bir duygular eğitimidir.

Birçok olumlu kavram gibi edebiyat hakkında da olumsuz önyargılar yerleşmiş topluma.

Bunlardan biri de “edebiyat yapmak” deyimi.

Bu deyimle boş konuşmalar, hayal ürünü, hiçbir işe yaramayan düşünceler ve gerçeklere dayanmayan bir değersizlik ortamı kastediliyor.

Oysa edebiyat dünyanın en ciddi işidir.

Hiçbir gelişmiş toplumda edebiyat böyle bir deyimle kirletilmemiş , aksine hep toplumun en üst değerleri arasında yer almıştır.

Bu saygıyı gösteren ve göstermeyen toplumlar arasındaki farkı görmek istiyorsanız, bir Avrupa ülkelerine bakın bir de biz ve Orta Doğu ülkelerine.

Durum ortada değil mi!

***

Bazı kişiler eskiyi muhafaza etmek isterler ama kastettikleri eskinin de bir zamanın “yeni”si olduğunu ve daha önceki eserlere karşı bir yenilik mücadelesi vererek varolduğunu unuturlar.

Ayasofya binbeş yüz yıllık bir eserdir ama basilika ve kubbe biçimlerini ilk kez birleştiren yani kendilerinden önceki bütün eserlere meydan okuyan iki yenilikçi mimar ve onları destekleyen yenilikçi bir hükümdar sayesinde yapımı mümkün olabilmiştir.

Mozart klâsiktir ama kendi dönemindeki “eski”ye karşı mücadele eden bir “yeni” olarak varolabilmiştir.

Cervantes de böyledir, Çaykovski de, Frank Lloyd Wright ya da Le Corbusier de…

Mustafa Kemal bir devrimcidir, hayatını Tanzimat Fermanı’nı tartışarak değil, geleceği inşa etmeye çalışarak geçirmiştir.

Ama bu insanların hepsi geçmişten geleceğe uzanan bir köprü niteliğindedir. Kökleri çok derindedir.

“Kökü mazide olan atiyiz” yani “Kökü geçmişte olan geleceğiz” sözü bu büyük adamlarda doğrulanır gibidir.

Her yenilik tepki görür, her peygamber, her büyük filozof, her büyük sanatçı önce reddedilir, sonra kabullenilir ve klâsik olur.

Bu yüzden sanat da hayatın gerçeği gibi devrimcidir.

***

Nasıl Descartes’tan “Düşünüyorum o halde varım” cümlesi insanlığa miras olarak kaldıysa İspanyol filozof Ortegay Gasset’ten de böyle bir cümle kalmıştır:

“Ben, kendimin ve çevremin toplamıyım.”

İlk bakışta “Ne demek bu?” diyenler olabilir. Ama biraz düşündükçe her şeyin yerli yerine oturacağına ve sözün derin anlamının ortaya çıkacağına eminim.

Aslında bu ülkedeki birçok gelişmiş ve incelmiş insanın dramının temelinde bu cümle yatıyor. Çünkü siz kendinizi, beyninizi ve duygularınızı ne kadar geliştirmiş olursanız olun sonunda bu çevrenin bir parçasısınız.

Bir yanınız arabesk, bir yanınız eurobesk.

Bir yanınız vahşi bir sertlikle ve binbir cambazlıkla sürüp giden siyaset, öteki yanınız her gün ölüp ölüp dirilen, arap sabunuyla kaplı mermer zeminde rugan pabuçla dansetmeye çalışan ekonomi.

Bir omzunuza yumuşak bir şefkat tünemiş, ötekine gözü kanlı bir şiddet.

Yani ne yaparsanız yapın, kendinizi nasıl tanımlamaya çalışırsanız çalışın, sonuçta bu ülke ortamının bir parçasısınız. Eğitimine kafa yorduğunuz çocuğunuz da aynen böyle olacak.

Çünkü insanoğlu tek başına varolamıyor

Zülfü Livaneli
  zlivaneli@gazetevat an.com
 

Zamanımızda “başarı denilen virüs” öylesine yayıldı ve herkesin içine yerleştirildi ki, insanları böyle bir yaşamın tersinin mümkün olduğuna bile inandırmak güçleşiyor.

Sanki “başarılı olmak” gereği her zaman ve herkes için geçerliymiş gibi algılanıyor.

Artık günümüzün romancıları, şairleri, düşünürleri, bilim adamları bile “başarı” peşinde koşuyorlar.

Herkesi, Amerikalıların kafalarımıza soktuğu “kazanan” ve “kaybeden” kavramlarına göre yargılıyoruz.

Peki Yunus Emre başarılı olmak için mi yazmıştı şiirlerini, Mevlana sema dönerken “başarı” peşinde miydi?

Çarmıhta can veren İsa kazanan mıdır, kaybeden mi?

Ne demişti Peygamber: “Her şeyi kaybeden, her şeyi kazanır.”

***

Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, insanlığın binlerce yıl içinde geliştirdiği temel kavramları ters yüz edemezsiniz.

Bazı toplumlar, belirli dönemlerde insani gelişimin dışına düşer ve bunu da kalıcı sanırlar ama sonunda evrensel kurallar galip gelir ve o toplumu bir düzeltmeye tabi tutar.

Bir düşünelim: Güzel sanatlar nedir?

Eskiden “bedii zevk” denilen yüksek estetik kaygılar ne için toplumlarda bu kadar önemli yer tutmuştur?

Niye birçok gelişmiş ülke, genç kuşakların zevklerinin incelmesi için çalışmıştır?

Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde tiyatro, resim, edebiyat, bale niçin bu kadar önemlidir?

Bu ülkeler zengin oldukları için mi yüksek zevklere yönelmiştir, yoksa bu birikim mi onları zengin etmiştir?

Bunlar önemli sorular.

Ve cevapları belli.

Dünya uzun vadede güzeli, doğruyu, iyiyi arar.

Belki çok acı çekilir, çok kişi bu yolda kırılır ama eninde sonunda iyi, güzel ve doğru olan kazanır.

***

Roman kahramanlarını , hep şişeden çıkmayı bekleyen cinler gibi düşünmüşümdür.

Oradadırlar, sizi beklemektedirler, şişeyi okşadığınızda çıkıp geleceklerdir.

Çağırmadığınız zaman ise yokturlar, şişe alelade bir şişe olarak durur.

Kitaplar da öyle değil mi?

Birbirine yapışık durumda bekleyen binlerce, yüz binlerce sayfa cansızdır, kupkurudur.

Zamanla tozlanmaktan, küflü bir koku edinerek sararmaktan başka bir işe yaramaz.

Önce havayla en çok temas eden kenar bölümleri sararır, sonra içlere doğru yayılır.

Okumayanlar için kitaplar, ölü birer selüloz katmanından başka nedir ki?

Ama bir kez elinize alıp okumaya görün. O cansız sayfalardan süzülen ruhlar, ete kemiğe bürünür, capcanlı görünürler size.

Onlarla dertlenir, onlarla sevinir, onlarla kıskanırsınız.

O andan itibaren kitabın küf kokusu da bir alışkanlık olur sizin için, her ülke kağıdının değişik kokusunu içinize çekersiniz.

Sararmalar, eski ve çok sevilen bir dostun saçlarına düşen ak gibidir.

Selüloz katmanlarının arasından fışkıran yakıcı hayatlar, sizi de birlikte sürükler.

Lafcadio olursunuz, Raskolnikov, Bovary, Meryemce, Anna Karenina, Lacombe Lucien, Goriot, Jean Valjean, Buendia gibi duyumsarsınız kendinizi.

Yaşamı imbikten süzerek size yeniden sevdiren bir büyüdür bu.

1. Göz İlişkisi: İnsanların yüzüne bakanlar, bakmayanlardan daha çok hoşa gider! İnsanlarla, onları rahatsız etmeyecek ölçüde, ancak mümkün olduğu kadar çok göz ilişkisi kurun!
2. Yüz İfadesi: Canlı olun! Mümkün olduğu kadar sıcak ve dostça tebessüm edin ce gülün! Yüzünüz, çevrenize olan ilginizi yansıtsın! Donuk ve ifadesiz görünmekten kaçının!
3. Baş Hareketleri: Karşınızdaki konuşurken sık sık başınızı hafifçe aşağı , yukarı hareket ettirerek onu dinlediğinizi ve anladığınızı hissettirin! Söylenenleri kabul edip etmemeniz önemli değildir, sizinle konuşana �anlaşıldım� duygusunu yaşatın! Başınızı hafif dik tutun!
4. Jestler: Çok aşırıya kaçmadan, jestlerinizi kullanın! Ellerinizi cebinizde tutmaktan ve kollarınızı çalıştırmaktan, ellerinizle ağzınızı örtmekten kaçının! açık ve anlaşılır jestleri tercih edin!
5. Postür (Beden Duruşu): Ayaktaysanız, dik durun! Oturuyorsanız sandalye ve koltuğunuzu tam olarak doldurun ve arkanıza yaslanın! Birisiyle konuşurken ve birisi doğrudan sizinle konuşurken öne eğilin ve ilginizi ögsterin!
6. Yakınlık: İnsanlara daima, onları rahatsız etmeyecek, mümkün olan en yakın mesafede durmaya gayret edin!
7. Yöneliş: Daima konuştuğunuz veya sizinle konuşan insana dönük durun! İkiden fazla bir grup insanla bir grup oluşturuyorsanız, sizin için önemli olanların dışındakilere merkezinizi kapatmayın!Mümkün olduğu kadar çok kişiye merkezinizi açık tutun!
8. Bedensel Temas: İnsanları tedirgin etmeden, mümkün olan her durumda bedensel teması kullanın! Özellikle sizden gençlerle aynı cinsiyetten olanlarla, sizden daha alt statüde olanlarla bedensel temas kurmak için her fırsatı değerlendirin!
9. Dış Görünüş: Grup normlarına, toplumsal rol ve statünüze uygun giyinin! Giyiminize mümkün olduğunca renk katın! Kadınlar erkeklerden daha çok renk kullanabilir! Saç ve el bakımınıza özen gösterin!Kendinize gösterdiğiniz özen, kendinize verdiğiniz değerin ifadesidir! Günlük traşını olmamış bir erkek, bıraktığı olumsuz izlenim ile ilgili başka bir neden aramamalıdır!
10. Konuşmanı Sözel Özellikleri: Çok fazla ve çok hızlı konuşmaktan kaçının! Bir topluluk içinde dinlediğinize yaklaşık olarak eşit miktarda konuşmaya gayret edin1 Sesinizin yüksekliğini ve tonunu, bulunduğunuz çevreye göre ayarlayın!

Çevrenizden göreceğiniz itibar ve saygı, kendinize gösterdiğiniz özen kadardır!

Çilek, muz, üzüm ve portakal tüketmek mutluluğu arttırıyor. Çilek en önemli doğal afrodizyaklar arasında, bol bol tükeltildiğinde salgı bezlerini çalıştırıyor; ayrıca gençlik iksiri olduğu da söyleniyor. Potasyum ihtiyacınız için ise sık sık muz yemeyi ihmal etmeyin.

Yiyecek ve İçecek Yöneticileri Derneği (YİYDER) Başkanı Aydın Özdemir, çilek, muz, üzüm ve portakal tüketen kişilerde mutluluk ve canlılığın arttığını söyledi.

Özdemir, yaptığı açıklamada, insanların günlük hayatta yaş ve kilolarını göz önünde bulundurarak meyve tüketmelerinin sağlıklarına ve mutluluklarına olumlu etki yapacağını vurguluyor. Özdemir ”Çilek, muz, üzüm ve portakal yiyenlerde mutluluk ve canlılık artar” dedi.

C vitamini deposu olan çileğin önde gelen afrodizyaklar arasında yer aldığını, vücutta tüm salgı bezlerini çalıştırarak vücuda gençlik ve kuvvet kazandırdığını, yüksek tansiyonu düşürdüğünü, damarları temizlediğini, kansere karşı koruduğunu ifade eden Özdemir, muzun da kokusuyla bile mutluluk verebildiğini söyledi. Kendisini güçsüz ve sinirli hissedenlere muz yemelerini öneren Özdemir, kalsiyum ve magnezyum içeren muzun strese iyi geldiğini vurguladı.

Üzümün şeker içermesi nedeniyle bedenen ve zihnen çalışanlar için iyi bir besin olduğunu anlatan Özdemir, C ve B vitamini açısından zengin olan portakalın da insana dinamizm verdiğini bildirdi.

Meyvelerin yanı sıra çok yememek şartıyla, insana mutluluk veren diğer maddelerin çikolata, dondurma, fıstık ve makarna olduğuna işaret eden Özdemir, buğday ekmeğinin sıkıntıları unutturduğunu, simitin de yağ ve protein içermesi nedeniyle insanları mutlu eden yiyecekler arasında yer aldığını sözlerine ekledi.

Sinema tarihinin en ünlü, en çok kopyası yapılmış ve esinlenilmiş müzikali “Batı Yakasının Hikâyesi’’ , bu gece tüm sinemaseverleri ekran başına çağırıyor. Manhattan’ın üst Batı Yakası’nda sokakları iki çete denetler; beyaz gençlerden oluşan “Jetler’’ ile Porto Rikolu göçmenlerden oluşan “Köpekbalıkları”. Jetler’in şefi Riff, çeteyi kuran, ama sonra uzaklaşan Tony’yi dans gecesine gelmesi için ikna etmeye çalışır. Köpekbalıkları’nın lideri Bernardo’nun kardeşi Maria ise ilk kez dansa gideceği için heyecanlıdır. Dansa Chino, Bernardo ve onun sevgilisi Anita ile gider. Oraya vardıklarında iki çete, danslarıyla düşmanlıklarını sergiler. Tony içeri girer ve Maria’yı görür. İkisi de ilk görüşte aşkın girdabına kapılmışlardır. Tony, Maria’yı dansa kaldırdığında, Bernardo kardeşini Tony’nin rakip çetenin elemanı olduğu konusunda uyarır. Riff, kavga çıkarmak için bu olayı bahane eder. Bu arada Tony ile Maria’nın “yasak aşkı”, gizli buluşmalarla sürmektedir… okumaya devam edin…