Aile Sağlığı Araştırma Derneği (ASAD) tarafından yapılan ”Modern Hayat ve Cinsellik Araştırması”na göre, modern hayat ve ekonomik krizin yol açtığı sıkıntı ve stres cinsel problemleri artırırken, cinsel sorunlar insanları duygusallıktan uzak ilişkilere yönlendiriyor.
İstanbul– Aile Sağlığı Araştırma Derneği (ASAD) tarafından yapılan ”Modern Hayat ve Cinsellik Araştırması” toplantıda konuşan Avrupa Cinsel Sağlık Birliği (ESDA) Başkanı İrem Hattat, ekonomik kriz döneminde kendilerine telefonla başvuranların sayısında yüzde 30-35’lik bir artış olduğunu, bu nedenle bir araştırma gerçekleştirdiklerini söyledi.
Hattat, bugüne kadar yüzde 76’sı erkek yüzde 24’ü kadın 1580 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen araştırmaya göre, istikrarlı bir ilişkide istek azalmasının nedenlerinin başında kadınlarda ilişkiden kaynaklanan duygusal problemlerin, erkeklerde ise mesleki baskı ve günlük sıkıntıların geldiğini dile getirdi.
Hattat, ”Kadınlar ve erkekler cinselliğe hem duygusal hem fiziksel bir dürtü olarak bakıyor ancak günlük hayattaki terslikler karşısında erkekler ‘fast food seks’e (duygusal olmayan seks) yönelirken kadınlar beklemek taraftarı, çünkü duygusal ihtiyaçlarını da gözeten kadınlar seksi aceleye getirmenin ilişkileri yozlaştırdığını düşünüyor” diye konuştu.
Kadın ve erkeklerin istikrarlı ilişkilerden kaçınma nedenlerinin başında erkeklerde sorumluluk hissinin baskı yaratması, kadınlarda ise kendilerine vakit kalmadığı düşüncesinin yer aldığını söyleyen Hattat, erkek ve kadın katılımcıların yüzde 73.5’inin istikrarlı ilişkilerde cinsel beraberliğin daha iyi yaşanacağı görüşünü dile getirdiğini aktardı.
Cinsel sorunların çözümünde kadınların çoğunun yeni bir şeyler deneme yolunu seçtiklerini, erkeklerin ise doktora başvurduklarını söyleyen Hattat, kimseye danışmayan yüzde 12’lik büyük bir kitle olduğunu kaydetti.
Hattat, araştırmaya katılanların yüzde 17’sinin partneriyle cinsel sorunlarını hiç konuşmadığını ifade ettiğini, kadınlarda bu oranın erkeklere göre çok yüksek olduğunu vurguladı.
Aldatma ve internete yönelim
Katılımcılar arasında her 10 kişiden 6’sının aşk ile cinsel birlikteliğin farklı olduğu fikrinde olduğunu aktaran Hattat, araştırmaya göre her 10 erkekten 4’ünün, her 10 kadından 2’sinin ”aldatmaya hazırım” dediğini belirterek, kadınlarda yakalanma korkusu olmadığında ise bu oranın arttığını ifade etti.
Hattat, ”Toplumumuz gerçekten aldatmaya yönelik düşünüyor. Toplamda baktığımızda her 10 kişiden sadece 2’si aldatmaya ‘asla’ diyor” dedi.
İnternette ilişki konusunda son yıllarda yükselen bir eğilim olduğuna dikkat çeken Hattat, kadınların ”yeni deneyimler” için, erkeklerin ise yalnızlık, partneriyle kavgalı olması ve yeni deneyimler isteği gibi sebeplerle buna yöneldiğini söyledi.
Hattat, ”İnternette ilişki düşünür müsünüz?” şeklindeki soruya yanıt veren kadınların yüzde 65,7’sinin erkeklerin ise yüzde 44,1’inin ”hiç düşünmediğini” söylediğini kaydetti.
Cinsel şikayetler arttı
ASAD Başkanı Prof. Dr. Halim Hattat da cinsel sorun yaşayan insanların başvuruda bulunduğu ESDA telefon hatlarının aranma sayısına bakıldığında Türkiye’nin Avrupa ülkeleri arasında ilk sıralarda yer aldığını belirtti.
Ekonomik kriz sonrası, cinsel sorunların arttığını savunan Halim Hattat, araştırmaya göre ”sertleşme problemi şikayetinin yüzde 35 ve cinsel istek azlığı şikayetinin yüzde 11 arttığını” söyledi.
Mesleki stres ve günlük sıkıntılar, fiziksel yorgunluk, isteksizlik, eşinin istekli olmayışı, ilişki sorunları gibi etkenlerin cinsel sorunların nedenleri arasında görüldüğünü anlatan Prof. Dr. Hattat, insanların ya çok maliyetli olduğunu için ya bir doktora açılmakta zorluk çektiği ya da hangi doktora başvuracağını bilmediği için tedavi olmadığını ifade etti.
Mısır Çarşısı gibi yerlerden alınan bilinmez, sahte ilaçlara yönelmenin yanlışlığına da dikkat çeken Prof. Dr. Halim Hattat, kaliteli cinsellik için çiftlerin sağlık sorunlarını geciktirmemesini, obeziteye karşı beslenme düzenine dikkat edilmesi, bel çevresinin ölçülmesini, sigaranın bırakılmasını, alkolün sınırlandırılmasını ve yatak odasına stresin sokulmamasını önerdi.
Toplantıda ayrıca Cinsel Psikoloji Uzmanı Dr. Meliha Karayay da cinsellikte sevgi olmadığında ruhsal mutluluğun da yakalanamayacağını, özellikle kadınların duygusal romantik beklentileri olduğunu belirterek, eşler arasındaki cinsel problemlerin iletişim ile çözülebileceğini dile getirdi.
Araştırmacılar, sigara dumanına maruz kalmanın kavrama bozukluğu riskini artırabileceğini bildirdi.
Paris– Cambridge ve Michigan Üniversitelerinden bilimadamları, 50 yaş ve üzerindeki sigara içmeyen ya da sigarayı bırakmış yaklaşık 5 bin kişiden alınan tükürük örneklerinde nikotin emiliminden sonra ortaya çıkan kotinin maddesinin seviyesini ölçtü.
Daha sonra, ezber, hesaplama kabiliyetiyle dakikada en fazla kaç kelime (örneğin kaç hayvan) sayabildiklerini görmek için katılımcılar teste tabi tutuldu.
Yüksek kotinin seviyesi ile kavrama eksikliği riskinin bağlantılı olduğunu gören araştırmacılar, bunun hiç sigara içmeyen kişilerde de gözlendiğini vurguladılar.
Araştırmacılar, pasif içiciliğin kalple ilgili hastalıklara davetiye çıkarabileceğini ve bu hastalıkların kavrama bozuklukları ile bunama riskini artırabileceğini belirttiler. Araştırma, “British Medical Journal” dergisinde yayımlandı.
Sıkı kurallarla yönetilen bir Katolik okulunda, ‘diktatör ruhlu’ müdireyle liberal yaklaşımlı bir pederin mücadelesini, yaşanmışlığı tartışmalı bir olayın etrafında anlatan ‘Şüphe’, muhteşem oyunculuklarıyla sezonun en iyi filmlerinden biri
UĞUR VARDAN
Oyuncuların en sevdiği senaryolar, tiyatro uyarlamaları olsa gerek. Malumbu tür çabalarda sinemanın ‘modern yan öğeleri’yle (mesela teknoloji, mesela özel efektler) olan işbirliği rafa kaldırılır ve film elindeki en iyi şeye, yani oyuncu kalitesine dayanılarak çekilir. Geçen hafta böyle bir örnek vizyona girmişti. Ron Howard’ın ‘Frost/Nixon’ından sonra bu hafta da benzer bir yapıya sahip olan ‘Şüphe’yle (Doubt) haşır neşir oluyoruz. ‘Frost/Nixon’, ‘En iyi film, yönetmen, erkek oyuncu, uyarlama senaryo ve kurgu’ dallarında Oscar’a adaydı, ‘Şüphe’ ise ‘En iyi kadın, en iyi yardımcı erkek, en iyi yardımcı kadın (ki bu dalda iki temsilci yolluyor ‘Akademi meclisi’ne) ve en iyi uyarlama senaryo’da heykelcikleri kapmak için yarışacak.
Film, yönetmeni John Patrick Shanley’in yazdığı ama hiç sergileyemediği tiyatro oyununun sinema uyarlaması. 1964’de, Bronx’ta çocuklara Katolik eğitimi veren St. Nicolas Kilisesi’nde geçen filmde, dört ana karakterin bir ‘şüphe’ etrafında giriştikleri psikolojik savaşı anlatılıyor. Okulun müdiresi rahibe Aloysius Beauvier, modernizmden nefret eden eski kafalı bir yöneticidir. Tek bir ‘şiarı’ vardır; disiplin. Peder Flynn ise liberal görüşlüdür ve rahibenin ‘küflenmiş’ bakış açısının artık tarihin çöplüğüne yuvarlanması gerektiğini düşünür. Rahibe James ise, mesleğinin başında, tüm saflığıyla mücadele alanına dahil olan, okulun yeni öğretmenlerindendir. Genç rahibe, etrafı ve insanları tanıma aşamasındayken, kendince ‘işkillendiği’ bir olayı müdire hanıma aktarır. Bunun üzerine rahibe Aloysius, peder Flynn’e savaş açar.
Shanley, yer okul deneyimlerinden de yararlanarak yazdığı ‘tiyatro oyunu-filmi’nde, bir şüphenin insanlar üzerinde yarattığı etkileri sorguluyor. Aslında filmin derdi şüpheden çok ‘dedikodu’yla ilgili. Rahip Flynn, bizim imamların ‘Cuma hutbeleri’ni andıran vaazında, muhteşem bir ‘dedikodu tasviri’ne soyunuyor. Bu bölüm, belki de hikâyenin kalbinin attığı yer. Flynn’ın anlattıklarını dinledikten sonra, öyküdeki her şey yerli yerine oturuyor. Zaten yönetmenin kimi söyleşilerinde vurguladığı gibi filmin meselesi rahip Flynn’ın mevzubahis olunan suçu işleyip işlememesi değil, insanoğlunun kendi inandıkları doğrultusunda, karşı tarafı mahkûm edebilme ve vicdanını, kendi durduğu noktaya göre temiz tutabilme ‘kabiliyeti’.
Şimdi bir kıyas düzlemine soyunalım: ‘Şüphe’, ‘türdaşı’ ‘Frost/Nixon’a göre şöyle bir avantaja sahip, film sadece oyunculuk performanslarıyla değil, aynı zamanda sinemasal anlarıyla da ilgiye değer bir çaba. ‘Frost/Nixon’, özel bir dönemin ifadesiydi. ‘Şüphe’ ise genel insanlık durumları üzerine çok şey söylüyor. Ayrıca öykünün geçtiği 60’lar, Amerikan tarihi açısından ‘özel’e kayabilecek unsurlara da sahip. Kennedy öldürülmüştür, sivil hareketin sesini yükseltme zamanıdır, ırkçılıkla hesaplaşma başlamıştır, Vietnam’ın ayak sesleri duyuluyordur ve işte bu dönemde, daha çok İrlandalı ve İtalyan kökenli ailelerin çocuklarının gittiği bir okula, siyahi bir öğrenci alınmıştır. Ve fakat işte bu öğrencinin de içinde bulunduğu bir ‘skandal’ın patlama zamanıdır.
Amerikan ‘Sonbahar’ı…
Meryl Streep, ‘diktatör ruhlu’ müdirede muhteşem oynuyor, karikatürize bir karaktere hayat ve gerçeklik katıyor. Keza peder Flynn’da Philip Seymour Hoffman da, en az Streep kadar muhteşem. ‘En iyi yardımcı kadın’da rahibe James rolüyle aday olan Amy Davis, bence daha çok ‘iyi’ tanımlamasını hak ediyor. Siyahi öğrenci Donald Miller’ın annesi rolündeki Viola Davis, Oscar tarihinin ‘en kısa ama öz performansıyla heykel alanlar listesi’ne dahil olabilir.
Sonuçta Roger Deakins’ın kamerası sayesinde ‘sonbahar’ın hüznünü son derece başarılı ve yüreğe seslenen kadrajlarla önümüze getiren ve uzaktan uzağa Arthur Miller’ın ‘Cadı Kazanı’nı çağrıştıran ‘Şüphe’, Oscar alsa da almasa da gönlümüzün Oscar’ını kaptı bile.
05/02/2009
Oscar ödülüne 13 dalda aday gösterilen filminde Brad Pitt, Gary Cooper, Brando, Steve McQueen kıyafetleriyle giydirildi, en sessiz ve sıradan haliyle kamera karşısına geçti. Benjamin Button’ın mezardan beşiğe uzanan hayat hikâyesi, Mark Twain’in sözlerinden ilham alan F. Scott Fitzgerald’ın kitabından uyarlandı
FİLMİN FOTOĞRAFLARI İÇİN TIKLAYIN
GÖSTERİMDEKİ DİĞER FİLMLER İÇİN TIKLAYIN
BENJAMİN BUTTON’IN TUHAF HİKAYESİ
Yönetmen : David Fincher
Senaryo : Eric Roth, Eric Roth (Kitap), Robin Swicord, F. Scott Fitzgerald (Kitap)
Oyuncular : Tilda Swinton, Brad Pitt, Cate Blanchett, Elias Koteas, Phyllis Somerville, Jared Harris, Jason Flemyng, Elle Fanning, David Jensen, Taraji P. Henson, Mahershalalhashbaz Ali, Julia Ormond, Faune A. Chambers, Richmond Arquette, Tom Everett, Chandler Canterbury, Brianna Womick, Edith Ivey, Robert Towers, Wilbur Fitzgerald, Danny Vinson, Josh Stewart, Ted Manson, Don Creech, Danny Nelson, Peter Donald Badalamenti II, Deneen Tyler, Marion Zinser, Clay Cullen, Joshua Desroches, Louis Herthum, Bianca Chiminello, Ilia Volok, Fiona Hale, Paula Gray, Donna Duplantier, Charles Henry Wyson, Jay Oliver, Nadyia Jones, Jeffrey Scott Jones, Christopher Karl Johnson, Victoria Goulet, Geraldine Glenn, Debby Gaudet, Garrett Forbes, Lauri Christi, Dewayne Bateman, Katherine Crockett, Jessica Cropper, Spencer Daniels, Katta Hules, Adrian Armas, Devyn A. Tyler, Stephen Taylor, Myrton Running Wolf, Taren Cunningham, David Ross Paterson, Christopher Maxwell, Madisen Beaty, Yasmine Abriel, Sonya Leslie-shepherd, Troi Bechet, Rampai Mohadi, Lance E. Nichols, Joeanna Sayler, Ed Metzger, Earl Maddox, Jacob Tolano
Yapımcı : Kathleen Kennedy, Frank Marshall, Cean Chaffin, Cameron Cash, Jim Davidson
Görüntü Yönetmeni : Claudio Miranda
Müzik : Alexandre Desplat
FİLMİN KONUSU
Film, seksenli yaşlarında doğup, geriye doğru yaşlanan bir adamın hayatını konu alıyor. Benjamin Button hepimiz gibi zamanı durduramayan bir adamdır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, 1918’de, New Orleans’tan başlayıp 21. yüzyıla uzanan serüveniyle, onun hikayesi herhangi birininkinden daha sıradışı bir hayatı içerir.
YAPIM NOTLARI
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”nin gelişimi 1920’lerde F. Scott Fitzgerald’ın kaleme aldığı kısa hikayeyle başladı. Ama aslında ona da ilham veren şey Mark Twain’in şu sözüydü: “Seksen yaşında doğup yavaş yavaş 18’imize doğru ilerlesek hayat sonsuz mutluluk olurdu”.
Fitzgerald’ın hikayesi bir fantezi, bir hayaldi. Bu yüzden de onu beyaz perdeye taşımak çok uzun zamandır fazla iddialı ve başarması adeta hayal olan bir yapıt olarak görülüyordu. Proje yaklaşık 40 yıldır ortalıkta dolanıyordu, ta ki yapımcılar Kathleen Kennedy ve Frank Marshall ona el atana dek. On yıldan fazla zamandır, aynı proje Eric Roth, David Fincher ve Brad Pitt’in de ilgisini çekiyordu.
Hikayenin konsepti, senarist Roth için, hayatı gerek her gün yaşanan samimi anların sentezi aracılığıyla, gerek dünya savaşı kadar büyük ya da bir öpücük kadar küçük olabilecek olayların sentezi aracılığıyla çok daha geniş bir tuval üzerinde görebilme fırsatı yarattı. “Eric bu kadar büyük çaplı ama son derece kişisel bir hikayenin hakkını vermek için ideal kişiydi” diyor Kennedy ve ekliyor: “‘Forrest Gump’ta, epik hikayelerin fon oluşturduğu bir ortamda ortaya samimi portreler çıkardı ve ayrıntıları çok iyi gözlemleme yeteneğine sahip olduğunu gösterdi”.
Hayatı geriye doğru yaşama fırsatı ideal görünebilir. “Ama o kadar basit değil” diyen Roth, bunu şöyle açıklıyor: “Yüzeyde, harika bir şey olacağını düşünürsünüz ama bu farklı türde bir hayat. Bence hikayeyi zorlayıcı kılan da bu. Benjamin hayatı geriye doğru yaşadığı halde, ilk öpüşmesi ve ilk aşkı onun için yine de aynı ölçüde önemli ve anlamlı. Hayatı ileriye doğru mu geriye doğru mu yaşadığınız fark etmez, hayatınızı nasıl yaşadığınız önemli”.
Roth, hikayeyi kurarken ve yazarken, anne babasının kaybını yaşadı. “Ölümleri benim için elbette çok acı vericiydi ve hayata başka türlü bakmama yol açtı” diyor Roth ve ekliyor: “Bence insanların bu hikayede etkilenecekleri şeyler beni etkilemiş olan şeyler olacak”.
Film insanın zamandan ve yaştan bağımsız durumunu, yani hayat ve aşkın keyfini, ölümün hüznünü irdeliyor. Roth, “David de ben de bunun herhangi birinin hikayesiymiş gibi algılanmasını istedik” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Bu bir adamın hayatı sadece. Filmin olağanüstü olan yönü bu. Karşımızda çok sıradan bir adam var ve bu tuhaf karakteri etkileyen şeyler herkesi etkileyen şeyler”.
Benjamin’in içinde bulunduğu durum tamamıyla tuhaf olsa da, serüveni her hayatın özünde yatan karmaşık duyguların altını çiziyor. Marshall bu konuda şunları söylüyor: “Hayatımız süresince kendimize sorduğumuz sorulara parmak basıyor. Bir filmin bu kadar farklı ve kişisel bakış açıları ortaya koyması ender görülen bir şey. Altmışlı yetmişli yaşlarında olanlar filmi belli bir şekilde görecekler, yirmilerinde olan birisiyse başka bir şekilde”.
Yapımcı Céan Chaffin projenin uzun zamandır Fincher’ın etrafında gidip geldiğini, senaryonun daha önceki bir versiyonunun 1992’de Fincher’la çalışmaya başladığında onun masasında durduğunu belirtiyor. “Sevdiği ve yıllar içinde tekrar tekrar gündeme getirdiği bir şeydi” diyor Chaffin ve ekliyor: “Brad ona bu konuyu sorduğunda, ‘Harika bir film olabilir’ dediğini de hatırlıyorum, Senaryolar gelir gider ama bu senaryo hiç gitmedi. David bazı şeylerin doğru nedenlerden ötürü gittiğini, pişmanlık duymamak gerektiğini söyler. Bu senaryonun gitmeyip kalmasının doğru nedenleri olmalı”.
Fincher’ın kendisinin yaşadığı kayıp hikayeye duyduğu hayranlığı arttırdı. “Babam beş yıl önce öldü. Son nefesini verirken orada yaşadıklarımı hatırlıyorum” diyor ve ekliyor: “Çok derin bir deneyimdi. Sizin oluşumunuza birçok açıdan yardım etmiş olan birini, hayatınızın kutup yıldızını kaybettiğinizde, hayatınızın barometresi şaşıyor. Artık kimseyi memnun etmeye çalışmıyorsunuz ya da bir şeye tepki olarak hareket etmiyorsunuz. Birçok açıdan gerçekten yalnızsınız”.
Filmin ilk hazırlıklarında, Fincher’ın Kennedy ve Marshall’la toplantıları çoğu zaman fazlasıyla kişiseldi. Yönetmen bu toplantılar hakkında şunları söylüyor: “Hikaye hakkında konuşmaya başlıyorduk fakat daha on beş dakika geçmeden, sevdiğimiz ama kaybettiğimiz, sevdiğimiz ama bize dikkat etmeyen ya da peşinden koştuğumuz veya bizim peşimizden koşan kişilerden söz ediyor oluyorduk. Film bu açıdan ilginç; hepimizde böyle bir etki yarattı”.
Filmi yapmak iddialı bir atılım olacaktı çünkü hem dramatik hem teknik zorluklar söz konusuydu. “Mezardan beşiğe uzanan bir hayat deneyimini, inişiyle çıkışıyla, tek bir filmde ustalıkla, kısa ve öz bir biçimde nasıl aktarırsınız?” diye soruyor Kennedy ve ekliyor: “Eric’in senaryosu her an sonradan kafanızda çınlayan bir duygu demeti yayıyor. Bu hassasiyeti geçiştirmek deneyimin gücünü azaltırdı. Bu yüzden, bir yaşam deneyiminin bütününü yansıtmanın zaman alacağını baştan itibaren biliyorduk”.
Pitt için karakteri canlandırmanın tek yolu, her yaşı bizzat kendisinin canlandırmasıydı. Film açısından bu en büyük zorluklardan biriydi. “Brad karakterin hayatını baştan sonra oynayamayacaksa rolün ilgisini çekmeyeceğini söyledi” diyor Fincher ve ekliyor: “Kathy ve Frank bunu nasıl yapacağımızı oldukça merak ediyorlardı. ‘Bilmiyorum ama bir yolunu bulacağız’ dedim”.
Pitt’i ilgilendiren bir başka nokta da Benjamin’in yolculuğuydu. Fincher bu konuda şunları söylüyor: “Pek çok aktör canlandırdıkları karakterin yaptıkları doğrultusunda rolü tartar. Doğrusu Benjamin pek fazla şey yapmıyor denebilir ama muazzam çok şey yaşıyor. Brad mükemmel bir seçimdi. Daha az yetkin ellerde pasifleşebilecek bir roldü bu”.
Fincher, Pitt’e rol arkadaşı olarak Cate Blanchett’ı seçti. Yönetmen, “’Elizabeth’teki performansından beri aktrise bir rol vermeyi düşünüyordum. ‘Sunset 5’e gidip, ‘Aman Tanrım, kim bu?’ diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Böylesine bir güce ve beceriye sahip kişilerle her gün karşılaşmıyorsunuz” diyor.
Pitt ise Blanchett için şunları söylüyor: “Performanslarımızın çoğunu yukarı taşıdı. Çok başarılı. Harika bir arkadaş. Sahneleri çok az oyuncunun okuyabileceği şekilde okuyor. Onu bir zarafet abidesi olarak görüyorum. Bir dansçıyı oynaması hoşuma gitti. Ona ve kimliğine çok uygun çünkü yadsınamaz bir zarafete sahip”.
Blanchett’ın canlandırdığı Daisy karakteri ile Benjamin arasındaki ilişki Daisy bu doğaüstü şartları anlayıp onlarla yaşamayı öğrendiğinde gelişmeye başlar. Eric Roth bu konuda, “Cate kendisi yaşlanırken sevdiği kişinin geriye doğru yaşlanması düşüncesiyle barışmak zorunda kalan bir kadını canlandırıyor. O zaman yaşam Daisy için nasıl bir şey mi oluyor? Dürtüleriyle hareket eden tutkulu bir dansçıdan içinde çok derin bir güç barındıran birine dönüşüyor” diyor.
Blanchett, her ne kadar bale dersleri çocukluğunda kalsa da, Daisy’yi bir dansçının duruşu ve tutkusuyla canlandırdı. “Çocukken kızların tipik bir şekilde yaptığını yaptım ve bale dersleri aldım ama piyano ile bale arasında seçim yapmam gerekti” diyen Blanchett, şöyle devam ediyor: “Piyanoyu seçtim ama sonra tiyatro için onu da bıraktım. Dans çok sevdiğim bir sanat dalı ama sınırlarımı biliyorum. Film bu sevgimi tekrar yaşamak için harika bir fırsattı”.
Daisy, Benjamin’le teması olan çok sayıda insandan sadece biri. “Benjamin bir bilardo topu gibi; çarpıştığı her insan onda iz bırakıyor” diyor Fincher ve ekliyor: “Hayat böyle bir şeydir; bu çentik ve sıyrıkların bir derlemesi. Onu başkası değil de olduğu kişi yapan işte bunlar”.
Pitt ise şunları söylüyor: “Çentikler fikri hoşuma gitti. İnsanlar bir etki yaratır, bir iz bırakırlar. Bunda çok şairane ve kabullenici bir yan var. Yuvarlanıp gidiyorsunuz anlamına gelmiyor. İstediğiniz şey için mücadele etmiyorsunuz anlamına da gelmiyor. Hayatın kaçınılmazlarını kabul ediyorsunuz anlamına geliyor. İnsanlar gelir ve gider. İnsanlar gerek seçerek gerek ölerek terk ederler. İnsanlar terk ederler, tıpkı sizin de bir gün terk edeceğiniz gibi; bu kaçınılmazdır. Soru bununla nasıl başa çıkacağınız”.
Pitt bu olguyu sık sık birlikte çalıştığı dostuyla özdeşleştiriyor: “Film Fincher için doğru olduğunu bildiğim bir düşünceyi irdeliyor: Kendi hayatlarımızdan sorumluyuz. Başarılarımızdan ve başarısızlıklarımızdan bizler sorumluyuz. Suçlayacak ya da paye verecek başka herhangi biri yok. Yazgının mutlaka payı var ama sonuç olarak onu şekillendiren bizleriz”.
Bu rol Pitt’e önceki herhangi bir rolünde olduğundan daha karmaşık bir zorluk getirdi: Film boyunca karşısına çıkan insanlarla etkileşiminde karakterin iç gücünü ortaya koyması gerekliydi. “Benjamin Button’ın yolculuğu son derece içsel” diyor Blanchett ve ekliyor: “Rolün oyuncu olarak Brad’in üzerine yıktığı fiziksel zorluklar bir yana, esas püf nokta filmdeki herkese kulak veren, onlara yardıma hazır ve tepkisel bir karakter olmasıydı”.
Fincher da şunu ekliyor: “Belki de Brad’in bugüne kadarki en sessiz performansı”.
Roth ise Pitt’in, canlandırdığı karakterin olağanüstü yanlarını kendi temel insaniyetine dayandırdığını şu sözlerle ifade ediyor: “Performansındaki esas hüner Brad’in karakteri ‘sıradan’ bir adam gibi oynaması. Sanırım karakter için kendi hayatından bir şeyi getirerek, rol yapmanın ötesine geçti. Brad farklı türde bir yaşam sürmenin nasıl bir şey olduğunu anlıyor”.
Benjamin’i evlat edinen Queenie adlı kadının her zaman dediği gibi, “Seni neyin beklediğini asla bilemezsin”.
Benjamin, 1918 yılında, New Orleans’ta, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda doğar. Doğmak için güzel bir gecedir. Benjamin’in annesi doğum sırasında ölünce, babası çocuğun görüntüsü karşısına dehşete düşer ve onu bir emekliler evi olan Nolan Evi’nin basamaklarına terk eder. Burada çocuk evin kahyası Queenie tarafından içeri alınır.
Film olgunluk aşamasına gelmeden çok önce bu rolün Taraji P. Henson’a verilmesi, casting yönetmeni Laray Mayfield’in Fincher’a aktrisin “Hustle and Flow”daki performansını göstermesinin ardından kararlaştırılmıştı. “Bu kadar hayat dolu ve anaç olması hepimizi etkilemişti” diyor Fincher ve ekliyor: “Taraji’de Queenie’nin tüm sıcaklığını, tüm yargılamaktan uzak tavrını gördüm”.
Queenie pek çok insanın asla yapamayacağı bir iş yapmaktadır. Henson bu konuda, “Ölümle nasıl başa çıkılacağını bilen bir kadın o” diyor ve ekliyor: “Aynı zamanda, adeta bir koşulsuz sevgi abidesi. Irkçılığın söz konusu olduğu bir dönemde, kendisinin olmayan, beyaz ve böylesine sıradışı şartlarda doğmuş bir çocuğu eve alabiliyor. Tüm bunları gözardı edip onu seviyor”.
Henson canlandırdığı karakterle son derece kişisel bir düzeyde bağ kurduğunu şöyle açıklıyor: “Benim için çok ruhani bir yolculuk oldu. Babamı yeni kaybetmiştim, ve onu çok fazla özlememe rağmen, sanki ölümü Queenie’ye uzanan serüvenimin bir parçası gibiydi. Babam hastayken hiç yalnız kalmamasına büyük özen gösterdik; yatağının başında her zaman biri oluyordu. Benim yanında olduğum sırada vefat etti çünkü bununla başa çıkabileceğimi biliyordu. Bu rol acımın dinmesine, acım ise performansımı şekillendirmeme yardımcı oldu. Sanat çok iyileştirici olabiliyor”.
Benjamin yetişkinliğe ilerlerken yaşadığı kayıpları çok az kişinin karşılayacağı bir sükunetle karşılıyor. Fincher bunu şöyle açıklıyor: “Kendi ölümlülükleriyle barışık insanların olduğu bir dünyadan geliyor; dolayısıyla onu korkutan fazla bir şey yok. Tanıştığı herkes gelip geçici; onlarla geçirdiği her an son anı olabilir. Yine de, oradaki hiç kimse ölüm konusunda isterik değil; hepsi ölüme hazırlıklılar. Bu yüzden, Benjamin, çok genç yaşta ölümün en derin anlamıyla tanışıyor. Ölüm herkesin başına gelecektir ve bizler kaçınılmazı düşünmek zorunda kalmamak için hayatlarımızı başka şeylere odaklanarak geçiririz”.
Benjamin, Daisy’yle ilk olarak ikisi de çocukken tanışır. Büyükannesini ziyaret etmek için Nolan Evi’ne gidip gelen Daisy, Benjamin’in yaşlı bedeninin içinde yatan çocuğu görür. “Bu filmin temel taşlarından biri hayatlarının nasıl çakıştığı ve farklılaştığı” diyor Roth ve ekliyor: “Büyüyüp değiştikçe ilişkileri evrim geçiriyor; ve arada da birçok fırsat bulunuyor ve yitiriliyor”.
Çevresindeki herkes yaşlanırken, Benjamin tek başına gençleşmektedir. “Geriye doğru yaşlanmak Benjamin’in bazı şeylere sonsuza dek tutunamayacağımızın daha çok farkında olmasını sağlıyor” diyen aktör Mahershalalhashbaz Ali, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bazı şeylere bir süreliğine sahip olabileceğinizi, sonra onlardan ayrılmaktan mutsuz olmamak gerektiğini biliyor. Fırsat çıktığında bir şeyden alabileceğiniz kadarını alabilirsiniz ama asla sizin olmaz”.
Bu anlamda bir kabulleniş Fincher’ın babasında da gördüğü bir özellik. Yönetmen bu konuda, “Benjamin’de babamdan çok şey görüyorum” diyor ve ekliyor: “Büyük Buhran döneminin çocuğu ve de bir gazeteci olarak babam gözlemci, biraz da stoacı bir adamdı. Çevresine yargılamadan bakardı. İnsanları olduğu gibi kabul etmekten mutluluk duyduğunu hatırlıyorum. Benjamin’in tepkilerinde de bunu gördüm; özellikle insanlara ve durumlara yaklaşımında. Ona bakıp, ‘Evet, Jack böyle yapardı. Bu şekilde davranırdı’ diyordum”.
Benjamin, Queenie’nin yanı sıra Nolan Evi’nde yaşayan yaşlı adamlar ve kadınlar tarafından büyütülür. Onların maceraları ve hayat dersleri geride kalmıştır. Alacakaranlık yıllarını sessiz sakin geçirmek için Nolan Evi’ne gelmiştirler.
Queenie’nin uzun süreli aşkı olan Tizzy Weathers, Benjamin’in ilk “baba”larından biridir. Tizzy’yi canlandıran Mahershalalhashbaz Ali, canlandırdığı karakter için şunları söylüyor: “O, Benjamin için bir tür bayrak direği, erkekliği için bir barometre. Tizzy ona rehberlik ediyor ve onu büyütüyor. Okumayı yazmayı öğretiyor; Shakespeare’i öğretiyor. Ama bence her şeyden önce ona erkek olmak nedir onu öğretiyor. Tizzy, Benjamin’e bu temeli veriyor ki Benjamin’in hayatında bir erkek modeli olabilsin”.
Ama Benjamin’in tanıyıp sevdiği herkes gibi Tizzy de hayatında kısa süre için yer alacaktır. Benjamin, dış dünyaya çıkarken, Queenie ve Tizzy’nin yanı sıra Daisy’yi ve bildiği tek yuvadaki dostlarını da geride bırakır. Onu maceraya davet eden kişinin adı Kaptan Mike ve şilebindeki renkli mürettebattır.
Vücudunu kaplayan dövmeler aracılığıyla gizli kimliğini ortaya koyan bu kır saçlı kaptanı Jared Harris canlandırıyor. Harris canlandırdığı karakteri, “biraz engellenmiş, hayal kırıklığı yaşayan, ayyaş ve bir bakıma da başarısızlığından ötürü öfkeli bir sanatçı” olarak tanımlıyor ve ekliyor: “Aile işine girmiş çünkü babasına karşı koyacak cesareti bulamamış”.
Kendi babasıyla olan sorunlarına rağmen, Kaptan Mike da Benjamin için bir diğer “baba” figürü olur. Harris bu konuda ise şunları söylüyor: “Babanız hayatınızda çok güçlü bir figürdür. Bu hikayenin örgüsünde de erkek karakterler ve babalar ile oğullar arasındaki ilişkiler çok önemli yer tutuyor. Kaptan Mike, Benjamin’i bir baba-amca gibi hayatın kötülükleriyle ve zevkleriyle tanıştırıyor. Ayrıca onu denizde bir yaşamla tanıştırıyor ve böylece Benjamin dünyayı görme fırsatı elde ediyor”.
Ama Kaptan Mike, kendisinden önceki Tizzy gibi, Benjamin için sadece gerçek babasının yedeği görevi görür. Benjamin’i Queenie’nin kapı basamaklarına bırakan kişi gerçek babası Thomas Button’dır. Baba Button’ı canlandıran Jason Flemyng, “Thomas tüm hüznünü, kırgınlığını ve gelecek korkusunu çocuğa aktarıyor. Karısını doğumda kaybettikten sonra, Thomas, tuhaf bir şekilde, oğlunu geride bırakarak tüm kalp acısından kurtulacağını sanıyor ama aslında hayatının kalan kısmını bu pişmanlıkla yaşıyor. Oğlunu bıraktığı düşüncesi kafasından hiç çıkmıyor” diyor.
Hem Pitt’in hem de Fincher’ın dostu olan Flemyng, Eric Roth’un senaryosundan öylesine etkilendi ki Thomas Button rolünü alabilmek için kendini hemen bir kasete kaydetti. Bunu şöyle anlatıyor: “Bu rolde neler yapabileceğimi Fincher ve Céan Chaffin’e ir an önce göstermek için sabırsızlanıyordum. Bunun sinemaya gidip izlemek isteyeceğim türde bir film olacağını biliyordum. Gerçekten de bu filmin bir parçası olmak istedim”.
Benjamin uzakta bir Rus liman şehri olan Murmansk’ta reşit olur ve burada bir başka kilit kişiyle, Elizabeth Abbott’la (Tilda Swinton) tanışır. “Tilda her şeyi yapabileceğini defalarca kanıtladı” diyen Kennedy, şöyle devam ediyor: “Perdeyi Brad, Cate, Taraji ve filmin tüm diğer harika oyuncularıyla paylaşma fırsatı bir bütün olarak yapımın enerjisine büyük katkı sağladı”.
Bir diplomatın karısı ve yalnız bir kadın olan, İngiliz Kanalı’nda yüzmenin hayallerini kuran Elizabeth Abbott, Benjamin’e ilk öpüşme deneyimini tattırır. Swinton, “İkisi de birbirlerinden bir şeyler öğreniyorlar. Elizabeth rahat, enerjik ve kendini arayan bir kadın; Benjamin ise sabırlı, sade ve iyimser. Aralarında adil bir alışveriş var. Hayat macerasının sonuna gelmiş bir kadın olarak Elizabeth, Benjamin’deki yeni başlıyor olma hissinden etkileniyor, çünkü Benjamin yeniliklerle ve bağımsızlıkla yaşıyor, seçenekleri var ve kendi hayatını kendi elinde tutuyor. Ben Elizabeth’in bu şekilde etkilenmesini çok dokunaklı buldum”.
Benjamin’in şileple seyahat ettiği dönemlerde, Daisy’nin yaşam çizgisi onu New York’a getirir. Hayatının baharında, duygu yüklü, sınırları zorlayan genç kadın burada bir dans grubuna katılır. “Bu, karşılıklı bağımlılığın olduğu, ‘Sensiz yaşayamam’ türünde bir aşk şarkısı değil” diyor Fincher ve ekliyor: “Birbirlerini beklemiyorlar. İkisi de cinsel olarak hareketli. Onlar her ne kadar kolay bir yol olmasa da, belli bir süre birlikte olmayı seçen tamamen bağımsız iki insan”.
İkilinin yaşamları süresince hayat çizgileri buluşacak ve ayrılayacaktır, ta ki, Fincher’ın deyişiyle, bir arada olma vakitlerinin geldiğini gösteren ortadaki o “tatlı kesişme noktası”nda kavuşana dek. Yönetmen bu konuda şunu söylüyor: “Evren tam olarak doğru anda ikisini oldukları kişiler yapmak için bir komplo kurmuş. Nihayet bir araya geldiklerinde derin bir soluk alıyorsunuz çünkü artık aralarındaki ilişki olması gerektiği gibi olabilir”.
Daisy, ve Benjamin’in dünyasını dolduran tüm insanlar öykünün gidişatı içinde kendi iniş çıkışlarını yaşıyorlar. Onların hikayeleri ister somut ister karenin dışında olsun filmin dokusunun varlıkları yadsınamayacak birer ilmiği.
“Bence David’de sanatçının filmin malzemesini elinde tutma özelliği var” diyen Swinton, bunu şöyle açıklıyor: “Kolları sıvalı. Hem Hollywood sinemasının geleneklerini biliyor hem de sinemanın sınırsız olasılıklarını görüyor. Üstelik bunları gerçek bir öncünün tavrıyla yapıyor. Kum havuzundaki bir çocuk gibi. Çalışma arkadaşlarıyla oluşturduğu görüntülerin, aslında kendi kafasında zaten tamamen oluşturmuş olduğu filmin bir bilgisayardan indiriliyormuş gibi indirilmesinden ibaret olduğu hissine kapılıyorsunuz. Sanki kendi film zevkini gelişmiş bir oyun içinde bir araya getiriyor; sanki bir rüyayı hatırlarmış gibi. Mucizeler ondan hiç uzak değilmiş gibi görünüyor”.
Pitt de benzer bir görüş bildiriyor: “David içine şeytan girmiş bir adam gibi. Sinema gözü olağanüstü. O, hareket halindeki kameranın dengesi ve balesinde süperden daha azıyla yetinmez. Büyük ödül ise sonunda ortaya ustalıkla işlenmiş bir yapıtın çıkması. David adeta bir heykeltıraş”.
Blanchett da yönetmen için şunları söylüyor: “Bir fikri, bir anı, bir görüntüyü, bir karakteri ya da sahneyi daire içine alıyor ve her açıdan görüyor. Başkaları genelde bir fikri üç boyutlu görünce tatmin olur. David ise o fikri altı yedi boyutlu görene dek araştırmaya devam ediyor. Başkaları, ‘Dur David, bu imkansız’ dediğinde, daha da kamçılanıyor. Bence pek çok yönetmen bu filmi ve bizleri David’in götürdüğü noktaya yaklaştıramazdı”.
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” Montreal ve Karayipler’in de aralarında bulunduğu çeşitli mekanlarda çekildi. Karakterin doğum yeri olan New Orleans da bunlardan biriydi. Yapım başladığında şehir Katrina kasırgasının yıkımını yeni yeni atlatıyordu. “Katrina kasırgasından önce New Orleans’ta çekim yapmayı planlamıştık ama felaketin ardından orada çekim yapıp yapamayacağımız konusunda bir belirsizlik dönemi oldu” diyor Kennedy ve ekliyor: “Ancak, şehir yönetimi kasırgadan iki gün sonra bizi arayıp planlarımıza sadık kalmamız için bizi coşkuyla yüreklendirdiler”.
Kısa süre önce ağır duygusal ve fiziksel hasar görmüş bir bölgede çalışmak yapımcılar için lojistik sorunları beraberinde getirdiyse de, “Şehir yönetiminin kusursuz desteği ve tüm ekimizin inanılmaz yetenekleri sayesinde bu sorunlar kolaylıkla aşıldı” diyen Marshall, şöyle devam ediyor: “Her bir gün dikkatle planlandı ve prova edildi. Ayrıca David’in her alandaki önderliği herkese yapması gereken iş hakkında net bir fikir verdi. Böylece, genel olarak, çekimler çok yolunda gitti”.
Yapımcılar çok geçmeden zor günler yaşıyor olmanın şehrin insanlarını ruhen sarsmadığını gözlemlediler. Chaffin bu konuda şunları söylüyor: “Bence Fincher’la ben çok talihliyiz çünkü orada olmak isteyen insanlarla çalışma imkanımız oldu. Bu filmde inanılmaz oranda çok, ‘Evet, sizi burada görmekten mutluluk duyarız’ cevabı aldık, özellikle de Louisiana’dan. Senaryoyu okuyan herkes onun bir şeyinden etkilenmişti; etkilenilen şey kişiden kişiye de değişiyordu. Sanırım bu film onlara kendi hayatlarından bir şey hatırlattığı için onun bir paçası olmak istediler”.
Şehrin zamandan bağımsızlığı Fincher’ın filmindeki dönemlerin dokusuna mükemmel uyum gösterdi. “Filmdeki her dönemi zamanın geçtiğini çok da açıkça vurgulamadan yansıtmak önemliydi” diyor yapım tasarımcısı Donald Graham Burt ve ekliyor: “Setlerin içinde zamandaki doğal akış hissini yaratmak daha da önemliydi. [Set dekoratörü] Victor J. Zolfo’yla birlikte setlerde hangi öğelerin değişmesi hangilerinin zamanda asılı kalması gerektiğini tartışıyorduk. Her öğenin bir amacı ve mantığı olması gerekliydi; sadece boşluk doldurmak için oraya konulmamalı ya da değişiklik olsun diye değiştirilmemeliydiler”.
Fincher yapım tasarımı ekibiyle birlikte çalışarak, setlerde, birinin tavan arasında bulunmuş bir fotoğraf albümünün sayfalarını çeviriyormuş hissi yarattı ve setleri sıradan hayatlar yaşayan sade insanların portreleriyle donattı. “Setlerin her biri için kendi ‘hayat’ hikayelerimizi yarattık, özellikle de Nolan Evi ve [Benjamin’in Elizabeth’le tanıştığı] Murmansk’taki Winter Palace Hotel’i için. Buraları Benjamin’in hayatındaki önemli olayların geçtiği yerler” diyor Zolfo.
Yapımın her seviyesinde değişmez kural hikayenin özündeki asıl gerçekleri besleyecek inandırıcı bir gerçekçilik yaratmaktı. “Her ne kadar bu hikayede fabl esintileri olsa da, filmin gerçekçiliğin sınırlarında olabildiğince gezinmesini istedim” diyen Fincher, açıklamalarını şöyle sürdürüyor: “‘Bir varmış bir yokmuş’ tarzında bir şey istemedim. Oyuncuların işini kolaylaştırmak istemedim. İzleyicilerin işini kolaylaştırmak istemedim. Yapım tasarım ekibinin işini kolaylaştırmak istemedim. Her şeyin dönemlere uygun olması gerekiyordu: O dönemde orası nasıl görünüyordu, insanlar ne giyiyordu, ne tür gözlükler ve işitme cihazları takıyorlardı? Tüm bu ayrıntılar gerçeğe uygun olmalıydı”.
Kostümler döneme uygun ve stilizeydi. Kostüm tasarımcısı Jacqueline West, çalışmaları arasındaki simetriyi sağlamak için erken bir evrede Burt ve Zolfo’yla buluştu. “David bir ressam gibi çalışıyor” diyen West, sözlerini şöyle açıklıyor: “Tren rayı setine gittiğimde, orasının bir Caillebotte tablosuna benzediğini düşündüm. Dolayısıyla, ilham alabilmek için Caillebotte’un ve Edouard Manet, Toulouse Lautrec, Courbet gibi diğer erken dönem empresyonistlerinin tablolarına başvurdum. Don Burt’ün güzel hassasiyetini kavrayabildiğim noktada renk paletime koyu renkli ve bulanık olan hangi rengi koyarsam koyayım uygun olacağını biliyordum”.
West, özellikle Benjamin Button’ın hayatının erken döneminde yer alan Queenie’nin gardırobu için Buhran Dönemi fotoğrafçılarının karelerinden yararlandı. “Queenie son derece karakter sahibi yoksul bir kadın. Bu yüzden, gardırobunun da onun karakterini yansıtmasını istedim” diyen West, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Onun kıyafetlerinin büyük kısmının Nolan Evi’nde yaşamış ve ölmüş kadınların kendisine verdiklerinden oluşacağını düşündüm. Bu kadınlar belki de 20 yıl önce kıyafet alışverişi yapmayı bırakmış olmalıydılar. Haliyle, Queenie’nin kıyafetlerini zamanın biraz gerisine götürdüm”.
Daisy ise aksine hep son moda giyinen, o dönemin bele oturan kıyafetlerini tercih eden bir kadındır. West, Daisy için dans koreografisinin öncüsü George Balanchine ile onun eşi ve ilham perisi olan Tanaquil LeClercq’i esas aldı. Bu çiftin ilham verdiği bir diğer kişi de Blanchett’tı. Aktris, “Daisy’nin gençliğinde popüler olan dans figürlerine baktım. George Balanchine ve Tanaquil LeClercq özellikle ilgimi çekti” diyor.
Blanchett, West için ise şunları söylüyor: “Provalarda Jacqueline balerin kıyafeti giydi. O görüntüsü bana vücut diliyle, duruşuyla ve iç çatışmalarıyla LeClercq’in resimlerini o kadar çok hatırlattı ki…”.
LeClercq 1940 ve 50’lerde Amerika’nın önde gelen tasarımcılarından olan ve “Amerikan Görünüşü”nün yaratıcı kabul edilen Claire McCardell’in kıyafetlerini tercih ediyordu. West, Daisy’nin en unutulmaz kostümlerinden biri olan ve Benjamin’le randevusunda giydiği dökümlü kırmızı elbise için bir McCardell tasarımından yararlandı. “Jackie kesinlikle suç ortağımdı” diyor Blanchett ve ekliyor: “Her bir dikişe, her bir düğmeye bayıldım. Beni Claire McCardell’le tanıştırdı. Elbise provaları benim için bir aydınlanma gibiydi. Kendimi muazzam şanslı hissettim”.
Hayatının başından sonuna Benjamin Button’ı giydirmek içinse, West 20. yüzyılın sinema ikonlarından yararlandığını söylüyor: “40’lardaki Gary Cooper’ı, 50’lerdeki Brando’yu, 60’lardaki Steve McQueen’i kullandım. Müthiş birer ilham kaynağıydılar. Brad’de de aynı karizma olduğu için o kıyafetleri taşıyabileceğini biliyordum”.
Pitt için gençliliğinden yaşlılığına Benjamin performansını destekleyecek bir diğer fiziksel öğe de dijital tekniklerdi. Uzun zamandır Fincher’la çalışmış olan görsel efektler amiri Eric Barba, “David bana daha en başından, ‘Performansı baştan sonra Brad yapmalı’ dedi. Benjamin filmin duygusal merkezi ve doğal açıdan imkansız gibi görünen zamanlarda da hikayenin içinde. Efektler ekibi olarak bizim önümüzdeki zorluk buydu”.
Barba, Oscar® ödüllü özel makyaj tasarımcısı Greg Cannom’la omuz omuza çalıştı. Cannom film süresince yaşlanma ve geriye dönük yaşlanma etkilerini destekleyecek protezleri yaratmakla sorumluydu.
Ayrıntılara gösterilen büyük özen filmin dijital görüntü yönetimine de yansıdı. “David’in film için çekim stili, David Lean’in mekan ve zaman hissini yakalayan destansı çekimler olarak nitelendirdiği şeyi andırıyor” diyor Marshall ve ekliyor: “Filmin duygusal keskinliği, David’in kamerayı bir gözlemci gibi kullanması sayesinde güç kazanıyor. Karakter tahliline dahil olmanızı istiyor ki kamera çalışması daha bilerek ve sakin yapılabilsin. Bu, hızlı çekimler ve çılgın kamera hareketleri gerektiren bir film değil”.
Görüntü yönetmeni Claudio Miranda, “Filmin olabildiğince doğal görünmesine çalıştık. Işık kaynağının nereden geleceğini tahmin edip, ona göre ayarlama yapmayı hedefledik. Bazı sahnelerde kareye ampuller koyduk ve ışıklandırmada onları kullandık. Normalde kareye ampul koyarsınız ama bunların ışığını kısıp, gerçek ışıklandırmayı dış bir kaynaktan yaparsınız. Olduğu haliyle ışığı kullanmak çok hoştu bence”.
Işık kaynakları bir dönemden diğerine geçerken değişim gösterdi. Fincher bu konuda şunları söylüyor: “Teknoloji ilerledikçe mumlardan gaz lambalarına sonra da ampul ve flüoresanlara geçiliyor. Bir kaç yerde sinema ışığı kullandık ama fazla değil. Doğal ışık kaynaklarını kullanabilmek, aynı zamanda hızlı hareket edebilmek için çoğunlukla dijital çekim yapıldı”.
Zaman zaman da çekimler kendiliğinden ortaya çıktı, Blanchett’ın Benjamin’le New York’taki randevusu sırasında kameriyede yaptığı dansı içeren zarif sahnede olduğu gibi. Fincher bunu şöyle açıklıyor: “Kameriyedeki sahne çok sadeydi. Orayı görünce, ‘Burada çekim yapmalıyız’ dedik. Arka planın nasıl olacağı konusunda bazı sorular vardı. Ben de, ‘Orası bataklık olduğuna göre fona biraz buhar ve duman verelim; ağaçları da ışıklandırıp, Kate’i siluet olarak gösterelim’ dedim. Eski, klasik bir Hollywood stili peşindeydik. Çok sade bir sahneydi. Bir müzik kutusunu andırıyordu”.
Fincher’ın şaşmaz hassasiyeti ve böyle ayrıntılara gösterdiği özen, Benjamin’in öyküsünün özünde yatan doğruları derinlemesine kavrayışıyla bütünleşti. “Hikayenin destansı boyutu ve duygusal yelpazesi düşünülünce, David’in yaptığı tüm seçimler tek kelimeyle mükemmeldi ve bizlerin filmin bir parçası olmaktan büyük mutluluk duymamızı sağladı” diyerek sözlerini noktalıyor Kennedy.
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde yapılan araştırmada, stresin vücudun savunma mekanizmasını önemli ölçüde etkilediği tespit edildi.
Gaziantep Üniversitesi (GAZÜ) Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Haluk Savaş, araştırma sonucu, hemen tüm psikiyatrik hastalıklarda vücutta oksidatif stresin arttığını belirlediklerini söyledi.
Prof. Dr. Savaş, geçen yılın mart ayında düzenlenen 5. Ulusal Anksiyete Kongresi’nde ”Obsesif Kompulsif Bozuklukta Serüloplazmin Düzeyleri” adlı çalışmayla En İyi Genç Araştırmacı Ödülü’nü aldıklarını, bu çalışmada takıntı hastalığı (obsesif kompulsif bozukluk) yaşayan hastalarda serüloplazmin (bir antioksidan madde) düzeylerinin yüksek olduğunun gösterildiğini belirtti.
Savaş, vücudun ortaya çıkan oksidatif stresle (vücutta oksijenle oluşan bir dizi kimyasal reaksiyonun ortaya çıkan zararlı ürünlerinin yol açtığı zorlanma) başa çıkmak için bazı kimyasalları salgılamak zorunda olması nedeniyle serüloplazmini de yüksek olarak salgılamak zorunda olduğunu, serüloplazminin antioksidan bir madde olduğunu, vücudun salgıladığı oksidatif stres parametrelerine karşı koruyucu bir madde olduğunu ifade etti.
“Sigara DNA’da hasara yol açıyor”
Prof. Dr. Savaş, vücuttaki her tür kimyasal reaksiyonun bir yan ürün olarak oksidasyon ürünlerini ortaya koyduğunu, bu ürünlerin ise vücuda zarar verdiğini ifade ederek, şöyle konuştu:
”Vücuda en fazla ek oksidatif katkıyı sigara yapar. Bu anlamda sigara, vücudun oksidatif yükünü artıran, vücuttaki dokulara en çok zarar veren dış kimyasallardandır. Bu nedenle sigara, vücutta DNA’yı bile hasarlayarak yani vücudun en merkezinde bulunan bilgi kaynağını da hasarlayarak kanser ve bir dizi olumsuz hadiseye yol açar. Bunun gibi herhangi bir kimyasal reaksiyon da vücuttaki oksidatif ürünleri ortaya çıkarıyor.”
Haluk Savaş, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ömer Akyol, eski Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı ve Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Biyokimya Laboratuvarı Şefi Prof. Dr. Özcan Erel‘in de katıldığı birçok araştırmalarında psikiyatri hastalarında kimyasal oksidatif stres parametrelerinin nelere yol açtığını incelediklerini söyledi.
”İki açıdan değerlendirdik yani hem vücut üzerinde zararlı ürünlerin oksidatif parametrelerin psikiyatrik hastalıklarda yükselip yükselmediği hem de vücudun tüm bunlara karşı bir savunma sisteminin ne düzeyde olduğu üzerinde çalıştık” diyen Savaş, şunları kaydetti:
”Hemen tüm psikiyatrik hastalıklarda vücutta oksidatif stres, yıkım ürünleri, zararlı ürünler artıyor, buna göre hücre yaşlanması veya hücrenin DNA’sının bozulması ve kanser riski artma ihtimalinden söz etmek mümkün hale geliyor. Bunun yanında da özellikle psikiyatrik hastalarda antioksidan sisteminin yani vücudun oksidasyona direncinin daha düşük olduğu veya zaman içerisinde bununla mücadele etmekten aciz kaldığı, düştüğü gibi bir gözlemimiz var.
Zaten psikiyatrik hastalıklar bugüne kadar bilinir ki insanların daha erken yaşta ölmelerine veya daha kısa sürede yaşlanmalarına neden olmaktadır. Bunu birçok kişi de gözler, gündelik yaşama da yansımıştır. ‘Ne sıkıntın var ki saçların ağardı, yaşlandın’ gibi sözler söylenir. Aslında ruhsal olumsuzluklar ile yaşlılık ve çökme gibi vücudun genel gidişindeki kötülük arasında halk da ilişki kurmuştur. Yani bu anlamda bizim oksidatif stresle ilgili yaptığımız çalışmalar da bir manada bunu daha derinlemesine ortaya koyan özellikler göstermektedir.”
Cep telefonu kullananlarda, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyin bölgesinde kanserin daha sık görüldüğü açıklandı. Cep telefonu başta olmak üzere baz istasyonları gibi elektromanyetik alanların birçok hastalığa zemin hazırladığı belirlendi.
AA
Ankara– Cep telefonu kullananların beyin kanserine yakalanma riskinin daha fazla olduğu açıkladı.
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Derneği (T-HASAK) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hikmet Pekcan, 4 Şubat Dünya Kanser Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada, kanserin insan vücudunda bir hücrenin işlev görmeden anormal büyümesi olarak tanımlandığını ifade ederek, ”Anormal büyüme çoğunlukla insanın yapı taşı olan DNA’sıyla ilgilidir. DNA’yı da beslenme alışkanlığı, kilo, tütün ve alkol kullanımı ile çevresel koşullar başta olmak üzere birçok faktör etkilemektedir” diye konuştu.
Kanserin, görülme sıklığının giderek artış gösterdiğini ifade eden Pekcan, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, ”2010’da kanserden 15 milyon kişinin yaşamını yitireceğinin ve 20 milyon kişiye kanser tanısı konulacağının öngörüldüğünü” söyledi.
Türkiye’de de aynı tarihlerde yaklaşık 150 bin kişinin kansere yakalanmasının beklendiğini belirten Pekcan, ”Kanserlerin yüzde 35’i beslenme, yüzde 30’u sigara kullanımı ve maruziyeti, yüzde 10-15’i enfeksiyon hastalıkları nedeniyle oluşmaktadır” dedi.
Pekcan, erken tanı ile yaşam süresinin uzatılabildiğini hatta tümörün tamamen yok edilebildiğini belirterek, şunları kaydetti: ”Erken tanı için düzenli kontrol, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri gelmektedir. Kişiye yönelik koruyucu önlemler, erken tanı, dengeli- yeterli beslenme, ilaçla koruma, kişisel hijyen, sağlık eğitimi, aile planlaması ve bağışıklamadır. Çevreye yönelik olarak da biyolojik çevreye (mikroplar, yiyecekler, ağaçlar, bitkiler), sosyal çevreye (okullar, askeri birlikler, internet kafeler, kahvehaneler), fiziki çevreye (su, hava kirliliği, atıklar, gürültü, radyasyon, baz istasyonları) yönelik koruyucu önlemler alınmalıdır.”
”Hormonlu gıda ve yanlış gübre kullanımı”
Pekcan, kanserin genetik yatkınlığın dışında çevresel koşullarla da doğrudan ilgili olduğuna dikkati çekerek, şunları söyledi: ”Kanserlerin oluşmasında en önemli etken çevre kirliliğidir. Hava ve suyun kirletilmesi, toprağın yanlış kullanılması sağlık açısından risk yaratmaktadır. Ekilebilir araziye fabrika inşa edilmesi, atıkların uygun yerlere boşaltılmaması toprağın kirletilmesi verilebilecek en güzel örneklerdir. Mevsim koşulları gözetilmeden sebze-meyve yetiştirildiği için hormonlu gıda ve yanlış gübre kullanımı kansere neden olabilmektedir. Bu gıdaların tüketilmesi halinde de vücuttaki hücreler yer değiştirmektedir. Dolayısıyla, bilinçsiz kullanılan gübre ve böcek öldürücü ilaçlar ile yetiştirilen sebze ve meyvenin kanserojen özelliği ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan ozon tabakasının delinmesi sonucunda güneşin istenmeyen ışınları başta deri kanseri olmak üzere sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Güneşin özellikle dik geldiği saatlerde uzun süre güneş ışınına maruz kalanlarda, yaşamının bir döneminde deri kanserine yakalanma riski artmaktadır. Bunların yanı sıra nüfus artışı, ekonomik gelişmeler, hızlı kentleşme de çevresel faktörlerdir.”
Baz istasyonlarının kansere etkisiyle ilgili bilim adamlarının farklı görüşlerde olduğunu ve bu alanda bilimsel bir verinin bulunmadığını dile getiren Pekcan, yapılan ön araştırmalarda ”cep telefonu kullanımında, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyinde kanserin daha sık görüldüğünün gözlendiğini” bildirdi.
Pekcan, ”Ayrıca kullanıcılarda, telefonun bedene yakın olduğu yerlerde de kanser görülme riskinin kullanmayanlara oranla yüksek olduğu bulunmuştur” diye konuştu.
”Her iki kişiden biri cep telefonu kullanıyor”
Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer de elektromanyetik alanlarla kanser arasındaki ilişkinin bilim adamlarının çoğu tarafından kabul edildiğini söyledi. Tuncer, ”Her iki kişiden biri cep telefonu kullanıyor. Bunun yan etkisinden hem kendisi hem de çevresindekiler zarar görüyor” dedi.
Murat Tuncer, ABD’de 8-12 yaşları arasındaki çocukların yüzde 46’sının cep telefonu kullanıcısı olduğunu belirterek, ”Cep telefonu kullanımının beyin kanserinin görülme sıklığını 2 kat artırdığını” kaydetti.
Kanadalı bilim adamı Dr. Haward W. Fisher de elektro manyetik alanların kesinlikle insan sağlığını olumsuz etkilediğini, bunun çeşitli ülkelerde yapılan kapsamlı araştırmalarla ispatlandığını bildirdi.
Cep telefonu başta olmak üzere baz istasyonları gibi elektromanyetik alanların ”Beyin kanseri, lösemi riskini artırdığını, genetik yapıya hücrelere zarar verdiğini, kan beyin bariyerini bozduğunu, uyku düzenini etkilediğini, dikkat eksikliği ve hiperaktiviteye neden olduğunu ve birçok hastalığa zemin hazırladığını” ifade eden Fisher, bu konuda farkındalığın artırılması gerektiğini bildirdi.
Yurt dışında çocuklar üzerinde yapılan bir çalışmayı anlatan Fisher, ”Elektromanyetik alanlara maruz kalan çocuklarda, hiperaktivite saptanmasının ardından, bu çocukların etraflarındaki cep telefonu, ışık, fön makinası gibi eşyaların azaltılmasıyla, çocukların sakinleştikleri tespit edildi” dedi.
Fisher, yapılan çalışmalar sonucunda, ”Özellikle cep telefonunun en sık kullanıldığı baş bölgesinde beyin tümörlerinin geliştiğini” ifade ederek, ”En sık baş bölgesinin sol tarafı kullanılıyorsa o bölgede, sağ tarafı kullanılıyorsa o tarafta tümör geliştiği saptandı. 2005’de yapılan bir çalışmada, 2 bin beyin tümörünün cep telefonu kullanımına bağlı olarak geliştiği belirlendi” diye konuştu.
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki ünlü sanatçı Salvador Dali’nin 385 eserinin yer aldığı ”İstanbul’da bir Sürrealist: Salvador Dali” adlı sergiyi 4 ayda 250 bin kişi ziyaret etti.
İstanbul– Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki (SSM) ”İstanbul’da bir Sürrealist: Salvador Dali” sergisi sona erdi.
Akbank Genel Müdürü Zafer Kurtul yaptığı yazılı açıklamada, Akbank’ın sponsorluğunda SSM’de gerçekleştirilen sergiyi 4 ay boyunca Türkiye’nin dört bir yanından yaklaşık 250 bin kişinin ziyaret ettiğini bildirdi. Sergide, ünlü sanatçının 385 eserinin yer aldığını anımsatan Kurtul, sanatseverlerin Dali gibi ”farklı, dinamik, ileri görüşlü ve çağına öncülük etmiş” bir sanatçıyla buluşmasında pay sahibi olmaktan memnuniyet duyduklarını ifade etti.
Zafer Kurtul, Akbank olarak önümüzdeki dönemde de gelecek nesillere evrensel ve yenilikçi bir düşünce yapısı aşılayacak organizasyonlara ve sanata destek vermeye devam edeceklerini bildirdi.
Sabancı Üniversitesi SSM Müdürü Nazan Ölçer de ”sürrealizm” gibi sıradan bir ziyaretçinin anlamakta zorluk çekeceği sanat akımının, ”ele avuca sığmayan temsilcisi”ni İstanbul’a getirmenin zorluğuna dikkati çekti.
Bu nedenle serginin retrospektif olmasında ısrar ettiklerini belirten Ölçer, ”Sergi hazırlıkları süresince, Akbank ile birlikte defalarca Dali’nin yaşadığı yerlere gittik. Her seferinde Dali’nin bir başka yönünü keşfettik, güncel sanatı 20. yüzyılda yakalamış sanatçıyı daha yakından tanıdık. Amacımız, Türk izleyicisine bizim tanıdığımız gerçek Dali’yi tanıtmaktı” görüşünü dile getirdi.
Rakamlarla “Salvador Dali” sergisi
Tasarım aşamasında 100 kişilik dev bir ekibin çalıştığı sergiyi, günde ortalama 2 bin 242 kişi ziyaret etti.
Sergiyi, 107’si devlet, 143’ü özel olmak üzere İstanbul’daki 250, İstanbul dışındaki 119 okuldan binlerce öğrenci ve öğretmen gezdi.
Akbank çalışanlarının ve çocuklarının ücretsiz olarak gezebildiği sergiye, İstanbul dışından gelen Akbank personeli ve yakınları da büyük ilgi gösterdi. Her çarşamba ve cumartesi günleri toplam 36 kez düzenlenen galeri sohbetlerine, yaklaşık 2 bin 500 kişi konuk oldu.
SSM Eğitim Grubu ile Söz Danışmanlık tarafından düzenlenen ”Çocuk Eğitim Atölyeleri”ne 10 bin 24 çocuk, uzun yıllar Louvre Müzesi’nde çalışan Cengiz Özer’in düzenlediği ”Ücretli Eğitim Atölyeleri”ne ise 135 kişi katıldı.
Müzenin, konferans salonunda her gün 7 film gösterildi. Sergi kapsamında hazırlanan etkinliklerde, dünyanın dört bir yanından gelen 7 seçkin sanat uzmanı konferans verdi.
SSM’de yer alacağı kesinleştiği günden bu yana, Türk basınında sergiyle ilgili 900’den fazla haber yayımlandı. Sergi, televizyon programlarında 250’yi aşkın haberle yer aldı.
Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu (TKASK) Başkanı Prof. Dr. Tezer Kutluk, kilo fazlalığının ve aşırı şişmanlığın (obezite) kansere yakalanma riskini artırdığını belirterek ”Dünya genelinde yapılan araştırmalarda, tüm kanserlerin yüzde 30’u kilo fazlalığı ve şişmanlık ile ilişkili bulunmuştur” dedi.
İstanbul – Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu (TKASK) Başkanı Prof. Dr. Tezer Kutluk, 4 Şubat Dünya Kanser Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada, bu yıl Dünya Kanser Günü’nün ana temasının, ”Doğru Besin Bol Hareketle Gülümse Geleceğine” olarak belirlendiğini belirterek, herkesi kanserden korunmaya çağırdıklarını söyledi.
Tütün kullanımının, sağlıksız beslenmenin ve hareketsiz yaşamın kanser riskini önemli ölçüde artırdığını belirten Kutluk, ”Dünya genelinde yapılan araştırmalarda, tüm kanserlerin yüzde 30’u, kilo fazlalığı ve şişmanlık ile ilişkili bulunmuştur. Okul çağındaki her 10 çocuktan biri normal kilosunun üzerinde. Bu çocukların 30-45 milyonu şişman” dedi.
Kutluk, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, ”dünyada 1.6 milyar yetişkinin aşırı kilolu ve bunların en az 400 milyonunun şişman” olduğunu ifade ederek, ”2015’te bu sayının 2,3 milyarı bulacağının ve bunların 700 milyonunun da şişman olacağının” tahmin edildiğini kaydetti.
Sağlıksız beslenme alışkanlıkları, hareketsizliğe neden olan bilgisayar oyunları ile televizyon karşısında uzun süre hareketsiz oturmanın, kilo fazlalığına yol açtığına dikkati çeken Kutluk, ”1985’ten 2005’e kadar Çin’deki 7-18 yaş arası öğrencilerde obezite yüzde 1’den yüzde 8.5’e yükseldi. 2002-2007 yıllarında Hindistan’da aşırı kilo ve obezite yüzde 16’dan yüzde 24’e çıktı” diye konuştu.
Kutluk, Türkiye’deki rakamlara ilişkin de ”Ülkemizde şişmanlık, yetişkinlerde yüzde 18–25, çocuklarda ise yüzde 4–9 oranlarında bildirilmiştir” dedi.
Beslenme ve fiziksel aktivite önemli
Çocukluk çağında kazandırılacak doğru beslenme ve fiziksel aktivite, vücuttaki enerji dengesini sağlayacağından ileri yaşlarda oluşabilecek kanser olasılığını azalttığını vurgulayan Kutluk, ”Yutak, karaciğer, pankreas, endometrium, meme ve barsak kanserleri ile aşırı kilo arasında dikkat çekici bir bağlantı bulunmaktadır. Kilo fazlası arttıkça kanser riski de yükselmektedir” dedi.
Kutluk, sağlıklı beslenmek için kalori fazlası olan yiyeceklerin üretiminin sınırlandırılması, şekerli yiyeceklerden kaçınılması, sebze-meyve ve tahıllardan zengin beslenme alışkanlığının oluşturulması, kırmızı etin az tüketilmesi ve işlenmiş etten uzak durulması, tuzlu ve salamura yiyecek tüketiminin sınırlandırılması, tütün ve alkol kullanılmaması gerektiğini söyledi. Kutluk, alınacak bu önlemlerin sadece kanser değil, kardiyovasküler hastalıklar, diyabet ve akıl sağlığı da dahil olmak üzere birçok hastalığın önlemesinde de etkili olduğunu vurguladı.
Uluslararası yapılan araştırmaların, yetişkinler ve çocukların gün geçtikte daha az hareketli bir yaşam sürmeye başladığını ortaya koyduğunu dile getiren Kutluk, şöyle devam etti: ”Bunun nedeni, oturularak yapılan işlerdeki artış, yeni teknoloji sayesinde yapılacak işlerin daha az hareket gerektirmesi, yürüyüş, bisiklet ve toplu taşım araçlarının yerini araba ve motosiklet gibi ulaşım araçlarına bırakması, ev işlerinin teknolojik aletlerle yapılması, nüfusu fazla metropollerde ve büyük şehirlerde fiziksel aktivitelerin gerçekleştirilebileceği alanların giderek daralmasından kaynaklanmaktadır.”
Anne sütünün önemi
Kutluk, anne sütü ile beslenen çocuklarda, yetişkin dönemde şişmanlık oranlarının düşük olduğunu belirterek, bu konuda farkındalığın kazandırılmasında aile bireylerinin, toplum liderlerinin, öğretmenlerin rol gösterici olması gerektiğini söyledi.
Ailelerin, çocuklarını ip atlamak, dans etmek, koşu, yürüyüş, yüzme ve top oyunları gibi aktivitelere yönlendirmesi, spor faaliyetlerine teşvik etmesi, evde sağlıklı yemekler hazırlanması, sağlıklı vücut ağırlığının korunmasına özen gösterilmesi konusunda örnek olunması gerektiğini dile getiren Kutluk, şu önerilerde bulundu: ”Kanun koyucular ve okul idareleri, ulaşım politikalarında fiziksel harekete yönelik programlar geliştirmeli, boş zamanları değerlendirmek ve spor yapmak için kamu alanları oluşturmalı, şişmanlık riskini azaltmak için bu konuda çalışan sağlık uzmanları yetiştirmeli ve iş imkanları yaratmalı, vatandaşların bu konuda bilgilendirilmelerini sağlamalı. Kantin ve otomotik gıda makinelerinde satılan yiyecekleri denetlenmeli, güvenli yürüyüş ve bisiklet yolları yapılmalı.”
Devlet Opera ve Balesi, Türkiye’nin “krizlerle” boğuştuğu şu günlerde, Ankara, Mersin ve İstanbul sahneleri olmak üzere, önümüzdeki günlerde sahneye koyacağı 3 eğlenceli operetle Türk izleyicinin keyifli anlar yaşamasını sağlayacak.
Ankara – Devlet Opera ve Balesi Şubat ayında, Ankara, Mersin ve İstanbul sahnelerinde toplumsal olayları gülünç olarak anlatan müzikal sahne oyunlarına yer verecek. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen, Devlet Opera ve Balesi’nin bütün sahnelerinde, her yıl özellikle bir opereti sahnelemeyi arzu ettiklerini söyledi. Bu tür müzikal oyunların izleyici tarafından beklenen bir faaliyet olduğunu ifade eden Gökmen, “Bu bakımdan eğlenceli, hafif müzikleri olan, izleyene çok hoş saatler geçiren operetleri tercih ediyoruz” diye konuştu. Gökmen, Şubat ayında 3 adet müzikal-operetin ilk kez seyirci ile buluşacağını kaydederek, bunlardan ilkinin Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından 7 Şubat’ta prömiyer yapacak olan “Venedik’te Bir Gece” olduğunu bildirdi. Gökmen, “Venedik’te Bir Gece”nin ünlü besteci Johann Strauss‘un çok sevilen operetleri arasında ön sıra yer aldığının altını çizdi.
Çapkın Dük’ün maceraları 45 yıl sonra yeniden Başkent’te
Venedik gecelerinde çapkın bir dükün maceralarını ve o dönemin çalkantılarını eğlenceli bir dille anlatan “Venedik’te Bir Gece”nin, yaklaşık 45 yıl sonra tekrar Başkent’te taşınacağını vurgulayan Gökmen, “Sanıyorum, 60’lı yılların ilk yarısında sahnelenmişti. Ben o zaman çocuktum. Şimdi yaklaşık 45 yıl sonra yeniden Başkent sahnesinde görmek çok heyecan verici olacak” dedi.
Gürçil Çeliktaş tarafından sahneye konacak eserde, orkestrayı Sunay Muratov’un yönetecek. Dekoru Tayfun Cebi’nin, kostümleri ve koreografisi Nursun Ünlü’ye ait operette, ışık düzeni ise Tahsin Çetin tarafından gerçekleştirdi.
“Venedik’te Bir Gece”de, Urbino Dükü’nü Erdal Şen, Arda Doğan ve Barış Yanç dönüşümlü olarak canlandırıyor. “Caramello” rolünde Murat Karahan ile Oğuz Sırmalı, “Delacque” rolünde ise Levent Akev ile Serhat Konukman seyirci karşısına çıkıyor. Ayşe Özkan, Dolunay Dilek, Volkan Şen, Umut Kosman, Serkan Kocadere, İnanç Makinel, Hülya Kazan, Tuğba Mankal, Selva Erdener, Seda Aracı, Candan Üstün, Sezin Kirişci, Bilge Yılmaz, Fatih Özkaya ile Eray Kocatürk de sahneyi paylayaşan sanatçılar arasında.
Viyana prömiyerinde büyük bir başarı kazanan “Venedik’te Bir Gece”, Johann Strauss’un bugüne kadar en çok sahnelenen eserleri arasında yer alıyor.
Mersin ve İstanbul’da da eğlence var
Gökmen, Başkent’in ardından, Mersin Opera ve Balesi’nde de “İstanbulname” adlı 2 perdelik operetin sahneleneceğini söyledi. Ferdi Merter’in yazdığı, Turgay Erdener’in müziğini yaptığı ve Murat Atak’ın rejisörlüğünü üstlendiği İstanbulname Opereti’nde İstanbul’da başlayan bir yangının, Zeliha ile Ali arasındaki aşkın da alevlenmesine neden olmasıyla gelişen olayları konu alıyor.
İstanbul Opera ve Balesi ise 14 Şubat’ta “Şen Dul” adlı 3 perdelik operetle izleyiciye eğlenceli anlar yaşatacak. Librettosu, Victor Leon ile Leo Stainm’e ait eserde, orkestra şefliğini Peter Valentoviç ile Serdar Yalçın üstleniyor. Paris’te Pontevedrino Elçiliği’nin balo davetiyle perdelerini açan “Şen Dul”u Aytaç Manizade sahneye koyuyor.