Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Amerikalı bilim adamları, gündüz uykusunun sadece yorgunluğu almakla kalmayıp, beynin yeni bilgileri öğrenme yetisini artırdığını tespit etti.

Araştırmalarının sonuçlarını Amerikan Bilimsel İlerleme Topluluğu’nun (AAAS) San Diego’daki yıllık toplantılarında sunan bilim adamları, günde 1,5 saat kestiren gönüllülerin kendilerini zorlayan anlama testlerinde daha iyi sonuç aldıklarını belirtti.

Berkeley’deki California Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, beynin yeni öğrenilecek bilgiler için kısa süreli hafıza süreci oluşturacak yer yaratmak amacıyla uykuya ihtiyacı olabileceği kaydedildi.

Deneyde, sağlıklı yetişkin deneklere sabahleyin zor bir anlama testi uygulandı ve genellikle tümü benzer notlar aldı. Daha sonra bunların yarısı “siesta” yapmaya gönderildi, ardından da başka bir test yapıldı. Bu sefer uyku çekenler, uyumayanlardan daha iyi sonuçlar aldı.

Bilim adamları, beynin elektrik faaliyetini kontrol ettiklerinde bu sürecin, derin uykuyla rüya süreci arasındaki bir uyku aşaması olabileceğini ve hızlı göz hareketi olmayan bu aşamada, beynin hippokampüsünde bulunan gerçek temelli hatıraların “geçici bellek”ten ön-yüz korteks adı verilen bölgeye taşındığını düşünüyor.

60. Berlin Film Festivali Berlinale’de, ”Altın Ayı” ödülünü, Semih Kaplanoğlu’nun ”Bal” adlı filmi kazandı.

Kaplanoğlu, törende ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, Berlinale’ye, ödülü kendilerine layık gören jüriye, televizyon kanallarına, kendisini destekleyen annesi Semra ve eşi Leyla Kaplanoğlu’na teşekkür etti.

Filmin çekimi sırasında ormanda bir ayıyla karşılaştıklarını ve ayının kendilerini görünce kaçtığını anlatan Kaplanoğlu, ”Sanıyorum o ayı şimdi burada” dedi.

Kaplanoğlu, filmin çekimini yaptıkları güzel doğada elektrik santrallerinin yapılmasının planlandığını belirterek, bu ödülü kazanmalarının, bu planların engellenmesine katkı sağlayacağını ümit ettiğini söyledi.

Üçlemeyi taçlandırdık

Ödül törenini naklen veren ”3sat” adlı özel televizyon kanalının sorularını yanıtlayan Kaplanoğlu, maneviyatı olan filmler yapmak istediğini, ”Bal” filminde de baba-oğul ve her ikisinin doğayla olan ilişkisinin filmin konusu için çok önemli olduğunu söyledi. Kaplanoğlu, ödül almanın tüm film ekibi için çok etkileyici olduğunu, kendilerini yeniden doğmuş gibi hissettiklerini ifade etti.

Filmde baba ve oğulun doğaya saygısını yansıttığını ve daha önce kekeme çocukların yavaş konuştukları zaman kekelemediğini fark ettiği için bu konuyu da filmde işlediğini bildiren Kaplanoğlu, ödülü olmaktan büyük mutluluk duyduğunu, rüyasında görse bile inanmakta zorluk çekeceğini söyledi.

Türk filmlerinin son 10 yılda Venedik ve Cannes gibi önemli film festivallerine katıldığına ve ödüller aldığına işaret eden Kaplanoğlu, Fatih Akın’ın 2004’te ”Duvara Karşı” filminden sonra, son yıllarda Berlinale’de bir Türk yönetmenin yeniden ödül aldığını, bunun Türk sinemasına katkısı olacağına inandığını kaydetti.

Küçük oyuncu Bora Altaş’ı nerede keşfettiğinin sorulması üzerine de ”Evet, bu tanrının bir lütfu” diyen Kaplanoğlu, film çekimlerine 3 ay kala Bora’yı bisikleti ile film ekibinin çevresinde oynarken gördüğünü ve kendisi ile konuşur konuşmaz Bora’nın bu film için uygun olduğunu anladığını belirtti. Kaplanoğlu, Bora’nın harika bir yaşantısı ve çok iyi bir babası olduğunu, ona zarar verecek bir şey yapmamaya ve onu doğal yaşantısından koparmamaya çalıştığını sözlerine ekledi.

Cumhurbaşkanı’ndan kutlama

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 60. Berlin Film Festivali Berlinale’de ”Bal” filmiyle ”Altın Ayı” ödülünü kazanan Semih Kaplanoğlu’nu kutladı. Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre, Cumhurbaşkanı Gül, ”Bal” filminin yönetmeni Kaplanoğlu’na bir telgraf gönderdi.

Cumhurbaşkanı Gül, telgrafında, Türk sinemasının ulaştığı düzeyi ortaya koyan bu başarıdan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Gül, telgrafta, bu ödülle Türk milletine büyük gurur ve mutluluk yaşatan Kaplanoğlu’nu, oyuncuları ve tüm ekibi tebrik etti.

Gümüş Ayı ödülü

”Gümüş Ayı” ödüllerini de en iyi rejisör dalında, İsviçre’deki evinde göz hapsinde bulunan rejisör Roman Polanski, en iyi senaryo dalında ”Tuan Yuan” adlı Çin filmi, en iyi en iyi kadın oyuncu dalında ”Caterpillar” filmindeki rolü ile Japon oyuncu Shinobu Terajima, en iyi kamera dalında ”How I Ended This Summer” adlı Rus filmindeki çekimlerden dolayı Pavel Kostomarov aldı.

En iyi erkek ödülü dalında ”Gümüş Ayı”yı, ”How I Ended This Summer” filminde oynayan Grigori Dobrygin ile Sergei Puskepalis paylaştı.

Jüri Büyük Ödülü, Amerikalı film yıldızı Rene Zellweger tarafından Rumen rejisör Florian Serban‘a verilirken, Serban’ın filmi ”If I Want Whistle, I Whistle”, festivalin kurucusunun adının verildiği Alfred Bauer Ödülünü aldı.

Berlinale Kamera Ödülünü Japon rejisör Yoji Yamada, ilk kez gösterilen en iyi film ödülünü de İsveç filmi ”Sebbe” kazandı

Mutlu, coşkulu ve hayatından memnun olan kişilerin, kalp hastalıklarına yakalanma riskinin mutsuzlardan daha az olduğu bildirildi.

 “European Heart Journal” dergisinde yayımlanan araştırmada, 877’si kadın 1739 sağlıklı yetişkin 10 yıl boyunca izlendi.

Olumlu duygulara sahip olmayanların kalp hastalıklarına yakalanma riskinin biraz mutlu olanlara göre yüzde 22, biraz mutlu olanların da kalp hastalıklarına yakalanma riskinin oldukça mutlu olanlara göre yüzde 22 fazla olduğu görüldü.

Araştırmanın başındaki ABD’nin Columbia Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Dr. Karina Davidson, klinik araştırmalar olmadan tavsiyede bulunmak için erken olduğunu ancak bu sonuçların, kişilerin olumlu duygularını güçlendirerek kalp hastalıklarını engellemeye yardımcı olunabileceğini gösterdiğini belirtti.

Davidson, olumlu düşüncelere sahip kişilerin psikolojik olarak rahatlama dönemlerinin daha fazla olabildiğini, ayrıca stresle daha iyi başa çıkabildiklerini vurguladı.

Bilim adamları, bu sonuçların başka araştırmalarla da doğrulanması gerektiğini, ayrıca depresyonun kalp hastalıkları yada kalp krizi riskiyle bağlantısının da araştırılabileceğini belirtti.

 
 Bir bilge çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; “Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?”
 
Öğrencilerden biri; “Uzaktaki sürüye bakarım” demiş, “koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.”
 
Başka bir öğrenci söz almış ; “İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki
sabah başlamıştır.”
 
Bilge uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve ” Siz ne düşünüyorsunuz? ” diye sormuşlar.
 
Bilge şöyle demiş; “Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan, ona “kızkardeşim” diyebildiğimde  yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına,
dinine aldırmadan, erkek kardeşim sayabildiğimde anlarım ki sabah olmuştur, içimde AYDINLIK başlamıştır…

1976’da yayımlanan ilk romanı Kimse, bir yalnızlık destanıdır. Bir dağ köyünde, uçsuz bucaksız görünen karla kaplı ortamda roman kişisinin kendisiyle konuşmasından oluşur. Bir yıl sonra O yayımlanır. Daha sonra senaryosunu Onat Kutlar yazacak ve Hakkari’de Bir Mevsim adıyla filmi çekilecektir O’nun. Okuyucunun da edebiyat çevrelerinin de büyük ilgisini toplar Kimse ve O. Füsun Akatlı, “Her iki romanın da yazınımız için gerçek birer kazanç olduğunu söylemekten öte sözü uzatmayacağım” diye yazar örneğin; Fethi Naci, “Ferit Edgü’nün iki romanı da aydın-köylü ilişkisine yeni bir yaklaşım getiriyor, aşılmaz sanılan bir iletişimsizliğin aşılabileceğini gösteriyor” yorumunu yapar; Melih Cevdet Anday, “O’yu sadece gerçekçi bir roman saymak yetmez, gerçeğin inanılmaz bir düşe dönüştüğü, şaşırtıcı bir öyküdür… Ferit Edgü’nün gerçek bir yaşamı, roman yaşamına çevirmesindeki beceriye hayran oldum. Çünkü ‘O’ gözlem gücünü, anlatı ustalığından alıyor” der; Gürsel Aytaç, “O çağdaş Türk romanında anlatım tekniği ve roman kurgusu bakımından yeni ve özgün bir eser. Ferit Edgü, yazarlarımız arasında romanın sanat boyutunun en bilinçli savunucusu”diye tanımlar romanı ve yazarını.

Hakkâri’de Bir Mevsim, yönetmen Erden Kıral tarafından 1983‘te çekilmiş bir filmdir. Filmin senaryosu, Ferit Edgü‘nün O adlı romanına dayanılarak, Ferit Edgü ve Onat Kutlar tarafından yazılmıştır.

Filmde, sürgün olarak Hakkâri’ye giden bir öğretmenin (Genco Erkal), orada güçlükler içinde geçirdiği bir kış mevsimi anlatılmaktadır.

Filmin başlıca oyuncuları arasında Genco Erkal, Rana Cabbar, Erol Demiröz, Berrin Koper, Şerif Sezer, Macit Koper ve Erkan Yücel sayılabilir.Bununla beraber,5 yıl Türkiye’de yasaklı kalmıştır.

Filmin kazandığı ödüller

  • 1983 CICAE Ödülü
  • 1983 Fibresci Ödülü
  • 1983 Interfilm Otto Dibelius Film Ödülü
  • 1983 Berlin Film Festivali Gümüş Ayı Ödülü

 

Eroin, kokain, ecstasy, esrar ve diğer uyuşturucu maddeler eklendiğinde bağımlı sayısının 500 bine kadar çıktığı belirtiliyor.

Doç. Dr. Kalyoncu, 23 yıllık deneyim ve birikimlerini”Plastik Düşler” adlı kitabında anlattı.

Türkiye’de yaklaşık 80-100 bin insanın eroin, kokain ve Ecstasy gibi ağır uyuşturucu maddeleri düzenli olarak kullandığı, bu rakamlara esrar ve diğer uyuşturucu maddeler eklendiğinde sayının 500 bine kadar çıktığı belirtiliyor.

 Uyuşturucu ve alkol kullanımının gittikçe daha genç yaşlara doğru indiği ve hızla arttığı ülkemizde bu gerçeklerden yola çıkan psikiyatri uzmanı Doç. Dr. Ömer Ayhan Kalyoncu, alkol ve uyuşturucu kullanan hastalarla geçen 23 yıllık klinik deneyimlerini ve akademik birikimini, bağımlılık konusunda her türlü sorunun yanıtını “Plastik Düşler” adlı kitabında toplayarak okurlara ışık tutuyor.

 Kapital Medya’dan çıkan 400 sayfalık Plastik Düşler adlı kitapta, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı hakkındaki gerçeklere yol gösteriliyor, yeni tedavi yöntemlerine ilişkin önemli bilgilere yer veriliyor.

 Çok sayıda araştırma, son 30 yılda alkol kullanımının giderek arttığı, madde ve uyuşturucu kullanımının da gençler arasında yaygınlaştığını gösteriyor. Yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada çok ciddi bir biyo-psiko-sosyal sorun olarak karşımıza çıkan alkol ve uyuşturucu kullanımı, bunama ve akıl hastalıkları, AIDS ve sarılık başta olmak üzere çeşitli bulaşıcı hastalıklar, karaciğer, damar ve beyin tutulumlarıyla ortaya çıkan organ ve sistematik hastalıklar, alkol ve uyuşturucu madde etkisi altındayken oluşan kaza ve yaralanmalar, aşırı dozdan ölüm gibi ciddi sorunlara da neden oluyor.

Ayrıca ailelerin parçalanmasına, yasadışı yollara yönelme gibi sosyoekonomik kayıplara da yol açan alkol ve madde kullanımı konusunda yeteri kadar araştırma yapılmadığı savunuluyor. Bir hastalık olarak belirtilen bağımlılığın ülke ekonomilerine de büyük zararının olduğu belirtiliyor. Kalyoncu, “Yeni buluşlar sayesinde geliştirilen ilaçlar ile yapılan bilimsel denemeler ve vaka odaklı tedavilerden edinilen olumlu sonuç ‘Bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir’ şeklindeki olumsuz kanının değişmesine neden olmuştur” açıklamasını yapıyor.

Madde kullananlar nasıl anlaşılır?

• Okul ödevlerinde olumsuz değişiklikler, düşen notlar veya okuldan kaçmak

 • Sahip olduklarıyla veya aktiviteleriyle ilgili artan bir gizlilik

 • Duman veya kimyasal kokuları saklamak için tütsü, oda deodorantı ve parfüm kullanımı

 • Arkadaşlarla konuşmalarında daha saklı, kodlu bir dil kullanımı

• Şüpheli yeni arkadaşlar

• Kıyafet seçiminde değişiklikler özellikle madde kullanıcılarının tercih ettiği kıyafetlere yönelik tutku

• Para harcama ve borç almada artış

• Pipo ve sarma kâğıt gibi madde teçhizatlarına dair kanıtlar

 • Saç spreyi, oje, tipex, kâğıt torba ve bezler gibi solunacak ürün kanıtları

• Genişletilmiş göz bebekleri veya kanlı gözleri gizlemek için göz damlası şişeleri

 • Alkol kokusunu gizlemek için yeni gargara veya naneli şeker kullanımı

• Evdeki ecza deposundaki ilaçların kaybolması

 Bağımlı gençleri nasıl yönlendirmeliyiz ?

Kalyoncu, bağımlı olan gençleri yönlendirmenin ve onları ikna etmenin yollarını şöyle açıklıyor:

• Onları dinleyin, onlarla konuşun

 • Onlara kendinizle ilgili şeyler anlatın

• Kendinizi onların yerine koyun

• Kararlı ve tutarlı olun, birlikte aktivite yapın, arkadaşlarıyla arkadaş olun

 • Çocuğunuzun başkalarına benzemediğini unutmayın

• Kendilerine örnek olun

• Söylenmemesi gereken şeyler vardır, bunlara aşırı hassasiyet gösterin

Aşk lider tanımaz. Her gün ‘Sevgililer Günü’ diyenler için ideal bir okuma şöleni, aşkın derin sularında dolaşmayı sevenlere…

İyi ya da kötü tarihte iz bırakmış liderlerin yaşadıkları aşk ve birlikteliklerin, onların hayatları üzerindeki rolüne eğilen bir çalışma olan Tarihi Liderler ve Aşkları İkaros Yayınları (Şubat 2010) tarafından okurla buluştu. Kitap liderlerin aşkları paralelinde tarihin akışına, yıkılan ve kurulan imparatorluk ve krallıkların serüvenine, modern devletlerin katmanlarına da ayna tutmaya çalışıyor. Yaşanan aşkların liderlerin özel hayatlarını, bireysel dünyalarını nasıl etkilediğinin yanı sıra devletlerin ve toplumların aşkın yarattığı fırtınalardan aldıkları etkileri de ihmal etmemeye çalışıyor.

Bundan önce Dâhiler ve Aşkları kitabında olduğu gibi bu defa yine Özcan Erdoğan’ın hazırlamış olduğu Tarihi Liderler ve Aşkları kitabı ile bir araya gelen Türk yazınının değerli şair ve yazarları, sağlam kaynaklara dayanan anlatımlarıyla eşsiz bir çalışmaya imza attı. Kitabın en önemli özelliği, daha önce yayımlanmış olsun veya olmasın ilgili kitaplarda aşk özeline girilmemiş Vladimir İlyiç Lenin, Winston Churchill, Josef Stalin, Lev Troçki, Benito Mussolini, Fidel Castro, Eva Peron, John F. Kennedy, Nelson Mandela gibi liderlere ait bu yönlerin ilk defa böyle bir toplamda bir araya getiriliyor olması.

Aşk’ın ve İktidar’ın sorgulanmasının yanı sıra bu kitapla oldukça etkileyici bir tarih yolculuğuna da çıkabiliyorsunuz. “Aşk mı, iktidar mı?” sorusuna verilen “yaşanmış yanıtlar”ın bulunduğu kitapta, kronolojik bir tarih dizini ile yer alan liderler ve bunları kaleme alan yazarlar şöyle: Nefertiti  (Emel İrtem),  Ramses (Halim Şafak), Gotama Buddha (Semra Çeçen), Büyük İskender (Halim Şafak), Spartaküs (Halim Şafak), Cleopatra – Jül Sezar – Marcus Antonius (Funda Aksüt), Neron (Yakup Öztürk),  Attila (A.Galip), Jüstinyen – Theodora (Ferhat Uludere), Cengiz Han (A.Galip), II. Edward ( Korkmaz Uluçay), VIII. Henry Anne Boleyn (Burcu Ağırdemir),  Kraliçe I. Elizabeth (Ceren Şanlıdağ), Kanuni Sultan Süleyman – Hürrem Sultan (Melike Koçak), Şah Cihan – Mümtaz Mahal (Atakan Yavuz), Çar I.Petro – I. Katerina – Baltacı Mehmet Paşa (A.Galip), Napoleon Bonaparte (Derya Önder), Abraham Lincoln (Elif Bereketli), Kraliçe I. Victoria (Barış Behramoğlu), Mahatma Gandhi (Özcan Erdoğan), Vladimir İlyiç Lenin (Aziz Kemal Hızıroğlu), Winston Churchill (Özlem Bayat), Josef Stalin (Halim Şafak), Lev Troçki (A.Galip), Mustafa Kemal Atatürk  (Fatma Gizem Asiltürk), Benito Mussolini (Nicola Verderame), Adolf Hitler (Özcan Erdoğan), Mao Zedung (Asuman Susam), Juan Domingo Peron – Eva Peron (Ceren Şanlıdağ), John F.Kennedy (Cenk Gündoğdu), Nelson Mandela (Gonca Özmen), Şah Muhammet Rıza Pehlevi – Prenses Süreyya (Makuble Aras), Fidel Kastro (İzlem Oral), Che Guevera (Nihat Ateş), Prenses Diana (Sibel Oral).

Özcan Erdoğan’ın Önsöz’de yazdığı “Dünya üzerinde yapılmış kaç gerçek savaşın arka planında aşk vardı? Yoksa gerçekten gizli aşklar, aşk bahaneleri mi barındırıyordu savaşların çoğu? Bu bir dışavurum muydu?”,  “bütün bir kadın dünyasının barış dolu o insancıl yapısı ile erkeklerin oluşturduğu o iktidar ve şiddet dolu dünyalarının bu ilişkileri belirlerkenki birbirinden o çok farklı rollerinin altı özellikle çizilmelidir.” şeklinde çıkarmış olduğu sonuçlar, kitaba farklı bir açıdan bakmamız gerektiğini de gösteriyor: “İktidar ve erkeklik libidosu”. Bu bağlamda kitapta Adolf Hitler’in aşk ilişkisi yaşamış olduğu yedi kadından yedisinin de intihar etmesi, yine Benito Mussolini’nin iktidar süreci, aşk ve faşizm ilişkisi üzerine bireysel ve toplumsal yönden birçok tahlilin yapılması gerektiğini anlıyoruz.

Yağız bir atın bir savaş kazandırdığı çağlarda, bir aşkın daha fazlasını başarabildiği örnekler -kaleme alanların çoğunun edebiyatçı olmasından olsa gerek- bunların birer düş gibi algılanmasını sağlıyor. Halbuki içine masal diye daldığımız gerek o aşkların olsun, gerekse halkların çektikleri hep gerçek acılar aslında. Aşkın olduğu yerde trajedi hiçbir zaman eksik olmuyor, buna bir de iktidar ilişkileri eklendiği zaman orada savaş ve ölüm kaçınılmaz oluyor. Birçoğumuz için bu kitap; tarihe mal olmuş bu kişiliklerin, tarih sahnesinde oynadıkları roller ve olayların perde arkasını görebilmek bakımından yeni izler ve farklı bakış açıları sağlayacaktır.

Özel hayatlar üzerinden tutku dolu kronolojik bir tarih okumasına sahip olan Tarihi Liderler ve Aşkları daha önce hazırlanan Dâhiler ve Aşkları ile birlikte kütüphane raflarında mutlak suretle bulundurulması gereken kitaplar arasında şimdiden yerini aldı.

Bir kişinin ömrü boyunca 6284 kez ufak tefek rahatsızlıklar geçirdiği bildirildi.

 Daily Mail’in internet sitesindeki habere göre, Birleşik Krallık’ta yapılan bir araştırma, bir insanın yılda yaklaşık 80 kez, baş ağrısı, kramp girmesi, sırt ağrısı ve soğuk algınlığı gibi hafif rahatsızlıklar geçirdiğini ortaya koydu.

Buna göre, yılda 21 gün ağrı kesici ilaçlar kullanıyoruz. Ortalama 78,5 yaşına kadar yaşadığımız varsayılırsa, ağrı kesici ilaç kullandığımız gün sayısı 1649 oluyor.

3000 yetişkin üzerinde yapılan araştırmaya göre, en yaygın diğer bir şikayet sık sık giren kramplar. Kramplar bir kişiyi yılda 19 gün etkiliyor ki bu da bir ömürde 1492’yi buluyor.

Yılda en az 16 kez baş ağrısı çekiliyor ve bu yaşam boyunca 1256 baş ağrısına tekabül ediyor. Araştırmaya göre ortalama bir Britanyalı yılda 14 kez, bir ömürde 1099 kez sırt ağrısı çekiyor.

Araştırmayı yaptıran şirketin yetkilisi, araştırmanın, bu rahatsızlıkların önemsizmiş gibi görünmesine karşın, toplamda ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterdiğini belirterek, bu rakamlara ciddi hastalıkların dahil olmadığını hatırlattı.

Ömrümüzde en çok mustarip olduğumuz diğer hafif rahatsızlıklarsa kas çekilmesi, boyun tutulması, mide ve karın ağrıları veya bozuklukları, burun kanamaları ve bilek burkulması.

Yeter artık yahu
 

BAKIN konuşan insan herhangi biri değil.

Cumhuriyet Ordusu’nun yetiştirdiği en sakin komutanlardan biri.

Son iki yılda demokrasiye, Anayasa’ya, meşruiyete bağlığını otuz kere ispatlamış bir insan.

Hani o kendini demokrat sanıp ortalıkta fink atan sözde liberallerden değil.

Kimsenin dolduruşuna gelmiyor, kimseyi dolduruşa getirmeye çalışmıyor..

Hep temkinli konuşuyor.

“Ordunun morali bozuk.”

Haber Türk gazetesinden Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı’ya söylüyor ve devam ediyor:

“Morali bozuk bir ordu, ülkenin sorunudur.”

Kim diyor bunu?

Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ:

Tarihin yarattığı en acımasız coğrafyayı vatan yapmış bir ülkenin ordusunun komutanı diyor.

* * *

Arkadaş, bu laf çok ağır.

Cumhurbaşkanı için ağır.

Başbakan için ağır.

Ana muhalefet partisi başkanı için ağır.

Muhalefet için ağır.

Hepimiz için ağır.

Eğer bizler her akşam yastığa başımızı, “ordusunun morali bozuk bir ülkenin vatandaşı” olarak koyuyorsak, bu lafın da hepimize koyması lazım.

Tarihi boyunca ülkesine şerefle hizmet etmiş bir orduya, içinden çıkmış beş on sivri zekâlının yaptığı yanlışlar, geri zekâlılıklar yüzünden bu kadar saldırılıyor; onuru bu kadar ayaklar altına alınıyor ve bu ülkenin siyasetçisi, şusu busu buna izin veriyorsa yazıklar olsun bize.

Evet yazıklar olsun.

Artık ben de inanıyorum.

Asimetrik bir savaş var.

Karşısında orduyu pestile çevirmeye, askeri sokağa çıkamaz hale getirmeye ant içmiş, yeminli bir güya liberal müminler ordusu, ha babam gerilla savaşı yapıyor.

Eline ne geçirse, doğru mudur, değil midir bir saniye düşünmeden, sormadan etmeden vuruyor, kaçıyor.

Kendini savcının yerine koymuş.

O yetmemiş, hâkim olmuş.

O da yetmemiş, sandalyeye tekmeyi atmış, ipi çekmiş…

Aynı zamanda infaz memuru.

Vuruyor da vuruyor.

Ne insafı kalmış, ne mantığı.

Vicdanı desen zaten hiçbir zaman olmamış.

Kendi gibi düşünmeyen kim varsa, etiketi hazır:

“Darbeci, cuntacı, şucu bucu, öcü…”

Herkes susturulmuş, ağzını açan damgalanıyor.

* * *

“Ordunun morali bozuk…”

O ordu ki, hâlâ gece yarıları sınır boylarında teröristin karşısında nöbet tutuyor.

Yanımızdaki İran.

Savaş çıktı çıkacak.

Dünyanın başına tebelleş olmuş ne kadar mesele varsa, kapı komşumuz.

Ve bu bölgenin tek istikrar ülkesinin ordusunun haline bakın.

Başındaki komutan ağlamaklı.

“Moralimiz bozuk” diye, ta şuramıza, kalbimize sesleniyor.

“Arkadaş yeter artık, moralimiz bozuk.”   

Artık bu sorumluluk hepimize ait.

Bu feryat hepimizin yüreğini yakmalı.

Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Sayın ana muhalefet partisi başkanı, sayın parti başkanları.

Ey siyasetçiler.

Ordunuzun morali bozuksa bundan medet ummayın.

Kimse sanmasın ki orada kaymaklı bir siyasi rant, oy haline dönüşecek bir mama var.

Tabii bizler, susturulmuş, pusturulmuş, sindirilmiş bizler.

Biz de şunu çok iyi bilelim;

Bir millet olarak, ordumuzun moralinin bu kadar yerlerde süründürülmesine müsaade ediyorsak, tarihin hepimize vereceği ağır derse hazır olalım.

Bir vatandaş olarak ben de Genelkurmay Başkanı ile birlikte haykırıyorum.

“Yeter yahu…”

 

                           

Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik  yapıp evde oturacağını hayal etmeye başladı. Tam bunları düşünürken, oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu; ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu.

            Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı;

            “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen, seni parka götüreceğim!”dedi. Sonra düşündü:

            “Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen, bu haritayı akşama kadar düzeltemez!”

Aradan on dakika bile geçmeden oğlu babasının yanına koşarak geldi:

            “Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz.” dedi. Adam önce inanamadı ve haritayı görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu cevabı verdi;

            “Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!!!”