Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Ayçekirdeği kemiklerinize, Antep fıstığı kan oluşumuna, fındık kalbinize iyi geliyor. Başka hangi kuruyemişler, size nasıl faydalar sağlıyor merak ediyor musunuz?

Herkesin sevdiği bir kuruyemiş vardır. Kimisi leblebiyi, kimisi bademi sever. Aslında bunları yiyerek vücudunuza iyilik ettiğinizi biliyor muydunuz?

e-kolay’ın haberine göre kuruyemişlerin yararları şöyle:

Leblebinin yararları

• Anne sütünü artırır.
• Asit fazlasını alır, mideyi rahatlatır.
• Neredeyse yok denecek kadar az yağ içerir ve içinde bulunan yağlar vücuda yararlıdır.
• Tokluk hissi verir. Bu sebeple diyet yapanlar için kilo kaybına yardımcıdır.

Ayçekirdeğin yararları

• İçerdiği fosfor ve çinko kemik ve dişlerin oluşumu için gereklidir. Ayrıca fosfor, kalp kasının kasılması ve böbrek fonksiyonlarının düzenlenmesine yardımcıdır.
• İçerdiği çinko ise yaraların iyileşmesi, aknenin önlenmesi, bağışıklık sisteminin güçlenmesi, tekrarlayan enfeksiyonların ortadan kalkması, tat ve koku duyarlılığının güçlenmesi, sperm hareketlerinin artması açısından önem taşır.
• İçerdiği B6 vitamini bağışıklık sistemini güçlü tutmaya yarar, kan şekeri düşüklüğüne faydalıdır.
• Ayçiçek yağındaki E vitamini kalp, damar, beyin ve sinir fonksiyonlarını düzenler; yaraların iyileşmesine yararlı olur; prostat kanserine karşı korur; cilt yaşlılığını geciktirir.
• Posalı bir besindir. Posalı besinler kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Kabak çekirdeğinini yararları

• İçindeki fosfor; kemik ve dişlerin oluşumu, kalp kasının kasılması ve böbrek fonksiyonlarının düzenlenmesi için gereklidir.
• İçeriğinde bulunan B15 vitamininin kolesterolü düşürdüğü ve protein yapımına yardımcı olduğu bilinmektedir.
• Lifli bir besindir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır. Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı oluşulabilecek risklerde azalma olduğu görülmüştür. Posa uzun süre doygunluk hissi yaratıp besin alımını azalttığı için kandaki kolesterol yağlarını düşürücü etki yapar, kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısaltır ve bağırsak duvarı ile temasını azaltır. Bu sayede de kanserden korunmada faydalı olur.
• Her gün belirli miktarda tüketilirse, prostat kanserinin önlenmesine yardımcıdır.

Kavrulmuş antep fıstığının yararları

• İçerdiği B1 vitamini kan oluşumuna yardımcıdır, kandaki kolesterolü düşürür, kavrama yeteneği ve öğrenme gibi beyin fonksiyonlarını optimize eder.
• B1 vitamininin enerji, büyüme ve iştah üzerinde olumlu etkileri vardır. Mide, bağırsak, kalp, kalp kasları için gereklidir.
• Yaşlanmaya karşı korur, sigara ve alkolün zararlı etkilerini azaltır.
• Lifli bir besindir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır. Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı oluşabilecek risklerde azalma olduğu saptanmıştır. Posa uzun süre doygunluk hissi yaratıp besin alımını azalttığı için kandaki kolesterol yağlarını düşürücü etki yapar. Posalı besinler kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Yer fıstığının yararları

• İçinde bulunan B1 vitamini kan şekerinin yakılması, kalp sağlığının korunması ve öğrenme gibi beyin fonksiyonları için gerekli olan bir vitamindir. Yaşlanmaya karşı vücudu koruduğu gibi alkol ve sigaranın zararlı etkilerini de azaltır.
• İçerdiği B3 vitamini kolesterolü düşürür, dolaşımı arttırır, zihni açar.
• Kanın pıhtılaşması, kas gücü ve sinir iletimi için gerekli olan kalsiyum minerali içerir.
• Posalı bir besindir. Posalı besinler kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Fındığın yararları

• Omega 3 kaynağı olarak kalp ve damar dostu bir besindir.
• İçinde bulunan Omega 3 kan pıhtılaşmasını ve damar sertliğini önler; tansiyonu düşürür, şeker hastalarında kalp hastalığı riskini azaltır.
• E vitamini bakımından zengin olması nedeniyle antioksidan ve yaşlılık engelleyici bir gıdadır, adet döneminde kan şekeri düşüklüğüne iyi gelir.
• İçerdiği E vitamini şeker hastalığının gelişimini engeller; kalp, damar, beyin ve sinir fonksiyonlarını düzenler, yaraların iyileşmesine faydalı olur, prostat kanserinden korur. • Fındıkta bulunan B5 vitamini stresi giderici özelliği olan bir vitamindir.
• İçerdiği B6 vitamini bağışıklık sistemini güçlü tutmaya yarar, kan şekeri düşüklüğüne faydalıdır.
• Gebelikte mutlaka takviyesi gereken B9 vitamini içerir. B9 vitamini damar sertliği yapıcı maddeyi azalttığı gibi kalp krizi, felç ve bunama riskini de azaltır.
• İçerdiği D vitamini kırmızı kan hücrelerinin yapımında rol alır, cilt yaralarının iyileşmesini hızlandırır.
• İçerdiği krom, kan şekerindeki oynamaları engellemek için gereklidir.
• Bor bakımından zengindir; kemikleri güçlendirir.

Bademin yararları

• Omega 3 kaynağı olarak kalp ve damar dostu bir besindir.
• İçinde bulunan Omega 3 kan pıhtılaşmasını ve damar sertliğini önler; tansiyonu düşürür, şeker hastalarında kalp hastalığı riskini azaltır.
• E vitamini bakımından zengin olması nedeniyle antioksidan ve yaşlılık engelleyici bir gıdadır, adet döneminde kan şekeri düşüklüğünü engeller.
• İçerdiği E vitamini şeker hastalığının gelişimini engeller; kalp, damar, beyin ve sinir fonksiyonlarını düzenler, yaraların iyileşmesine faydalı olur, prostat kanserinden korur.
• Bor bakımından zengindir; kemikleri güçlendirir.
• İçinde bulunan kalsiyum kandaki kolesterol düzeyini düşürür, kemik erimesini önler.
• İçinde bulunan magnezyum adet dönemi gerginlikleri ile adet öncesinde karında gaz, ruhsal durum değişiklikleri, baş ağrısı, şekerli ve tatlı besinlere istek, uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi gibi belirtilerin azalmasına yardımcı olur.
• Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı gerçekleşebilecek risklerde azalma olduğu saptanmıştır. Haftada en az 5 adet badem yiyenlerde koroner kalp rahatsızlığının daha az ortaya çıktığı belirtilmektedir.
• Bademde bulunan yağlar kötü kolesterolü azaltır.
• Bademde bulunan arginin isimli aminoasit kan damarlarını gevşeterek tıkanmalarını önler.
• Vücut direncinin artmasında, yaraların iyileşmesinde, tat ve koku duyusunun oluşumunda faydalı; sperm hareketlerini arttıran, büyüme, gelişme ve gebelik dönemlerinde ihtiyaç duyulan çinko minerali içerir.

Mısırın yararları

• Mısırda protein, kalsiyum, demir, fosfor, A ve B2 vitaminleri bulunur.
• Mısır lifli bir besindir. Bu yüzden kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağlar ve kabızlığı önler, alınan posa miktarı artıkça koroner kalp hastalığı riski de azalır.
• İçerdiği yüksek karbonhidrat miktarı sayesinde enerjinize enerji katar.

Kuru kayısının yararları

• İçerdiği A vitamini akne gibi bazı cilt bozukluklarını önler, büyümeye yardımcıdır, görme fonksiyonlarını güçlendirir, şeker hastalığının gelişimini engeller, bağışıklık sistemini korur.
• Gebelikte mutlaka takviyesi gereken demir mineralini içerir. Demir, oksijenin vücutta tüm dokulara taşınmasına yardımcı olur, kan yapımını sağlar.
• Kayısıda bulunan potasyum kasların kasılmasını, kalp kasları ve sinirlerin iyi çalışmasını sağlar.
• Kayısı lifli bir meyvedir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır. Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı gerçekleşen ölüm oranında azalma olduğu görülmüştür. Posalı besinler; kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Kuru üzümün yararları

• İçinde bulunan bor minerali beyin fonksiyonlarını arttırmaya yarar.
• Vücudumuzdaki kemik ve sinir dokusunu, kasların çalışmasını ve kalp atışlarını düzenleyen magnezyum, içeriğinde bol miktarda bulunur.
• Kan oluşumu için büyük önem taşıyan ve özellikle gebelerde takviyesi gereken demir mineralini içerir.
• İçinde bulunan potasyum sinir sistemi ve düzenli kalp ritmi için önemli bir mineraldir.
• İçinde bulunan inositol, kolesterol düzeyini azaltmaya yardımcıdır. Ayrıca inositol, saçların büyümesi için hayati bir vitamindir.
• İçinde bulunan B1 vitamini kan şekerinin yakılması, kalp sağlığının korunması ve öğrenme gibi beyin fonksiyonları için gerekli olan bir vitamindir. Yaşlanmaya karşı koruduğu gibi alkol ve sigaranın zararlı etkilerini de azaltır.
• Üzüm lifli bir meyvedir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır.

“Acını hissediyorum” diyen birçok kişinin fiziksel olarak gerçekten de böyle hissettikleri ortaya çıktı.

İngiliz bilim adamlarının yaptığı araştırma çerçevesinde, başkalarının acısını hissettiklerini söyleyen kişilerin bunu söylerken beyinlerinde acı hissiyle bağlı bölgelerde hareketliliğin arttığı gözlendi.

Araştırma kapsamında 108 üniversite öğrencisi, yaralı atletler ve iğne yapılan hastalar gibi acı veren durumların görüntülerine maruz bırakılırken, öğrencilerden üçte ikisi, en az bir görüntüde sadece duygusal bir tepki göstermekle kalmayıp acıyı hissettiklerini söyledi.

Bilim adamları, acı veren görüntüler karşısında acı hissettiklerini söyleyen ve söylemeyen her iki gruptan öğrencilerin beyinlerinde duygu merkezlerinde hareketlilik görürken, acıyı hissettiklerini söyleyenlerin beyinlerinin acıyla bağlantılı bölgelerinde daha fazla hareketlilik dikkati çekti.

Sonuçları Pain dergisinin aralık sayısında yayımlanan araştırmayı yapan bilim adamlarından, Birmingham Üniversitesi öğretim görevlisi Stuart Derbyshire, bulgunun, en azından bazılarının, yaralanan veya acı çektiklerini söyleyen kişileri gözlemlerken gerçek bir fiziksel tepki gösterdiklerini doğruladığını söyledi.

Derbyshire, acıyı hissettiklerini söyleyen kişilerin korku filmleri ve televizyonda rahatsız edici görüntüleri izlemekten kaçınma eğiliminde olduklarını da kaydetti.

Ayşe Kulin’in Şişli’deki evine Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabı üzerine söyleşi yapmaya giderken Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan ile daha önce yaptığım söyleşileri, paylaştığım unutulmaz anları anımsıyordum.

Gamze Akdemir

Cumhuriyet– Söyleşimiz sırasında bir sorum üzerine ‘özellikle ajanların sivil toplum örgütlerinin peşinde olduğunu’ söylediği sıradaki kararlı, gözleri hafif bulutlu halini de hiç unutamıyorum. ‘Kızlarımız okuyacak, mutlaka okuyacak, başka yolu yok, okuyacaklar, okutacağız’ deyişini de. Kitaplarını bana ‘Atatürk kızı’ diyerek imzalayışını da… Kocaman sarılışını da… Yarı tiz, şen kahkahasını da… Daha pek çok anı… Ama onları, bir gün hakkında kaleme alacağım yazıya saklıyorum. Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabında, Türkan Saylan’ın iç dünyasını, yakın arkadaşı Gökşin Sanal ile günlük, günce biçeminde mektuplaşmaları üzerinden anlatıyor Ayşe Kulin. Koşutunda cüzam ile olağanüstü mücadelesi kronolojik sırada yerini alarak çerçeveliyor kitabı ‘Satırlarda büyüyor Türkan Saylan’ Genç kız oluyor, sonra eş, anne, can dost, idealist, hoca Türkan’a geliyor sıra. Kuşkusuz en çok da insan Türkan’ı okuyoruz ‘Mehtabı seviyor, günbatımını seviyor, ay ışığına tutkun’ Aşkın hallerine âşık bir kadın okuduğumuz… Tüm mücadelesi aşk ile içselleşmiş yüreğinde. Sonra iki kez evlenmiş, çocuk sahibi olduktan sonra ise ısrarla ev kadını olması istenmiş. Tabii ya, evde ol, çocuk büyüt, pilaki pişir! Kadın başına bunca sürünmeye ne gerek var? Evliliklerinde de epey çekmiş bu nedenle. Gayret etmiş yine de ‘Ama sonunda tokat yediği de olmuş, kıskançlıktan bezdiği de. Tek ve tek başınaydı bu nedenle’ Öte yandan ise tam bir toplum piriydi ‘Titri öyle olmasa da kimliği, kişiliği, çalışmalarıyla sıkı bir sosyologdu’ İnsan hayatına ve ruhuna koşulsuz adalı bir yaşamdı onunki. Neler demediler ki hakkında? Misyonermiş, komünistmiş, dinsizmiş ‘Kız çocukları Allahsızlaştırıyormuş? Muş, muş, muş’ Bugün din adına mangalda kül bırakmayanları, kendine o gâvur diyenleri cebinden çıkaracak denli bilgili bir Müslüman kızı, inançlı bir ailenin ferdiydi. Sayısız hayır duası aldı ‘Hayatlar kurtardı, aydınlık gelecekler kurdu, ümit verdi. Belki de onu en çok Müslümanlar sevdi. Ta bilmem ne zaman bu kez din üzerinden bölündüğümüzü öngördüğünde ne kadar da haklı çıkmıştı’ Ölümüne yakın Ümraniye’de bulunan silahlarla ilgili arama deyip evini basanlar, cenazesine gelmeyen devlet erkânı, hükümetin bir bakanının çirkin sözleri, karalamalar, burs alan çocukları fişlemeler, göz korkutmalar kitlelere işlemedi ‘Türk halkı Türkan Saylan’ını aslanlar gibi uğurladı. Hep koştu ‘Hiç durmadı’ Yılmadı ‘İyi ki vardı’ Ayşe Kulin ile Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabını konuştuk.

Türkan Saylan ile nasıl tanıştığınızı ve aranızdaki yakınlığın filizlenişini sorarak başlayalım…

– 2003’te, onun hayata geçirdiği ve benim sonradan adını ‘Kardelenler’ olarak değiştirdiğim, ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’ adlı projenin kitabını yazmak için doğu illerine doğru yolculuğa çıkmadan önce tanıştık. Kardelenler’i yazma teklifi bana Turkcell’den geldi.

Hiç böyle para karşılığı iş yapmadığım için kesinlikle reddettim ama telefondaki hanım inanılmaz bir ısrarla projeyi anlattı. ‘Hayatta sadece iki saatinizi istiyorum, sizi bu çocukların burs aldığı okula götüreceğim, onlarla konuşturacağım, hâlâ hayır diyorsanız artık ısrar etmeyeceğim’ dedi.

Buluşmayı kabul ettim. Karşıda Acarkent’te bir TED okulu var, beni orada bu bursu alan çocuklarla görüştürdüler. O gün hakikaten vuruldum, hiç böyle bir şey beklemiyordum. Bu çocuklar İstanbul’a geleli aşağı yukarı 15-20 gün olmuştu ve inanılmaz bir gelişim geçirmişlerdi. Hayatlarında ilk defa deniz, otobüs, şehir, diş fırçası gören çocuklar vardı düşünün ve nasıl bir ümitle ileri bakıyorlar yani doktor olacaklar, hemşire olacaklar, öğretmen olacaklar ‘Böyle bir coşku hiçbirimizin çocuğunda yok… Gözlerim yaşardı ve teklifi hemen kabul ettim. Bu kapsamda Doğu’ya doğru bir yolculuğa çıkılacaktı, ben, fotoğrafçı arkadaşımız Manuel Çıtak, ve onun asistanı gideceğiz ‘Gitmeden Türkan Hoca ile görüşün’ dediler. Türkan Hoca’yı yaşlı başlı, beyaz saçlı, tayyörlü böyle daha resmi duruşlu bir hanımefendi olarak bekliyordum. Odasının dışında beklerken bir ses duyuyordum, nasıl genç bir ses, şen şakrak, cıvıl cıvıl… Sonra beni içeri aldılar, girdim aa o ses onunmuş. Kemoterapi geçirmişti, saçları yeni yeni çıkıyordu ve o saçlar kırmızı. Al onu canına sok, öyle şirin, sevimli bir kadın karşımdaki. Rengârenk bir giysi üstünde, gözleri pırıl pırıl. İlk gördüğüm o anda bayıldım Türkan Hoca’ya. Uzun uzun konuştuk, bana Doğu hakkında bilgiler verdi. Doğu’ya gitmemiş, hiç bilmiyor değildim ama nelerle karşılaşacağım, neler yapmam gerektiği, her eve giderken yanımda mutlaka bir il müdürü ya da Milli Eğitim’den birinin bulunması gerektiği gibi anahtar bilgilerle aydınlattı beni. Arada gene karşılaştık çünkü çocuklarla görüşmek için Doğu’ya birkaç kez daha gittim. Bir gidişimde de kendisiyle Erzurum’da tesadüf ettik. Burs dağıtıyorlardı, yılda bir kere törenleri oluyordu, çocukların aileleri de geliyordu. Çocuklarla ve ailelerle kurduğu sıcacık bağı somut olarak ilk orada gördüm. Çırpınıyordu onlar için. Birkaç tane de genç kadın kaymakam vardı, biri de o yöredendi, Vanlıydı. Türkan Hoca çocuklara o genç kadın kaymakam kadınları örnek gösteriyordu, ümit veriyordu. Türkiye buna müsait yeter ki okuyun diyordu. Bir kere daha hayran oldum.

Bu kitabın yazılmasını o istedi, anlatır mısınız o süreci?

Şöyle, yakın arkadaşı Gökşin Hanım (Sanal) o mektuplarla bana dönmeseydi bu kitabı yazamazdım. Türkan Hanım bir buluşmamızda bana böyle bir kitap yazmamı istediğini belli etti yani ifade etti ve bana yardımcı olur düşüncesiyle kitaplarını yolladı. Ben yaşayan insanların yaşamlarını yazmak istemiyorum ve yazmıyorum. Böyle bir duygum vardır.

Bir de Türkan Saylan ile ilgili yazılacak her şey fazlasıyla yazılmıştı gibi bir düşünceniz olduğunu biliyoruz’

Evet, mesela Güneş Umuttan Önce Doğar’da her şey var ben daha ne yazabilirdim. At Kız mesela harika bir biyografi. O nedenle Türkan Hanım’a ‘yazamayacağım çünkü her şey yazılmış hocam, yeni bir şey çıkaramayacağım’ dedim. Türkan Hoca da ‘ama mektuplar var’ dedi. Bana gelen okur mektupları gibi ona gelen hasta mektupları zannettim. Tabii o mektuplar da çok değerlidir ama birbirinin benzeri, tekrarı gibi.
 

‘Müslümanların anasıydı’

Oysa bu mektupları okuyunca anlıyoruz ki günce gibi ve hayli hareketli, dolu dolu’

Kesinlikle. Ben başka isteksiz davranınca biliyorsunuz son derecede nazik bir insandı, sustu, bir şey söylemedi, ısrarcı olmadı. Sonra kanserinin tekrar nüksetmesi sonucu çok hastalandı. Bu beni büyük bir vicdan azabına sürükledi, istediğini yapamıyorum diye. Ziyaretine gittiğimde ikimizde de bir kırıklık olduğunu hissettim. Dedim ki ‘Hocam isterseniz ben cüzamlıları sizin üstünüzden anlatayım, Köprü romanımdaki gibi’. Sonra ‘Köprü’yü okudunuz mu?’ diye sordum. ‘Okudum’ dedi. ‘Orada nasıl olay Valinin hayatı değildir ama Vali hep vardır, işte bir yöre, bir olay anlatılır. O şekilde bir roman yapmaya çalışayım’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Bana birkaç tane cüzamlı hikâyesi nakledebilir misiniz veya beni yönlendirebilir misiniz’ diye sordum. Hemen birkaç tane cüzam hikâyesi anlattı. Sonra öyle hale geldi ki bu durum telefon açıyordu, yine anlatıyordu, telefon başında çala kalem notlar alıyordum. Bu arada omzumda bir problem çıktı, üç ay kolumu kaldıramadım, fizik tedavi, ilaç falan… Ocak, şubat böyle geçti, mart ortalarında biraz düzelir gibi oldum ve hemen yazmaya başladım. İlk metni Türkan Hanım’a yolladım. Bir iki düzeltme yaptı, isim yanlışlarını falan düzeltti. Derken son şeklini verdiğim metni oğlunun e-postasına yolladım. Tam o sıralarda da evi basıldı. Metinden eğer çıkış aldılarsa, tahmin ediyorum baskın sırasında onları da bulup aldılar. Sonrasında artık çok hasta ve güçsüzdü, yormamak adına katiyen bir şey sormak istemiyordum. Kısa süre sonra ise vefat etti. Bir süre geçtikten sonra bir gün beni Gökşin Hanım (Sanal) aradı. ‘Elimde mektuplar var’ dedi ve şimdi ikimiz de anlıyoruz ki, Türkan Hoca o mektupların bana iletilmesini istiyordu. Ama Gökşin Hanım kendi açısından çok doğru hareket ederek bana mektupları teslim etmedi, çünkü mektupların içinde özel kalmasını istedikleri anılar da var. Gökşin Hanım bana o inci gibi el yazısıyla hiç üşenmeden 150 sayfalık koca bir defter hazırlamış. Alıntılar yapmış, tarihler koymuş. Onları verdi, o zaman yol haritamı daha doğru ve emin oluşturabildim.

Nasıl bir Türkan çıktı karşınıza mektupları ilk okuduğunuzda?

Bilmediğim bir Türkan çıktı. Nasıl romantik, heyecanlı, nasıl genç bir Türkan! Tanıdığımız ya da bildiğimizden çok daha derin yönleriyle bir Türkan’dı bu. Çok muhafazakâr yetiştirilmiş, dünyaya biraz sağdan bakan bir kızdı karşıma çıkan. Sonra ne değişimler geçirmiş.

Sıkı bir dini eğitim almış, dinin sağlam bir yeri var yetiştiği evde…

Hem de nasıl. Koyu dindar bir babaanne, muhafazakâr bir baba ve sonradan Müslüman olmuş ve Kuran’ı hatmetmiş İsveçli bir anneyle büyüyor. ‘Üst insan’dan bahseden Nietzsche’ye kızıyor mesela. Politik fikirleri de sağda. Allah’ı inkâr edenlere sinirleniyor falan.

Mektuplarda büyüyor Türkan Saylan’

Ve gelişiyor. Yani çok muhafazakâr bir kadın olarak kalabilirdi. Sonrasında biliyorsunuz Türkiye’de yaşayan hatta Dünya’da yaşayan herhalde bütün marjinal insanlara elini uzatmış, hiç kimseyi ayırmamıştır. Hayatta öğrendiklerini kendine artı olarak koyabilmiş bir insan.

Tam bir toplum piri değil mi? Titri öyle olmasa da kimliği, kişiliğiyle sıkı bir sosyolog’

Aynen öyle ve anlıyoruz ki hiçbir zaman armut dibine düşmüyor eğer armutta iş varsa. O kendi ağacını büyütüyor.

Müslümanlar Türkan Saylan’ı sevmiyormuş Ayşe Hanım!

Sevmeyenlerin kimler olduğu çok bellidir. Geçenlerde Vakit gazetesinde belden aşağı yazar Ayşe Kulin, Müslümanların nefret ettiği Türkan Saylan’ı yazdı diye haber gördüm. İnanılır gibi değil. Onlar sevmezse sevmesin, ama bunu halka mal edip genelleyemezler. Bunun doğru olmadığını kendileri de gayet iyi biliyor. Bir kere Müslümanlar Türkan Saylan’dan nefret etmiyorlar. Onun iyileştirdiği, el uzattığı, okula yolladığı, burs sağladığı insanların hepsi Müslüman. Hele ki gittiği bölgelerde insanlar çok da dindar. Çok seviyorlar onu. Bütün o Müslümanlar Türkan Saylan’ı anaları gibi görüyor.

Kurgu olsa da o genç polisle müthiş sıcak iletişimi mesela herhalde gerçekte de ancak böyle olabilirdi…

Evine baskın yapıldığında polisler oturuyor yanında gerçekten ama böyle bir şey var mı, adam Vanlı mı bilmiyorum ama orada o kurgu durumu net şekilde bağlıyordu, ibret duygusunu yerleştirebiliyordu. O nedenle genç polis kimliğinde hem cüzam önyargılarına ilişkin toplumsal korkuyu hem de Türkan hocanın o kimseyi ayırmaksızın herkesle kurduğu sıcak iletişimini imlemiş olduğumu düşünüyorum. Bu arada mesela baskın günü sonunda çok arkadaşça bir hava oluşuyor, oğulları polislere sivilceleri için ilaçlar veriyorlar… Hiç gergin bir hava yok. Bunlar gerçektir, kurgu değildir. Tabii ki o, ayakları donduğu için ayakları ne yapıp edip kurtararak sadece parmaklarını kestiği Halime’nin yaşadıkları kurgu değildir sadece romanda eve gelmesi kurgudur.

İki kez evleniyor Türkan Saylan ve her iki eşi de bir süre sonra onun mücadele azmini, mesleğine ve insanlığa adanışını taşıyamıyor sanki değil mi?

Ev kadını değil de ondan. Elinden geleni de yapıyor ama memnun edemiyor bir türlü. Okumuş birçok erkek de özellikle çocuk sahibi olduktan sonra kadının yeri evidir anlayışına teslim oluyor. Kadını üzmeye, kırmaya, hatta ezmeye başlıyor. Fazlasıyla uysal, anlayışlı, gayretli bir eş Türkan Saylan. Yuvasını kolay kolay yıkmıyor.

Ve bir gün tokat yiyor ilk eşinden’

Zaten ondan sonra ipler kopuyor ya ‘Nedeni de boşanmak istediğini söylemesi’ İkinci eşiyle de aşırı kıskançlıktan dolayı boşanıyorlar.

Hastaları hayatlarının tüm alanlarıyla hayatına giriyorlar Türkan Hoca’nın. Yani tedavi et, bırak gitsin değil. Bu kadarla bitmiyor’ Millet bahçe içindeki evine arkadaşlarını çağırırken o cüzamlıları topluyor’ Sıra dışı bir doktor!

Ki cüzamlılar hayatın dışına atılmış, kimse onlara iş vermiyor, görmek istemiyor, çocuklarını okula almak istemiyor. ‘Ahmet Efendi sen iyileştin, köyüne döneceksin, nasıl geçineceksin’ diye soruyor mesela. Çünkü bu onun da derdi. Ahmet Efendi diyor ki ‘benim bir öküzüm, iki de tavuğum olursa ben geçinirim.’ Bu bir öküzle, iki tavuğu alabileceği kaynağı yaratıyor ona Türkan Hoca. Ona o parayı veriyor, sonra da Ahmet Efendi o parayı zaman içinde geri ödüyor. Bir nevi döner sermaye kurduruyor Türkan Hoca. Bu yola o kadar baş koyuyor ve o kadar sağduyulu yaklaşıyor ki cüzam tedavisi biten işşiz hastalarını da pansumancı olarak yetiştiriyor ve hastanede iş veriyor.

İmam’a gidiyor bir de Türkan Hoca… Cüzam vaazına ikna ediyor…

Bakırköy’de tımarhanenin cüzamlılar bölümü var. Bakırköy’de imama gidiyor, imam ‘Ölünüz mü var?’ diye soruyor. ‘Hayır, dirim var ama konuşmamız lazım’ diyor. İmamı hastaneye getiriyor, cüzamlılar arasında dolaştırıyor. Cüzamlıları öpüyor, sarılıyor, imam hayretler içinde kalıyor.

İmama ‘Bakın ben doktorum, gördünüz her gün onlarlayım, hiçbir şey olmuyor korkmayın, bu hastalık sandığınız gibi kolay kolay bulaşmıyor. Cuma günü onlarla ilgili vaaz verin, halkı doğru bilgilendirelim. Bunlar da Allahın kulu, yazık değil mi bunlara’ diyor, ısrar ediyor ve imama o vaazı ne yapıp edip verdirtiyor.

Çok faydalı da oluyor o vaaz…

Tabi, para, kıyafet, erzak gibi bir sürü bağış gelmeye başlıyor.

Cüzam hakkında daha önce siz neler düşünürdünüz?

Hayatımda hiç cüzamlı görmedim ama çekinirdim, Türkan Hoca olmasaydı çoğumuz gibi ben de durumun bu kadar farkında olmazdım sanırım.

Türkan Hoca iki aylık hamileyken görüyor cüzamlıları ilk…

Evet ve çok üzülüyor. Ardından nedir bu cüzam, nasıl bulaşır, tedavisi nedir diye sıkı bir araştırmaya girişiyor. Onun mücadelesi olmasaydı Türkiye’de cüzam hâlâ tabuydu.
 

Farah Diba ve cüzam!

Farah Diba’nın da Türkan Saylan’ın cüzamla mücadelesine olumlu bir katkısı olduğunu okuyoruz, hatta bir milat gibi..

Evet, çok ilginçtir o da, Cüzam Hastanesi’nde çalışmaya başladıktan sonra daha geniş kitleleri cüzam konusunda doğru bilgilendirmek adına Uğur Dündar‘a gidiyor ve otuz beş dakikalık bir program yapıyorlar. Görüntüler eşliğinde halka cüzam hastalarını sunuyorlar. O gün Farah Diba tesadüfen Türkiye’de ve haberlerde çıkıyor. Bir gazeteci Farah Diba’ya ‘boş zamanlarınızda ne yaparsınız’ diye soruyor. O da ‘vaktimi cüzamlılara ayırırım, onlar için proje üretirim’ diyor. Farah Diba’nın haberi bitiyor, reklamlar giriyor ardından da Uğur Dündar ile Türkan Saylan’ın cüzam programı yayımlanıyor. O zaman tek kanal var, Farah Diba da işin içine girince program daha çok dikkat çekiyor, ses getiriyor. Hastaneye birçok yardım yağıyor.

‘Hep koştum ben’ diyor, onu en iyi anlatan cümlelerden biri…

Yaptığı şeylere şöyle bir bakınca ki hepsini kronolojik sırada yazdım romanda. Listesi upuzun… İşte Sağlık Bakanlığı ile uzun mücadelelerden sonra imzalanan protokol ve 1976’da Cüzamla Savaş Derneği’nin kurulması… Unkapanı’nda bulunan Veremle Savaş Derneği’ne ait bir dispanseri, Cüzamla Savaş Dispanseri’ne dönüştürmeleri… Hiç hastasız kalmamaları… 1977’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezini kurması… Elazığ’da Cüzam Hastanesi… 1981’de Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanı oldu… Darbe geliyor ardındar, 1980 darbesi… Bu kısacık bir özeti… Erzurum’da o burs töreninde tesadüf ettiğimizde de Türkan Hoca kemoterapiden kalkıp gelmişti düşünün.

Çok teşekkür ederim Türkan Hanım.

Ayşe! (gülümsüyoruz, aaa diyoruz)

(‘) Düşünün ne kadar özdeşleştik kitapla Ayşe Hanım…

Ben bir ara Aylindim öyle seslenenler çoğunluktaydı. Şimdi de Türkan devrim başlıyor. Ama tabi nerede o günler ben Türkan Hanım’ın yüzde biri olamam.

Türkan-Tek ve Tek Başına/ Ayşe Kulin/ Everest Yayınları/ 332 s.

Suriye’nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina’dan:
Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu…
“Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur. ”
Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir.  Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece, bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı, neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle…
Sever, sevişir, beğenir…
Döver, küser, barışır…
Nefret eder, hesap sorar, azarlar…
Kovar, bağırır, çağırır, alay eder…
Erkek de bir insanoğlu, o da yapar demeyin!
Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar.
Asla, ne demek istediklerini anlamazsınız.
Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır.
Çocukluğunuzu düşünün…
Annenizin bin türlü bakışı gelece ktir aklınıza.
Misafirler gitsin, ben sana gösteririm bakışı…
Hadi artık odana git, yat bakışı…
Ağzını şapırdatma! bakışı…
Kıçım tutulsaydı da seni doğurmasaydım bakışı…
Aynı babası bakışı…
Babanızdan bir bakış var mı, aklınızda?
Hiç zannetmiyorum olduğunu.
Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.

Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün…
Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?
Hiç..
Peki, kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?
Çookk..

Bekir Coşkun
Tıkır tıkır…

ÜNLÜ işadamlarını-işkadınlarını reklamlarda izliyorsanız, nasıl çalışıyormuş Türkiye’nin makineleri:
Tıkır tıkır…
Makineler tamam da, Türkiye nasıl?..
Fokur fokur…
Görüyorsunuz, sokakta insanlar birbirlerini boğazlamaya, vurmaya, öldürmeye, doğramaya başladılar..
Kıtır kıtır…

Kaç senedir Türkiye’nin hangi maceraya sürüklendiğini bildikleri halde, (sırf zenginler ekonomisi iyi gidiyor diye) sermaye kesiminin dilinde her şey yolundaydı…
Pırıl pırıl…
Paranın sesi her zaman güzeldir çünkü…
Şıngır şıngır…
Bir yandan yok edilme sırası gelen patronlar borsa tahtalarından dökülürken patır patır… Geri kalanların tepkisi sadece kulaktan kulağaydı…
Fısır fısır…
Kimisi gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında öyle bir yandaşlık sergilediler ki, tam yedi sene uyudu koca toplum…
Mışıl mışıl…

Oysa devlet ekonomiden çekildikçe onun yerini dolduran patronlara, (eğitimsağlık-ulaşım-haberleşme gibi) devletin daha birçok sorumluluğunu yükler liberal sistem:
Ülkenin geleceği, bölünmez bütünlüğü, aydınlığı, çağdaşlığı, güvenliği, huzuru…
Gerçekten de o tıkır tıkır çalışan makineleri yapmaya başlayan, uluslararası kendini kanıtlayan, Türkiye’nin yüzünü güldüren tek yanı özel girişimcilik; laik cumhuriyetle kavgalı bir iktidarla nereye varılacağını görmek istemedi…
Ama bugünler çoktan geliyorum demişti…
Bangır bangır…
Makineler tıkır tıkır iyi de…
Ancak bu ülke başına geleni geç de olsa anladı… Nasıl ağlaşıyor ulusal yazgı, duyuyor musunuz?..
Zırıl zırıl…

Okumaktan zarar gelmez, oku, ama Lanet okuma!
Emek ver, kulak ver, ama hiç bir zaman Boş verme!
Rakibini geç, sınıfını geç, ama hiç bir zaman Gülüp geçme!
Günlerini say, servetini say, büyüklerini say ama, hiç bir zaman Yerinde sayma!
Yaklaş, konuş, tanış, ama Uzaklaşma!
Hedefe koş, serhada koş, yardıma koş, ama Ortak koşma!
Paranı ver, gönlünü ver, canını ver, ama Sırrını verme!
Elini aç, gözünü aç, kalbini aç, ama Ağzını açma!
Zulmü devir, nefsi devir, ama Can devirme!
Ev al, araba al, akıl al, ama Beddua alma!
Eşini sev, işini beğen, aşını beğen, ama Kendini beğenme!
Davet et, hayret et, affet, tövbe et, ama İhanet etme!
Satıcı ol, alıcı ol, kalıcı ol, bulucu ol, ama Bölücü olma!
Ne yap, ne yapma, itil, atıl, ama Satılma!
Seslen, uslan, ama Yaslanma!
Doğrul, devril, ama Eğilme!

16 Aralık 2009

Yılmaz ÖZDİL

 yozdil@hurriyet. com.tr

Keyfi yerinde olan?

Bi mutsuzluk…

Bi bezginlik…

Bi keder hâkim ortalığa.

Havada hüzün asılı sanki.

Gülümsemiyor kimse…

Veya, patlar gibi gülüyor.

Olur olmaz ağlıyor sonra.

Bak mesela, grizudan ölen 19 gariban madenciyi emekli etmişler, ödül olarak Bursa’da… Halbuki, 6 tanesi zaten emekli… Emekli maaşı yetmediği için inmiş taa 220 metre aşağıya.

Dramımız komik.

Komedimiz trajik.

Vicdanlar sağırlaştı.

Duygular kataraktlı.

Bi bıkkınlık, bi güvensizlik.. .

Ve, kesif korku.

Molotof mu yiyeceğiz otobüste?

Şu herif canlı bomba mı yoksa?

Bir yandan terk edilmişlik hissi…

Yalnızlık tarifsiz.

Bir yandan garip bir merak…

Aleviymiş Ayşe.

Duydun mu, Kürt’müş İbrahim.

Bi taraftan geçmişe özlem.

Bi taraftan gelecekten endişe.

Çocuklarımız n’olacak filan.

18 yaşında karamsar.

78 yaşında huzursuz.

Şeytan diyor…

Tası tarağı topla, çek git!

Gitsen, gidemezsin.

Kalsan, manasız.

*

Hiçbir yere giden oyuncak trenin yolcuları gibiyiz, dön dolaş, aynı yer.

Aynı çaresizlik.

*

Ne Anayasa Mahkemesi çözebilir bu işi, ne savcı, ne polis, ne de bana göre işlevini yitirmiş olan Meclis… Ne seçim tarihi kimsenin umurunda, ne de rekor ikramiye ve şıkırtılı hayaller vaat eden piyango.

*
Yılbaşına, taze umutlara 2 hafta kalmış ama, sanırsın 2 asır ötede… Psikiyatra ihtiyacı var Türkiye’nin. Toplu terapiye.

Sinema, müzik, tiyatro… Tiyatronun yerini ayrı tutsa da yıllardır üçünü de büyük bir sevgiyle yapıyor Zuhal Olcay. Bugünlerde Moira Buffini’nin modern topluma ağır eleştiriler getiren tiyatro oyunu ‘Şölen’ ile karşımızda. Sahneden günümüzün acı gerçeklerini ‘insanlara bağırdığını’ söylüyor. Duyulursa ne âlâ…

Şirin Güven

Zuhal Olcay’ın yeni oyunu Şölen bir tür modern toplum eleştirisi. Aysa Prodüksiyon’un yapımı olan Tiyatro Stüdyosu’nun oyunu gerçekleri izleyicilerin suratına bir tokat gibi çarpıyor birbiri ardına… Sevgisiz ve yalnızlaşmış bireyler, yozlaşmış ilişkiler, tahammülsüzlük, “Tanrılaşma”, gerçeklerle yüzleşince saldırganlaşma… Medya ve bilim dünyası eleştirisi de işin cabası… Kısaca çok şey söylüyor Şölen. Ama daha da önemlisi düşündürüyor… Zaten oyunun amacı da bu… Tıpkı Zuhal Olcay’ın dediği gibi insanları düşünmeye, dünyayı ve dünya içindeki konumlarını sorgulamaya yöneltmek. Zuhal Olcay ile oyunu ve onun anlatmak istediklerini konuştuk.

Sizce Şölen izleyicisine ne anlatıyor?

– Oyun çok şey söylüyor aslında. Bir kere ortada burjuva ahlak anlayışına çok ciddi bir eleştiri var. Ayrıca insanların ikiyüzlülüğü ve zavallılığı üzerine de işaret ediyor. Çevreyle ilgili de insanı rahatsız edecek kadar çarpıcı sözler geçiyor metinde. İlişkiler, ikiyüzlülük, insanların kolaycılığı, hiçbir şey üretmemeleri… Mesela başroldeki Paige karakteri tamamen bir olumsuzluk abidesi.

Hiçbir şey üretmemiş, hiçbir şey yapmamış hayat boyu. Sadece bir tane adamın peşine takılmış… Bu oyunla yazar gibi ben de insanlara bir şeyleri aktarabileceğimizi umut ediyorum. Bir beynin içine minicik bir virüs soktuysak, sokabiliyorsak ne mutlu bize… İnsanları düşünmeye, kendini, çevresini, hayatını, dünyayı ve dünya içindeki konumunu sorgulamaya yöneltiyorsak azıcık da olsa, oyun amacına ulaşmıştır.

Oyun metnini ilk okuduğunuzda ne düşünmüştünüz?

– İyi bir tiyatro metni Şölen. Yani teknik olarak da iyi yazılmış. Moira Buffini genç bir yazar. 42 yaşında daha ve bu yaş bir yazar için genç sayılır. Güzel bir teknikle can acıtan bir meseleyi, aslında hepimizin söylemek, hatta bağırmak istediği ama bir türlü yapamadığı şeyleri çok güzel bir teknikle yazmış. Sonuçta insansınız ve bir şeylere öfkeleniyorsunuz. Bu oyun gibi oyunlar öfkelerin ortaya konuşu aslında. Yani bir yazar böyle kusmuş öfkesini. Sen de bir oyuncu olarak, “Hah işte benim anlatmak istediklerimi anlatan bir metin. Ben bunları anlatmak isterdim. Çok şükür biri var ve bunları aktarabileceğiz” diyorsun. Ben böyle dedim en azından. Toplu terapiler gibi yalnız olmadığınızı hissediyorsunuz. “Ay bak o da benim gibi. Ne güzel benim gibi düşünen birileri varmış. Bunu yazmış ve şimdi ben de onunla birlikte bunu bağıracağım insanlara” diyorsunuz…

Samimyetten uzaklar

Oyundaki karakterler mutsuz, sevgisiz, yalnızlaşmış, tahammülsüz… Günümüz insanının tasviri mi bu karakterler?

– Evet, yazar günümüz insanına çok güzel ışık tutuyor aslında. Ali Poyrazoğlu geçenlerde bir şey söylemişti: “İnsanların ellerinde bir manytetik tebeşir var. Etraflarına bir daire çiziyorlar ve o manyetik alana kimseyi sokmuyorlar. Ne de kendilerini dışına çıkarıyorlar”. Tam da böyle işte. O kadar denk düştü ki bu cümlesi oyunumuzda anlatılmaya çalışılan şeyle. Herkes o alanının içinde, samimiyetten, yakınlıktan ve içtenlikten uzak… O alanının içinde eriyor… Hani oyunda “silahlı marburg” diye bir mikroptan söz ediliyor ya… Kendi gövdesini sıvılaşıncaya kadar yok ediyor ve kendi pisliği içinde yok oluyor diye… Öyle bir durum. Bu anlamda çok çarpıcı imgeler var oyunda. İnsanı rahatsız edecek kadar… Bütün bunlara sözünü açıkça, sakınmadan söyleyen bir oyun Şölen.

Ulvi işler yapan, bilgili görünen insanlar ama içleri boş gibi. Asıl olması gereken insani değerlere sahip değiller…

– Evet, modern toplumlardaki insanlara çok ciddi bir gönderme var. Yani bugünkü insan modelinin çok acıklı bir portesini çizmiş aslında yazar. O ulvi şeyler… Wynne karakteri kalkıyor ve ölüm üzerine, “Ben ölüm işini hallettim. İnsanın en büyük orgazmı kendi ölümüdür” diyor. Tamamen saçmalık aslında bunlar, palavra! Bir yerden bakıyorsun ve “iğrenç” diyorsun. Başka bir mesafeden bakınca da acıklı bir şefkat duyuyorsun insanın o haline…

Oyundaki Lars karakteri ve yazdığı kitap da çok ilginç…

– Evet son zamanlarda modern felsefe adı altında bize kakalanan bir sürü kitap var. Hepimiz zaman zaman o tuzaklara düştük ve acaba mı diyerek okuduk. Bunu itiraf edelim. Bunda da bir yamukluk yok, çünkü insanız ve zaaflarımız var. Hepimiz varlığımızı sorgulayıp anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bundan daha doğal ne olabilir? İşte o modern felsefe adı altında insana dayatılan kitapların içeriğiyle ve varlığıyla ilgili de çok ciddi bir eleştiri var. Ne acı ki, Lars onlardan birini yazan olarak nasıl saldırganlaşıyor oyunun sonunda ve ne kadar zavallı bir duruma düşüyor. Bir kamyonet şoförünün iki dürtüklemesiyle nasıl kontrolden çıkıp çılgına dönüyor. Madem o kadar kendi hayatının tanrısı, o kadar yüce ve her şeyi halletmiş bir varlık neden orada gerçekten davranması gerektiği gibi davranamıyor?

Evet, bir de “Tanrılaşma”nın altı çizilmiş oyunda.

Evet oysa hiçbirimiz Tanrı değiliz. Birtakım ulvi hallerle insanların Tanrıcılık oynamaya çalışması komik… Eğer illa biri Tanrıcılık oynayacaksa bence ona en yakın yerde duranlar doktorlar. Ama onların da Tanrıcılık oynayanlarının durumu çok vahim oluyor. Çünkü hiçbirimiz değiliz.

Bir yozlaşma hali gösteriliyor sanki…

– Evet. Kadın erkek ilişkisi üzerine de çok ağır şeyler söylüyor… Hal, kadını delirtmiş, şimdi yeni bir kadınla. Öbürü karısının önünde vıcık vıcık eski sevgilisiyle kırıştırıyor. Yozlaşma ötesi… Bunu sahnede izlediğinizde insana çok ağır geliyor ama gerçek hayatta da küçüçük çevrelerde bile bunların bin beteri yaşanıyor.

Toplum olarak hafızamız yok

İçinde bulunacağınız bir oyunu ya da filmi seçerken neye dikkat ediyorsunuz?

– Benim tek ölçüm içi dolu metinler. Sözü olan metinler… Metin ne diyor, ne anlatıyor? Senin derdin benim de derdimse iş bitmiştir. Benim için sadece bir derdi olması ve onu tiyatro eserinin nasıl olması gerektiğine dair kriterlere uygun anlatması önemli. Tüm derdim bu.

Dediğiniz gibi içi dolu metinler sık çıkıyor mu karşınıza?

– Hayır çok sık çıkmıyor maasef. Klasikler içinde de oynanabilecek çok güzel metinler var aslında. Onların yeniden başka bir anlayışla gündeme gelmesinden de çok zevk alırım ve severek öyle bir oyunda oynarım. Türkiye’de oyun yazarlığı konusunda çok eksiğiz.

Özel tiyatroların sayısı her geçen gün artıyor. Ne düşünüyorsunuz, beğeniyor musunuz genel olarak onları?

Bence herkes tiyatro yapsın çünkü tiyatro o kadar güzel bir iş ki! Başarılı olan zaten kalır, olamayan da erir gider. Ama “Bu çok fazla çıktı” ya da “Bu çok az oldu” deme hakkını kimse kimsede görmesin. Çıksın olmuyorsa biter gider. Zaten toplum olarak hafızamız da yok.

Öncelikle oyuncuyum

Tiyatro, sinema ve müzik… Yorulmuyor, bölünmüyor musunuz?

– Hepsi beni besliyor o kesin. Ama bu sanıldığı gibi çok yorucu değil. Türkiye gibi ülkelerde hiçbir şey sürekliliğini koruyamıyor maalesef. Yani şimdi sinema için ne yapacaksınız bir oyuncu olarak? Bekleyeceksiniz ki bir film teklifi gelecek. Bir de ben çok seçiciyim, aşırı derecede… Böyle olduğum için de son derece memnunum ve böyle olmayı da sürdüreceğim. Ee ne yapacaksınız, istediğiniz gibi bir sinema yok. Televizyon zaten bir para kazanma aracı ve ben de onu hak ettiği bölümde tutuyorum. Şarkıcılığı da çok seviyorum tabii ama zaman zaman o da tıkanıyor. Ben de o zaman tiyatroya sarılıyorum. Çok şanslıyım aslında bu anlamda. Kendimi öncelikle oyuncu olarak tarif ediyorum ama şarkıcılığı da çok severek yapıyorum tabii ki. Sonuçta hepsini bu kadar severek yaptığım sürece tümünü sürdüreceğim

Kitapların 20 yıl öncesine kadar yakıldığı bir ülkede yaşıyorsanız, bilincinizin sizi kitap okumaya zorlaması pek de beklenen bir şey olmamalı. Bilgi Üniversitesi’ndeki Toplum Gönüllüleri Vakfı üyeleri de bunun farkında. Bu yüzden farkındalığı arttırmak için iki haftadır her Cuma günü Üniversitenin Eyüp’teki kampüsünde bir eylem düzenliyorlar. Kitap okuma eylemi.

Her gün meydanlarda karşılaştığınız pankartlı, yürüyüşlü, sloganlı eylemlere pek benzemiyor. Öğlen saatlerinde kampüsün bahçesinde, kantinde toplu ya da dağınık halde kitap okuyan beyaz tişörtlü çocuklar görüyorsunuz. İlk bakışta çok rahatsız edici ya da farkındalık yaratıcı bir ylem gibi görünmüyor ama hiç de öyle değil. Çevreden geçenlerin alaycı bakışları ya da konuşmaları dikkatlerden kaçmıyor.

Eylemcilerden Kerim Arslan benzer tavırlara küçüklüğünden beri yabancı değil. “Oha kitap mı okuyorsun?” veya “entel misin?” soru cümleleri bir meraktan çok önyargıyı vurgulamak için kullanılmış. Ancak onlar bu durumdan bir hayli hoşnut. Çünkü farkındalık yaratmanın tepki çekmekle başladığını biliyorlar. Volkan Ağır üniversitedeki kişisel gözlemlerini aktarıyor, “İnsanların yüzde yetmişi kitap okumak yerine farklı şeyler yapmayı tercih diyor. Kitap okumanın kendilerine çok farklı özellikler katacağından habersizler. Sürekli batak oynanan kampüslerimiz var. Oynanmasın demiyorum ama sürekli olunca etrafın farkında olmak zorlaşıyor.”

Dilara Karşıdağlı’ysa kantinde batak oynamak yerine kitap okumayı tercih eden nadir isimlerden, hemen hemen boş bulduğu her anı kitap okuyarak değerlendiriyor. “Metroda, bir arkadaşımı beklerken, beş dakikalık ders aralarında bile kitap okuyorum” diyor. Medyanın ve eğlence teknolojilerinin on-onbeş yıldaki hızlı gelişimi kendisinden dokuz yaş küçük kardeşiyle arasında büyük bir fark oluşmasına sebep olmuş. Çünkü kardeşinin neredeyse hiç kitap okuma alışkanlığı yokmuş. Zamanının çoğunu çantasında bulundurduğu dvd ya da mp3 çalarla ilgilenerek geçiriyormuş. “Boş zamanlarda kitap okumak” denildiğinde aslında önemli bir yanlışın içinde olduğumuzu da atlamamak gerekiyor. Volkan da “boş zamanımız hiç olmuyor ki” diyor. Soru şu kitap boş zamanlarda mı okunması gerekn yoksa okumak için zaman yaratılması gereken bir şey mi?

Kerim için insanları kitaptan uzaklaştıran bir diğer etken de yanlış seçimler. Herkesin harcı olmayan uzun edebiyat klasiklerinin insanlarda farklı bir önyargı oluşturabileceğini söylüyor. Üçünün de birleştiği ortak fikir, kitap okumaya çocuk yaştan alışılması gerektiği. İlerleyen yaşlardaysa bu alışkanlığı edinmek çok zor. Bu yüzden eylemleri üniversiteyle sınırlı değil. Çocuk kitapları toplayarak bunları ilkokullara dağıtmak gibi bir hedefleri var. Üniversite içindeki eylemleriyse dönem sonuna kadar devam edecek.

İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin kuruluşunun 5. yılı dolayısıyla gerçekleştirilen gecede, Mübariz Mansimov, koleksiyonundaki sanatçı Balkan Naci İslimyeli’nin, elle işlenmiş 85 yıllık Türk bayrağını, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) hediye edeceğini açıkladı.

İstanbul Modern Sanat Müzesi’nden yapılan açıklamaya göre, kuruluş yıl dönümü dolayısıyla müzenin güzel sanatlar alanındaki faaliyetlerine ve eğitim projelerine destek sağlamak amacıyla dün akşam bir gece düzenlendi.

İş ve sanat dünyasından davetlilerin katıldığı gece, müzenin 5 yılda yaptığı faaliyetleri içeren ”İstanbul Modern” filminin gösterimiyle başladı.

İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, yaptığı konuşmada, İstanbul Moderni kuruluşundan beri destekleyen kuruculara, sponsorlara, destekçilere, sanatçılara, sanatseverlere, müze çalışanlarına ve müzenin kamuoyu ile iletişimini kuran yazılı ve görsel medyaya teşekkür etti. Oya Eczacıbaşı, İstanbul Modernin eğitime verdiği önemi vurgulayarak, geceye katılanların verdikleri destekle, müzenin güzel sanatlar alanındaki eğitim etkinliklerinin çoğalmasını ve çeşitlenmesini sağladıklarını belirtti.
 

Destek yarışı

Müzenin güzel sanatlar alanındaki eğitim etkinliklerine destek sağlamak amacıyla Raffi Portakal yönetiminde gerçekleştirilen destek yarışında, sanatçılar Kutluğ Ataman, Mehmet Güleryüz, Selma Gürbüz, Mustafa Horasan, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Ahmet Oran, İrfan Önürmen ve Sarkis’in, geceye özel olarak hazırladıkları çalışmalar ile müzenin gelecek dönemde gerçekleştireceği güzel sanatlar faaliyetlerine ve eğitim projelerine destek sağlandı.

Destek yarışında, İstanbul Modern’e en büyük desteği 650 bin TL ile iş adamı Mübariz Mansimov (Gurbanoğlu) verdi. Mübariz Mansimov, Balkan Naci İslimyeli’nin bu gece için özel olarak yeniden yorumladığı, kendi koleksiyonundan seçtiği elle işlenmiş 85 yıllık Türk bayrağını TSK’ya hediye edeceğini belirtti.

Ethem Sancak da Ergin İnan’ın kendine has desenleriyle ve Mevlana’nın dizeleriyle donattığı sandalye ile İstanbul Modern’e 150 bin TL’lık önemli bir destek sağladı.
Ayrıca, görme engelli çocuklara yönelik ”Dokunduğum Renk” başlıklı eğitim projesinden esinlenilerek, Braille alfabesiyle üretilen özel tasarım bilezikler ile de müzenin önümüzdeki dönemde gerçekleştireceği güzel sanatlar faaliyetlerine ve eğitim projelerine katkı verildi.

Gecede, İspanya’nın divası olarak adlandırılan Monica Molina, mini konser verdi.